48. Bölüm

47- ÖZLEMEK OYUNU

Zehra
yesilkutuphane61

Hasan beyin mezarından sonra yolunu değiştirip Davut hocanın yanına gitti Azize. Caminin arka tarafında, ağaçların gölgelediği ufak bir alanda hanımıyla yan yanaydı mezarı. Ayakucu tarafında henüz küçük çocukken ağır ateşli hastalık sebebiyle vefat etmiş iki oğlu yatıyordu. Bu köyde doğmuş, bu köyde vazifelerini tamamlamışlardı. Azize ziyaretleri aksattığını bildiğinden biraz mahcuptu hocanın yanında. Üstüne yapraklar dökülmüş ahşap bankı temizleyip oturdu.

"Selamun aleyküm hocam. Ben Azize. Hayırsız talebe mi demek lazım bana? Uzun zaman oldu sizi görmeye gelmeyeli. Gerçi bu gün kızmasanız çok memnun olurum. Biraz sıkıntılıyım. Küçükken bunalınca, üzülünce gelirdim ya yanınıza. Biraz sohbet ederdik. İltifat kabul etmezdiniz ama sesinizi çok sevdiğimi defalarca söylerdim. Nasihatlerinizi dinlemekten keyif alırdım. Kitaplarınıza hayrandım. En güzel teselliler sizin dilinizden dökülürdü. Yine ihtiyacım var hocam. Anlatsanız da dinlesem, huzur bulsam bahsettiğiniz hakikatlerde.

Başıma iş açtım da ben... Nasıl yaptın deseniz, vallahi karmakarışık şeyler oldu. Ellerimden bile kaçasım var. Ama dünyadayım işte. Dünyanın tam ortasındayım. Herkes beni görüyor, saklanamıyorum sanki. Kaldım öylece. Hem de yalnız kaldım. Sabahın bu saatinde, kahvaltı bile etmeden kalkıp geldim yanınıza. Vefasızlığımın cezası olabilir mi bunlar? Sizi, anlattıklarınızı, içinde bulunduğum imtihanı unuttum diye mi omuzlarımdan tutulur gibi sarsılıyorum?"

Biraz durup etrafa bakındı Azize. Bir esinti geçti yanından. Yapraklar sallandı. İkisi ufak, ikisi büyük dört mezar taşı da sessizdi. Gözlerini doldurdu dostlardan ayrı kalmak. "Bir gün gelecek, cevaplarını kendin bulacaksın demiştiniz hatırlarsanız. O kitapları sana niye verdim sanıyorsun, derken ayrı düşeceğimizi biliyor muydunuz? Dünyanın beni almasından korkardınız. Deli akan, insanı boğan nehirmiş. Elimi kaptırsam beni sürüklermiş. Biliyordunuz hocam. Emanet ettiğiniz kitaplar sapasağlam da benim gözlerim hep yağmurlu. Bir seldeyim, sisin içindeyim. Rotam şaştı. Okuyamadım, anlayamadım.

Kendini hatıralara emanet eden çocukluğumun, en sevdiğim anılarındasınız. Her şey zordu benim için, alışamayacağımdan korkuyordum. Yanınıza geldim ve öğrettiniz. Okumayı, dua etmeyi güzel güzel anlattınız. Yaşı küçük demediniz. Dünyada kırılan her kalbe teselli bulacak Kur'an'ı elime verdiniz. Tesellisiz ve boş yetişse ruhum, nasıl ayakta kalırdım? Çok talebenin duasındasınız. İnşallah yattığınız yerde de rahatsınızdır. Öyleyse... Ben daha fazla dünya kelamı edip bunaltmayayım sizi."

Elindeki Kur'an'ı açıp biraz okudu. Dili sürçtü, takıldı bazen, utandı. İş güç derken aksattıkları çoğalmıştı. Yine de huzur buldu. Ağzı tatlandı. Ağırlıklarını unuttu. Hakikatin yanındaydı. Her yolun sonu ölümdü ama esas olan iyi yaşamaktı. Vazifenin mühim kısmı kanun kitabını sıkıca elinde tutmak ve söylediklerini anlamaktı. "Allah kabul etsin hocam" dedi ufak bir tebessümle. "Rahatsızlık verdiysem kusura bakmayın. Biraz daha oturayım, kalkarım inşallah. Malum, özlem gidermek bunca hasretten sonra kolay olmuyor." Ayağının dibine düşen iki yaprakla oyalandı. Islak zemine süzülen sabah güneşi, bir anne gibi toprağı ısıtmaya çalışıyordu.

Azize bir misafiri geleceğini bilmiyordu fakat hissetmiş gibi bekliyordu. Yirmi metre ötedeki karayemiş ağacının altından Latif göründü. O da hocayı ziyaret etmek niyetindeydi. Genç kız irkildi birden. Yüzündeki teslim olmuş rahat gülümseme silindi, yapraklarla oynamayı bırakıp hızlıca ayaklarını geriye çekti. Latif dalgınca yaklaşıyordu. Soluk borusunu gıdıklayan bir hisle mücadele ediyordu ve nereden çıktığını düşünüyordu. Çocukluk arkadaşının bankta oturduğunu ancak mezarın yanına gelince fark etti. Azize ayağa kalktı hemen. Şaşkınlığından tek kelime konuşmayan Latif'ten önce selam vermek için zorladı kendini. Başaramayınca da sesine sitem etti içinden. Az önce susturamıyordum seni, şimdi nereye saklandın?

"Sen de mi buradaydın?" diyebildi Latif nihayet. Kızın yüzüne bakmayı bırakıp gözlerini yere indirdi. Aralarındaki mesafe ideal uzunluktaydı ama bir adım daha geri attı. "Kusura bakma, rahatsız ettim. Aklıma gelmedi burada olacağın. Otur, otur. Daha sonra geleyim ben."

"Yok..." Bu düşünceli ve sakin teklifi biraz telaşlı karşıladı Azize. Bankın yanından kenara çekildi. "Ben epeydir oturuyorum zaten. Sıra senin." Latif cevap vermek yerine başını sallamakla yetinince gerildi. Karşı karşıya gelmişlerdi sabahın bu erken saatinde. Şaşkınlığı hemen yerini terk etti, gizli sevinçleri fısıldadı kulağına. Ama birinin ziyareti sonlandırması gerekiyordu. Azize sırayı Latif'e bıraktı. Gitmeden önce söylemek istediği kısa bir şey vardı. Boğazını temizledi. "Hoş geldin bu arada. Geçen gün...” Sırası değil Azize! “Nasılsın?"

"Hoş buldum. İyiyim, çok şükür." Latif yabani otların arasından başını çıkartmış nazenin çiçekleri seyrederken gülümsedi. Daha fazlasını yapabilmeyi, sohbet edebilmeyi, anılarını anlatabilmeyi, en çok da nasıl olduğundan bahsedebilmeyi istedi. Fakat evvelinden had koyulmuştu adımlarına. Sınırın ötesine geçmedi. Arkadaş, yoldaş, koruyucu olmuştu Azize'ye. Ve büyürken de hep öğretti, hatırlattı. Şimdi olduğu gibi… "Sen nasılsın?"

Ben sana anlatmak isterim ama yine de sorma Latif. Öğrenmek sana sıkıntı getirir sadece. Hem dikkatsiz, hem vurdumduymaz olduğumu düşünürsün. Arkadaşlığından daha fazlasına talip bir yanım var, ondan haberdar olsan ne dersin bilmem. Bana kızmazdın hiç, hep desteklerdin. İçimdekileri görsen, sen de gidersin. Belki benden yüz çevirirsin. Ayda yılda bir verdiğin selamına razıyım. Hocam ateş derdi, seni içine atacak kadar merhametsiz değilim. Gerçi içine düştüğüm ateşe odun taşıyan da sendin. Bir kere de kusuru ben görmezden geleyim.

Sadece "çok şükür" dedi Azize. "Ben gideyim o zaman." Komut verdi adımlarına. Tebrik etti kendini. Normal davranmıştı. Eli ayağı rahat durmuş, dili de yeteri kadarıyla vazifesini yapmıştı. Kur'an'ı sinesine saklayıp delikanlının geldiği yolda yürüdü. Arkasına bakmak istiyordu aslında. Ama yapmadı. "Latif de olsan, yasaksın işte" diye mırıldandı. Onu iyi görmekle yetineceğine dair kendine verdiği sözü de tutmuş oldu.

Karayemiş ağacının altındaki taş basamaklı merdivenden inip camiye giden yola çıkan Azize, hoca ve Latif'i yalnız bıraktı. Delikanlı nihayet başını göğe kaldırdı. "Bu da benim imtihanım" dedi soluklanırken. Geçip banka oturdu. Hocanın mezar taşıyla göz göze geldi. "Hocam vallahi bakmadım" dedi kendini savunmak ister gibi. "Bi selamlaştuk o kadar. O da hemen gitti, gördün zaten. Azize de edepli kız, anlıyor insanın halinden." Tıraşlı yanaklarını sıvazladı. "Onun burada olduğunu bilsem daha geç gelirdim. Rahatsız etmiş gibi oldum. Belki daha fazla oturacaktı. Hem... Çok şükür kimse de yoktu etrafta. İnsanlar da malum. Gördüklerini yanlış yorumluyorlar. Biliyorsun hocam, onu sıkıntıya sokacak hiçbir hareket yapmak istemem.

En çok o üzülür. Hatta kendinden çok ben zor durumda kalırım diye sıkıntı eder. Tanırım Azize'yi. Ailesine, arkadaşlarına çok kıymet verir. Onun yanında insan kendini iyi hisseder. Herkesi düşünür. Allah, öfkesinden korusun tabi. Yumurtaları kırıldığında kendimi affettireceğim diye debelendiğimi hatırlıyorum hâlâ. Ama iyi kız hocam. Kıymetli, kendi halinde, tertemiz... Gözleri öyle saf ki..." Latif yine mezar taşıyla göz göze gelince gülmeden edemedi. "Baktığımdan değil, karşı karşıya gelince insanın gözüne çarpıyor hocam. Yeşil ya bir de..." Girdiği komik ikna çabasını sonlandırması uzun sürmedi.

"Evime döndüğüm için çok mutluydum hocam. Yüreğim çırpınıp duruyordu göğüs kafesimde. Beni kapıda gururla karşılayacak tek kadına kavuşacaktım, elini öpecektim. Kardeşim bildiğim Mustafa'yı, işimi, köyümü özlemiştim. Artık dökülsün dilimden de kurtulayım hocam, Azize'yi göreceğim diye gün saydığıma ayak bastığım toprak şahit olsun. O, köye değil yüreğime geldi sanki. Nereye gidersem gideyim benimleydi. Kaç gece düşündüm karşısına çıkıp derdimi anlatmayı. Cesaretim kırıldı, beni istemez diye korktum. Bir daha yüzüme bakmasa, beni yanlış anlasa daha mı iyiydi hocam? O vakit yolumuz kesiştiğinde güzel bir selamından da mahrum kalırdım.

Düşünmedim değil hocam, buraya gelirken bile yeni kararlar aldım. Niyetimi belli edecektim güya. Zengin değilim, okul da okuyamadım doğru düzgün. Bir annem, iki odalı evim var. Sorsan şu köylüye, beni yakıştırmazlar Azize'nin yanına. Bana sorsak hocam... Ben de onun yanına yakıştırmam kimseyi. Kendimi layık gördüğümden değil, onun kıymetini bildiğimden. Onu hiç anlamayacak biriyle yolu kesişse, içim paramparça olur. Kırılır dökülür çünkü bir çiçek gibi solar. İnsan kıyamaz...

Bir öğretmenden bahsediyorlar. Azize'den de duydum mektup meselesini. Babasıyla tartışmalarına şahit oldum. Bilse geleceğimi, hoş karşılamak isterdi belki. Geç mi kaldım, erken mi geldim yoksa ben hep mi yanlıştım? Annem, dedikodudur diyor sakince. Elinde içi dolu bir tabakla kapımızı çalıp, soframıza davet edilmek için can atan kızın o neşeli gülümsemelerini hiç unutmuyor. Beni yetim, gariban görüp uzak duranların aksine Azize yanımda olmak için elinden geleni yapardı. Annem, oğluna teselli olan bu kızı savunmaktan çekinmiyor. Gönlüm Azize'den duyduklarıma rağmen annemden yana.

O kimle mutlu olur hocam? Biz bilmiyoruz bunun cevabını. Ama inşallah mutlu olur. İnşallah sevdiği kişi de onu çok sever. Kalbini okşar, dilini anlar, kaşları çatılsa hislerini yumuşatmak için çabalar. Ben razıyım güleceği her an için susmaya. Hocam, Azize'nin çiçekleri hiç solmasın. Duyuyorum birazını, üzüleceği şeyler olmuş. Ama bundan sonra hayat iyi gelsin ona. Hastaymış, söylemeseler de anlaşılıyordu yüzünden. Baktığımdan değil de..."

Güldü bu sefer de. Gözleri doldu. Başını eğdi, dirseklerini dizlerine yasladı. "Hocam, ben size selam vermeye gelmiştim ama başınızı şişirdim herhalde" dedi. Avuçlarını açtı, dua etti. Sonra biraz daha oturup gitti. Yine sessizdi mezarlar. Sabah erkenden gelip çekinerek dert anlatan ikilinin bilmediği şeyler vardı. Davut hoca yaşasa, gençlerin hislerinden azıcık haberdar olsa iki dakika beklemez nikâhlarını kıyardı.

***

Caminin arka tarafındaki bahçede, bir merdiven basamağı yükseklikteki mermer döşemeli zeminde oturdu Azize. Dizlerini karnına çekti, ayağını toprağa bastı. Davut hocanın yanından buraya gelmek uzun sürmemişti ama nefes nefese kalmıştı. "Gören de koşturduğumu zannedecek" dedi kendi kendine gülerken. Günlerdir üzgün, kırgın, hasta ve mesleğinden ayrılmış olan o değildi sanki. Unutmuştu her şeyi. Kısa bir an heyecana kaptırmıştı kendini.

Latif'e hiç soramayacağı sorular vardı. Mesela geldiği gün duydukları hakkında ne düşündüğünü öğrenemeyecekti. Ama delikanlı gittiğinde nasılsa, döndüğünde de öyleydi. Azize'nin yabancısı değildi. Başını eğse de nazikti, hareketleri kibar ve dikkatliydi. Sesinde hiç değişmeyen o şefkat vardı. Bu bile hatırı sayılır bir teselliydi. Yine de Azize'nin sol yanında bir sızıydı köye dönen askerin duydukları. "Anlatacaktım" dedi gökyüzüne bakıp. "Babam beni dinleseydi doğruları söyleyecektim." Kararlılıkla çatıldı kaşları. "Bu gün bir kere daha müsaade isteyeceğim. Sessiz kalıp doğruları dinlerse mevzuyu halledeceğiz. Dinlemezse... Beni kolayca sileceğini ispatlayacak. Bu bizim için zor bir imtihan. Bir önceki kadar zor hem de."

Çocukların sesleri ilişti kulağına. Caminin etrafında dolanıyorlardı. Bu tarafa geçmezlerse, Azize ablalarını da göremezlerdi. Azize camiye ilk geldiğinde çocuklar bir oyun oynardı. Adı; kara - deniz. Sırayla mermerin üzerine dizilir, kenarda duran ve komut veren kişinin kara ya da deniz demesini beklerlerdi. Mermer denizdi, toprak kara. Doğru kısma basmaları gerekiyordu. Kafası karışan diskalifiye ediliyor, bir kenarda bekliyordu. Azize'nin kulağında çınladı ince sesli bir çocuğun bağırışı. Kara, deniz...

Seneler sonra aynı yerdeydi yine. Karşısında hayalden çocuklar vardı, geçmişin izleriydi onlar. Kenarda bir kız çocuğu duruyordu. Yasemin'i bekliyordu, gelsin de ne yapması gerektiğini söylesin. Bu oyunu bilmiyor, kimseyi de tanımıyordu çünkü. Çekiniyorum, yabancıyım buralara. Bu halimle gidip elinden tutabilseydim keşke. Azize kendini kaptırmıştı bir hayale. Seyretmeye devam etti. Sonra kızı oyuna aldılar. Nasıl oynandığını anlattılar. Hemen kavradı zaten. En arkadaydı, ayak uydurdu. Kara, deniz, kara, deniz... Toprağa bastı, mermere bastı... Birden durdu. Aklına bir şey geldi, bir ışık yandı zihninde ya da bir boşluğa daldı. Gözlerini mermere dikti. Sadece durdu, gürültü silindi zihninden. Bekledi ve düşündü.

Aklıma annem geldi. Evde olmadığım gerçeği oturdu yüreğime. Tam olarak ne içindi bilmiyordum ama özlemdi bu. Yabancı bir yerde hiçbir şey olmamış gibi oyun oynuyordum. Kimseyi tanımıyordum. Uyurgezerin, ayaktayken uyanması gibiydi halim. Sorgulayacak kadar aklı başında, yüzleşemeyecek kadar küçüktüm. Farkındalığın ne olduğunu anlayamayacak kadar tecrübesizdim. Nesneler, eşyalar, yer, gök, toprak, minare anlamını yitirdi. Bembeyaz bir boşluğa düştüm. Korktum, huzurum kaçtı.

Başaramadım diye oyundan atılmasam da kenara çekilir, avlu ve bahçe arasında kalan o kısa duvarın dibine çökerdim. Dolan gözlerimi saklardım. Sızlayarak atan kalbimi sakinleştirmek için derin nefesler alırdım. Bu mermere, bu toprağa kazındı canımın acısı. Kimsenin haberi yoktu. Çocuklar evine gülerek döndü. Yalnız kaldım. Fakat yeni bir oyun öğrendim. Kara - deniz bir oyundu, Karadeniz özlemekti.

Azize yerinden kalktığı anı hatırlamıyordu. Bir ayağı mermerde, diğeri topraktaydı. Fısıldıyordu devamlı. "Kara, deniz. Kara, deniz..." Canlanan bu anı sebebiyle yabancılığın korkusunu hissetti yine. Elini kalbine koydu. Hayalden çocuklar kayboldu. Evindesin Azize, ağlama artık. Korkacak bir şey yok. Odan var burada, banyo soğuk değil, kokusu yabancı değil. Hiçbir yere gitmen gerekmiyor. Herkesi tanıyorsun, arkadaşların var. Sarılmak isteyeceğin herkes burada. Haydi sil yanaklarındaki ıslaklığı. Oyun devam ediyor.

"A Azize abla!"

"Ne yapıyor orada?" Genç kız irkildi birden. Çocuklara yakalanmıştı çocukluğunu teselli ederken. Avuç içlerini kirpiklerine bastırıp özensiz bir hamleyle gözlerini kuruladı. Meraklı iki kıza gülümsemeye çalıştı.

"A ikizler!" dedi onlar kadar şaşırmış görünmeye çalışarak. "Esas siz ne yapıyorsunuz burada? Ne zaman geldiniz bakalım?" Köyün yedi yaşındaki ikizleri sevimli adımlarla ablalarının yanına geldiler. Birbirlerine benziyorlardı elbette ama ayırt edici birçok özellikleri vardı. Kimse onları tanımakta zorlanmazdı. Mavi gözlü olan Narin, kahverengi gözlü olan Nermin'di. İkisinin de isminin anlamı birbirine yakındı; yumuşak, nazik, ince.

"Biz camiye geldik ama hoca yok diye oyun oynuyoruz." Narin konuştu önce. İkinci soruyu cevaplamayı da kardeşine bıraktı.

"Ön bahçedeydik, saklambaç oynuyorduk. Yeni geldik yanına. Sen ne yapıyorsun burada?"

"Gözlerin niye kırmızı?" Azize çapraz sorguda hissetti kendini. İki küçük yüz arasında mekik dokuyordu bakışları.

"Hava almaya çıktım da, etrafta dolaşıyordum. Rüzgâr esti ya, gözlerim sulandı o yüzden."

"Bana da bazen oluyor."

"Bana da..." Narin ikizini onayladı başını sallayarak. O kadar uyumlu hareket ediyorlardı ki, onları gören bu hareketler için özel bir çalışma yaptıklarını zannederdi.

"Sobe! Yakalandınız!" İnce bir oğlan sesi çığlık atarak bağırdı heyecanla. Koşup bir butona basar gibi elini duvara vurdu. Kızlar oyun oynadıklarını unutmuş, Azize'yi seyrettiklerine pişman olmuşlardı.

"Tüh..."

"Ama bu sayılmaz, haksızlık!"

"Yo, değil. Yakalandınız! Yakaladım sizi!" İkizler kaşlarını çatmış kendilerini savunuyordu. Çocukların tartışmaya başlayacağını anlayan Azize, hemen müdahale etti.

"Durun bakalım. Gelin yanıma. Selçuk, sen de gel." Oğlan çocuğu elini duvardan çekip kızların yanına geldi. Kısa sürede genç ablaya odaklandılar. "Sizin bu saatte camide olmanız gerekiyor. Ama oyun oynuyorsunuz."

"Hoca yok demiştik ya." Sözünü kesen kızı başıyla onayladı Azize.

"Evet, unutmadım. Hoca yoksa eve gitmelisiniz. Hava soğuk, üstünüzde ince hırkalar var yalnızca. Hem henüz saat erken sayılır. Kahvaltı bile etmediniz değil mi?" Çocuklar gülüşerek birbirlerine baktılar. Hiçbir şey yememişlerdi. Yanlarında getirdikleri ekmek ve salatalığı da oyuna dalınca unutmuşlardı. "Şimdi, doğruca eve gidiyorsunuz. Anlaştık mı? Öğleden sonra yine oynarsınız." Selçuk omuz silkti hızlıca.

"Ama hep aynısı oluyor. Biz hafta sonu camiye geliyoruz hocanın işi çıkıyor. Kur'an öğrenemiyoruz. Yazın da çay oluyor, yine öğrenemiyoruz. Tam cüz bitecekken de okullar açılıyor." Çocuk dertlendi bir anda. Düzene itiraz eden koca bir adam gibi görünüyordu. "Benim bu sene Kur'an okumayı öğrenmem lazım!" Kızlar da aynı hisleri paylaşıyor olacak ki, onayladılar Selçuk'u.

Azize derin bir nefes aldı. Çocukların böyle bir talepte bulunması kadar güzel bir şey yoktu. Hevesleri kaçmadan, henüz zihinleri tazeyken onlarla ilgilenmek ve öğretmek lazımdı. Küçükken öğrenilen, ömür boyu insanın yanında oluyordu. "Hocanız ne zaman geliyor?" diye sordu. Hafta içi öğretebileceğini söylüyormuş ama çocuklar okulda oluyormuş. Günün geri kalanında da camiye gitmek istemiyorlarmış. "Ben müsaidim. Birlikte çalışalım ister misiniz?" Bu teklifi yapmak için düşünmesine bile gerek yoktu Azize'nin. Öğrendiğini öğretmek zevkli olabilirdi. Hem bu köydeki herkesin vazifesiydi çocuklarla ilgilenmek. Davut hoca yoktu ama onun yetiştirdiği talebeler bu miniklerin elinden tutacaktı.

"Olur!"

"Olur!"

"Olur!" Üçü birden kabul etti Azize'nin teklifini. Hiç kimsenin tereddüdü yoktu. "Osman ve Harun'a da söyleriz" dedi Selçuk. "Ama söz ver, öğreteceksin okumayı." Büyükleri gibi şiveli konuşuyordu o da. İnce sesinde sevimli bir tını vardı. Yuvarlak ela gözleri, yana yatırılmış gür kahverengi saçları ve ufak sivri çenesiyle öyle tatlıydı ki bu çocuğu yarı yolda bırakmak mümkün olamazdı.

"O zaman, hemen şimdi başlıyoruz. Haydi içeriye, herkes rahlenin başına otursun. Biraz da ısınırsınız." İkizlerin omzundan tutup nazikçe yönlendirdi. Selçuk herkesten önce içeriye koştu. Azize gülümsüyordu. Verdiği hoş söz, üstüne kıymetli bir sorumluluk yüklemişti.

***

Eve döndüğünde saat on iki buçuktu. Biraz dolaşacağını söylemişti ama zamanın nasıl geçtiğini anlayamadı çocukların yanındayken. Rahime hanım kızın yokluğunun uzun sürmesine telaşlanmıştı çoktan. "Neredeydun?" dedi bir elini kalbine koyup. Tam olarak iyileştiğine inanmadığı torunu bir yerde yine bayılacak diye ödü kopuyordu. Onun normalde bir gencin güçsüz düşmesine pek inanmadığını da bilirdi herkes. Fakat bu durumu sahiden ciddiye alıyordu. Selvi ve Zeynep de aynı konuda endişeliydiler. Ama eve dönen Azize'nin yüzü gülüyordu. Babaannesine sarılıp rahatlamasını söyledi.

"Oturun şöyle. Güzel bir şey oldu babaanne. Önemli bir karar aldım bu sabah. Vereceğim habere siz de sevineceksiniz, eminim."

"Evleniyor musun?" diye sordu Selvi kızın dediğini yapıp otururken.

"Henüz sizinleyim yenge." Bunu söyleyip kadını güldürdükten sonra çocuklarla ilgili verdiği kararı anlattı. Sahiden herkes sevindi.

"Zaten başına iş açmadan duramaysun, bari hayırlı amel işle. En iyisini yaptun kızum." Rahime hanım torununun arkasında olduğunu belirtti. Selvi başka müjdeler de duymak istiyordu ama yetinmeyen bir kadın değildi. Ara sıra heyecan arıyordu sadece. Bunalınca kendini odaya kapatan, sabahtan akşama kadar üzüntüsünü unutmak için olur olmadık işlerin peşinde koşan yeğeninin bu güzel hamlesini içtenlikle onayladı.

Mehmet girdi içeriye. Ayakkabılarını çıkartırken gergin görünüyordu ama karşısında kızını gülerken görünce yumuşadı çehresi. Köyde onu aramıştı aslında. Herkes gibi telaşını elini kalbine koyarak gidermeye çalışmamıştı. Yine de bu ufak bilgiyi kimseyle paylaşmadı. Selam verdi hızlıca Azize'nin durumunu kontrol ederek. İyi görünüyordu. Yüzünden yavaşça silinen neşenin kaynağı her kimse, ona da teşekkür etmek lazımdı.

Yine de istifini bozmadı Mehmet. "Bir daha habersiz kaybolmayın ortalıktan. Millet telaş ediyor." Herkese hitap ediyor gibi görünse de esas muhatabı kızıydı. Aradaki buzları eritmemişlerdi hâlâ. Sormuyordu, Azize de anlatmıyordu. Uyarısını yaptıktan sonra salona gitmeye niyetlendi.

"Demek istediklerini doğrudan bana söyleyebilirsin baba."

"Laflarım anlaşılsın yeter."

"Yetmez..." Az önceki sevinç, yerini gergin dakikalara bırakınca koltukta oturan üç kadın birbirine baktı. "Karşıma geçmen ve gözümün içine bakarak konuşman lazım. Hatta aynı fırsatı bana da vermelisin. O zaman kaybolmam ortalıktan." Azize aynı pozisyonda duruyordu. Geçmeyecekti babasının karşısına. İstiyorsa o gelebilirdi. Odaya gitmekten vazgeçebilirdi.

"Sana hep o fırsatı veren bir babaydım ben. Ama zamanını iyi değerlendirmedin."

"Yine ispatla o zaman öyle bir baba olduğunu. Aksi halde..."

"Aksi halde ne?" Azize nefesini tuttu. Vereceği cevap bu günden sonraki ilişkilerini belirleyecekti.

"Ortadan kaybolmaktan çekinmeyeceğim." Bunu söyledikten sonra bir süre babasının ne diyeceğini bekledi. Konuşmayı teklif ederse yeni bir adım atacaklardı. Susacaksa veya arkasını dönecekse, aralarındaki güveni yıkacaktı. Belki bir belki iki dakika geçti. Azize cevabını aldığını hissetti. "Sessizliğini de bir yanıt sayıyorum" dedi. Artık burada durmak manasızdı. Dışarıdan yeni gelmemiş gibi kapıya gidip ayakkabılarını giydi. Babaannesini ya da yengesini dinlemeden koşar adımlarla köprüye gitti.

Nefes nefeseydi ağaçlık yola sapıp, düz geniş bir taşın üstüne oturduğunda. Gözlerini kısmış dereyi seyrediyordu. Günlerce yağan yağmurun etkisiyle yükselmiş, bulanıklaşmıştı. Çamur karışmıştı suyuna. "Her şeyi kaybediyorum" dedi Azize. Sesi de kaybolup gitti. "Sıra babamdaymış gibi onu da bıraktım arkamda. Cesur olduğumdan değil de çabalamaktan yoruldum sadece. Bu kadar mı vazgeçti benden? İnatla dinlemiyor beni. Dinlese affeder. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Yıprandı ruhum, yeni bir acı tesir etmiyor artık. Sızladığı kadarıyla kalıyor. Kedere mağlup olup omuzlarımı düşürmek istemiyorum. Öyle olsa bile bu uzun sürmez. Dere fırtınaya karışsa da akar. Ben de yaş alıp senelerden, kabahatlerimle de olsa her günü yaşarım. Ama hep ellerim boş mu kalacak?"

"Hayır, ben tutacağım."

Azize irkilerek sesin sahibine döndü. "Baba!" Babasının, hemen arkasından evden çıktığını tahmin etti. Hiç de farkında değildi oysa. Ama sevindi böyle hızlı cevap aldığı için. Oturduğu taşta kenara kayıp, adamın oturmasını bekledi. İfadesindeki üzüntüyü giderebilmek için uğraşıyordu günlerdir. Demek vakti gelmişti. "Buradasın..."

"Sana fırsatlar veren bir baba olduğumu ispatlamam lazımmış ya..." Mehmet yan bir bakış attı kızına. Bu söze biraz kırılmıştı aslında. İma etmeden duramadı.

"Öyle söylemekteki esas maksadım başkaydı" dedi Azize biraz mahcup.

"Beni dinlemeye ikna etmek içindi değil mi? Başardın, cesaretimi toplamama sebep oldun. Yine de... Düzeltmek için elimden geleni yaptığım mevzularda bir adım öteye geçememişim gibi hissettirdi." Derin bir nefes aldı. O da kızı gibi dereyi seyrediyordu. "Neyse... Bu gün mevzu başka. Anlat bakalım şu öğretmen meselesini. Bölmeden dinleyeceğim." İkisi de cesaretlerini topladılar. Azize baştan sona her şeyi anlattı. Mehmet söz verdiği gibi kızının sözünü hiç kesmedi. İçinden neler geçiyordu da saklı tutuyordu.

"En sonunda da senin kulağına gelmiş işte." Azize terleyen avuçlarını eteğine sürttü. Dönüp babasına baktı. Vereceği tepkiyi merakla bekliyordu. Bir yandan da derin bir nefes aldı. Nihayet anlatabilmişti her şeyi. Ama aralarındaki sessizlik büyüyordu. "Bir şey demeyecek misin?" Merakla eğdi başını.

"Senin yanında demeyeceğim. Ayıp olur. O Edip'le yüz yüze gelelim, dökeceğim içimi. Ona hiç okumadığı kadar harika bir şiir yazacağım. Kafiye, uyak, dayak... Tüm maharetlerimi sergileyeceğim." Güldü tehditkâr bir ifadeyle. "İnanır mısın? Edip'in yorumlarını çok merak ediyorum. Bakalım benim eserlerim hakkında neler düşünecek. Bakarsın ben de editörlerle görüşürüm. Edip'in belası... Evet, şimdiden şiirime isim buldum bile."

"Baba sakın!" diye atıldı Azize. Mehmet dediklerini yaparsa rezillik çıkardı. Hem şiddet hiçbir şeyi düzeltmezdi. Gereksiz yere büyüyen meseleyi dağ gibi ederdi. "Ben bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek için anlattım meseleyi. Bana inan yeter. Kimseye zarar verecek bir harekette bulunma."

"Dergi yapraklarıyla döveceğim o herifi!"

"Ya ne söylüyorum ben! Dinlemiyorsun ki beni."

"Ne demek dinlemiyorum! Ne kadar korktuğumdan haberin var mı senin? Aklım çıktı mektuplar gerçek, siz birbirinizi... Aman neyse! Gideceksin diye kalbim sıkıştı Azize. Hele de öyle bir herifle. Hiç sevmemiştim, hem de hiç!" Azize babasının gözlerindeki endişeyi yakından görünce gülesi geldi birden. Sinir bozukluğundan ziyade, adamın gerçekten korkmuş olması komiğine gitti. Ama ciddi bir mevzu üzerinde tartışıyorlardı ve ifadesini bozmadı. Edip'in, altı üstü bir eleştiri olarak nitelendirdiği hareketin, herkesi getirdiği son noktayı görmesini de isterdi. "Bir daha kimseyi arabana almıyorsun, yasak. Hatta sana araba da yasak."

"Ne? Ciddi misin?"

"Şaka yapar bir halim mi var?" Sahiden de yoktu. Azize babasının biraz da olsa yumuşayacağını umut ediyordu ama daha da gergindi tavırları. "O şiir kitabı da senin değildi. Yalan söyledin." Bu ağır suçundan dolayı yanakları kızardı genç kızın. "Eve şiir geldi, sesini çıkartmadın. Ya sana çok kızdım! Nasıl gidip özür dilersin o adamdan."

"Tam olarak özür denemez aslında. Kısmen ileri gittiğimi kabul ettim." Onun hatasından değil, kendi telaşlarımın öfkemi harlamasından dolayı ileri gittiğimi söyledim.

"Kısmı bütünü yok, ben anlamam. Kabahatli olan oydu. Yanlış yaptın. O Firdevs'in aklına uydun değil mi? Onu da alacağım karşıma. Size az nasihat etmişiz. Herkese iyi davranılmaz, herkese güvenilmez."

"Firdevs'in bir suçu yok." O, ayağıma dolanan halata bir düğüm attı sadece. Benim ruhum sıkılıyordu. Canımı acıtan hisler serpilmişti yüreğime. Kaybetmek geride kaldı sanmıştım. Bir adım önümdeymiş, arkamdaymış, yanımdaymış. Doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü karıştırdım birbirine. Öyle sert biri olmamıştım hiç. Kendimi de kaybediyorum sandım. Öğretmeni değil, kendi iyiliğimi önemsedim aslında. Dilimde zehir taşımaktan korktum. Öyle ya, kötü ithamlarda da bulundum.

Öğretmen düşüncesizdi ama tanımadığım, ahlakını bilmediğim bir insandı nihayetinde. Zor bir tanışmayı, kötü bir kavgayla sonlandırmaktansa medeni bir yaklaşım sergilemek istedim. Başıma bela aldım gerçi. Bir insanı hor görmeyi, başarısızlığa itmeyi vebal bildim. Öğretmeni uçurumun kenarına getiren ben olmayabilirdim ama iten el bana aitse suçumdan hiçbir şey eksilmezdi. Gerçi yol açtığı tüm bu kargaşadan haberi olsa Edip omuz silkip, "bu kadar abartmayın" derdi. Sonra gider, başlığı bahar olan bir şiir yazardı. Yaşanması muhtemel bir senaryo...

"Onun suçu yok, bu masum... Kim kabahatli, sen mi? Dünyadaki en hatalı insan sen misin Azize? Değilsin ama diğerlerinin suçlarını üstlenmekten de çekinmiyorsun. Bu yüzden onca emeği çöpe atmadın mı zaten? Bak... Seninle barışacağım, sana inanacağım. Ki zaten bunun olmaması için bir sebep yok. Yüreğimdeki korkuyu da giderdin."

"Beni dinleseydin daha önce de rahata erebilirdin."

"Babaları anlayamazsın sen. O yüzden bunun hakkında yorum yapma. Ne diyordum? Barışacağız ama iki şartım var. Birincisi; artık kendine yüklenmeyi bırakacaksın. Şahsi sınırlarına bir yabancı girdiğinde ona tepki göstermek en doğal hakkın. Kimsenin lafına bakıp kendini kötü hissetme. Ya da başka bir şeye üzülüp anlamsız hamlelerde bulunma. İkinci şartım da; öğretmene ne yapacağıma karışmayacaksın. Kabul mü?" Elini uzattı Mehmet. Dere kenarında, kısa süren ama yıpratıcı bir kırgınlığı telafi ediyorlardı. Azize babasının şüpheye düşmemesine ve anlattıklarına inanmasına sevindi.

"Şiddet ve başa bela açacak muamele yok ama."

"Bana şart koşma. Babayım ve ne yapacağımı bu sefer söyleyemezsin. Üstünlüğümü ilan ediyorum. Kararı ben vereceğim. Hadi, sen de ver kararını." Azize daha bir şeye karışmazdı zaten. Almıştı ağzının payını. Gönlünden ağır bir yük de kalkmıştı. Uzatılan ele baktı. Sıkmak istemediğine karar verdi. Biraz daha yaklaşıp babasının boynuna sarıldı. Biraz duygusallık çökmüştü üzerine, ağlamak istiyordu ama bunun gözyaşı içermeyen bir anı olarak kalması daha münasip olurdu.

Bölüm : 27.12.2024 07:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...