@yesilkutuphane61
|
Saçlarımda bir kıpırtı hissedince araladım gözlerimi. Yine annem gelmişti. Varlığına şükredilesi emanetçiler. "Namazını kılmadın" dedi kısık sesle. Zaman mekân fark etmeksizin ağır uykulara teslim oluyordum. Bıraksalar boynumun ağrıyacağı pozisyonda sabaha kadar uyurdum. İyi ki bırakmıyorlardı. İnat ediyordum, cebelleşiyordum ama annemin sürekli beni kontrole gelmesi, babamın başını içeriye sokup bakması bir güven fısıldıyordu kalbimin kulağına. "Uyumuşum öyle." "Namazını kıl, yerinde rahat rahat uyu." Gözlerimi ovuşturup esnedim. "Bu gün doktora gittin değil mi? Beni beklemeden çıktın evden, seninle gelmek istiyordum. Nasılmış torunum?" Duraksadım bir an. Benimle gelmeyişi, tek başıma aldığım bir karara ve biraz da olsa Eyüp'ü dinlememe sebep olmuştu. "İyi" dedim "sağlıklı." Memnuniyetle gülümsedi. "Sen nasılmışsın? İlaç kullanmana gerek var mı daha?" Ben iyi değilmişim anne. Uçurumdaymışım, iyi olursam bebeği tehlikeye atacakmışım. İyi olmazsam tehlikede olacakmışım. Dışarıdan bakanın mantıksız gördüğü araftaki halim, içimde hallolunmayan bir muamma. Beş ay daha zamanım olduğunu bilsem, beklerim kendimden emin. "Oğlum olacakmış biliyor musun?" Sorusunu unutacağı haberi verince, yüzüne yerleşen heyecanı seyrettim. Nehar'ın oğlu, Enise hanımı kıpır kıpır etti yerinde. Alnıma sıkı bir öpücük kondurdu annem. Mübarek olsun dedi. Gönül isterdi ki şu odadan çıkayım, dedesine dayısına müjdeyi ben vereyim. Fakat o işi de anneme bıraktım. Olayların merkezindeyken, en uzağındaydım. "Nehar" dedi, aklına gelenle durgunlaşırken "dün, konuşamadık hiç. Müsait değildi halin. Gördün Eyüp'ü, konuştunuz mu?" Çekingen tavrıyla karşıma oturduğunda hafif şaşkınlıkla alt dudağımı büzdüm. Dün olmuş, bu gün geçmiş, yarına niyetlenmişiz ve Eyüp artık bulunmuş. "Baban artık kaldıramadı bu yükü. Eyüp de iyileşmeye başladı diye gösterdi sana yerini. Tabi..." Elini sitemle alnına dayadı "ben daha önceden bilseydim Eyüp'ün yerini, baban kadar da beklemezdim emin ol." "İyileşmeseydi ne olacaktı anne?" Annemin veremeyeceği cevabı biliyordum; Eyüp bir köşede hastalık ve yalnızlıkla ölecekti. Cenazesinin haberini verirler miydi bana? Peki, ben soğuk bir cesetle karşı karşıya kalsam, hiçbir şey soramasam yine, Eyüp de anlatamasa delirmez miydim? "Benim yerime alınan kararlar, benden çok şey götürdü biliyor musun?" Derin bir nefes aldım. "Ben senin omzunda ağlarken, babam kaç kez gitti Eyüp'ü görmeye?" Belki annem de bilmiyordu. "Zaman bu kadar geçmeseydi üstümüzden, ben yine babamın peşine düşerdim. Ama bak, şimdi uykularıma bile hâkim olamıyorum." "Diyemiyorum ki şu haklı bu haksız. Ortada hastalıklar ve büyük de bir yanlış var. Ağır, sabır gerektiren bir imtihandan geçtin Nehar'ım." Teselli değil, sesinde bariz bir öfke vardı. Birazdan ah bu erkekler diye söylenmeye başlasa şaşırmazdım. "Geçtim mi anne? Sanki daha yoldayım." Dikkatlice baktığım gözleri, yorgundu. Benimkilerden almıştı biraz herhalde. "Sabır, bazen öyle ki ismi telaffuz edildikçe azalıyor. Sana son kez bunu söyleyeceğim. Ama artık, yeminlerle sırlarla yolumuza konulan taşlarla uğraşmayacağız. Kızımı daha fazla yormalarına izin vermeyeceğim." Söylüyorum defalardır; vakit çok geç. Yeterince yoruldum ben. Mahcup ve kendini sorumlu hisseden bir babayla yüzleşemeyecek kadar takatsizim. Oysa o babasıyla bir dakika daha fazla konuşabilmek için sabırsızca hastane odasının kapısında beklemişti. Geçirdiğim zamanların pişmanlığını yaşayamayacak haldeyim. İnsan bu hale gelene kadar, bulunamaz mıydı kayıp bir adam? "Anneler..." dedim dudaklarımı ıslatıp "çocukları olmadan nasıl yaşarlar?" Öyle içimdeki karmaşadan ne bulabilirsem, karmakarışık konuşuyordum işte. Buna sebep, artık vaatlere, söylenilenlere inanmıyor oluşumdu biraz da. Annelerin kocaman şefkatleri vardı ama kızlarını ağır bir yeminden bile koruyamazlardı. "Safi bir korku hissederler önce. Kalbinin bir parçasını vermezler de çocuklarına, o parçayla azap içinde yaşarlar. Fazla gülmezler, yiyemezler, yıllar sonra kocaman bir boşlukla yaşamaya alışmaya çalışırlar." Son bir senenin özetini, ellerimi sıkıca tutarken anlattı. "Yaşlılarsa hasta olurlar. Hatta biz de..." Tedirginlik set çekti söyleyeceklerine. "Anne, saklama artık benden bir şeyler" dedim bıkkınca. Sırlardı bizi bu hale getiren. Beni üzmelerine izin vermeyecekti üstelik öyle demişti. "Baban kalp krizi geçirdi." "Ne... Ne zaman?" Şimdi haberim oluyordu bundan. Hele bir de sebebi benim gidişimin verdiği üzüntüyse bu hesaplaşma karmaşasında af kanununu ortadan kaldırmak gerekecekti. Diyordum ya, işlediğimiz günahların bedellerini ödüyorduk dünyada. Bilmeden yapsak bile. "Sen gittikten bir ay sonra. Nehar, gelmeyişimizi vicdansızlıktan bilme yavrum. Sen gözümüzde küçücük kızımızsın. Fakat öyle işliyor ki düzen, imtihandan imtihana koşuyoruz. Bir de benim yükselen tansiyonlarım vardı. Biz iki hasta insan yanına gelecek gibi değildik. Sana da diyemedik, kendine yük bilme halimizi diye." Ah hastalıklar, her köşe başında karşıma çıkan hastalıklar! Benim ve çevremdekilerin en büyük imtihanı olan hastalıklar. Gözümü kapatıyorum, açtığımda öğreniyorum ki köşesine çekilen herkes hastalanmış. Fakat bir Allah'ın kulu da dememiş ki; Nehar bir bardak su ver, Nehar benim için de dua et. Şu Nehar'ın iyi olmaz iyiliği için kocaman yalnızlıklar sunmuşlar otobüs biletlerinde. "Bir Allah'ın kulu beni aramadı. Demiştin ya bana el miyim diye. Bu gün öğrendim anne, esas ben yedi kattan da yabancıymışım size." "Öyle değil kızım." "Nasıl? Yapma anne, yapma Allah aşkına. Ya hu ben düşünüyorum. Gerçi düşünmüyorum, düşünsem, şu gözlerimi bir açsam görürüm değil mi etrafımdakileri?" İçime yerleşen öfkeyle daha fazla oturamayınca ayağa kalktım. "Şimdi çok üzüldüm sana biliyor musun? İnsanın kızı bu kadar ahmak olur mu hiç?" "Kızımı tanıyorum, suçun olmayan bir şey için vicdan azabı çekeceğini biliyordum. Ahmak da değilsin üstelik. Mutlu ol diye, her sıkıntımızdan söz etmeyen bizdik." Dimdik ayaktaydım da her an düşme ihtimalim varmış gibi annem bir kolumdan tutmuştu. Bu sevgi değildi işte, ben bir bireydim bilmem gerekenler vardı, hassas bir bünyeyi bahane edip hayattan habersiz yaşamama sebep oluyorlardı. Bir daha fırsatını bulamasaydım da babamla konuşamasaydım, o zaman bahsettikleri vicdan beni öldürmez miydi? Ya da ben geceleri bir sızıyla uyurken, gelmeyişlerinin asıl sebebini bilseydim daha rahat nefes almaz mıydım? "Rahmet-i İlâhiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz." "Bana ne yaptığınıza baksanıza anne." İki yana düşmüş kollarımla iyice beni seyretmesini istedim. "Ertelediğiniz vicdan azaplarının bir günde nasıl sırtımı kamburlaştırdığını görebiliyor musun? Şu hasta olup benden gizlenenler, ölselerdi..." dolan gözlerim sebebiyle titredi sesim, şu bastırıldıkça içine kapanan sesim. "Benden çaldıkları konuşmaların helalliğini nasıl alacaklardı? Öyle bir haldeyim ki; özür mü dileyeyim af mı dağıtayım bilmiyorum. En güvendiklerimle sınadınız beni. Fakat madem başladık, varsa daha sakladıklarınız... Anlat." Başını salladı olumsuz anlamda. Uzaktılar benden, şöyle erişip sicim gibi akan gözyaşlarını silemiyordum annemin. Bu kadın yanıma her gelişinde ağlıyordu. Zahirde Nehar ağlatıyordu, esasında kader adalet ediyordu. Fakat biz, bu ailenin fertleri birbirine benzer kaderleri yaşamakla bir bardak anlayış içiyorduk sanki. Mesela henüz iyileşmediğimi, belki yakın gelecekte öleceğimi bilmiyorlardı. Baksa mıydım tadına şu sır saklamanın? Yaşattıklarını yaşasalardı mesela. Ben toprağın altındayken seslerini duyurmaya çalışsalardı. Fakat Nehar yalnızca isim yazılı bir mezar taşı olsaydı. Severken üzdükleri Nehar'ın toprağına gönüllerini ferah etmek için rengârenk çiçekler dikseydiler de, içlerindeki yangın yağmurun suladığı çiçekleri bile kurutsaydı. Sahi bunca üzülürler miydi bana? Ben henüz yaşıyorken özlemime katlanabilenler, öldükten sonra da katlanabilirdi elbet. İntikam, içini doldurmayan anlamlarla zihnimde yer edinmiş öylesine bir kelimeyken birden fena yakın göründü bana. Anladım, yaşadıkça anladım manasını. Fakat dikkatli düşünmek gerekirdi; benim alacağım hak ne kadardı? Neyi öğrenmek için gözümü bürümüş bir hırsla benim olmayanı almaya kalkıyorum? Bu insanlar, bana destekti, aileydi, yaslandığım omuz olmuşlardı. Kimsesizliğimi sarmalamışlardı. Yüzümde değişen her bir ifade için annemin içi gidiyordu, görüyordum. Babamın her çeşit meyveyle eve gelişine, belki canım bir şey çeker de söyleyemem, çekinirim diye anneme sorduruşuna şahittim. Kızıyordum çaresizliğimden. Ama onlara böyle bir acı yaşatmak hakkım değildi. Gözüm masanın üstündeki kitaba gittiğinde ki, bir kurtarıcı misali bana bak der gibi beni kendine çekiyor hep, geçirdiğim namazım aklıma geldi. Abdest alsam diner mi söndü dediğim yangınlar? Teselli bildiklerim bende yara oldu, sonra kendi köşelerinde bana ağladılar. Çok sevdik, üzülme dediler. Yandım, ben hep yandım... *** Suçluların müsaadesine dayanarak, daha da dikleşti başım. Gidiyorum, hakkındır diyorlar, kalıyorum kalbinden diyorlar. Yani benden aldıkları ne varsa geri vermeye çalışıyorlar. Fakat zaman yanlış, evvela bunu söylüyorum. Madem hepimiz hastayız, gizliyoruz ama yüzümüzün renginden belli oluyor, Hastalar Risalesi okuyacağım. Pencerenin önündeki koltuğa oturduğumda, beklemiyor olacak ki Eyüp sessiz bir şaşkınlıkla beni seyrediyordu. Öyle ya, hayat kadar Nehar da şaşırtıyor insanı. Nehar da hayattan bir parça, ölüm de hayatın içinde. Ve biz insanlar pek ziyade hastayız. Gördüğümüze şaşırmayacak, artık üzülemeyecek kadar hasta olmuşsak vardır hikmeti değil mi? Gencinden yaşlısına Hz. Eyyub'un duasını edecek haldeyiz. Böyle söyleyince bir hoş oluyor içim. Allah, diyorum, peygamberin makbul duasını muhafaza edip bu asrın hastalarına kadar ilaç niyetine göndermiş. Kıymetli hissettiriyor. Hakikatine erişmek istiyorum. "Dün öyle gittin ya Nehar, en son annem öldüğünde böyle kimsesiz hissetmiştim." Bana yaklaşmaya çekinse de kalbini açan adama bakamadım. Buraya gelirken ne düşünüyordum? Merhamet, acımak, özlem, veda… "Senden evvel gidenlerden değilim Eyüp" dedim sayfaları çevirirken. İsmi her an aklımdayken, dilime yabancı kaldı. Eskilerde hevesle söylediğim adı bir mırıltı gibi çıktı ağzımdan. "Fakat merhametlilerdensin. Şu halinle bile geliyorsun. Utanıyorum." "Halimi bir kez sormayanlardansın Eyüp, nasıl hitap etmeliyim sana?" Üçüncü gün, benden bir şeylerin eksilmediği, Eyüp'ün görse de sormadığı bebeğiyle karşılaştığı üçüncü gün. "Babasının terk ettiği çocukları iyi tanıyorum. Hak etmedikleri babalık sıfatını veremiyorlar koca heriflere." Korktuğum yaraların Eyüp, seni bir ümitsizliğin kaybına sürüklemiş. Er ve geç kavramlarını kaybetmişsin. Sanıyorsun ki sen babansın, fakat ben seni kabul etmesem de doğmamış bebeğinle karşı karşıyasın. Hem de ondan fazla ağlıyorsun. Zaten ağlamasan silinmez kalbinin pası. Benim yerime de ağla Eyüp. Benden aldığın yetileri güle güle kullan. "Henüz beş ayın var, oğlum büyüyüp seni anlayana dek başında dur. Bana yaptığın yanlışı ona yapma." "Oğlum mu olacak?" En başta bir bebeğin olacaktı, kalp atışlarını duyacaktın, heyecanla bekleyecektik gelişini, sonra kız hissediyorum diyecektim. Oğlan olduğunu öğrenince şaşkınlık yaşayacaktık, gülecektik halimize. Şimdiyse kuru bir evet ile geçiştirmek durumundayım bu sorunun cevabını. Heyecanlarım bir başına kaldı Eyüp. Ha seni haberdar edişimin sebebine gelirsek, utancın ve çektiğin azap bir köşede ağlamaktan daha iyi geliyor bana. Yüzleştiğimizi hissediyorum. Sonra, seni teselli etme isteğiyle savaşıyorum kısa bir an. Kayıplarda bıraktığım Nehar, bir ışık görüp yolunu bulur gibi oluyor. Fakat üç günün mevzusu değil bu Nehar, dört ay ve değişen bir ömrün hesabı var görülecek. “Nehar, beni uzak etmeyecek misin oğlumdan? Yanınıza yaklaştıracak mısın hatalarımla?” “Seni uzak eden ben değildim ki Eyüp. Öncesinde de, şimdi de, sonra da. Kucağından çekip almayacağım bir çocuğu. Onu da mahrum etmeyeceğim bir babadan. Kaçan ve saklanan sensin. Bu haberi sana coşkuyla vermek isterdim, olmadı. Yine de içimde kalmasın, gözlerine bakarak söyleyeyim. Artık sen sadece baba olacaksın Eyüp.” “Baba olmanın sevinci dolup taşıyor yüreğimden. Fakat eksik cümlelerin. Sadece baba olmak istemiyorum. Yeniden seninle olmak istiyorum.” “İyileştin diye mi?” Ayaklandın diye mi çekmeyeceksin artık kendini geriye? Elin tutuyor, beni hatırlıyorsun, yükünü taşıyabiliyorsun diye mi geldin yanıma? Ketum insanlara alışkındım Eyüp, annemden bilirdim. Fakat yine de birkaç kelime fısıldasaydın kulağıma. “Pişmanım diye.” Bir süre baktık birbirimize. Eyüp kararlarımdan vazgeçirecekti beni. Çektim gözlerimi. "Kitap okuyacağım, dinleyebilirsin." Yirmi beşinci lemayı bulup konuyu kapattım. Yüzündeki ıslaklıkla mücadele etmeye çalışan Eyüp hikâye dinleyecek bir çocuk gibi düzgünce yatağa oturmuştu. Hiç itiraz etmedi, zaten bu saatten sonra bize teslimiyet lazımdı. Besmele çekip okumaya başladım. "Hastalara bir merhem, bir teselli, manevî bir reçete, bir iyadetü'l-mariz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır Ey bîçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darb-ı mesel dillerde destandır ki "Musibet zamanı çok uzundur, safa zamanı pek kısa oluyor." "Ne güzelmiş" dedi ben bir nefes alırken. Mahmur sesine karşın bir milim kıpırdadı dudağım. "Ama anlamıyorum bazı kelimeleri." Anlamadıklarımız için çabalamalı ve peşinden gitmeliydik. Elimde bir lügatle kelime aradığım zamanlar henüz taze anılarımdı. Sonra okumaya devam ettim. Belki yirmi dakika, düzensiz nefeslerle alçalıp yükselen sesimle okudum. Hem kendime hem Eyüp'e okudum. Boğazım kuruyunca da durdum. Eyüp uyumuştu. Masal mı okuyorduk canım, uyunur muydu öyle? Kitabı komodinin üstüne koyup yasaklar olmadan baktım yüzüne. Solgun teni ve uzayan saçlarının arasından bile görünen yara ağır hastalığına delildi. Ellerinin üstündeki iğne izleri morluklara neden olmuştu. Dört ay ve belki bundan sonra bu yorgunlukla, vicdan azaplarıyla devam edecekti hayatına. Yine de avuçlarımın arasındaki kelimelerde yeri vardı merhamete muhtaç bu adamın. Ayakucundaki örtüyü alıp yavaşça üstünü örttüm. Gidiyordum ne de olsa, kendisi yapmasa kim örterdi üstünü? Dağınık yatmıyordu Allah'tan. Böyle uyusa böyle uyanırdı. Kalorifer de olsa halı yoktu sonuçta, soğuktu burası. Üşürdü. Ah Eyüp, ev varken kalınır mıydı burada? Son bir cesaret üstündeki kazağın kalınlığına baktım yavaşça. Bununla ısınacağını sanıyordu. "Ah" dedim kendimi tutamayarak. “Bakmıyorsun hiç kendine. İyileşemezsin böyle.” Parmaklarım solgun yüzüne uzanacaktı, durdum. Kendimi tutmasam Eyüp'ü uyandırana kadar dururdum başında. Geriye çekildim hemen. Kitabım burada kalacaktı, çantamı aldım. Şöyle omzumun üstünden dönüp bir baktım. Merdivenlerden inerken bana baktığı gibi baktım. "Allah'a emanet" dedim, duymadı. Güzel oku Eyüp. Bu saatten sonra insanlar değil, okuduklarımız teselli verecek bize. İlk emir oku idi. Ben okuma bilmem diyen Peygamber'e, Allah'ın adıyla oku denildi. O Allah ki peygamberi yetimken koruyup gözetendi. Yetimlerin sahibi Allah'tır Eyüp. Yanlış kullandığımız şefkatlerden sığındığımız Allah'tır. *** “Gitmek Eyüp, büyük cesaretmiş.” |
0% |