Hayatın seyrinin bir günde değişebileceğine daha evvelinden şahit olmuştu Azize. Tek kelimeyle tüm inancın yok edilebileceğini, bir kalbin dizlerinin bağının çözülebileceğini biliyordu. Fakat böylesi bir pişmanlık ilk defa yük oluyordu omuzlarına. Düşünmeden, yanlış hareket ettiği için kendini suçlamadığı bir dakika bile yoktu. Saniyeler birbirini kovaladıkça içinden çıkılmaz bir azap yangınında kavruluyordu. Düzeltemiyordu hiçbir şeyi.
Doktor Akif'i muayene ettikten sonra ciddi bir zehirlenme yaşadığını söyledi. Çocuğun ne yediğini sordu. Yabancı bir besin tüketmemişti. Tabağında bozuk yemek yoktu. İlaçlarının tarihi geçmemişti. Azize bir zararı dokunacağına ihtimal vermese de macundan bahsetti. Doktor aradığını bulmuş gibi bir heyecanla irkildi. Macunun ne gibi bir amaçla kullanıldığını öğrenmek için bir an sustuysa da sonrasında tüm koridorda sesi yankılandı.
Hemşire olmasına rağmen böyle bir sorumsuzluğu nasıl yapabileceğini, düşünmeden hareket etmesinin içerideki küçük çocuğa ne kadar zarar verdiğini, uzmanların ürettiği antibiyotikler dururken macunlara güvenmesinin büyük hata olduğunu söyledi kaba sözlerle. Azize doktorculuk oynayan cahil bir kızdı karşısında. Yaptığı hata bir çocuğun sağlığına mal olacaksa daha ağır ikazları da hak ediyordu bu orta yaşlı kızgın adama göre.
Genç kız tepki vermeden dinliyor, bu ağır ithamları hak ettiğini düşünüyordu. Oysa doktorun konuşmaları Rahime hanımı bile harekete geçirdi. Bu kadarının yeterli olduğunu söyledi. Azize'nin elinden şimdiye kadar kimseye zarar gelmediğini anlattı. Torununu övdü. Zeynep ayağa kalkıp yine Azize'ye yalvardı. Uygun bir dille macunun içeriğini anlatmasını istedi. Eğer bu kızgın adam Akif'i zehirleyen maddeyi bilirse panzehrini de bulurdu çünkü. Zeynep'in dili dönmüyordu, kızın gözünün içine bakıyordu. "Ne olur Azize, söyle de evladım iyi olsun. Doktor ilacını bulsun" diyordu. Zaten müdahaleyi yapmış olan doktor bu manzarayı çok cahilce buluyordu.
Omuzlarından sarsılan Azize'nin ağzından tek kelime çıkmadı. İşlerin nasıl bu raddeye geldiğini algılayamıyordu. Akif ablasının hazırladığı ilaç yüzünden mi bu haldeydi sahiden? Kendi ellerimle verdim macunu, kendi ellerimle zehirledim kardeşimi... Zihninde aynı cümleler dönüp duruyordu. Zeynep ablası kollarından tutup sarstıkça utancın yerleştiği gözlerini kaçırıyordu. Belki kötü bir kâbusun içindeydi, uyanacağı zamanı beklemeliydi. Azize o gün sadece kardeşine değil, bir vesileyle babasına da zarar verdiğini düşünüyordu.
Rafet Mehmet'i arabasına bindirdi, doğruca Sürmene Devlet Hastanesine getirdi. Acilden giriş yaptılar. Adamın bilinci yerindeydi. Bedeni ağır hasar almamıştı. Asansör düşerken son anda kaçmayı başarmıştı ama yüklemek üzere olduğu çuvalı bırakamayınca kolu kırılmıştı. Daha kötüsü olmadığı için şükrediyordu herkes. Mehmet'in aklı ise oğlundaydı. Kolu alçıya alınır alınmaz da odanın kapısına dayandı. Henüz içeriye girmek yasaktı. Durumun da kötü olduğunu öğrenince tüm ağrısını unuttu. Yanındakilere açıklama yapamıyordu. Zeynep ve Rahime hanım bir de Mehmet için telaşlanıyordu şimdi.
Tüm olayların müsebbibi olarak kendini gören Azize koridorun sonunda, yaprak uçları sararmış bir devetabanı bitkisinin yanında oturuyordu. Bir sandalye bulmak gelmemişti aklına. Deri koltuklar uzağındaydı, birkaç refakatçi ayakta duruyordu. Kendi aralarında sohbet edip akraba çıkana kadar tanıdıkları isimleri sıralıyorlardı. Hiçbirini duymak istemiyordu Azize. "Nasıl olur?" diyordu yalnızca. "Nasıl olur da o macun Akif'i zehirler? Kötüye gittiğine dair hiçbir belirti yoktu. Çok vermedim, yanlış bir bitki katmadım... Ama kardeşim çok hasta oldu." Ellerine bakıyordu bir katili seyreder gibi. "Ne yaptım ben? Nasıl yaptım?"
Sapasağlam karşısında gördüğü babasına bile sarılamamıştı doktorun sözlerinden sonra. Oysa ona bir şey olmasın diye saniyeler içinde sayısız dua etmişti. İliklerine işleyen kaybetme korkusuyla hâlâ titriyordu. Telefon görüşmesinin ardından yukarıya çıktığında, kimseye babasının başına gelen kazadan söz edememişti. Kimsenin gözyaşını silememişti. Çaresizlik, tanışmak için elini uzattı ona. Utanç, sırtını sıvazladı. Hata, tüm hayatına sızdı. Azize koşup sarılmak istediği, yoğun bir arzuyla sığınma ihtiyacı duyduğu bir anda kendini yalnız bıraktı. Her şeyi mahvettiği düşüncesiyle baş başaydı. Her geçen dakika Akif uyudukça, doktorlar odaya girip çıktıkça yüreği eziliyordu. Oturduğu köşeyi mesken tuttu kendine. Öylece karşısındaki duvarı seyretti. Zeynep ablasının ağladığı ilişiyordu kulağına. Babası gelip konuşmaya çalışıyordu. Ama mekândan soyutlanmış gibi yalnızca adamın yüzüne bakıyordu.
Saatler geçti, gün geceye, gece sabaha erişti. Akif uyandı. Biraz karnının ağrıdığından şikâyet etti. Kolundaki serumun acıttığını söyledi. Babaannesine nazlandı. Annesinin kollarında, sevgiyle sarmalanırken de şımardı. Babasına, kolunun neden bu halde olduğunu sordu. Ufak bir fantastik hikâye anlattı Mehmet. Ejderhalardan bahsetti. Şehre inmişler de onlarla dövüşmüş. Oğlunun bakışlarındaki canlı heyecanı görünce rahatladı. Öyle tedirgin bir gece geçirmişlerdi ki hiç bitmeyeceğini zannetmişti. Bir evladı uykuda, diğeriyse kendine ördüğü sağlam duvarlı hapishanedeydi.
Dünden beri sayısız kez yanına gittiği kızı düştü Mehmet'in aklına. Oğlunun başını okşadı ve dışarıya çıktı. Azize aynı yerdeydi fakat bu sefer bir duvardan diğerine yürüyor, telaş içinde ellerini ovuşturuyordu. Babasını görünce beklentiyle yanına gitti. Aralarında bir adım kala durdu. Adamın koluna baktı acısını hisseder gibi. "Nasıl?" diye sordu sesi çıktığınca.
"Turp gibi" dedi Mehmet neşeli olmaya çalışarak. Gözleri kıpkırmızıydı. "Bizi perişan etti ayağa dikti, kendisi yattı bütün gece. Azıcık iğne batmış koluna ciyak ciyak bağırıyor." Sesi dalgalandı Mehmet'in. Çok korkmuştu. Rahatlamak ne kadar da zordu. "Ne kadar tatlı canlı olduğunu bilirsin. Zor günler bekliyor bizi. Kölelik ettirecek herkese."
"Hayır, tatlı canlı olduğundan değil acı çektiğinden ağlıyor. Zehirlendi baba, çok kötü oldu..." Azize'nin sesi titredi. Babası gibi güçlü olamıyordu. Zorla da olsa gülemiyordu. Isırmaktan kıpkırmızı ettiği alt dudağıyla kavga içindeydi. "Ben yaptım, benim yüzümden oldu..."
"Alerjisi varmış, bilemezdin."
"Bilmeliydim... Ben... Kendi ellerimle... Üç gün boyunca kardeşimi zehirledim baba!" Kendine öyle kızgındı ki sesini yükseltti. Kelimelerini toparlayamıyordu, anlatmak istediğini düzgün cümlelerle sıralayamıyordu. "O ilaç kimseye zarar vermemişti baba, Akif de daha önce kullanmıştı. Böyle olmamıştı."
"Bir sakin ol kızım. Bak kendi ağzınla söyledin. Daha önce olmamıştı dedin. Akif hassas bir çocuk. Demek ki evde tedavi etmeye çalışmak yanlıştı. Köyün diğer çocukları gibi bir şurupla ayağa kalkamadı. Bu bize acı bir ders oldu. Ve sen de... Doğal ilaçlarla tedavi konusunda yeni bir tecrübe edindin." Mehmet o kadar arada kalmıştı ki, kelimelerini yumuşatmaya çalışırken alnında terler birikti. Evde tedavi, macunlar, bitkiler doktorun kesin talimatıyla yasaktı. Azize'nin öğrenmekten en çok zevk aldığı ilim, herkesin içine korku düşürmüştü. Birkaç kaşık macun, Akif'in sağlığını çok kötü etkilemişti. Ne vazgeç diyebiliyordu Azize'ye, ne de devam etmesini söyleyebiliyordu.
"Tecrübe mi?" Azize iğrenir gibi baktı hastane zeminindeki mermerlere. "Böyle acı, berbat bir anı hiç yaşamamış olmayı dilerdim." Babası kadar merhametli davranmıyordu kendine. Hâlâ tam anlamıyla idrak edebilmiş değildi durumu. Masum görünen bir karışımdı kavanozdaki. Zehre dönüşeceği hiç aklına gelmezdi. Karşısında duran adamın alçıya alınmış kolunu gördükçe içi acıyordu zaten. "Kolunun bu halde olmasının sebebi de benim. Telaşlandırdım seni, acele hareket ettin. Duydum her şeyi."
"Kızım ne alakası var? Bak şimdi kızacağım ama. Sen yapman gerekeni yaptın, habersiz mi kalsaydım Akif'in hastanede olduğundan? Rafet amcan bile bu kadar üzülmedi. Esas beni korkutan oydu."
"Ama bu yazın işten ayrılma kararı almıştın. Ben engelledim seni. Çalışmaya devam etmeni söyledim. Zeynep abla da seni destekliyordu. Keşke hiç müdahale etmeseydim fikirlerine."
"Evde tembel tembel yatmama müsaade etmedin ve en iyisini yaptın. Daha gencim, hemen emekli olamam. Bak, anlıyorum sinirlerin bozuldu. Bu yüzden tüm yükü omuzlarına alıyorsun. Böyle zamanlarda olmadık anıları peşine takar pişmanlık. Bir dağ gibi büyütür insanın çilesini. Ama bunu kendine yapma kızım. Bozuk bir asansörün yanında dikkatsiz davranan babanın kabahatini kendi suçun bilme. Bak bakayım yüzüme..." Yaklaşıp Azize'nin yanağını okşadı. Ayaküstü ne kadar ikna edebilse kârdı. Suçluluk duygusunun ezici ağırlığını çok yakından tanırdı. Kızının ruhunun bu azabı tatmasını istemiyordu. "Sarılalım mı?"
O an Azize'nin en çok ihtiyacı olan şey sarılmaktı. Birine sığınsa, sağlam ve güvenilir bir yüreğin üstüne akıtsa gözyaşlarını, rahatlardı. Bozguna uğramış hislerini teskin edebilirdi. Fakat hem olumsuz anlamda başını salladı, hem elini havaya kaldırıp babasını uzaklaştırdı. "Yok" dedi çenesi titrerken. "Kolun acır, sarılmayalım."
"Azize'm, yapma kızım. Senin şu halin kadar hiçbir şey yakmaz canımı. Gel yanıma hayde."
"Olmaz, istemiyorum." Kabanının cebine elini atıp arabanın anahtarını uzattı Mehmet'e. Mustafa'yı ya da köyden birini arayabilirlerdi gelip arabayı sürmesi için. Şoför koltuğuna oturup yeni bir sorumluluk alacak gücü yoktu. Babasını yalnız bırakıp koşarak ayrıldı koridordan. Kardeşini ziyaret etmeden hastaneden çıktı. Geniş avluda, hasta yakınlarının yanından geçti. Nereye gideceğini bilmiyordu. Yanında bir miktar para vardı. Zihni henüz bulanıklaşmamışken otobüs durağına yürüdü. Adımları kontrolsüzdü. Ellerinin titrediğinin farkındaydı. Sıkıntısı öyle büyüktü ki fiziksel olarak kalbinin acıdığını hissetti. Nefesi düzensizleşti, başı döndü. Bir ağacın altında durdu. Gözleri yanıyordu, ağlayıp da rahatlayamıyordu. Dermanı giden dizleri, bedenini daha fazla taşıyamadı. Sabah çiği düşmüş çimlerin üzerine yığılıp kaldı.
***
Selam veren birkaç köylüyü duymadan yoluna devam etti. Daha önce evlerini ziyaret ettiği birkaç kadın ve çocuk çıktı karşısına. Bembeyaz olmuş yüzü, donuk bakışları hayra alamet değildi. Koşturmaktan ağrıyan ayak tabanlarını hissetmiyordu. Tek hedefi sığınabileceği bir ev bulmaktı. Gözüne tepedeki Hatice teyzenin evini kestirmişti. Adımları onu her şeyin başladığı eve götürüyordu.
Derli toplu bahçeye gelene kadar durmadı. Babasıyla birlikte yaptıkları hafif yamuk çit kapısını açtı. Kapı gıcırdıyordu. Her gelişinde metalleri yağlayacağını söylüyordu fakat Hatice teyze bunu bir zil sesi gibi kabul ettiğinden düzeltmesini istemiyordu. Bahçeye girdi. Büyümeye başlayan çimlere bastı. Meşgale olsun diye getirdiği ve zorla bahçeye koyduğu iki tavuk dolandı ayaklarına. Hayvanları görmezden gelip eski kulübeye gitti. Kapıyı kapatmayı da unutmuştu.
Hatice teyze de ondan farksızdı. Tek yaşamasına rağmen korkmaz, kapı pencere açık uyurdu. Bu yüzden Azize gelene dek bir kilidi bile yoktu. Gerçi yeni takılan kilidin anahtarını da kaybetmişti kadın. Kapı yine her gelene açıktı. Genç kız seslenmeden içeriye girdi. Sobanın başında oturan Hatice teyze irkildi. "Sen ne zaman geldun? Ne o habersiz, selamsuz sabahsuz! De bakayım bana, rüyanda beni mi gördün kızım? Saat kaç ki burdasun?" Sırtındaki hafif kambura rağmen çevik bir hamleyle ayağa kalktı. Pencereden süzülen güneş olmasa içerisi karanlıktı. Az gören gözleri, Azize'nin vahim halini ancak yanına yaklaştığında fark edebildi.
"Ne oldi sana? Nedur ha bu halin?" Yaşlı ve sert elleri kızın yüzüne yükseldi. Okşamayı pek beceremezdi. Önce hasta olup olmadığını kontrol etmek istiyordu. Her geldiğinde selam veren, neşesiyle yaşlı teyzesini yalnızlıktan kurtaran, öğrenmek için elinde kalem defterle gezen, kavanozları karıştıran Azize değildi bu karşısındaki. Kadın, yıkılmak üzere olan bir binayı seyretmekteydi sanki.
"Teyze..." Uzun süren suskunluktan sonra pürüzlü ve kısık çıktı sesi. Parmağıyla üstü dağınık divanı gösterdi. "Ben şuraya yatayım, üstümü ört olur mu?" dedi. Kadından onay beklemeden gidip yattı. Dizlerini karnına çekti. Arkası, küçük kulübenin tüm detaylarına dönüktü. Hatice teyze hemen bir battaniye aldı eline, Azize'yi örttü. Beceriksizce omzunu sıvazladı. Ne olduğunu merak ediyor fakat sorsa da cevap alamayacağını biliyordu. Kızı yalnız bırakmanın daha iyi olacağını düşündü. Çocukluğundan kalan bir özelliğinin ona hâlâ arkadaşlık ettiğinden habersizdi. Azize yatardı. Gün boyu kuru kalan göz pınarları bir anda akardı. Yastığı ıslatır, kız uykuya dalana kadar durmazdı.
***
Hatice teyzenin zaman kavramı yoktu. Güneşin doğması ve batması en büyük saatti onun için. Ve bu saate göre Azize epeydir uyuyordu. Sobanın üzerinde lezzetli bir yoğurt çorbası pişirdi. Bahçeden topladığı taze naneleri kullandı. Genç öğrencisinin bunu çok sevdiğini biliyordu. Çay da demledi. Raftaki çilek reçelini küçük bir emaye kâseye döktü. Ekmeği sobada ısıttı. "Azize, kalk bakayım kızım. O kadar uyunmaz, hayde kalk" dedi. "Sofra kurdum, çay demledum. Senun yapacağın işleri hep ben ettum. Başkası olsa der ki, ha bu kız tembeldur. Ama ben demem. Tanıdım ben Azize'yi. Bir şey olmuş belli."
"Ne söylüyorsun teyze?" Azize bir şeyler duyuyordu ama anlam veremiyordu. Kadının kendi kendine konuştuğunu zannetti önce. Üstündeki örtüyü çekip yattığı yerde doğruldu. Pencereden dışarıya baktığı zaman havanın kararmak üzere olduğunu fark etti. Ne kadar uyumuştu böyle? Kolundaki saati kontrol etti. Beş buçuktu. Gece boyu ayaktaydı diğer aile fertleri gibi. Fakat Azize uykusuzluğa değil, üzüntüsüne yenildiğini biliyordu.
"Uyandun nihayet. Hayde, çorba yaptum. Kalk da gel." Teyze sobanın arkasındaki masanın üzerine bir gaz lambası koydu. Kulübe aydınlandı. Sarı ışık, insana sıcaklığı anımsatıyordu. Henüz karanlık çökmemişti ama bu tek odalı ev gündüz vakti bile ışığa muhtaçtı zaten. Gözlerini ovuşturdu. İradesi dışında iç çekti. Uyumadan önce kopan fırtınanın son esintilerindendi bu. İçinde bulunduğu gerçek geldi aklına. Herkesi hastanede bırakıp kendini dışarıya atmıştı. Ağacın altında ağladığını, güçsüz adımlarla kalkıp otobüse bindiğini, şoförün yardım teklifini reddettiğini, kendi evine gitmek yerine Hatice teyzesinin köyünde yolculuğu sonlandırdığını hatırlıyordu. Başarısız ve korkaktı adımları. Şifanın zehir halini kardeşinin ağzına koyduğunu düşündükçe tenine iğneler batıyordu.
"Ben yemeyeceğim teyze, iştahım yok." Üstündeki örtüyü dizlerine kadar çekip ayaklarını divandan salındırdı. Ev diye yolları aşıp bu ufak kulübede bulmuştu kendini. Sekiz yaşında eşiğinden adımını attığı o sıcak salondaydı aklı, fakat gidemeyecek kadar mahcup ve başarısız hissediyordu. Kalkıp bahçede oturmak geldi aklına. Elini yüzünü yıkasa, uzun uykusunda vaktini geçirdiği namazlarını kılsa üstündeki huzursuz bulutlar dağılırdı belki. Toparlanıp ayağını tahta zemine bastı. Kalkmaya yeltendi. Boğazından tek lokma geçmemişti bir güne yakın zamandır. Başı döndü hızlı bir hamle yapmasa da. Görüşü bulanıklaştı, sendeledi, kulaklarına yine aynı uğultu hücum etti.
Hatice teyze korktu birden. Kızın yanına geldi, kolunu tuttu. Dikkatlice oturttu. "Ne oluyor sana be Azize" diye hayıflandı.
"İyiyim" dedi Azize. Başında peyda olan keskin ağrıdan söz etmedi. "Başım döndü sadece." Gözlerini kırpıştırıp görüşünü netleştirdi. "İyiyim teyze, bakma öyle telaşlı."
"Git başkasını kandır! Rengin kâğıt gibi olmuş. Hayde kalk da birkaç lokma girsun boğazından." Azize itiraz edecek gibi oldu ama direnemedi. Hatice teyzenin kolundan destek aldı, kalkıp sobanın arkasındaki sandalyeye oturdu. Taze naneyle yapılan çorba çok güzel kokuyordu. Eline kaşık alıp kâseye daldırdı. "Ye, ye de kendine gel" diyordu Hatice teyze. "Sonra konuşuruz. Şimdi ayaklanman lazım." Dişsiz ağzının içinde birkaç cümle daha mırıldandı. Azize anlamak için çabalamadı. Çorbasını içti sessizce.
Bu gün tüm hizmet Hatice teyzedendi. Tabakları kaldırıp çay bardaklarını koydu sofraya. Bardaklara çayı doldurdu sonra. Çilek reçelini ve kızarmış ekmekleri kızın önüne ittirdi. Sürekli Azize'yi kontrol ediyor, vereceği en ufak bir tepkiyi bile gözden kaçırmak istemiyordu. Sevmemişti onun bir ruha benzeyen donuk halini. "Şimdi anlat bakayım" dedi. "Ne oldi sana?" Bu kadar suskunluk yeterdi. Artık cevap bekliyordu.
"Kötü bir şey yaptım" diye söze girdi Azize. Mahcup bakışlarını aşikâr eden sarı ışığın sönüp kaybolmasını istiyordu. Yutkundu sesi titremesin diye. Geride bıraktığı insanlar düşüyordu aklına. Konuştukça utancının artacağını hissediyordu. "Kardeşimi zehirledim." Hatice teyze ilk defa yaşlılık sebebiyle kulaklarının duymadığını kendine itiraf edebilirdi o an. Sözlerini tekrarlattı kıza, maalesef doğru işitmişti.
Azize'ye her şeyi baştan anlattırdı. Hikâyenin hiçbir kısmında kıza yanlış yaptığı noktayı söyleyemedi. Çünkü yapması gerekeni doğru bir şekilde yapmıştı. Uyguladığı tedavide hata yoktu. Bu güne kadar o macunu tüketip zehirlenen kimseyi de duymamıştı. "Üç gün ilaç verdun, bir saatte mi zehirlendi çocuk? Olmaz, başka bir şey var muhakkak!"
"Yok" dedi Azize. "Benim hatamdan başka hiçbir şey yok. Akif çok hassas bir çocuk teyze. Alerjisi olabileceği hiç aklıma gelmedi ama mümkün. Ben... Düşünemedim." Dirseklerini masaya dayadı. Yüzünü avuçlarına gömdü. Tarifini savunacak kadını dinlemek istemiyordu. Kardeşinin nasıl kötü olduğunu, kustuğunu, bayıldığını gözleriyle görmüştü. Kimse onu aksi bir ihtimale inandıramazdı. "Babamın kolu çabuk iyileşse bari" dedi.
"Bir krem vardı bende, onu vereyim. Alçı çıktıktan sonra ağrı kesici diye sürersiniz..." Azize, teyzenin sözlerini duyunca gözünün önündeki parmaklarını aralayıp elinde olmadan kadına ters bir bakış attı. Hatice teyze yerinden kalkmaktan vazgeçti. Kızarmış ekmeklerden birini alıp çayına batırdı. Dişleri olmadığı için ıslatıp yumuşatarak yiyordu sert yiyecekleri. Kızın bir iki güne toparlanacağını, kardeşinin iyi olduğunu gördükçe alternatif tıbba olan ilgisinin azalmayacağını düşünerek ekmeği ağzına götürdü.
Fakat Hatice teyzenin zannettiği kadar kolay olmayacaktı bu. O akşam Mustafa'nın kullandığı araç durdu kapının önünde. Mehmet ön koltuktan indi. Kolunun ağrısı sebebiyle gün boyu hareketleri dikkatliydi. Fakat Azize'yi hiçbir yerde bulamayınca öyle endişelenmişti ki artık acı çekme pahasına koşturuyordu. Açık çit kapıdan içeri girip Hatice teyzeye seslendi. Sonra da içeriye girdi. Azize'yi sobanın karşısında oturur vaziyette görünce rahatladı. Derin bir oh çekti.
"Azize saatlerdir seni aramadığım hiçbir yer kalmadı. Her yere baktım, iş yerine gittim, ya hu Yasemin'i bile aradım be kızım! Niye haber vermiyorsun? Niye başına buyruk çekip gidiyorsun? Yetmedi mi benim evlat korkusu yaşadığım!" Mehmet kızını sağ salim bulduğuna şükredemeden tüm sitemlerini sertçe sıraladı. Selamsız içeriye girmesi Hatice teyzenin hoşuna gitmedi.
"Geç da otur uşak! Kız benum yanımda, gördün da! Niye kızaysun?" Mehmet azar işittikten sonra sustu. Gösterilen yere oturdu kolunu tutarak. Her acılı hamlesini izleyen kızıyla göz göze geldiler.
"Kızmadım" dedi "çok korktum. Evdesin sandım, yoktun. Köyü aradım bu halimle, kimse görmemiş seni. Sonra aklıma burası geldi." Sert solukların çarptığı göğsü yorgun düşmüştü. Sertçe inip kalkıyordu.
"Özür dilerim" dedi Azize. Suçlu bir çocuk gibi eğdi başını. "Bu kadar endişeleneceğinizi düşünemedim." Gerçi ben pek çok şeyi düşünemedim. Hâlâ tüm bu olanların gerçekliğine inanamıyorum. Korkularımdan yoğrulmuş bir kâbusun içindeyim sanki. Herkesten uzak kalırsam uyanır mıyım? Keşke uyansam. Keşke bu suçlu ellere baktıkça gözlerim dolmasa. Keşke benim yolum hep yalnızlığa çıkmasa.
"Neyse... Neyse sonra konuşalım. Yeterince kötü bir gündü. Çok şükür sağ salim buldum seni." Ayağa kalktı Mehmet. "Hadi evimize gidelim" dedi. "Teyze, sana da teşekkür ederim. İlgilendin kızımla."
"O benum da kızum. Bana bak, tembihliyorum sana. Bu kızın hevesini kırmayın ha." Hatice teyze parmak sallayarak uyarıda bulundu. Azize'nin hevesini kırmayacaktı Mehmet. İki evladı perişan, kendisi ağrı sızı içindeyken, karısı korkmuş gözyaşını dindiremiyorken olayın taze acısına merhem süremiyordu yalnızca. Uzun zamandır bu günkü gibi yorulduğunu hatırlamıyordu.
Azize iskemleden kalkıp örtüsünü düzeltti. Hatice teyzeye sarıldı kısaca, teşekkür etti. Eve dönmek istemiyordu fakat babasının yorgun çehresini görünce inat etmeyi ayıp buldu. Zaten yeterince uğraştırmıştı herkesi. Hem, yapması gereken çok önemli bir işi vardı. Mehmet'ten önce çıktı dışarıya. Mustafa'yı farların aydınlattığı yolda karanlığın ötesini görmeye çalışır gibi gözlerini kısmış halde buldu. Yüzünde ciddi bir ifade vardı. Amcasının oğluna hiçbir şey söylemeden yanından geçti ve arka koltuğa oturdu.
Babasının ön koltuğa oturacağını zannediyordu. Pencereye başını dayayıp gündüzün yeşilini yutan siyahı seyretmek için çok münasip bir geceydi. Ay ışığını gölgeliyordu bulutlar. Yarın sağanak yağmur yağardı. Karadeniz'de fırtınalı sabahlar yakındı. Bu gece vakti camdaki buhara güneş çizilir miydi? İnsanın parmakları üşürdü. Gülen yüzleri resmetmekse tam bir alay konusuydu. Hakikatin sureti genç kızın neyine yetmiyordu?
Mehmet arka kapıyı açtı. Kızının şaşkın yüzüne aldırmadan rahatça yerine oturdu. Mustafa'ya eve gidebileceklerini söyledi. Azize'yi kolunun altına aldı hızlı bir hamleyle. Müsaade istemiyordu. Çünkü bu huysuz kızın kıpırdanmalarına ve geri çekilme çabalarına karşı acizlik gösterse, itinayla ördüğü tuğladan duvarlara bir yenisini ekleyeceğini biliyordu. "Baba" diye itiraz etti Azize. Tek koluyla daha fazla sıktı kızı. "Seni bırakmayacağım" dedi. Yanağını başına yasladı.
***
Azize üst kattaki mutfakta bulunan bütün kavanozları kolilerin içine yerleştirdi. Raflarda duran birçok otu yaktı. Merhemlerin bir kısmını attı. Bir kısmını Hatice teyzeye götürmek üzere kolilere koydu. İki üç saatini alan, gecesini meşgul eden sıkı bir temizlik yaptı. Kimi zaman eli titredi, kimi zaman gözleri yaşardı. Yine de hiçbir kavanozun kalmasına müsaade etmedi. Yarın sabah Akif gelecekti. O veya başkası görmeden Azize'nin zehirden saydığı her ilaç mutfaktaki yerine veda etti.
Az uykulu bir gecenin sabahında Mustafa ve Mehmet yatış süresi biten Akif'i almak için hastaneye giderken Azize de sağlık ocağına gitti. İsteksizliği yüzünden zamanın esneyeceğini, günün bir türlü bitmeyeceğini tahmin ederek girmişti kapıdan içeri. Fakat ellerinin titreyeceğini hesaba katmamıştı. Öğle vaktine kadar her şey normaldi. Firdevs soru sorarak arkadaşını bunaltmayacak kadar dikkatliydi. Sonra on yaşlarında bir oğlan geldi. Her çocuk gibi şırıngayı görünce korktu. Azize iğne yaparken de epey ağladı. Tedirginliği taze, yarası en hassas yerinde olan hemşire zaten suçluluk duygusuyla cebelleşiyordu. Bir an Akif'in hayali dikildi karşısına. İrkildi, ürktü. Yanındaki pamuğa uzanamadan iğneyi yere attı.
"Yapamayacağım artık" dedi. Bunu kendi kendine tekrarlamaya başladı hızlıca. "Özür dilerim..."
"Ne oldu Azize? İyi misin sen?" Firdevs yetişti imdadına. Çocuğun ağlamasından, annesinin hemşireyi suçlayan sözlerinden kurtulmayı beceremeyen arkadaşını çekip çıkarttı odadan. Birkaç gün öncesine kadar karşısındakini bakışlarıyla ezip geçen kızın bu denli güçsüz düşmesine çok üzülüyordu. Hemşirelerin öğle arasında dinlendiği odaya girdiler. Azize'yi koltuğa oturttu. Yüzünü avuçlarının arasına alıp girdiği şoktan kurtarmak için hafifçe sarstı. "Canım, konuşsana benimle. Niye böyle kötü oldun?"
"Ben... Ben çocuğu ağlattım" dedi Azize. Elleri titriyordu. Firdevs, genç kızın yıpratıcı bir hassasiyet sebebiyle böyle davrandığını hemen anladı. Gülmeye zorladı kendini.
"Aman canım! O sedyeye yattıktan sonra ağlamayan çocuk mu var? Eminim sırf korktuğu için ağlamıştır. Sen canını yakmazsın kimsenin. Müzeyyen teyze sırf elin hafif diye özellikle sana geliyor ya, unuttun mu?" Azize başını iki yana salladı. Bu sırada yanaklarına gözyaşları döküldü. Arkadaşının ufak tesellisini kabul etmedi. Sağlık alanında yaptığı her hamleden korkuyordu artık. Staj döneminde telafisi mümkün hatalar yapmıştı. Fakat hiçbirinden Akif'in hastalığı kadar etkilenmemişti. Vazgeçme aşamasına gelmemişti böyle. Hep kendini geliştirmek için uğraşmıştı. Alternatif yollar denemişti. Kim bilirdi bir gün kitaplarda yazan kuralların dışına çıkmaktan korkacağını?
"Yapamayacağım artık Firdevs. Olmuyor..."
"Aa kendine haksızlık etmeyi bırakır mısın artık? Kardeşinin başına gelen olay gerçekten çok üzücü. Ama her gün hata yapan, bu işten hiç anlamayan biri gibi konuşma lütfen. Sen yetenekli bir hemşire olmanın yanında şefkatlisin de. Yalnızca yıpratıcı bir dönemden geçiyorsun. Korkularını anlayabiliyorum. Allah daha kötüsünden korumuş, buna şükretmemiz lazım. Tut bakayım elimi, hay Allah! Buz gibi olmuş parmakların."
"İstifa edeceğim." Firdevs donup kaldı bu ani karar karşısında. Azize'nin teselli buldukça iyi yönde bir değişime uğramasını bekliyordu.
"Sus lütfen, sus artık! Hadi kalk evine götüreyim seni. İzin alırız doktordan. Gerekirse dinlenip kafanı toplayacağın kadar uzun sürer iznin. Ama böyle fevri kararlar vermene, aklı başında bir arkadaş olarak müsaade etmeyeceğim." Firdevs kalkıp Azize'nin çantasını ve kabanını koltuğa attı. Kendisi de çabucak hazırlandı.
***
Köye taksiyle geldiler. Otobüsün kalkmasına bir saat daha varken beklemek manasızdı. Hem çayevinin önünde başlayan yokuş gözünü korkutuyordu Firdevs'in. Taksi kapının önüne kadar bırakıyordu insanı. "Büyük kolaylık vallahi" diyordu parayı uzatırken. Arabadan inince Azize'nin koluna girdi yine. Kız kaçıp gidecekmiş gibi davranıyordu. Eve giden kısacık mesafede de kafasını dağıtmak için konuşmaya devam etti. Öyle ki Azize bir an yorgunca arkadaşına baktı. Her nasıl bir teknik uyguluyorsa, insan beynini çalışmayacak hale getirene kadar yoruyordu. Zihin kötü anıları ustalıkla servis edemeyecek kadar bitkin düşüyordu.
Salona girdiklerinde Firdevs ve Azize'yi yan yana gören Selvi hızlıca ayağa kalktı. Ev halkına göre daha sakindi tavırları. Nefes alacak alan bırakıyordu gençlere. Firdevs'e, kaş göz işaretiyle ne olduğunu sorarken yeğenini bunaltmadan oturttu. Yanağını okşadı. Ürkütmek istemiyordu kızı. Herkesin yüreği ağzındaydı zaten. Yukarıdaki boş mutfak durumun vahametini anlatıyordu. Çöpe atılacak koliler hâlâ kapıdaydı.
Azize öyle özenli öyle düzenliydi ki o mutfakta, gören evladıyla ilgilendiğini zannederdi. Otların keskin kokusu yayılmıştı etrafa. Hazırladığı kremlerin tarife uygun olduğunu ve kıvam aldığını görünce zaferle gülümserdi. Ufak kavanozların renkli kapaklarını nereden aldığını sormak için komşular uğrardı. Ağrı kesici otları ufak keselere koyarken saatler harcardı. Tüm bu emek, bir gecede sobaya atılıp yakılmıştı. Ve genç hemşire sebep olduğunu zannettiği zehirlenme vakasından sonra bu işlerden elini eteğini çekmişti.
Rahime hanım yukarıda Akif'in yanındaydı. Durmadan "nazardan oldu" diyordu. En yakın zamanda bir mevlit okutmayı planlamaya başlamıştı bile. Zeynep, oğlunu tekrar yatağında gördüğüne çokça şükrediyordu. Döktüğü gözyaşının, yaşadığı telaşın müsebbibi, canının bir parçası evladıydı. Ağrısı sızısı geçsin diye koşturuyordu. O da çok yorgundu. Gözaltlarının mor renkten nasibini aldığının farkında bile değildi. Birkaç günde beş yaş birden almıştı sanki. Kimseyi suçlamıyordu. Yürek yangınından kalan buz gibi olmuş küller, içinde savrulup duruyordu yalnızca.
Odasında başını Mehmet'in sağlam omzuna yasladı. Tekrar nefes aldığını hissetti. Gece boyu ellerini açıp da bu duayı etmemişti miydi zaten? Allah'ım, yeniden dönelim evimize. Evladımı bana bağışla. Ömrünü ziyade et. Ona sağlık ver. Mehmet de iyi olsun, onu muhafaza et. Akif odasındaydı, babaannesinden paluze isteyecek kadar iyiydi. "Çok şükür" dedi Zeynep. "Öyle korktum ki... Bir şey olacak diye..."
"Tamam, geçti. Deme öyle. Bak odasında yatıyor. Sesi de geliyor. Duyuyorsun değil mi? Yemek istiyor kesin." Güldüler birlikte.
"Kolof yap diyor babaannesine. Annem de dünden razı. Ama bir hafta ağır şeyler yememesi lazım Mehmet. Sen Akif'le konuş olur mu? Beni kandırıyor çünkü."
"Hmm" Mehmet güldü bu sözlere. "Şefkatine yenildiğini kabul ediyorsun yani?"
"Ne yapayım, tatlı tatlı bakıyor. Üç kere hayır diyorum dördüncü seferde yine kandırılan ben oluyorum."
"Tamam, ben çekerim onun kulağını." Mehmet kaşlarını çatmıştı. Ciddi olmaya çalışarak sarf ediyordu sözlerini. Fakat Zeynep telaşla başını kaldırınca gülmesini tutamadı. "Dayak atarum demedum da!" Sağlam koluyla Zeynep'i kendine çekti tekrar. Sıkıca sarıldı. Hayat yolunda ona arkadaşlık eden kadının kalbine sıcak hisler emanet etti.
"Seni kolunda alçıyla görünce çok korktum Mehmet. Elim ayağıma dolandı. Tüm sıkıntıları bir günde yaşıyorum zannettim." Derin bir soluk aldı. Pencerenin ardına baktı. "Siz benim her şeyimsiniz. Ailemsiniz, dünyadaki tek varlığımsınız. Beni yalnız bırakmayın ne olur." Gözleri doldu, burnunu çekti. Çok da uykusu vardı.
"Kötü bir haftaydı sahiden. Ama bak, eve dönmek nasip oldu. Bunda da vardır bir hayır diyeceğiz. Akif de Azize de iyi olana kadar onlarla ilgileneceğiz. Tabi ben de... Benim de iyi olmam lazım. Önce dinlenelim, sonra bana da bakarsın. Olur değil mi?"
"Olur tabi, en çok sana bakarım." Mehmet bu cevaptan memnun kaldı. Fırsatını bulmuşken ufak bir bilgi vermek istedi.
"Kelle paça çorbası, şöyle bol sarımsaklı... İyi geliyormuş kırık çıkığa. Öyle, söyleyeyim dedim."
"Et haşlaması da iyi gelir. Şöyle sarımsak katmadan..."
"Ben de dört kere söylersem seni kandırabilir miyim?"
"O Akif'e mahsus."
"Tüh... Ne yapalım..."
"Biraz uyuyalım."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.47k Okunma |
751 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |