@yesilkutuphane61
|
"Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet, her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir." Sayfalarca iki askeri okudum. Biri emir altına girer mükâfatını alır, diğeri düzeni bozar başına buyruk hareket eder ceza alır. Her kelimeden süzülen hakikat damlalarını kalbimin kuruyan dudaklarına yeniden içirmek istedim. Tekrar tekrar okumak ve kendimi tanımak istedim. Hangi askerdim ben? Göreve giderken silahını ve mühimmatını yanında taşıyan mı, ağırlık olmasın diye kendine lazım olanı geride bırakıp düşmanın önünde rezil olan mı? Parmağımı ayraç niyetine kullandığım sayfaya tekrar eğdim başımı. Defalarca okumak, bu sözlerin derinlerine dalmak istedim. "Bil ki: O iki yolcu; biri muti'-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvadır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez." Silahlarım yanımda mıydı ya da sağlamlar mıydı? Hangi yolcuydum ben? Derin bir nefes alıp kitabı masanın üzerine bıraktım ve hırkamın içine koydum ellerimi. Sakin bir sabahtı. Uyku tutmamışken bahçeye inmiştim. Yaptıklarımdan zevk almadığım şu günlerde, bu sabah bana çok iyi gelmişti. Sorgulamak, kendime dönmek sanki omuzlarımı dikleştirmişti. Ama öyle dönüp kalbindekine bakmak değil, kalbine ne yapması gerektiğini hatırlatmak türünden bir dönüştü bu. Sonra yine o tanıdık ayakkabı sesini duydum. Hareket etmeden babamın gitmesini bekledim. Bana bağırdığı akşamdan sonra oturup konuşmamıştık hiç. Ne o gelmişti yanıma, ne ben gitmiştim. Herkesle beraber aynı sofraya oturmak dışında, bir pazar kahvemi içmişti. Görmüş olmalıydı bunca günün ardından; huzurlarını bozacak hiçbir şey yapmamıştım. Öyle ya, o günden sonra Eyüp'ü bile sormamıştım. Ağız tadıyla içilmişti her kahve. Sofraları dağıtacak ne vardı ki? Beklediğimin aksine babam gelip karşıma oturdu. Sedirdeydi yeri bu gün sandalyeyi tercih etmişti. Sedir de bana kalmıştı böylece. Üstünde yatay çizgileri olan koyu kahverengi bir kazak vardı. Göbekli gösterdiği için bunu giymemesi gerektiğini söylemiştim ona birkaç defa. Kazak sıcak tutar, bırak da vazifesini yapsın derdi. "Hayırlı sabahlar kızım." "Hayırlı sabahlar baba." Adımdan sonra bana en çok yakışan hitaplardan biri; babamın kızı olmak. Fakat ben onun sıfatını fazlasıyla mesafeli telaffuz ettim. Bazı kelimeler kullanılmadıkça yabancılaşıyordu sanki. "Kitap mı okuyordun?" Göz ucuyla masanın üstüne bakınca başımı salladım. Benimle konuşmak için geldiğini biliyordum, parmaklarıyla oynuyordu da nasıl konuya gireceğini bilemiyordu. Ona yardımcı olmayacaktım. Canımı acıtmıştı. "Rahmetli Mustafa amcan da çok okurdu bu kitapları. Büyük, kırmızıydı onun elindekiler." Sayfaları karıştırdı biraz. Babamın bildiğinden haberim yoktu. "Kıpır kıpır olurdu içi. İşten sonra biz yorgun argın otururduk, o okuduklarını anlatırdı. Hakikat oğlum hakikat, derdi." Mustafa amcanın şivesiyle, tıpkı onun gibi konuşunca babam, ikimiz de güldük. "Sen nereden buldun?" "Bir arkadaş verdi." Başını salladı düşünceli bir halde. "Oku kızım oku. Aramızdaki en mutlu adam oydu. Dünya lezzet yeri değil. Bunu anlamış olacak ki çevirmişti yüzünü her şeyden. Ben peşinden koşacağıma o beni kovalasın derdi." Bu akıllı adamın sözlerini söylerken, haklılığını kabullenmişti. Bir de eski dosttan bahsetmek hüzünlendiriyordu insanı. Burnunu çekti, soğuktandı tabi ya. "Ben biraz konuşmak istedim seninle." Kitabı önüme koyup derin bir nefes verdi. "Konuşalım baba." "O akşam... Haksızlık ettim sana. Yanlış söz söyledim. Sonra sen de hiç çıkmadın karşıma. Düşündükçe içimde büyüdü dediklerim." Demek beni düşünmüştü. Başım hafifçe sola eğildi. Kalbe yakındı kulağım. "Esasında hiç çıkmazdım baba. Bu evde de kalmazdım, kalmayacaktım da zaten." Dürüsttük madem, konuşulmalıydı her şey. "Biliyorum, annenin yemini olmasa kalmazdın. Allah'a şükür olsun, onun olgunluğu bizim öfkemizden daha büyük. Ama Nehar, ben istiyorum ki kendi rızanla kal bu evde. Kendi odanda istediğin gibi yaşa. Ben evlenmeni hiç istemedim fakat sana kapımı da kapatmadım. Kabullendim sonraları." Kendi isteğimle olmuyordu artık bir şeyler. Gördüğüm muameleden sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. "Görmezden gelemeyiz baba. Benim gelişimin değiştirdiği bir düzen var. Sen bunu tüm gerçekliğiyle yüzüme çarptın. Bağırdın herkesin içinde, istediğim gibi nasıl yaşarım?" "Öfkelendim çünkü Nehar. Benim kızım hakkında ağzı olan konuşuyordu ve sen yine de o adamın ismini dilinden düşürmüyordun." "Esas öfken Eyüp'e mi, hakkımda konuşanlara mı? Niye bana bağırdın o zaman baba? Yaptığının diğerlerinden seni farklı kılan yanı neydi?" "Yanlış yaptım, özür dilerim. Hepsini tek tek durdurmak yerine, seni geriye çekersem korurum sandım. Bu kayıp mevzusunda çok yıprandığını görebiliyorum, işler yoluna girene dek sana zarar gelmesini istemiyorum." Başını önüne eğip aramızdaki yaş farkına bakmadan tüm samimiyetiyle af diledi benden. Günlerdir aramızda mesafe olsa da küçük nüanslarla beni savunması geldi aklıma. Demek bir pişmanlık büyütmüştü içinde. Pişmanlığı kırgınlığımdan büyük müydü? Ya da biz şimdi eskisi gibi olmaya çalışsak Eyüp'ten, o adam diye bahsedişi bizi nereye kadar yürütürdü. Gönlü bana açıktı, Eyüp'e değil. Oysa gönlüm Eyüp'ünkinin elini tutmuştu. Aynı kapıdan girebilir miydik? "Baba, beni anlar mısın?" Yerimde doğruldum, doğrudan gözlerine baktım. Bir özürden daha fazlasını konuşmalıydık. "Çabalarım." Cevabından cesaret alıp elimi kalbime götürdüm. "Ben yarım hissediyorum baba. Bir parçam başka bir yerde ve ben etrafımda dönen dünyayı algılamakta, yaşamakta çok zorluk çekiyorum. Sevgilerim, mutluluklarım..." Doldu gözlerim, elimi boğazıma götürdüm. "Burada takılı kalıyor." Halimi görünce, sanıyorum ki gözlerini saklamak için kaşlarını çattı ve yerinden kalkıp yanıma oturdu. Duymaya alıştığım faydasız tesellileri verecek diye korkarken beni kolunun altına alıp başımı göğsüne sakladı. Babasıyla dertleşme lütfuna sahip bir kızdım ben. Birkaç yılın ardından eski yerime sokuldum. "Gelecek mi baba?" Bu soruyu bir kez daha sormuştum babama. Çok yağmur yağıyordu, Eyüp'ün gelmesi ve nikâha yetişmemiz gerekiyordu. Ne annem ne de başkası muhatabımdı. Evin en tedirgin ferdinin yanına gidip, yağmur damlalarının cama sert darbelerini izleyen babamın tam arkasında durup koluna sarılmıştım. "Gelecek mi baba?" "Hele bir gelmesin!" demişti kızdığını saklamadan. Şimdi de koluna sarılmıştım, görünmez fırtınaları seyrediyorduk birlikte. "Hele bir gelmesin..." Bu sefer öfkeli değildi. Hatta küçük küçük güldü. Eli cebine gitti sonra. Bir şey çıkartıp avucunun içinde bana uzattı. Renkli folyoya sarılmış küçük çikolataları görünce heyecanla olduğum yerde dikleştim. Küçükken sadece bir tane yeme hakkımız vardı çünkü annem zararlı olduğunu söylerdi. "Hepsi benim mi?" "Barıştıysak senin." Kaldırdığım kaşlarımla bir süre etrafa bakındım. Hemen barışmazdı kalbim, denerdi en azından. Babamın ciddiyetinin altında sakladığı şefkatine güvenirdi. "Kırmayacaksan barışalım." "Al o zaman." Maviyi, kırmızıyı, yeşili bir bir aldım. Folyosunu açtığım çikolatayı ağzıma attım. "İstediğin zaman gel, baban hep burada." Bıyıklarının altındaki dudakları kıvrıldı. Çocuk değildim de o zamana gitmiştik sanki birlikte. Şimdilerde babama aklar bana da yaşlar uğramıştı, biz de iki binlerin başına... *** Babaannemin ütülememiz için verdiği örtüleri aşağıya indirdiğimde, herhangi bir odaya girer gibi girdim tütün kolonyası kokan aydınlık salona. Onların evinde de salon, girişteki büyük holdü. Etrafında odalar olurdu, hem bir arada hem de mahrem yaşanırdı. Televizyonun sesini duymayınca dedemin odasında olmadığını anladım. Kimseye haber vermeden çıkıp dolaşıyordu kendi halinde. Elimde ütülenmiş ve katlanmış örtüler varken, solumda kalan kapısı açık odaya bakındım. "Babaanne!" İki yaşlı insanın kaldığı evde, sessizlik biraz ürkütücüydü. Evi merdivenden ayıran ve daire haline getiren geniş ahşap kapılar hep açık olsa da tedirgin oluyordu insan. "Abdest almaya gitti." Arkamdan gelen çekingen erkek sesiyle olduğum yerde zıpladım. Her kimse o tarafa bakmadığımdan varlığından bile haberim yoktu. Tek elimle önü kapalı olan başörtümü düzelttim. Buradan çıkınca bahçeye uğramaktı niyetim. İyi ki hazırdım. "Korkutmak istemedim, özür dilerim." Dımdızlak ortadaydım, toparlanıp arkama döndüm. "Kusura bakmayın fark edemedim sizi." Bu beyefendi her kimin misafiriyse ve ne niyetle gelmişse şu anki konumumuz hiç doğru değildi. Elimde örtülerle ve hızlı adımlarla, başım önde kapının yanına yürüdüm. "Bu arada sen de hoş geldin Nehar." Ayağına verilmiş gri terlikleri görüyordum yalnızca. Ellerini önünde bağlamıştı. Nereden tanıyorduk birbirimizi de, siz deme gereği bile duymuyordu? Sessizliğimden tanımadığımı anlamış olacak ki, adını söyledi. "Ben Fatih, uzun zaman oldu tanımadın herhalde?" Evet, hem kardeşini hem de abisini tanımamıştım. Hale kendini rahatça hatırlatmıştı da Fatih'i ondan daha uzun süredir görmüyordum. Çocukluk arkadaşı olacak yaşı geçmiştik çoktan. "Uzun zaman oldu" dedim, sesimi kısık tutmaya çalışarak. "İsmet amca burada beklememi söyledi. Haberiniz var sanıyordum. Ev müsait değilse..." Çekindiğini sesinden anlayabiliyordum. "Hayır, oturabilirsin sen." Bir an nasıl hitap edeceğimi de bilemedim. Daha dün yakalamaca oynadığım insana siz de diyemezdim. Haram helallik cihetinden baksam, hiçbir farkı yoktu yabancıdan. En iyisi hemen çıkmaktı yukarıya. O da dikkat ediyor olmalıydı böyle durumlara. Ailesi de dikkat ederdi çünkü. Babam gelene kadar rahatça oturacaktı ben çıkınca. "Ben çıkayım artık." Babaannemin gelmesini beklemeden ahşap eşikten ayağımı attım ve örtülerle birlikte merdivenlere yöneldim. Yengem de bana doğru geliyordu. Bir iki adımda aramızdaki mesafeyi kapattım. "Misafir var içeride, örtünü düzelt yenge" diyerek uyarıda bulundum. Misafir kelimesini duyunca küçük bir kıpırtıyla dikleşti. Onun iç dünyasını anlamak fazlasıyla zordu. Çünkü akşam vakti ev tenhalaşınca, gündüz gülüp eğlenen o değilmiş gibi aklına gelen herkesin arkasından konuşuyordu. Neyse ki içerideki Fatih'ti, ona malzeme verebilecek türden biri değildi. *** Gözlerim üstüne binen ağırlıklara direnmeye çalıştıkça daha fazla yoruluyordu. Erken kalkmanın da etkisi vardı bunda. Oturduğum yerde birkaç kez uykuya dalacak gibi olduğumda artık kalkıp odama gitmeye niyetlendim. Zaten yengem de başını içeriye sokmuş, manidar bir gülümsemeyle yanımızda belirivermişti birden. Tam zamanıydı uyumanın. "Ay Nehar, nereye gidiyorsun kız?" Sevecen olmaya zorladığı sesine tepkisiz kalabilmek için, o kısa anda çok çabaladım. "Yatacağım yenge, iyi geceler." Babamı umursamadan koltuğa yerleşti. "Tavuk musun kız bu saatte yatıyorsun?" Kaşlarım çatıldı, sinirlerimle oynuyordu işte. Ben kızdığım zaman da agresife çıkıyordu adım. "Sabah erken kalktı Ayfer, bırak yatsın." Babam gözlüğünü çıkartıp, elindeki tespih kutusundan başını kaldırdı. "İyi peki, sohbet ederiz diye düşünmüştüm." Böyle söylediğine göre yine ağzında ıslanmayacak bir bakla vardı. Ve ben olsam da olmasam da söylerdi bunu. En azından gitmezsem kendimi savunabilirdim. Dönüp koltuğun kenarına yaslandım. "Edelim yenge." İstediğini aldığında biraz daha keyiflenmişti. "Fatih gelmiş bu gün, sen misafir deyince yabancı sandım ben. Şaşırdın mı bari çocuğu görünce? Baya da zaman geçti üstünden tabi." Kısa bir an gözlerimi kapatıp, soluk verdim. Konuyu açıp, götürmek istediği yere sürüklüyordu. "Gördün mü sen Fatih'i?" Annemin sorusuna başımı salladım. Evde olduğunu bilseydim, öylece salona girmezdim tabi. Ama girmişken de hoş geldin demek gerekirdi. "Ben söyledim eve geçmesini, biraz işimiz vardı." Babam benim söylemediklerimi de söylüyorken kendimi rahat hissediyordum. Benim için önemsiz detayların sohbet konusu haline getirildiği yerde, yerime konuşan güvenilir birinin olması lütuf gibiydi. "Tabi o da koşa koşa gelmiştir Nehar'ın döndüğünü duyunca. Bir şey konuştunuz mu? Sesler geldi kulağıma ama..." Yengemin ortalık yerde pervasızca söylediği şeye karşın kocaman açıldı gözlerim. Ne diye benim dönüşüme koşacaktı Fatih? Kaç senedir eve bile gelmemiş adam, çocukluk oyunları mı oynayacaktı? Ben kendi sesimi zor duyarken, yengem merdivenden mi duymuştu konuşulanları? "Ayfer, ne diyorsun Allah aşkına?" Annemin sinirlendiği aşikârdı. "Ne diyeceğim Enise? Siz değil miydiniz zamanında Nehar'la Fatih'i evlendirelim diyen? Ben söyleyince mi suç oluyor?" "Ayfer!" Babamın gür sesi bile girdiğim şoktan çıkmam için yeterli olmazdı. Dayandığım koltuktan kalkıp ellerimi boşluğa sarkıttım. "Çık evine, çabuk!" İşittiği azara sinirlenen yengem arkasına bile bakmadan çıkınca biz bize kaldık. Haberim olmadan arkamdan planlar yapan anne babam ve ikisinden de cevap bekleyen kızları Nehar! "Ne dedi o?" diye sorabildim zorla. "Geçmiş gitmiş bir mevzuydu, dillendirmeye gerek bile yoktu!" Babam sertçe kapattı metal kutunun kapağını. "Geçmiş olsaydı karşımızda böyle konuşabilir miydi baba?" İyiden iyiye gerilmiştim. "Onun konuşması için zamanı mı var kızım? Bilmiyor musun aklına eseni söylüyor." "Bilmiyorum anne, ben hiçbir şey bilmiyorum! Ne hikmetse herkes, hatta Eyüp bile, sır edinmiş kendine. Ama ben hiçbir şey bilmiyorum." "Otur şöyle." "Oturmayacağım!" Annemin beni sakinleştiremeyeceğini anlamış olacak ki babam kalktı ayağa. Onun da dediğini yapmayacaktım. Ağırıma gitmişti yengemin söyledikleri. Evliydim ben, parmağımda yüzük, karnımda bebek vardı. Haberim bile olmayan bir mevzu hakkında yorum yapıyordu aklına estiği gibi. Şaşkın olmasaydım üstüne giderdim de önce yakın bildiklerimle konuşmam lazımdı. "Nehar, eski mevzuydu kızım. Celallenme, kendine de sıkıntı etme hemen." "Yaptınız mı böyle bir plan?" "Plan deme şuna. Fatih elime doğdu çocuk, severdim güvenirdim. Senin daha Eyüp meselesi yokken, annene de böyle bir teklif gelmişti. Düşündük sadece. Sonra sen Eyüp'le evlendin. Kapandı mevzu." "Siz açmışsınız, siz kapatmışsınız. Ne güzel!" Ben adını arkadaş diye andığım biriyle bu şekilde anılmaktan gelen utancı, saniyeler içinde öfkeye dönüştürüvermiştim. "La havle!" Babam elini saçlarının arasından geçirip yerine oturdu. Birkaç dakika yanlışlıkla aynı yerde bulunuşumuzu yüzüme vuran yengem, korkum o ki bunu başkalarına da anlatırdı. Kendini düşünmekse bu, sonuna kadar düşünürdüm evet. Adımı başkasının ağzına vermeyi istememek benim en doğal hakkımdı. Daha şimdiden arkamdan konuştuklarını, kulağıma gelmese de biliyordum. Bir de bu eklenirse üstüne, üstelik bu kulaklara taşınırsa hiç iyi olmazdı. "Çocuğu da karıştırdık akşam akşam bu işe!" Babam, dedikodu yapmış gibi hissediyordu. "Nehar, annesi teklif göndermişti kızım. Fatih'in ağzından hiç öyle bir şey duymadı baban." Başımı ovaladım bu rahatlatma çabası karşısında. İnsanların teklif götürmesinden doğal bir şey yoktu tabi. Fakat benim içinde bulunduğum durum normal değildi. Normal zamanda olsa, bir teyze teklifi der kabul eder ya da etmez konuyu kapatırdık. Şimdiyse ince bir ipin üstünde yürüyor gibi hissediyordum. Açıkçası dengem şaşacak diye esen rüzgârdan bile korkuyordum. *** "Biliyor musun Nehar? Annem öldükten sonra babam hiç gelmedi." "Oysa en çok da babalar sahip çıkmalı çocuklarına." "Sanırım benimki baba değildi. Zaten hasta yatağındaki anneme söylediklerinden sonra ona hiç böyle hitap etmedim." "Çok kızıyorum böylelerine... Çok." "Ama senin adına seviniyorum. Senin baban çok iyi biri. Biraz anlaşmazlık girse de aranıza, telafi edemeyecek gibi değilsiniz." "Artık birlikte telafi edeceğiz. Belki sen de ona benim gibi hitap edersin bir gün." “Beni gerçekten kabul ederse, elini öpmeye hazırım.” “Her anne baba evladının mutluluğunu ister. Seninle mutlu olduğumu görünce, ikimize de babalık yapacaktır.” “Mutlu musun Nehar? Benimle…” “Her seferinde yeniden duymak için oyun yapıyorsun değil mi Eyüp? İyi yapıyorsun, söyledikçe dilim tatlanıyor. Ben seninle mutluyum.”
|
0% |