@yesilkutuphane61
|
Çatal tabak seslerinin haricinde çıt çıkmayan masanın en sonundaki sandalyeye oturdum herkesten sonra. Suratım asıktı ama sebebi birkaç saat öncesi değildi. Babam eve geldiğinde konuşmak istemiştim ve yorgun olduğunu söyleyip beni geçiştirmişti. Eyüp'le ne konuştuğunu söylememek için kaçıyordu benden. Israrla soracağımı, peşinden koşacağımı biliyordu oysa. Önüne servis edilen çorbaya, besmele çekip kaşık daldıracakken çok kısa bir an başını kaldırıp bana baktı. Beklentim gözlerimden okunuyordu, yemeğine devam etti buna rağmen. Herkes yemeğine devam etti. Her şey kaldığı yerden devam etti de ben kaldım öylece. Ne yiyorduk ki biz? Kısa bir an kapattım gözlerimi. Benim kaçan ağız tadım yüzünden, aklımın nimetler hakkında yorum yapması müsaade edeceğim bir şey değildi. Kaşığı elime alıp besmele çektim. Mercimek çorbası içiyorduk. Ağız tadım, buruk sevincim, mutlu anlarım... Bir adam vardı, alıp götürmüştü. "Bu gün ne oldu size öyle?" Keyfin en sinsi tonuna bürünen sese karşın, bakışlar bana çevrilince kaşığı masaya gerisingeri bıraktım. Ben unuturdum içerlediğimi de Ayfer yengem unutmazdı. "Ne olmuş?" dedi amcam çatık kaşlarla. Bir yandan da karısının ağzından çıkacak baklaya karşın tedirgindi. "Ben de onu soruyorum işte Veysel. Nehar'la Mercan kavga ediyordu bu gün. Ama konuyu bilmiyorum." Annemle bile konuşmamıştım, anlatmak isteseydim muhakkak anlatırdım birine. "Yani bir sorun varsa anlatın da çözelim. Aynı çatı altında dargınlık olmaz." Yalancı bir büyüklükle omuzlarını geriye atışını esefle seyrettim. İnsan ağacı, ekildiği tohumla her geçen yıl daha fazla büyüyordu. Bu yaşına gelmişti. Amacı sorun çözmek değil, sorun çıkartmaktı. "Sorun yok" diye atıldım kimse meraklı sorularını yönlendirmeden. Mercan aheste aheste suyunu içiyordu. Öfkemi harlayan o değilmiş gibiydi. "Hallettiniz demek?" "Halam anneme bağırdı." Yengem konuyu kapatana kadar direnirdim de, Melisa söze karışınca duraksadım. Küçücük çocukla atışacak halim yoktu. Abim Melisa'nın sırtına hafifçe dokunup yemeğini yemesini söyleyene kadar kimse konuşmadı. Annem ve okuldan yorgun dönmüş Bahar bile. "Doğru mu? Bağırdın mı Mercan'a?" Hesap soran, ifadesiz sesiyle babamdı. Masum rolü oynarken keyiflenenden yüzümü çevirip cevap bekleyen babama baktım. "Doğru" dedim "bağırdım." "Neden?" Çenesini hafif kaldırıp kaşlarını çattı. Sorardı babam, en çok da bu özelliğini severdim. "Çocukları çarşıya çıkartacağını söyledi. Banyo yaptıracaktım, göndermek istemedim. Bu kadar öfkeleneceğini nereden bilebilirdim ki?" Mercan atıldı hemen. Boynunu eğip yan bakışlarına hedef etti beni. "Çocuklar da korktu, Nehar aniden bağırınca neye uğradıklarını şaşırdılar." İnanırdı babam fakat artık bana değil. "Psikolojik olarak da yıprandı tabi. Bir süre çocuklardan uzak kalsa belki..." Annemin sert bakışları susturdu kazanı kaynatan yengemi. Doğrunun sofrasına oturmuştu yalan, zakkumdu kursak parçalayan. Yutkunamadım bir an, çocuklar asık suratlarıyla öylece oturuyorlardı. Büyüklerin kavgalarından korkuyorlardı belki de. Halalarının bu gelişinde getirdiklerini hiç mi hiç beğenmemişlerdi. Ve Mercan'ın tek doğrusuydu çocukların korkusu. "Mercan onların annesi, haklarında en çok söz sahibi olan kişi de o. Karşı çıkman ve aşırı tepki vermen yersiz olmuş." Hâkimlik yapar gibi ellerini masanın üzerinde buluşturdu babam. "Söyledikleri bu kadarla sınırlı değildi" dedim, aleyhime dönen mevzu yüzünden sesime yansıyan sinirle. "Ne olursa olsun. Bu evde herkesin bir düzeni var. Agresif tavırlarınla bozamazsın." Ben mi agresiftim? Evet, şu an öyleydim. Histerik bir gülüşün ardından ellerimi masaya koyup, sandalyenin gıcırtılı sesini yükseltmek ister gibi bastırarak geriye ittirdim ve ayağa kalktım. "Ben miyim düzen bozan!" Sorudan çok hayret nidasıydı ağzımdan çıkan. Bir Mercan'a bir de Ayfer yengeme baktım. Bozdukları düzen için ödedikleri hiçbir bedel yoktu ortada. Çocukların önünde, çocuk gibi azarlanmaksa benim payıma düşendi. "Sesinin tonuna dikkat et!" "Çocuklar, yukarı!" Babamın sert bakışlarının arasında, abimin çocukları kovalarcasına gönderişi içimi rahatlatan tek şeydi. "Nehar." Annemin tuttuğu elim, cesaret lambalarıma enerji dağıtırken aynı pozisyondaydım. "Benim suçum değildi" dedim inatla. Tek muhatabım babamdı. Daha farklı bir savunma yapabilirdim, Mercan'ın her kelimesi aklımdayken lehime delil olarak kullanabilirdim. Ama kuyruğu dik tutma çabamın yanında bir korku da yerleşmişti içime. Anlatacaklarım ve sebeplerim gözlerinde değersiz bir şımarıklıktan ibaret kalsa esas o zaman konuşamaz hale gelirdim. "Düzenini bozan ben değilim!" Ben Mercan'a bağırmakla değil, düzen bozmakla yargılanıyordum. Müddeiler yabancılığımdan söze giriyorlardı. "Öyle mi?" Babam da masayı sarsan bir hareketle kalkıp sandalyesini ittirdi. Tahta sandalye bir iki adım öteye savruldu. Bardaklardaki sular titredi hatta kendi önündeki döküldü. Üstüne dökülüp dökülmediğini göremiyordum ama kıyafetindeki ıslaklıktan hoşlanan biri değildi. "Bak şu masanın haline!" Susmuş ve başını eğmiş insanları kastediyordu muhakkak. Masada her şey birbirine geçmek üzereydi çünkü. "İki güne dek bu insanlar yemeğini yiyip kalkıp gidiyordu!" "Devam etsinler o zaman yemeye!" Öfkeli görünmeye çalıştım yine. Epey... Epey kırılmıştım çünkü. "Gidiyorum ben." Küçük çocuk şımarıklığı değildi bu. Hakiki bir gidişti. Sıktığım masa örtüsündeydi tüm hıncım. Ah bir yanma vardı gözlerime hâkim olan. Yersiz davranan ben miydim, bulutlanmış kalbimin yanında? "Nehar!" Babamın bana karşılık vermeyişinin ardından ki ben nereye gidersen git demesini beklerdim, annem de ayaklandı. Güzel aile dramımızın yegâne seyircisi yengemin karşısında titreyecek olan sesimle tek kelime dahi etmek istemedim. Bu gün ikinci kez annemden geriye çektim kendimi, uzattığı elinden kaçtım. Teselliye muhtaç değilmişim gibi cesaretle yapıyordum bunu. Beni bir kez sarmalasa silerdi belki yaşımı. İzin vermeyişim kendime çektirdiğim bir azaptı. Muhabbetin riyazetindeydi kalbim. Neyin bedeliydi henüz kestiremiyordum. Elbet dolacak iddetimi bekliyordum. "Hiçbir yere gitmeyeceksin!" Net ve sinirli iki ebeveyn... "Hayır, gideceğim!" Anne babasına benzeyen Nehar... "Bu evden, müsaadem dışında bir daha gidersen..." Annemin havalanan işaret parmağı girdi görüş alanıma. Beni zincirlere vurmak üzereydi. Halime acıyacağa da benzemiyordu. Belli belirsiz, yapma anlamında başımı salladım. "Yemin olsun Nehar, hakkımı helal etmem sana!" "Anne..." "Sütüm helal olmaz Nehar! Ahım bırakmaz peşini!" İki can vardı şu aciz bedenimde. Ağırdı bu prangalar. "Lütfen..." "Bir kere müsaade ettim. Bir kere daha olmaz! Anladın mı beni?" Bir çeşit sinir krizi geçiriyor gibiydi. Titreyen çenesinden anlıyordum. "Ha eğer yine inat edeceksen..." Zarar verecekti kendine. Uzaklaştığım kadar yaklaştım. "Yapma..." Yüksek sesine karşın, fısıltım daha etkiliydi. Toplum içinde ağlamazdı, benim yanımda bile nadiren dolardı gözleri. Yine dolmuştu. Hep yaptığı gibi, ben de onu korumak istedim. Benim yüzümden başı öne eğilmesin istedim. *** Üstüme hırkamı geçirip hızlı ve dikkatli adımlarla merdiven basamaklarını indim. Elimde sıkıca tuttuğum telefonun eklemlerimi acıttığının farkında değildim. Erkeklerin işe gitmesi, annemin akşamdan çıkan tansiyonu sebebiyle hâlâ yatması ve diğerlerinin de kendi işleriyle meşgul olmaları biraz nefes alabilmemi sağlıyordu. Dedem ve babaannemse geldiğimden beri üzerlerine çöken ağırlıkla televizyonun karşısında program seyretmekteydiler. Boşalmış ayakkabılığın üstündeki terliklerimi alıp bahçeye çıktım. Dün akşam hiç yaşanmamış gibi yemek yediğimiz sandalyelerden birine oturdum. Duvar dibinde, pencere olmayan ve benim rahatlıkla telefonla konuşabileceğim bir köşedeydim. Önce karakolu aradım. Bir haber olsaydı, biliyordum ki çoktan ulaşırlardı bana. Dua eder gibi aradım. Meşgul bir ses Eyüp'ün adını bile unutmuş gibi sonlandırdı konuşmayı. Eyyûb'u da hatırla. Hani o Rabbine: "Hastalanıp sıkıntıya düştüm. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin!" diye yalvarmıştı. (Enbiya 83) Hatırladım, elim gitti kalbime. "Sıkıntıya düştüm Allah'ım. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin!" Eyyub'u hatırlamak, Rabbini hatırlamaktı. Ağır ağır salladım başımı. Az dua etmiştim. Dualarım azalmıştı da ben yine uykusuz geçiriyordum gecelerimi. İçimde hissettiğim kalın katmanlı habis duvarlar da bu yüzdendi muhakkak. Günlerin girdabına, insanların eksenine çekilmiştim. Dilim boşta kalmıştı. Telefonu masaya bıraktım. İçindekilere, beklentilerime ve karşılanmayışlarına tiksinerek bakarken yerimden kalktım. Oturunca alınmayan nefes, dik durduğumda dolardı belki içime. Biraz ileri doğru yürüdüm. Ne zamandır oradaydı bilmiyordum ama Kerim ilişti gözüme. Dallarına mevsim yalnızlığı tünemiş bir ağacın altında oturuyordu. Üstünde elindeki oyuncak traktörle aynı renkte bir mont vardı. Sarı hareketliliği görmeyecek kadar dalgındım demek. O beni görmüş müydü? Melisa gibi görmezden gelmiş de olabilirdi. Hırkamın kollarını çekiştirerek yanına doğru yürüdüm. Dünden beri hiç konuşmamıştık yeğenimle. Onun da beni istemeyişine kendimi hazırladım her adımda. Daha duymadığım kelimeler için yandı canım. Ama küçüğün yanına vardım. "Oturayım mı şuraya?" Arabalarını yan yana dizmiş toprakla oynuyorken, üst üste konmuş küçük kaldırım taşlarının yanındaki ağacın dibini işaret ettim. Kerim bir an duraksasa da traktörü geriye çekip bana yol verdi. İznine binaen dikkatlice soğuk toprağın üstüne kuruldum. Evin ilk bebeğiydi, sevimli bir çocuktu. Abimin büyüyüp de baba olduğunu görmüştük onun sayesinde. Kerim bizim için kıymetliydi. Nereden başlasam bilemiyordum ama gönlünü almak istiyordum. İki kaldırım taşını üst üste koymuş, ince bir çıta parçasını da bir tarafını toprağa gelecek şekilde taşlara dayamıştı. Dik üçgen yol, ne yazık ki traktörünün çıkması için elverişli değildi. Oynarken zorlandığını, oflayıp da şişirdiği yanaklarından anladım. "Yardım lazım mı?" Büyüklerin suskunluğu, çocuklara gitmezdi pek. "Olmaz ki" dedi, hâlâ yüzüme bakmazken. "Neden olmasın ki?" Kerim'in yumuşaklığından bulduğum cesaretle topraktan destek alarak ayaklandım. "Babanın hazine sandığında senin için bir şeyler vardır bence." Yüzünden geçen ışıltı içimi ısıttı fakat ben gülümseyemedim. Ani değildi kalkışım, karnımda hissettiğim sızı nedendi? Korkuyla yutkundum. Ki ben korkularda saçlarımdan sürüklenmeyi hak ediyordum. Kalbim gümbür gümbür atmaya başladığında sakinleşmek için başımı iki yana salladım. "Bir şey yok" diye mırıldandım. Belki de bağırmalıydım, ağzımdan çıkanı kulağım duymalıydı. Duymalıydı ki yalanlamalıydı. Bir şey vardı, sızısıyla kendini hissettiren bir bebeğim vardı. "Hala?" Dönüp Kerim'e baktım. Dün ben bu çocuğun annesine bağırmıştım değil mi? Onun gibi bir anne olamazdım ki. Yediğine içtiğine dikkat eden, uykusunu bile düzenli uyuyan, doktor kontrolüne sık sık giden Mercan'a mı kafa tutmuştum ben? Ah benim çocuğum... Nasıl affettirsem sana kendimi? "Gidelim mi?" Doldu gözlerim. İçim taşmaya yer arıyordu, ben anlıyordum bunu. Kıymetlimi saklar gibi sıkıca hırkamın önünü birleştirdim. Bir elimden de Kerim tuttu. Yüzümün beyazlığı ona ne ifade ediyordu ya da halimi anlıyor muydu bilmiyordum ama bu hareketiyle bana destek olmuştu. Yavaş adımlarla abimin kiler niyetine kullandığı küçük kulübeye girdik. Hava soğuktu gerçi ama ben terlemiştim. Bulduğum her fırsatta kendimi yokladım. Ağrıyan bir yerim... Derin nefeslerden sonra yoktu. Kerim tereddütlü olsa da bulduğu malzemeleri bana gösteriyordu. "Hadi yapalım" dedim. Gitmem gereken bir hastane vardı çabucak. Bunu düşünmek bile bir ömür yetecek utançla doldurdu içimi. Sahi ne kadar olmuştu öğreneli? Eyüp gitmişti, iki gün geçmişti aradan. Karakolda oradan oraya koştururken yığılmıştım bir sandalyenin üstüne. Tanımadığım birkaç yaşlı kadın ve polis memurları girmişti görüş alanıma. Bilmiyordum halimi. Gözlerimi kapatınca sanıyordum ki; kaybettiğimi göreceğim. Götürüldüğüm hastanede, üstümdeki örtüyü çekiştirirken perişan halime bakmayan doktor, kendini gülümsemeye zorlayarak vermişti müjdeyi. Gülüşündeki acıyı umursamamıştım. Eyüp'ü bulunca kimsenin acımasının bir önemi kalmayacak diyordum. Belki de o bana değil de, bebeğime acımıştı. Bu kadın bir çocuğa nasıl bakar, diye geçirmişti aklından. Muhtemeldi... Kendime bile bakamadığım günlerdeydik. *** "Eyüp ben bir şey yaptım." "Öyle tedirgin söylüyorsun ki, söyle ne yaptın bakalım?" "Geçen aldığın kazak var ya." "Ee?" "Şimdi pek sana olacak gibi değil. Yani ne bileyim. Hep yıkadığım gibi yıkadım. Katlarken biraz küçük geldi gözüme ama bir de sen bak. Ya neden gülüyorsun? Önemli bir şeyden söz ediyorum. Sevmemiş miydin bunu? Eyüp, gülme!" "Sevmiştim, sevmekte de haklıymışım. Baksana ne kadar güldürdü beni." "Gülmek için değil, giymek için aldın ama değil mi?" "Beğenip alan benim, istediğim gibi kullanmak hakkım diye düşünüyorum." "Hayır, ben üzülmeyeyim diye böyle yapıyorsun. Gülme!" "Elimde değil ki, kendimi içinde hayal edince duramıyorum." "Evet, öylesi biraz komik." "Bazı şeyler her zaman bize ayak uyduramıyor demek ki Nehar. Şöyle gülmeyip de kazağa mı üzüleceğiz? Haydi tutma kendini..."
|
0% |