Yeni Üyelik
26.
Bölüm

DÖNEBİLİRSEM...

@yesilkutuphane61

İkimize ait ortak bir evimiz yoktu artık. Kapılarını bize açmış çocukluğumun yanında kalıyorduk. İki gün olmuştu hastaneden taburcu olalı. Eyüp daha sık gelebilirdi artık odama. Ses etmiyordum, yeniden doğmuş gibi attığı ufak adımları seyretmekten keyif alıyordum. Oturuyordu yatağın ucuna, odaya bakınıyordu. Konuşmak için ortaya bir laf atıyordu. Bazen cevap alamıyordu. Yine de gitmiyordu. Pencereden dışarıyı görmek istese bile, bu ufacık eylemi benim sessiz odamda yapıyordu. Oysa şu koca evin neresinden baksa, kendine bir gök bulurdu. Dinlenmesi gerektiğini söyleyip göndermek istiyordum bazen. “Şuracıkta otururken dinleniyorum” diyordu. Başımı sallıyordum sessizce. Tebessüm edip okuduğum kitaba çeviriyordum bakışlarımı. Büyük fırtınalardan sonra çiçekler açarmış, hatta viranelerde bile…

"Nehar, baksana ne buldum?" Sıra sıra incelediği kitaplarımdan başını kaldırdı yüz aydınlığıyla. Odaya geldiğinden beri kıpır kıpırdı zaten. Eşyalarımı inceliyor, kumaşlar hakkında yorum yapıyor, makinemi çalıştırmayı teklif ediyordu. En sonunda dikkatini kitaplarım çektiğinde rotasını değiştirmişti. Külliyatımın onda kalan parçasını da iade etmişti. Nihayetinde bir paragrafı iki kez okumaktan başım ağrımıştı. Eyüp ise dikkatimi dağıtmayı bırakacak gibi değildi. Kitabı alıp karşıma oturdu. Pes etmiş halde onu izlemeye başladım.

"Okuyayım bak dinle."

"Bir şartla."

"Dinlemenin şartı mı olur Nehar?"

"Sonra sessiz olacaksın ve kitabımı okuyacağım." Kısa bir an omuzlarını düşürdü bu teklif karşısında. Sıkıldığını biliyordum, hiçbir şey yapamazsa benimle vakit geçirmek istiyordu. Fakat benim elimden gelenler de kısıtlıydı.

"Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latîfi, en şefiki; "kısm-ı sânî" ile tabir edilen kadın kalbidir." Henüz rastlamadığım bir kısmı bulup tane tane okuyan Eyüp'ü dinledim yüzümde gülümsemeyle. "E ne diyorsun?" dedi memnun bir halde. Omuz silktim hafif gülerken.

"Ne diyeceğim? Ne güzel yazılmış."

"Ders almak lazım değil mi?"

"Al Eyüp, istediğin dersi al."

"Ama birlikte almamız lazım. Her iki taraf da diyor. Dikkatli dinlemedin mi?" Senin ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum sanıyorsun. Seni affedeyim diye kuvvet arıyorsun kendine. Ben öyle dersler aldım ki Eyüp, kayalardan beter dövülen kalbim yine de yumuşak kaldı. İnsanlar bir gün ölecek, tek başına kabre girecek ve hiçbir öfkeyi kendilerine eşlik ederken bulamayacaklar. Kötü sandıklarımızın, koyunları uçurumdan çevirmeye yarayan taşlar olduğunu öğrendim. Kaderden atılan taşlarda, artık biliyorum bir hayır var. Senin kollarıma yığılıp kalmanda da vardı.

Gidişin beni alışkanlık uykumdan uyandırdı Eyüp. Gafletle geçen günlerime bir uyarı dokunuşu yaptı. Yolunu kaybettiğim mağaraları ışıklandırdı içimde. Yaptığın da basitti aslında. Bana her insanın, aslında yalnız olduğunu hatırlattın. Ayrılığın hüznünü bilen bir daha ayrılmamak için elinden geleni yapar esasında. Bu ayrılığımızın kaynağının sen olduğunu unutunca, ikimiz de aynı dersi iyice anlayacağız.

İkimizin de elinde kitap, sessizce durduk bir süre. Sonra kapı açıldı. Kerim’in ufak başı göründü. Önceleri koşup kucağıma atlardı. Şimdi kendine yeni bir oyun arkadaşı bulmuştu. "Eyüp dayı?" Beyefendinin gözü halasını görmüyordu bu aralar.

"Şu çocuğa dayı dedirttin ya kendine." Eyüp halinden memnun kollarını kocaman açıp, yeğenimi sarmaladı. Abi, amca dese anlardım da dayı nereden gelmişti aklına?

"Dayısının yakışıklısı!" Güldüm üstüne bastıra bastıra konuşmasına. Evde kendisine fazla teveccüh gösteren tek insanı hak ettiği gibi övmeyi ihmal etmiyordu.

"Annem parka gitmemize izin verdi dayı." Kerim'i dizinin üstüne oturtan Eyüp, düşünür gibi kaşlarını çattı.

"İzin almanı söylemedim ki."

"Ben izin aldım zaten. Götürürsün değil mi?" Yavru kedi gibi bakan yeğenimin tuzağına düştüğünü anladığında karşı koyamayacak durumdaydı.

"Götürür müsün dayısı?" Kıkırdadım bu haline. Dayı olmanın da belli başlı şartları vardı elbet. Kerim’in oyunu beni keyiflendirmişti ama Eyüp’ün parka gidebileceğinden emin değildim.

"Götüreceğiz ne yapalım. Ama bir şartım var." İmayla bana baktı. Ben şart koymuştum ya kitap okuyacağı zaman, kısas yapıyordu. Söylemesini bekledik Kerim'le birlikte. "Biz Kerim'le erkek erkeğe konuşacağız. Haydi, koş hazırlan." Kerim koşarken kaşlarımı çattım.

"Ne diye bana söylemiyorsun?"

"Erkek erkeğe dedim ya."

"Yandık desene, oğlumu da alır bir köşede konuşursunuz artık. Ben hep yalnız kalacağım anlaşılan." Ben söylenirken Eyüp uzaklara daldı. Hayaller geçti gözünün önünden, durgunlaştı. Babalığın ağırlığıyla dikleştirdi omuzlarını.

"Seni de alırız yanımıza, korkma."

"Ne korkacağım, esas sen kork." Bu söylediğime güldü, haklıydım çünkü.

"Siz yanımda olun, ben korkmam hiç."

"Ben buradayım Eyüp, gitmedikçe bizsiz kalmazsın Allah'ın izniyle." Ayaklarımız sağlam bassın, yurdumuz olsun, yerimiz bilinsin istedik bir aile gibi. Sessizliği teminat verdi sanki. Artık hiç bir yere gitmek istemiyordu. “Kendini iyi hissediyor musun? Gitmek istemezsen Kerim anlayış gösterir.” Gözümün önündeydi hâlâ kollarıma yığılıp kalışı. Parka gitmenin onu yoracağından endişeliydim. Doktor ısrarla dinlenmesi gerektiğini söylemişti. Göğsünü şişirip derin bir nefes aldı.

“Birlikteyiz ya, ben çok iyiyim.”

“Kalbini sormuyorum” dedim sitemle. “Başın döner belki, ne bileyim yorulursun… Dikkatli ol diye konuşuyorum.” Oysa en çok kalbimizden konuşmaya ihtiyacımız vardı.

“Gerçekten iyiyim. Ve kızsan da varlığının bunda büyük payı var. Endişelenmeni hiç istemiyorum aslında Nehar. Ama beni düşündüğünü bilmek umut ağacından meyve toplamak gibi hissettiriyor. Keyifli, lezzetli…” Yüzü aydın, pırıl pırıl demiştim. Sevmektenmiş… Rahatlamış gibi derin bir nefes verdi, ayaklandı. "Bir şey ister misin dışardan?" Kerim'i fazla bekletmek istemedi. Ne de olsa bana yapacağını yapmıştı.

"Kadayıf alsan, akşama yeriz. Herkes için yani." Gözlerimi odada dolaştırdım, herkes için kısmında samimi değildim çünkü. Dün geceden beri aklımdan kovmaya çalıştığım tatlı gözümün önünden geçip duruyordu. Yemek istiyordum ama kilo alıyordum. Kendimi durduramıyordum yine de. Eyüp tebessüm etti, yanaklarını kaplamaya başlayan sakallarıyla. Gülüp duruyordu işte, ona da söyleyecek sözüm yoktu. "Eyüp" dedim gitmeden "cevizli olsun."

***

Eyüp salonda beni yalnız görünce, aradığını bulmuş gibi hızlandırdı adımlarını. Ahalinin yarısı dışarda, yarısı da odasındaydı. Biz bize sayılırdık bulduğu her fırsatta yanıma gelen adamla. Onun kadar büyük değildi adımlarım. Hatta çekingendim. Bir durgun düşünce selindeydi zihnim. Etrafımda dönüp duran dünyaya karışmakta zorlanıyordum şu sıralar. Belirginleşiyordu sorular. Anneler, çocukları olmadan yaşamayı en büyük imtihan bilirlerdi kendilerine. Peki, çocuklar anneleri olmadan nasıl yaşardı? Eyüp’e sormaya dilim varmıyordu. Az çok ortağıydım onun kederinin. Başka… Dillendirmediğim bir ihtimalin kabzasındaydım şimdi.

“Nehar.” Oturdu yamacıma. Doğruldum biraz, düzelttim omzuma düşen örtüyü. Perdeden süzüldü güneş, Eyüp iyileşip kendini toparladıkça uzayan saçlarına dağıldı. “Hava güzel bu gün, yürüyelim mi?”

“Evde kalsam iyi olur” dedim. Dışarıya çıkmak istemiyordum.

“Tamam, öyle olsun.” Gözlerini kısıp yüzüme baktı bir şey arar gibi. Elini uzattı yanağıma. Hafifçe çekildim geriye. “Kimse yok Nehar” dedi etrafa bakındığımda. Sesi kırgındı biraz. Hevesini kırıyordum. Fakat gün geçtikçe, sanki ben bitiyordum. Bunun kimseyle bir ilgisi yoktu üstelik. “Solgun görünüyordun, kontrol etmek istedim sadece.” Eyüp bilseydi bizi birbirimize yasak edeceğini, gitmezdi.

“İyiyim” dedim başımı sallayıp. “Yürüyecek kadar kuvvetli hissetmiyorum kendimi. Ama hava güzel bu gün, sen çıkabilirsin.” Teklifimi reddedip elini cebine attı. Uzun zamandır parmağında olmayan yüzüğü çıkarttı. Benimki yatağımın yanındaki komodinin çekmecesinde, bir ufak siyah kutudaydı.

“Artık bu yüzüğü takabileceğimi söyleyecektim sana. Çok zayıfladığım için parmağımdan düşüyordu. O sebeple çıkartmıştım. Şimdi, eskisi gibi tam oluyor.” Eski yerine yerleştirdi yüzüğü. Uzatıp elimi, alyansına dokundum. İnsandan uzak olan, buz kesiyordu. Eyüp’le ısınacaktı, yeniden sıcacık olacaktı. Buruk bir tebessüm ettim. Belki gözlerim doldu.

“Yakıştı” dedim. İlk taktığında da öyle demiştim. Sevinmişti Eyüp, kendini bir kalbe ait hissetmişti. Yakıştırmıştı kendine sevilmeyi. Üstünden gün geçmemiş, acı katılmamış aşına, boran uğramamış yazına gülümsemeler ağırlayabiliyorduk sinemizde. Yutkundum, gözümden firar eden yaşı durdurabilecekmişim gibi. Boşta kalan elimle sildim yanağımı.

“Ağlama Nehar. Kötü günler yaşattım sana, başımı yastığa koyamıyorum bu sebeple. Artık iyi olduğumu gör diye geldim yanına. Ama yine yaş oluyorum gözüne.” Elini çekip benimkinden, yüzüğü çıkartacakken durdurdum onu. Sıkıca tuttum parmaklarını.

“Çıkartma” dedim. “Ağlamıyorum, kalsın parmağında.” Bunu söylerken ıslaktı gözlerim. Durdurmak ne mümkün coşkun akan bir nehri? Fakat henüz fırtınanın zamanı gelmedi Nehar. Ufak esen yellere karşın, hâlâ kuvvetini muhafaza edebilecek haldesin. “Fakat ben takamayacağım Eyüp.”

“Neden?” diye sordu anlayamadığı yüzünden belli olurken. Onun çıkartmasına engel oluyordum, ben takamayacağımı söylüyordum. Muamma… Ağladığımdan, titreyen ellerimi havalandırdım hafifçe.

“Parmağıma olmuyor artık.” Sıkıntısını silip götüren bir gülümseme peyda oldu yüzünde. Ama kızmayayım diye durdurdu kendini. Dudaklarını birbirine bastırıp başını eğdi önüne. Ellerimi indirip kucağıma saklamaya çalıştım. Eyüp’e gardımı indirmekle iyi mi ediyordum?

“Bu yüzden mi takamayacaksın? Sonra… Sonra takarsın o zaman?”

“Bilmem ki Eyüp, yüküm çok ağır şimdi. Artık yarınlara söz veremiyorum.” Eyüp’ten vazgeçmenin eşiğine yürüyen, dünyadan elini eteğini çekmeye hazırlanan, kafası karışan, yarını hayal edemeyen bir kadına anlayış göstermesini beklemiyordum. Onun da sabrı vardı, belki sıkılırdı içime kapanışımdan. Fakat o koltukta düzgünce oturup omzunu dikleştirdi. Elini sağ tarafına dokundurdu hafifçe.

“Yaslanmak istersen” dedi “bir kere.” Yüreğime su serpti. Yükümü paylaşmak değil, sahiplenmek istedi sanki. Kimse de yoktu etrafta. Başımı yasladım omzuna. Merdivenlerinden çocuk sesleri yankılanan, odalarının kapıları açılıp kapanan, mutfağında yemekler pişen evi seyrettik birlikte. Şimdi o da sessizliğimizin ortağıydı. Bizimle dinleniyordu.

***

Kamyonun kasasından indirdikleri koçu bahçeye bağladıklarında çocuklar neşeyle yerinde zıpladı. Akıbetini bilmedikleri hayvanın gelişi mutlu etmişti onları. "Ne gerek vardı?" dedim anneme. "Bu evin her yeni doğanına koç kesti baban, bu söylediğini git ona söyle de iyi bir azar işit" diye cevap aldım. Onlar kendi istek ve rızalarıyla, art niyetsiz yapıyorlardı yapacaklarını ama bir mahcubiyet çöküyordu insanın üzerine.

Eyüp de memnun değildi bu halden. Birkaç kez iş baktığını söylemişti. İş fark etmeksizin bulduğu anda çalışmaya başlardı. Evde hiçbir şey yapmadan oturmak onu rahatsız ediyordu. Tedavi masraflarını karşılayanın babam olduğunu öğrendiğimde, borcumuzun yalnızca vefa olmadığını da anlamıştım.

Fakat tek başıma dışarıya çıkma cesaretine sahip değildim artık. Ağrıyordu her yanım. Hafifleyen acılarım yeniden ziyaretime geliyordu. Eyüp'ün de bir ev yükü altına gireceğine güvenim yoktu, maddi manevi bunu kaldıracak kadar güçlü olduğuna inanmıyordum. Durduk yere gelen ağlamalarım, gün geçtikçe artan korkularım küçük bir çocuk gibi bana annemi arattırıyordu her yerde. Oysa daha iyi olduğumu söylüyordu doktor, hatta şaşırıyordu halime. Geç de olsa tedavinin sonuç verdiğine seviniyordu. Ben de bilmiş bir ifadeyle gülümsüyordum. Zamanla iyileşiyorduk, zamanla.

Yine de eksiktim. Daha fazlasına ihtiyacım vardı. Adımlarını yeni atan bir çocuk kadar temkinliydi ruhum. Herkese yaklaşamayacak kadar çekingen, evinden ayrılamayacak kadar korkaktım. Belki yalnız başıma olsam, Eyüp gibi düşünür çoktan giderdim. Burası yine ziyaret ettiğim aile evim olurdu. Fakat şimdi çocuğumun ihtiyacı olan şefkate benim de ihtiyacım vardı. Yaklaşmaya çekindiğim Eyüp yerine en az onun kadar beni üzmüş babama sarılıyordum rahatça. Desem ki akıllı ve mantıklı biriyim, değil! Bu sıralar sol yanımdaki keyfine göre kararlar alıyor ve ben peşinden gidiyorum. Ah bu dönem herkes için mi böyle geçiyor? Bilmiyorum!

"Nehar, tanıştığımız kırtasiyeyi hatırlıyorsun değil mi? Eleman arıyormuş. Nehar ben diyorum ki sahibi değişmediyse gideyim konuşayım Celal abiyle. Orada yeniden çalışayım."

"Fabrikadaki gibi bir iş bulsan daha iyi olmaz mı senin için? Muhasebecilik yapabileceğin, masa başı bir iş arasan…"

"Bulabilsem güzel olurdu ama yok. Hem bir süreliğine, yenisini bulana kadar çalışırım. Sen iyi misin?" Belimde gezinen ufak sancıları def etmeye çalışırken yarım yamalak dinliyordum Eyüp'ü.

"İyiyim evet, devam et sen." Kısa bir an tedirgince izledi yüzümü. Ah bir de geceleri görsen Eyüp!

"Evde boş durmamış olurum, bir yerden başlamam lazım. Nehar burada hiç rahat değilim, ağır geliyor bazen. Sen iyi değilsin ama!" Derdini anlatmayı bırakıp yanıma oturdu. Evet, iyi değildim. Çok oturuyordum belki de, biraz yürüyüş yapmam ve açılmam gerekirdi. Eyüp'ten destek alarak kalkacaktım. Yardım ister gibi yüzüne bakıp, elimi koluna koydum. Ama ondan önce söylemem gereken bir şey vardı.

"Yüzleştin mi Eyüp?" Ve Eyüp defalarca yüzleşti kursağına takılan lokmalarla.

***

Eski hallerimden birindeyim. Tek kişi olduğum zamanlardaki gibi hafif bedenim. Cami avlusu gibi bir yer, ayağımın altında yer yer kırılmış mermer. Musluklardan sular akıyor, kuşlar konup uçuyor. Hissediyorum yabancı yerdeki etrafımı saran yalnızlığı. Eteğimin kirlenmiş uçlarını sürüye sürüye gün ortası gri bulutların kapladığı avluda yürüyorum. Belirsiz matemler kaplıyor yüreğimi. Damların altından yağmuru izleyen güvercinler kadar sessizim.

Günlerdir uyuyormuşum gibi bir rahatlıkla açıldı gözlerim. Böyle rüyalar görmeyeli çok zaman olmuştu. Ben artık yedinci ayında bir anne adayıydım. Baştan aşağıya değişmişti hayatım, bütünüyle. Dünden ibret almak, bu güne şükretmek ve adımlarımı temkinli atmak konumundaydım. "Benim kızım anne mi oluyormuş?" diye her seferine duygulanan anneme, yüzüme yerleşmiş bir olgunlukla cevap verir haldeydim.

Geride aşikâr olmuş sırları, gözyaşlarını hüzünleri, kederleri bırakmaya devam ettikçe daha iyi oluyorduk. Mesafeleri kapatma yetisine sahip değildim ne yazık ki. Eyüp bıraktığım yerde duruyordu. Ben ona koşmuyordum, o bana yaklaşırsa inciteceğinden korkuyordu. Gün içinde birkaç kez sohbet ediyorduk bazen. Umut bağladığım polislerden adının saklı kalmasını istediğini de hatırlıyordum ara sıra. Yine de fark ediyordum, uzak olsak bile birbirimizi iyi anlıyorduk. Varlığı bana iyi geliyordu. Artık hiç kırmıyordu, iyi olayım diye uğraşıyordu.

Bulgur pilavında ya da herhangi bir yemekte yeşilbiberi sevmiyordu. Önüne konulduğunda kaşığıyla oynamaya başlıyordu. Belki bilse evdekiler, biberi daha az kullanırlardı. Fakat Eyüp kimseye sevdiklerinden de sevmediklerinden de bahsetmiyordu. Onu öğrenmek lazımdı, onunla yaşamak keşfetmek gerekirdi. Ben zamanla, göre göre öğrenmiştim fakat kanaatim gelmişti ki Eyüp konuşmayı öğrenmeliydi. Kendinden bahsedebilmeliydi artık. Bu yüzden hiçbir şey olmamış gibi yedim yemeklerimi. Biberleri de yedim. Çekincelerini üstünden atsın diye bekledim.

Çalışmaya başladığı gün yüzü gerçekten güldü. Tanıştığımız kırtasiyedeydi yine. Bazen kalem satıyor, bazen fotokopi çekiyordu ve bununla omuzları dikleşiyordu. Sessiz sedasız tebrik ediyordum onu. Hayata dönmüş hali, elinin tersiyle camdaki ıslaklığı silmek gibi temiz ediyordu yüreğimi. Konuşmalarına sebep olduğu insanları susturarak aslında en büyük iyiliği kendine yapıyordu. Sofraya fazladan bir ekmek koyarken, boğazından lokmalar daha rahat geçiyordu.

Gün içinde görüşemiyoruz diye akşamları ya yukarda oturuyordu, ya bir bahaneyle aşağıya indiriyordu beni. “Dedenin tansiyonuna bakalım Nehar.” “Dedene çay yapalım Nehar.” “Kazağım sökülmüş, nasıl dikeceğim? Yardım eder misin Nehar?” Bazen de oturduğu yerde uyuyordu. Odasında olunca örtüyordum üstünü, kalkıp gidiyordum. Ama benim odamda olunca sesleniyordum uyansın diye. Kıpırdamıyordu yerinden, hiç olmadığı kadar derin uyuyordu. Numara yaptığından şüphe ediyordum. Çünkü bir kere, insanlık hali ya, öksürsem hemen başını kaldırıp bakıyordu.

Aynı evin içinde, ayrı katlarda olmanın bedeliydi ufacık hasretlerimiz. İşten geldiğinde hazırladığım sofraya oturamayışı, başını dizime yaslayamayışı içinde kalıyor. Özlemi akıyor hastalığın temizlediği gözlerinden. Evvelinden kulağa çalınan bir şiiri anımsayan insanın arayışıyla irkiliyor aniden. Mısraları bilmiyor, kelimelerden habersiz, o tatlı hissin hasretlisi…

Sabır Eyüp, hep sabır! Sağlıkla oğlumuzu kucağımıza alana, kendimize yurt bulana, talan edilmiş ülkemizi yeniden inşa edene dek sabır. Esas mesleğimiz bu değil mi? Hayat hep düz yollarda yürütmeyecek bizi. Bilmemiz gereken her yolda yürüyebilmek. Benim için sustuğun, kaldığın şu evde ben de aynılarını senin için yaptım. Ayrıldı sandığım yolumuzda bize düşen hep sabır oldu.

"Nehar, bitti mi yüzleşeceklerim?" dediğinde bir şeyleri sezmiş gibi güldüm. "Sanki bir şey daha var" dedim. Bilenlerden değilim de Eyüp kuş gibi çırpınıyor yüreğim. Yeni doğanınki gibi değil ama… Yaklaşan bir gidişin önsezisi bu. "Sonra barışacak mıyız?" Dilinin alıştığı tövbe yordu seni, görüyorum. Çok çabaladın hatanı düzeltebilmek için. Sabır şerbetini kana kana içtin. "Belki Eyüp, belki…" Hayatımızı dünün hikâyesi gibi anlattıran dünyada tüm ihtimallerin yolu vardı.

***

Dolabımın arkalarında kalmış kutulara gitti elim. Vermeye çekindiğim oyuncaklar, gözümde solan renkleriyle bekliyordu. Artık sahiplerine kavuşmalıydılar. Babaannem gitmeden hepimize kendinden armağanlar bırakmıştı. Yaşım gençti fakat babaannemin yolundaydım sanki. Onun kadar metanetli adımlarım, ondan daha hüzünlü yüreğim.

İz bırakmak, hatırlanmak, yokken bile var olmak istiyoruz şu dünyada. Ne garip, gittiğimiz yere değil de hep geriye çeviriyoruz başımızı. Arkanıza bakmayın emredilmişti oysa. Esasında istiyorum ki, senin annen iyi biriydi desinler çocuğuma. Babaannemin izleri iyiye işaretti. Benimkiler de öyle olsun istiyorum. Oğlum beni ihmalkâr biri bilmesin ümit ediyorum.

Akrep yelkovanı kovaladıkça, mekândan beri bir çarpıntı ilişiyor yüreğime. Duvarlara gidiyor gözlerim, bilmeden bir şey arıyorum. Hiç duymadığım fısıltılar var sanki. Dünyaya bağladığım halatlar gün geçtikçe paramparça olmuş. İncecik kalmış. Bir darbede kopup ayıracak beni, affedildiğini ağzımdan duymayı bekleyen bir adamın ellerinden. Zamanı gelmiş bir fırtınanın ayak seslerini işitiyorum.

Fakat Eyüp'e de sormuştum "biri seni çağırsa duyarsın değil mi?" demiştim. "Yakınımdaysa evet, duyarım. Neden sordun? Yoksa çağırdın da duymadım mı?" Çok defa Eyüp! Fakat "hayır öyle değil."

***

Bahar'ın elbisesini deneyişini seyrettim. Çok güzel olmuştu, makine başında harcadığım zamana değdiği konusunda hemfikirdik. Gencecik, güzel, taze bahar gibiydi kardeşim. Bahtı da güzel olsun. Şimdilerde büyümesine gerek yoktu. Birkaç kez daha bakındı aynaya. "Ellerine sağlık ablam, çok güzel olmuş gerçekten." Hep gülerek giy Bahar'ım. Benim akıllı ve dikkatli kardeşim.

Bir keresinde "yarım kalan vefa hikâyelerinin sonu merak edilir hep demişti." Cevap vermek için aklımda kalan o şarkı sözlerini söylemiştim bir gerçekten bahseder gibi. "Artık inanmaz çünkü sevgi ve vefa hikâyelerine..." Gülerek yanıma oturup, perdenin ardında bana göstermek istediği biri varmışçasına bakmıştı. "Sen şarkının devamını dinlemedin ama. Belki sen anlatırsan inanır gönlüm diyordu." Bu hikâyeleri Eyüp'e mi anlattırmak lazımdı yani? Hep belki...

***

Bir sıklet vardı havada. Yağmur da yağıyordu. Arkasından deprem getirir gibi yer yer kızıldı gökyüzü. Bu beni çok korkutuyordu. Gece boyu kıvranıp durmuştum. Uyanıyordum kısa uykularımdan. Kâbuslar görüyordum, terliyordum. Hiç hayra alamet değildi halim. Kontrol günüm olmasa da bu gün gidecektim hastaneye. Erkendi ama geçen haftalar ağırlık yüklüyordu üzerime. Zamanından önce gelenlerden çekiniyordum. Benim endişelerimin sebebini bilen yoktu. Torununa kıyafetler hazırlayan annem, yeniden yaşamaya çalışırken gözümün içine bakan Eyüp, suskunluğumdan hep tedirgin olan babam iyileşiyor olsam da sır gibi sakladığım ihtimalden habersizdi.

Bir hafta sonra tam sekiz aylık olacaktı oğlum. İsimler düşünmüştüm, yazmıştım ama kendimi bir acele nehrine atıp kafamı karman çorman ediyordum. Bana doğru koşturan atlılar vardı sanki. Kaçmak için geriye dönsem dünün taş duvarına çarpardım. İleriye koşsam, gelmemiş günlerin karanlığında kaybolurdum.

"Of" dedim yukardaki sesler şiddetlenirken. Sabahın sekiziydi ve yengemle amcam kavga ediyordu. Daldığım kısa uykudan uyandırmışlardı beni. Son dönemlerde iyice anlaşamaz olmuşlar, abimin konuşmasından sonra da birbirlerini çekemez hale gelmişlerdi. Yengem saldırılarından alamadığı sonucun hırsını amcamdan çıkartmaya uğraşırken zavallı adam artık çıldırma noktasına geliyordu. Diğerlerinden daha şiddetliydi bu tartışma. Gergin bir sabaha uyanmıştık.

Kalktım yerimden. Yatak batıyordu sırtıma. Ağrılar kaplıyordu her yanımı. Saçlarımı toplayıp, geniş sabahlığımı giydim. Kendimi sakinleştirmeye çalışırken odanın içinde yürümeye başladım. Sesleri kesildiğinde Eyüp'e haber verip beni hastaneye götürmesini isteyecektim. Giderdik birlikte, ağrı kesici iğne yapardı doktor. Kontrol ederdi bizi. Henüz erken olduğunu söyleyip dinlenmem için eve gönderirdi. “Allah’ım” dedim derin bir nefes alıp.

Aradan geçen beş dakikanın sonunda kısa bir sessizlik oldu. Öyle kısaydı ki, merdivenlerden gelen gürültüyü algılamak için olduğum yerde öylece beklemem gerekti. Sonrası daha büyük kıyamet! Yengem merdivenlerden düşmüştü. Yarı açık bilinciyle amcama söylenirken, öfkesine kurban gittiğini kabul edemeyecek kadar acı çekiyordu. Ev halkı çıktı odalarından. Benim gibi erkenden uyanmışlardı da müdahale etmek istememişlerdi. Olayın bu denli büyüyeceğini aklımıza getiremezdik. Kimsenin yapabileceği bir şey yoktu. Zarar görmesin diye dikkatle yumuşak zemine yatırıldı, ambulansın gelmesini bekliyordu herkes.

Amcam bir şey yapmadığını söylerken şoka girmiş bir halde, babam onu sakinleştirmeye çalıştı. İnandık ona, karıncayı incitmezdi, karısına zarar verecek değildi. "Of" dedim konudan bağımsız artık kendimi tutamayarak. İki büklüm olmama sebep olan bir ağrı saplandı karnıma. Gittikçe artıyordu ve dayanılmayacak boyuta ulaşıyordu. Ev halkının sabah korkusuna bir yenisini daha eklemeyi hiç istemezdim oysa. Dizlerimin üstüne kendimi bırakmamı engelleyen Eyüp yanımdaydı. Sabahın soğuğunun buz gibi ettiği elini tuttum bu sefer. "Eyüp beni götür" dedim. Müdahale etsin doktor, bir şey yapsın, ağrı kesici versin. Henüz erken.

"Nehar" dedi annem korkuyla "daha erken." Çok erken anne, bu ihtimali uzaklaştırıyordum kendimden ama erken davranmışım. Aylar öncesinde doktora meydan okuyan Nehar yok şimdi. "Götürün beni" dedim çektiğim acıyla sözler ağzımdan fısıltı gibi dökülürken. Durduğumuz her dakika, çocuğumu kaçırdığım tehlikeye yaklaştırıyor bizi. Eyüp kolumu daha da sıktı. Götürmeden önce beni, sulanmış gözleriyle gözlerime baktı. Görmek ve öğrenmek istediği şeylerin korkusundan konuşamaz haldeydi.

***

"Bir sırrım vardı Eyüp, aramızda kalan son sırdı bu. Söyleyemedim sana. Senin yaptığını yaptım, korktum. Dürüstlüğün kaybettireceği vehmine kapıldım. Kararlarımız bize birbirimizi anlama şansını veriyor Eyüp. Dönebilirsem... Affedeceğim seni."

Loading...
0%