Ev sessizdi. Her yorgun fert kendini bir odaya kapatmıştı. Firdevs sağ salim Azize'yi yatağına yatırdıktan sonra derin bir nefes aldı. Nasıl olacaktı bilmiyordu ama bu sürecin en az hasarla atlatılması gerekiyordu. Akif'i ziyaret etti. Başını okşadı ve biraz konuştular. Çocuk ablasını soruyordu her şeyden habersiz. Ona zehirlenmesinin sebebini söylememeyi uygun bulmuşlardı. Herkes ziyaretine gelirken ablasını göremeyişinin nedenini de öğrenemiyordu haliyle.
Firdevs odadan çıktı. Azize'nin yanına gidip uyuyan arkadaşını kontrol etti. Sıkıntılı rüyaları huzursuz ifadesine yansımıştı. "Ah Azize" dedi fısıltıyla. Bir zamanlar ne kadar da hevesliydi. Elleri çiçeklerin rengine bürünürdü. Zencefil kokardı parmakları. Geriye çekildi Firdevs. Kapıyı kapattı sessizce. Lojmana gitmek istemiyordu, bu gün köyde kalacaktı. Azize'nin desteğe ihtiyacı vardı, aklı karışıktı. Ve arkadaşı yanlış kararlar almasını engellemek için elinden geleni yapacaktı.
Aşağıya indi. Evin içinde oturmak istemiyordu. Arka bahçede hava alıp, uzaktaki yoldan geçen arabaları seyredecekti. Buraya has bir zevkti. İnsan düşünmek için kendine zaman ayırırken, ağaçların arasındaki derenin sesini dinlerdi. Evin yan tarafındaki merdivenin altından geçti. Arka bahçede yalnız olacağını zannederken, Mustafa'yı gördü. Huysuz bir homurtu döküldü dudaklarından. Memnuniyetsizdi ifadesi. Yalnız kalacağını umuyordu.
"Oo Firdevs hanım..."
"Hm Mustafa bey..." Birbirlerine kabalık etmekten çekinmedikleri zamanlara göre kibarlıkları fazlasıyla yapmacıktı. "Siz de mi buradaydınız?"
"Tabi buradayım. Benim evim ya hani..."
"Aman, al evini başına..." Mustafa hızlıca kalktı yerinden.
"Dur, dur" diyerek uyardı Firdevs'i. "Kavga etmeye niyetli değilim. Zaten herkes bu haldeyken ayıp olur. Oturmaya mı gelmiştin? Tamam, gel otur." Üst üste yerleştirilmiş plastik sandalyelerden birini alıp masanın kenarına koydu. Bir uçta Mustafa, bir uçta da Firdevs oturacaktı. "Hadi..." Genç kız bu kibarlığın sebebini bildiğinden itiraz etmedi. Sonuçta anlaşamasalar da Mustafa bu evin bir ferdiydi ve o da etkilenmişti olaylardan. Üstüne gitmeyi ayıp buldu. Üstelik şöyle bir bakınca zararsız duruyordu, etrafta köpekler de yoktu. Geçip sandalyeye oturdu.
"Azize nasıl?" İlk soru Mustafa'dandı.
"Uyuyor, daha sakin." Belki yeni bir soru gelene kadar beklemesi gerekirdi Firdevs'in fakat kendini tutamadı. Anlatma ihtiyacı duyuyordu. Selvi ablasıyla konuşmayı tercih ederdi aslında ama evdeki en sakin ve konuşulası kişi, şaşırtıcı bir şekilde Mustafa'ydı. "Nasıl bu hale geldi birden anlamadım. Çocuk ağladı diye istifa etmeye karar verdi. Oysa bize gelip ağlamadan giden çocuk yoktur. Akif'in durumundan çok etkilenmiş belli. Alerjisi olduğunu bilemezdi. Hem çok şaşırtıcı macunun bir anda yan etki yapması. Hastanedeki doktor da epey azarlamış, Rahime teyze söyledi. Bence daha yumuşak dilli olmalıydı. Sonuçta Azize Akif'in ablası ve ona bilerek zarar vermez. Hem öyle merhametli biri ki her kötü olayda kendini suçluyor artık. Babasının durumundan da sorumlu olduğunu söylüyor. Gidip de Mehmet abinin kolunu kıran o değildi sonuçta. Belki telaş yapmasına sebep oldu ama bu onu kabahatli yapmaz. Öyle değil mi? Sen de bir şey desene."
Mustafa, Azize'yi hemcinsinin gözünden görmek ve ona iyi gelecek bir şey varsa bulup getirmek istediğinden yanağını avcuna yaslamış, Firdevs'i dikkatlice dinliyordu. Kız her cümlesini desteklemek için bolca mimik kullanıyordu. Bazen başını sertçe sallıyor, saçları yüzüne dağılıyordu. Onları düzeltmek için bile duraksamıyordu. Bahsettiği mevzu her neyse karşısındakine kendini dinlettiriyordu. Kavga etmeyince sevimliliği gün yüzüne çıkıyordu. Mustafa da şu an için istekli bir dinleyiciyken, birden soru yöneltilince ne diyeceğini bilemedi. Bu konuştukça açılan kız yüzünden bocaladığını hissetti. "Öyle... Öyle doğru diyorsun."
"Demek bana tamamen katılıyorsun. Hiç itirazın yok öyle mi?" Firdevs elini masaya koydu. Soran gözlerinin hedefinde şaşkın Mustafa vardı. Delikanlı toparlanmak için boğazını temizledi.
"Sen de beni iyice muhalif ettin. Doğru söz söyleyene niye itiraz edeyim? Oturduk düzgünce konuşuyoruz şurada."
"İyi madem..." Firdevs'in içinde şüphe kırıntıları vardı ama Mustafa ısrarla beyaz bayrak sallarken de sataşması mümkün olmuyordu. Sataşmaktan keyif aldığımdan değil de... Mustafa'yla başka türlüsüne alışmadığımdan. "Peki, ne yapacağız? Sen ne düşünüyorsun bu konuda?"
"Hangi konuda? A, evet Azize. Bence... Bence yakın zamanda toparlar kendini. Akif de iyileşti. Emicemun kızı güçlüdür."
"Emice kızı..." Firdevs bu tabiri içinden tekrarlayıp güldüğünü zannediyordu. Fakat Mustafa'nın duyacağı kadar normal tondaydı sesi.
"He emice kızı. Niye güldün, çok mu komik?"
"Güldüm mü? Yok canım, niye güleyim? Gülmem ben."
"Güldün da gördüm."
"Kavga etmeye bahane arıyorsun herhalde."
"Sen de hem suçlusun hem güçlüsün. Bir kere de kabul et kabahatini!" Kendilerini kaptırıp atışmaya başladılar yine. Mustafa bu sefer tamamen haklı olduğundan, Firdevs'in de kabahatin hepsini üstlenmesi gerektiğinden emindi. Arkalarında duran evin içinde kederli ruhlar olduğunu unuttular bir anda. Yanlış kişiyle dertleştiklerini düşünüp pişman oldular.
Selvi pencereden başını çıkartıp müdahale etmeseydi, susacak değillerdi. "Ne oluyor evladım? Ne bu ses?"
"Ne olacak anne, huysuzun biriyle cebelleşiyorum!"
"Ben miyim huysuz? Diyene bakın hele!"
"Susun bakayım! Mustafa, kaç yaşındasın oğlum utanmıyor musun çocuk gibi kavga etmeye?"
"Yine ben miyim kabahatli? Yav bırakın ya! Siz kadın kısmı hep birbirinizi savunursunuz zaten. Olan da adamlara olur."
"Savunuruz tabi, niye rahatsız oldun?" Selvi kollarını pencereye dayayıp gözlerini kıstı. Böyle yapınca burnu sivri gözüktü. Zamanın izleri, yüzündeki çizgileri belirginleştirdi.
"Haksızlık ediyorsunuz çünkü. Ha bu kız benle dalga geçti."
"Allah kuru iftiradan saklasın" diye bağırarak kendini savundu Firdevs. "Selvi abla, vallahi dalga geçmedim. Bir kelimesi hoşuma gitti. Azıcık güldüm."
"Hah, kendin söyledin. Güldün işte. Allah böyle foyanı ortaya çıkartır. Sen de duydun anne. Hakkıma girdiniz. Vebaliniz çok büyük. Peşimden koşturun durun şimdi! Affetmeyeceğim sizi." Selvi ve Firdevs bu abartılı dramdan sonra birbirlerine baktılar sıkılmış bir ifadeyle.
"Abartma" dedi kadın. "Abartma da geç içeri hayde, çay yaptum. Kızı da rahat bırak. Güldüyse ne olmuş? Sen de gül geç." Mustafa bir türlü kendini haklı çıkartamıyordu. Yenilgiye uğramış halde omuzlarını düşürdü. Parmağını birbirini savunan ikilinin arasında mekik dokuyacak şekilde savurdu.
"Gidiyorum ben. Siz de çayınızı için. Tabi boğazınızdan geçerse. Ne haliniz varsa görün." Sonra kavgaya hazırlanan bir kadının eteğini belinde topladığı gibi elini beline koydu. O gerçekten kızıyordu belki ama pencerenin ardındaki annesiyle, bahçede onu seyreden Firdevs tek kişilik dev dramı izlemekten çok zevk alıyorlardı.
"Sana da bardak koydum Mustafa. Beni kandıramazsın. Gel iç çayını, uslu dur. Firdevs, hayde kızım geç içeri sen da üşüme."
"Geç Firdevs geç. Annem seni benden daha çok düşünüyor. Evladı sensin sanki. Koş da seni nüfusuna alsın." Firdevs Mustafa'ya arkasını döndü. Daha fazla meşgul olmayacaktı onunla. Zaten kavganın ayarını kaçırdığı için hâlâ utanıyordu. Bu evdekilerin sofrasına az oturmamıştı. En azından onların hatırına susması gerektiğini düşünüyordu. Mustafa kışkırtmamış olsa kavga etmeyecekti. Gerçi, diye düşündü. Hakikaten de gülmüştüm. Ama dalga geçmedim. Hitap tarzı hoşuma gitti.
Selvi de dirseklerini yasladığı pencereden ayrıldı. Yüzünde muzip bir gülümseme vardı. "O da olur oğlum" dedi kendi duyacağı bir tonda.
***
Akşam vakti Azize yemeğe inmeden önce Akif'in yanına gitmek istedi. Ufak bir cesaret kırıntısı buldu içinde, ona sarıldı. Ürkek adımları oda kapısının önüne kadar götürdü kızı. İçeriden kardeşinin neşeli konuşması duyuluyordu. Zeynep de birkaç şey söylüyordu. Keyiflilerdi, şimdi yanlarına gitse bir de özür dilemek için izleri silinmemiş mevzuyu açsa, huzurlarını kaçıracaktı.
Zaten ne zaman konuşmak istese gözleri doluyordu. Çocukluğunda bile bu kadar ağlamaya meyilli değildi. Oturup birinin karşısında ağlayana dek, bu fiilin gizli bir ziyaretçi olduğunu zannederdi. Üzgün kalplerdeki solmaya başlayan çiçekler yaşasın diye ağlar insan. Yağmurdur, rahmettir, vakti belirsizdir. Bana geceleri gelir, gözlerimi kapatırım fırtına başlar. Yastığım ıslanır, yanaklarımda izler olur. Sonra sabaha uyanırım ve her şey biter. Şimdi niye bitmiyor? Oysa daha çok ağlıyorum.
Arkasında bir el hissedince irkilerek ayrıldı düşüncelerinden. "Niye burada duruyorsun? İçeriye girsene" dedi babası. Ufacık cesareti de kırıldı o an. İstemediğini söyledi. Fakat Mehmet ısrar etti, hatta kolundan tutup biraz da zorlayarak odaya soktu. Azize asır gibi geçen birkaç günün ardından Akif ve Zeynep'le yüz yüze geldi. Hiç böyle mahcup ve suçlu hissettiğini hatırlamıyordu. Bu üstüne yapışan ve insanı utandıran hislerden ne kadar nefret ettiğini anlatmak için hangi kelimenin kapısını çalsa eli boş dönerdi.
"Abla! Neredeydin? Ben çok hasta oldum, hastanede yattım. Neden gelmedin? Doktora senin hemşire olduğunu ve bana ilaç verdiğini söyledim. O da senin gibi iyi biriydi. Benimle çok ilgilendi." Azize kardeşinin sözlerinden sonra yutkunamadı. Önünde birleştirdiği ellerini sıkarken parmaklarına eziyet ediyordu. Tüm bunların sorumlusu olduğunu kardeşine nasıl itiraf edecekti? Utancının cezası olarak hakarete uğramaya razıydı.
Babasıyla başladığı hayat serüveninde, her şeyin iyisini yapmak için uğraşmıştı. Temiz ve uslu bir çocuk, büyüklerinin lafını dinleyen saygılı bir kız, derslerine sıkı çalışan bir öğrenci olmaya çalışırken babası onu onaylasın diye gözünün içine bakmıştı. Mehmet kabahatini anladıktan sonra kızına istediği desteğin fazlasını verdi fakat düzen, disiplin ve hatayı en aza indirmek kavramları Azize'nin kişiliğinde yer etmişti çoktan. Artık babasının doğruyu veya yanlışı ihtar etmesine gerek yoktu. Genç kız her adımını hesaplı atıyordu.
Büyüdükçe planını çizmeyi de öğrenmişti. Bu süreçte kendini eleştirmekten, doğruyla kıyaslamaktan çekinmemişti. Doğru çizgisinden saptığını düşündüğü an, kimsenin tesellisine güvenerek kabahatini örtecek biri değildi. Kimi zaman da doğru gördüğü şey kabahat olurdu. Ki öyle durumlarda, yakın zamanda cevabını alırdı.
"Ablanın işi vardı oğlum. Geldi işte." Mehmet kızının sessizliğinin oluşturduğu boşluğu doldurmak istedi. "E senin de yattığın yeter. Kalk artık." Çocuk omuzlarını silkip başını salladı.
"Ablam bilir, o demezse kalkmam" dedi. Söz sırası yine bir türlü konuşamayan Azize'deydi. Boğazını temizleyip dudağını ıslattı. Babası da bir türlü bırakmamıştı kolunu. Azıcık da ondan destek aldı.
"Doktor... Ne kadar istirahat etmeni söylediyse o kadar yat Akif." Ardından kolunu kurtardı. Hızlıca odadan çıktı.
***
Edip yolu gösteren bir öğrencisiyle birlikte Akif'i ziyarete geldi. Çocuk öyle sevindi ki bu ince davranışı ömür boyu unutmayacağını söyledi durmadan. Ailesi öğretmeniyle tanıştığı için çok gururluydu. Hemen güzel kıyafetlerini giydi. Çay ikramı yapılırken Edip'in önüne sehpayı çekti. Ağır bir misafir ağırlıyordu ve ne gerekliyse yapmaya hazırdı.
"Akif sen iyileşmişsin. E artık okula dön. Özlettin kendini." Öğretmeninin sözleri gururunu okşadı. Tüm ev halkının bu iltifatları duyması hoşuna gidiyordu. Yalnızca ablası yoktu. O da gelirdi herhalde. Normalde aramak için peşine düşerdi ama hayranlık duyduğu bu adamın tek bir kelimesini bile kaçırmadan dinlemek istiyordu.
Zaten çok geçmeden kapı açıldı. Elinde odun dolu bir koliyle Azize içeriye girdi. Üstünde eski, bahçe işlerini yaparken giydiği bir gömlek altında da çamaşır suyu lekesi olmuş bir etek vardı. Dizlerine kadar çektiği eteğin altına, paçaları boyaya bulanmış bir pantolon giymişti. Başındaki tülbendi işine mani olmasın diye boynuna sıkıca dolamıştı. Bu haliyle misafirin karşısına çıkınca birden afalladı. Ne koliyi elinden bırakabildi, ne Edip'in burada oturuyor oluşunu sorgulayabildi. Yalnızca bakışlarından çok şaşkın olduğu okunuyordu.
"Azize, dur ben alayım..." Mustafa hızlıca yerinden kalkıp koliye uzandı. Bir yandan da sitem etti "niye bana haber vermiyorsun, senin işin mi bu?" diye. Fakat günlerdir işe gitmeyen, krem hazırlamayan Azize kendine bir meşgale bulmak için canla başla uğraşıyordu. Şimdilerde inekleri sağıyor, hayvanlarla ilgileniyordu. Elinde çapa, bahçedeki yabani otları temizliyordu.
"Severek yapıyorum" diye fısıldadı. Kolları boş kalınca misafire odaklandı. Tabi hevesle söze atılan, öğretmeninin geldiğini söyleyen Akif'ti. Ama ablasının öğretmenini gördüğünü, çünkü hep onu okula bıraktığını da eklemeyi ihmal etmedi. Azize, Edip'e hoş geldiniz demeden önce kısa bir an babasıyla göz göze geldi. Her tepkisine aşina olduğu adamın bu ziyaretin sonlanmasını istediğini fark etti. Rahatça oturduğu koltukta heybetli ve ciddi görünüyordu. Tüm köyün öğretmene hürmet göstereceğini, onu ağırlamak için birbirleriyle yarışacağını bilirdi Azize. Babası minnetsiz ve isteksiz bir tavırla etrafı süzerken burnu havada birine benziyordu o an. Genç kız gülmemek için kendini sıktı. "Hoş geldiniz" dedi Edip'e dönerek.
"Demek tanışıyorsunuz. Azize, hiç bahsetmedin kızım."
"Akif dedi ya baba, okula getirip götürüyordum onu. E haliyle insan karşı karşıya geliyor. Öğrencinin durumu hakkında bilgi alıyor." Genç kız yanaklarının kızardığını hissetti. Öğretmeni arabasına aldığı sefer de dahil tam dört kere konuşmuşlardı. Hiçbirinde bir veli olarak çıkmamıştı adamın karşısına. Ya tartışmış, ya şiirlerden konuşmuşlardı. Yalancılık ettiğini hissetti. Daha uygun bir zamanda tüm olanlardan bahsetseydi keşke. Tüm ailenin önünde, üstünde paspal kıyafetlerle dikilirken gerçekleri anlatmaya cesareti yoktu. Belki de bilmeleri gerekmiyordur, diye düşünerek toparlanmaya çalıştı.
"Azize hanım diğer çocukları da evlerine bırakıyor kimi zaman. Özellikle yağmurlu günlerde böyle iyilikler yapmayı kendine alışkanlık edinmiş sanırım. Bir öğretmen olarak gözüm arkada kalmıyor. İçimden sayısız teşekkür ediyorum." Genç adam sesinde ima tınısı olmadan konuştuğu için Azize'den başka kimse ne demek istediğini anlamadı. Esas muhatabı ayakta dikiliyor, öğretmenin sır tutma derecesini ölçmeye çalışıyordu. Rahime hanım bu övgüden sonra gururlandı, Selvi de kızın merhametli olduğundan bahsetti. Mustafa ve Mehmet göz göze geliyorlardı sık sık. Edip gitse rahat bir soluk vereceklerini hissediyorlardı.
"Size iyi oturmalar" dedi Azize. Babasına kibar bir tebessüm gönderdi. "Benim gitmem lazım." Öğretmeni arkasında bırakıp odadan ayrılırken kaba davrandığını düşünmüyordu. Tozun toprağın yanından geldiği belli, elleri de kirliydi. Kibarlığı sebebiyle ailenin çok beğendiği öğretmenin karşısına bilerek olmasa da çalışma kıyafetleriyle çıktığına iyi etmişti. Mehmet kızını eski kıyafetler içinde görmekten memnundu. Bir cevheri korur gibi saklamak istiyordu Azize'yi. Zaten gergin duruşuyla, kaşları çatık bakışıyla Edip'in başını kaldırmasına engel oluyordu sürekli. Mustafa da köşedeki koltukta otururken, amcası gibi davranıyordu.
"Ben de müsaadenizi isteyeyim, hasta ziyaretinin kısası makbulmüş derler."
"Bir çay daha..."
"Olur, öğretmen bey. Israr etme anne. İşi gücü vardır adamın. Hem hava kararmadan gitsin. Kurt var, çakal var. Maazallah, kaparlar bir yerlerini." Daha öğretmen kalkmadan, ayaklandı Mehmet. Sebebini sorsalar açıklayamazdı ama bu adamdan hoşlanmamıştı. Sevmemişti tavırlarını. Ses tonundaki hareketlenmeleri, kelimelerini şiir okur gibi vurgulu telaffuz etmesini yapmacık bulmuştu. Azize'yle tanışmalarından da memnun kalmamıştı. Bundan sonra Akif'i okula bizzat kendisi götürecekti.
Edip, Akif'in başını okşayıp yerinden kalktı. Çocuk istemeyerek de olsa öğretmeni kapıya kadar geçirdi. Aslında kapıda araba vardı fakat ne Mustafa ne de Mehmet Edip'i eve bırakmayı teklif etti. Rahime hanım ancak arkasından el sallayabilirdi. Azize ortalıkta görünmüyordu. Edip etrafına bakındı biraz ama tekrar karşılaşamayacaklarını düşündüğünden yola koyuldu. Ailenin her bir ferdini zihninde muhakeme edecekti daha sonra. Şimdilik ağır adımlarla yokuşu iniyor, etrafa bakınıyordu.
Dik yamaçta, ırmağın karşısındaki incir ağacının altında oturmuş dinlenen, gözlerini kapatmış akan suyu dinleyen Azize'yi görünce durdu. İçinden tebessüm etmek geldi, açıkçası konuşmak istiyordu. Önce geriye dönüp uzağında kalan eve baktı. Üzüm asmasının bir perde gibi bahçeyi boydan boya sarmasına memnun oldu. Ceviz ağacının yaprakları pencerenin önünü kapatıyordu. Derin bir nefes alarak selam verdi Azize'ye. Genç kız irkilerek gözlerini açtı.
"Siz..." diye mırıldandı.
"Korkutmak istemedim, üzgünüm. Görünce selam vereyim dedim."
"Korkmadım." Kalkıp üstünü düzeltti. Gerçi kıyafetlerini ne kadar düzeltirse düzeltsin bir etkisi olmuyordu. "Gidiyorsunuz herhalde?"
"Öyle..."
"İyi günler o zaman." Uzun otların arasına bıraktığı mandalina dolu sepeti aldı Azize. Eve dönmeye hazırlandı. Sıcak bir duştan sonra temiz kıyafetler giyecek, güzel bir kitap okuyacaktı. Sabah beşten beri ayaktaydı ve kendine iş üretme konusunda epey başarılıydı. Yorulduğunun farkına henüz varıyordu.
"Azize hanım..." Edip şaşırdı kızın umursamazca çekip gitmeye yeltenmesine. Yüzüne bakmadan bir iki kelimeyle konuyu kestirip atmasına içerledi biraz. Sahiden istemiyor, diye düşündü. Bırak konuşmayı, yanımda bile durmuyor. Evine kadar geldim, kuru bir selam verdi. Varlığımla yokluğum bir onun için. Belki yokluğum daha iyi. Oysa ben... Belki çok az gördüm onu ama içimde bir yakınlık var. Oturup sohbet etmek istiyorum onunla. Ne yazık, gözlerini bile yakalayamıyorum. "Mandalinaları ağaçtan mı topladınız?" Tabi ağaçtan topladı, sorduğun soru mu Edip! Saçmaladın, kabul et...
"A evet... Kusura bakmayın, ikram etmek aklıma gelmedi. Alın lütfen." Düşüncesizlik ettiğini hissetti Azize. Öğretmenin onu durdurmaktaki maksadının farkında değildi. Sepeti kaldırıp Edip'e uzattı.
"Bir tane alsam kâfi. Teşekkür ederim." Genç adam aldığı mandalinayı cebine koymaya yeltenince, yere katlanmış bir kâğıt düşürdü. "Hay Allah." Eğilip aldı. Çamura bulanmış mı diye kontrol etti. "Yeni bir şiir yazmıştım da, dergiye göndermeyi düşünüyorum. Belki birkaç düzeltme yaparım diye yanıma almıştım." Açıklama yaptıktan sonra kâğıdı tekrar cebine koymak konusunda kararsız kaldı. Birden cüretkâr bir hamleyle kıza uzattı şiiri. Sözünde duramadığı için üzgün değildi. Esas Azize karşısındayken fikirlerini öğrenemezse büyük hata yapacağını fısıldıyordu içindeki ses. Bu karşılaşma bir işaret olabilirdi.
"Bu ne için?" Azize geriye doğru tedirgin bir adım attı. Artık gitmesi gerekiyordu.
"Kızmazsanız size şiirimi eleştirmenizi teklif edeceğim. Hatam varsa düzeltirim böylece."
"Kızmam ama kabul de edemem. Bu konuda fikrim sabit. Sizi net bir dille uyarmıştım."
"Peki... Aslında sahiden yardımınıza ihtiyacım var. Kararsızım." Cebinden bir kâğıt daha çıkardı. "En azından hangisini tercih edeceğimi söyleyin. Hafta sonuna kadar sizde kalabilir. Fikrinizi kâğıdın arkasına yazarsınız, Akif'in Türkçe defterinin arasına koyarsınız. Cuma günü gönderirsiniz. Olur mu?"
"İkisinin de yeterince iyi olduğuna eminim. Sizde kalsa daha iyi olacak." Azize yine aynı telaşla gitmeye hazırlandı. Sıkılıyordu öğretmenin ısrarından. Zaten zor günler geçiriyordu. Tahammülü azdı fakat kimseyi kırmamak için direniyordu. Edip niye karşısına çıkmıştı şimdi? Niye öğretmen veli ilişkisini muhafaza edemiyordu bu adam?
Davut hocanın vaazları çınlıyordu Azize'nin kulaklarında. Çocukluğunda aldığı ders, görünmez hadler çizmişti davranışlarına. Hem büyüdüğü çevreye hem de başındaki örtüye yakıştırmıyordu uzun sohbetleri. Gerektiği kadarını söyleyip geri çekilirdi. Sağlık ocağındaki doktorla bile bu kadar uzun süre konuşmazlardı. Köydeki abileri, amcaları başları önde geçerlerdi yanlarından. Çay zamanı, kimse kimseyi görmezken curcuna olurdu yalnızca. Herkes akrabaydı, tanıdıktı, birbirinin hukukuna saygılıydı. Tabi her ailede birkaç pürüz vardı ama Hasan beyin evine yaklaşan bir kötülük yoktu.
Edip'in eli havada kaldı. "Zekisiniz, incesiniz" dedi birden. Kızgın görünüyordu. "Elinize orak kazma değil, kitaplar yakışıyor ama var gücünüzle kaçıyorsunuz. Fikirleriniz çok kıymetli, biliyorum." Kendini tutamadığına daha sonra pişman olacaktı ama reddedilmek onurunu kırıyordu. Sözlerini öyle düz bir tonda söyledi ki, Azize ilk başta bunu bir sitem değil kazma küreğe hakaret olarak algıladı. Yine kaşları çatıldı. Bu konuda anlaştıklarını zannediyordu. Fakat hep yanlış anlayan, fevri davranan da kendisi olmuştu. Bu sebeple öğretmene cevap vermedi. Çünkü yine kalbini kıracaktı. Son günlerde dağlanan yüreğinin acısı olmasa bunu yapmaktan çekinmezdi de. "Burada bir başınıza ağacın altında oturarak istidatlarınızı köreltmekten başka hiçbir şey yapmıyorsunuz."
Genç kız, içinde hayal kırıklığı barındıran derin bir nefes verdi. Sepetine sarıldı sıkıca. "Anlamıyorsunuz" dedi. "Anlamayacaksınız da." Bunu yalnızca Edip'e söylememişti elbette. Dönüp arkasını, öğretmeni elinde şiiriyle bırakıp gitti. Kıymetli diye bahsedilen fikirlerini saklamak, susmak ve bir ağacın altında oturmak istiyordu ömür boyu. Ama kimse rahat bırakmıyordu onu. Yanından birkaç köylü geçti. Konuşmanın bir kısmına şahit olmuş, Azize'ye mektup verildiğini zannetmişlerdi. Onları da görmezden geldi genç kız. Görünmez olmayı diledi. Saklansaydı kuytulara, kaybolsaydı. Kaybedecek neyi vardı? Zaten elindekiler yitip gitmiş, hevesini fırtınalara teslim etmişti. Genç yaşında mesleğinden korkmuştu. Yabancının biri fikirlerine ilişmeye çalışıyordu. İnsanların çoğu "biz demiştik, yaşı daha genç, ne anlar ilaçtan" diyordu. Ve Azize tüm bu kalabalıktan kaçmak istiyordu.
***
23 Kasım
Uykulardan korkar oldum. Her gece kâbuslar geliyor odama. Duvarlar başıma yıkılacak sanki. Hiçbir teselliyi duymuyorum, huzursuzum. Hayatımı tepetaklak eden, yine benim. Kusurumu biliyorum. Başkası bana kötülük yapmış olsa, düştüğüm yerden kalkarım. Fakat şimdi, kör kuyuları kendine mesken eden... Benim.
Anlatamıyorum, ne kadar korktuğumu bilmiyorlar. Belki de bunun için yeterince çabalamıyorum. Akif iyileşti, kabahatimden habersiz hâlâ. Bir ömür saklayacaklar belki de. Ben o çocuğun yüzüne bakamıyorum. Babamın kolu alçıdaydı. Hatice teyzeyi ziyaret ettik bir gün birlikte. İkimiz de işe gitmediğimizden birlikte zaman geçirmeye gayret ediyoruz. Daha çok babam yapıyor bunu. Beni teşvik etmek için, korkularımı yenmem için çabalıyor. Aklımı dağıtmaya çalışıyor. Zaten dağınığım, toparlanmam gerektiğini söyleyemiyorum. Büyüklerimin yanında ufacık sayılan şu ömrümün en buhranlı dönemlerinden birindeyim yine. Hatırlıyorum da, kırılmanın ne demek olduğunu öğrenmiştim ve senelerimi almıştı iyileşmek. Yine mi öyle olacak?
Evet, Hatice teyzeye gittik babamla birlikte. Kadın yaşlı gözlerini iri iri açtı, beni azarladı. Ufak bir krem yapıp her gün bir miktar sürmediğime kızdı. Doktor ne derse onu yapacağımızı söyledim. Kırık vakalarında krem sürmenin, masaj yapmanın kemiğin kaynamasına zararı olacağı ihtarında bulundum. Artık sağlık konusunda sorumluluk almıyordum ve öğrencilik hayatımı da sonlandırmıştım. Hatice teyze eliyle ağzını kapatarak güldü bana. "Aferin, çok iyi öğrenmişsin. Sen bir gün geri döneceksin. Biliyorum ben" dedi. Ufak bir imtihandan geçirildiğimin farkında değildim. Netice babam ve teyzem için olumluydu ama benim kararım netti.
Bu tutumumu sürdürdüm mutfağı boşalttığım günden bu yana. Köyde çok konuşuldu hakkımda. Kınayanlar da oldu. Ama bir kısmı hâlâ duacıydı. Biten ilaçlarını almak için kapımı çalıyorlardı. Geçmeyen öksürükler, kas ağrıları, çarşıya gitmeden iğne yaptırmak için hep bana geliyorlardı. Bir müddet kesin bir dille geri çevirdim herkesi. Bu işi yapacak birçok insan vardı ve Akif'in doktorunun söylediği her kelime aklımdaydı. Belki bu kötü olaylar olmasa, kulak asmazdım. Ama oldu... Ve ben birinin daha zehirlenmesini göze alamayacağımı biliyorum.
"Seni okutmak için emek verdi bu insanlar. Nankörlük mü ediyorsun?" diye sordu bir komşu. Kocaman bir hayal kırıklığı görüyordum zaten aynanın karşısında. Başkasının lafları iğne gibi battı zihnime. Halam gibi olmaya başladım ben de. "Evet" dedim "nankörün dik alasıyım!" Sonra da kimse yanıma gelmedi zaten. Biraz huysuz olmakla itham ettiler beni. "Normalde iyi kız ama biraz eserekli." Halama benzediğimi söyleyenler oldu, aksini iddia edenler de vardı. Bir kısmı bizim evin insanlarının şımarık yetiştiğine emindi.
Kabahatimden başkasına üzülmedim. Kendimden gayrısına kızmadım. Önceden nasıl toparlanacağımı düşünürdüm. Şimdi o bile aklıma gelmiyor. Kitaplar ilgimi çekmiyor, hikâyeler anlamsız. Bahçede, ahırda vakit geçiriyorum. Biraz temizlik yapıyorum. En büyük tesellim, bedenim yorulurken hiçbir yabancıya görünmemek. Kendimle baş başayım. Elimden işi almak isteyenden de beni rahat bırakmalarını kibar bir dille rica ediyorum. Zaten kırık döküğüm, başkasının da canını yakmak istemiyorum. İçimdeki en sivri parçalar, kesip kanatıyor her zerremi. Bu fiziksel bir acı olsaydı, muhtemelen ölürdüm. Bu fiziksel bir acı olsaydı... İşte dilimin ucuna gelen bu bir takım rahatsız edici dilekler yüzünden, ağzımı daha az açmalıyım. Susmalıyım.
Büyüdükçe anladım çünkü. Çevrem iyi insanlarla dolu. Ailemi bu köydeki kimseye değişmem. Kusursuz değiliz elbet. Fakat birbirimizin en büyük desteğiyiz. Herkes bir yana, ben hâlâ utanıp Zeynep ablanın yüzüne bakamazken ve ondan düzgün bir özür dileyemezken o bana tek bir kötü kelime etmedi. Tavırlarında en ufak bir değişiklik olmadı. Hastane koridorunda yalvarışı aklımdan çıkmıyor. Bana güvenmişlerdi...
Kimseyle konuşmak istemediğim şu günlerde biraz yazmak iyi geldi. Zaten başka bir şey de yapamıyorum. Birazdan ışıklar kapanır. Uykusuzluktan kızarmış gözlerimle sokak lambasının etrafındaki pervaneleri seyrederim. Kâbus görmektense sabaha kadar ayakta kalmayı yeğlerim.
***
Rahime hanım öğle vaktine kadar evi temizleyip üç çeşit yemek yapan torununu seyrettikten sonra tülbendinin ucuyla ağzını kapattı. Gözlerini kıstı. Birazdan bir şaşkınlık nidası dökülecekti dudaklarından. Yöreye özgü, kısık tonda başlayıp gittikçe yükselen bu hayret ifadesi işlerin kontrolden çıktığının da işaretiydi. "Ha bu kızın aklı gitti" dedi. "Biz da iş yaparduk ama bu motor taktı sanki. Neriyedur? Bahçede mi! Vuu!" Ellerini dua eder pozisyonda kaldırdı. "Allah'ım ben çalışkan insani severum ama ha bu kız delidur. Bizim ailede böylesi yok idi ki."
"Senin babana deli Sabri demezler miydi anne?" Selvi muzip bir gülüşle, yanındaki Zeynep'in omzuna vurdu.
"Öyle derlerdi da... Biraz sinirliydi diye. Bir de hızlı hareket ederdi. Yoksa ha bu kız babama mı çekti? Yok yav Azize'm sakin, kuzu gibiydi. Akıllı usluydu. İşinde gücündeydi. O macunlardan sonra böyle oldi. Akıl fikir ver rabbim. Beş dakika da oturmuyor ki!"
"İlla bir şey yapacak, kendini oyalayacak" dedi Selvi. "Durmuyor, aslında iş yok. Kendine üretiyor. Geçen gün Saliha teyzenin evini temizliyordu. Emine görmüş camları silerken. Azize cinlendi mi diye soruyor."
"Tövbe, tövbe... Ha bu kız nazardan oldu böyle. Hem güzel, hem becerikli, hem akıllı! Bana bakın!" Bir anda aklına gelenle gözlerini büyütüp ellerini beline koydu. "Ha bu Sakine'nun dayısının torununa istemişlerdi da Azize'yi biz kabul etmeduk. Büyü etmiş olmasınlar." Ağlamaklı bir yüz ifadesiyle baktı gelinlerine. Dudaklarını dişliyor, samimi bir telaşla ne yapacağını düşünüyordu.
"Kimsenin günahını almayalım" dedi Zeynep. "Azize'ye birinin öyle bir kötülük ettiğini sanmıyorum. Sadece..." derin bir nefes aldı. "Çok üzgün hâlâ. Akif'e bakarken içi gidiyor. Günlerce uğraştığı her şeyi yaktı, çöpe attı. Sevdiği her şeyi yalanladı. Onun için de kolay değil. Büyük bir boşluğa düştü."
"Ah kızım" bu sefer derin bir iç geçirme sırası Selvi'deydi. Zeynep çoğunlukla payına susmayı alsa da üç kadın kendi aralarında biraz daha bu mevzuyu konuştular.
***
Mehmet gevezelik eden birine kızmıştı. Burnundan soluyarak geldi kapının önüne. Azize elindeki eldivenleri çıkartıyordu o sıra. Ayağındaki kara lastikler de çamura batmıştı. "Hayırdır baba? Ne oldu?" diye sordu. Adam ufak beyazlar düşmüş saçlarından hıncını alır gibi avcunu başına sürttü sertçe.
"Ne olacak! Gevezeler çıktı yoluma. Tamam, çok konuşanı anlarım. Ama boş konuşmayın be kardeşim. İftira atmayın!"
"Anlamıyorum baba ne iftirası?" Azize babasının yanına yaklaştı. Tedirgin yüzünden anlaşılıyordu ki can sıkıcı şeyler duyacaktı.
"Ya sorsan öğretmen sana mektup veriyormuş da... Siz görüşüyormuşsunuz, okul bahçesinde konuşuyormuşsunuz falan. Çocuklar görmüş bilmem ne! Ama... Rahat ol, verdim ağızlarının paylarını. Bir daha ileri geri konuşamazlar. Ben biliyorum senin masum olduğunu. Hay Allah'ım!" Azize bu sözlerden sonra toprağa bıraktığı tüm elektriğin bedeninde yeniden üretildiğini ve her hücresine hücum ettiğini hissetti. İşte tam şu an yapacağı tüm açıklamaların beyhude olduğu andı. Midesi bulandı, yutkundu.
"Baba, biraz... Konuşmamız lazım." Kapatmak istedikçe süren, önemsiz gördükçe büyüyen bu mevzunun halledilmesi gerekiyordu. Daha fazla saklayamazdı. Babası bu dedikoduların esas sebebini öğrenmeliydi.
"Hayır, konuşmayacağız. Bu insanlar... Ya çok ayıp Azize. Ben düşününce delirecek gibi oluyorum. Bir de gelip sana söyledim. Bozma moralini..." Gergince güldü kızının tedirgin bakışlarına. "Öğretmen sana mektup verecek de görüşeceksiniz. Bir de bana söz etmeyeceksin, mümkün mü? O adam evimize kadar geldi, öyle bir şey olsa bu kadar rahat davranır mıydınız? Yok... İmkânı yok." Mehmet konuştukça Azize'nin cesareti kırılıyordu. Meselenin öyle olmadığını, yanlış anlaşıldığını söylemek istiyordu. Fakat önce bunun için dedikoduların tamamen asılsız olmadığını, babasının bir bakımdan haksız bir savunma yaptığını açıklaması lazımdı. Toprak bulaşmış elleri titreyince arkasına sakladı.
"Baba, söylemem gereken bir şey var." Bir fısıltı gibi duyuldu sesi. Kuruyan dudaklarına tezat, alnı boncuk boncuk ter içinde kalmıştı. Midesindeki bulantıya kramplar eşlik ediyordu.
"Hayır" dedi Mehmet. Kızının tavırlarına bakılırsa, duymaktan korkacağı şeyler söylenecekti. Kulaklarını tıkayıp saatlerce öyle oturmak tüm bu dedikoduları yalanlayacaksa, yapmaya razıydı.
"Baba..."
"Hayır dedim Azize. Bu konu burada kapandı!" Mehmet kızını durduramayacağını anlayınca sertçe bağırdı, ev halkını da meraklandırdı. Ama Azize'ye engel olamadı.
"Öğretmenin bana kâğıt gönderdiği doğru..." Alıştırarak, işi en başından anlatmak isterdi fakat ortam müsait değildi. Ufak bir kartopu çığ olmuştu. Ve bir güveni derinden sarsmıştı. Babasının dolan gözleri öyle bir hayal kırıklığını ağırlıyordu ki, dört bir yanı ağaçlarla doluyken Azize nefes alamadı. Karadeniz'in dağları yıkıldı da altında kaldı sanki. Dere önüne kattı götürdü tüm güzellikleri. Göğsü sıkıştı, çenesi titredi. "Baba..." diyebildi yeniden. Kalan son cesaretini de bu kelimeyi telaffuz etmek için harcadı. Sert bir duvar vardı karşısında, yalpalıyordu ve sarsılıyordu.
Yaklaşmak, artmaya başlayan mesafeleri azaltır umuduyla bir adım atmaya yeltenmişti ki yol tarafında elinde valiziyle bekleyen genç askeri gördü. Beklemek... Beklemek Latif'e on sekiz aydan fazlasıydı. Fakat Azize'nin itirafını duymak kadar ağır değildi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.47k Okunma |
751 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |