@yesilkutuphane61
|
Cuma vaktiydi. Akşamdan yağan yağmurun ıslaklığı kurumamıştı kaldırım taşlarında. Ağaç yapraklarından taze damlalar süzülüyordu toprağa. Gökten gelenin bile dönüp dolaşıp gitmeyi arzuladığı yerdi orası. Babam temiz beyaz gömleğinin üstüne giydi ceketini. Abim kazağının üstüne kalın bir hırka geçirmişti. Resmi kıyafetlerden hoşlanmazdı. Kapının yanına gittiklerinde duraksadılar. Amcamı bekleyeceklerdi. Dedemse kimseyi beklemez, erkenden giderdi. Annem ve Mercan beraber Cuma namazını kılmaya gidecek ikilinin arkasından bahçe kapısına kadar geldi. Bayramdan farksız bu günde hoş bir heyecanın gülümsemesi vardı yüzlerinde. Başımı dayadığım pencereden bile fark edebiliyordum. Sonra amcam geldi. Beyler hazır halde sokağa çıktılar. Hanımları da onları uğurladı. Benim hareketlerinden hoşnut olmadığım yengem bile amcamın arkasında bir kuvvetti. İki kişinin ortak varlığının kalpteki taze esintisi rüzgârın peşine düştü. Biz de düşerdik bir zamanlar rüzgârın peşine. Kuru yaprak gibi savrularak değil, binmeyeceği kamyonu yakalamaya çalışan çocuklar gibi koşardık. Henüz nişanlanmadığımız zamanlardan birindeydik. Alışveriş için evden çıkıp, yürüyüş de olsun diye mesafeyi uzatmıştım. Bir sokak dönemecinde Eyüp çıktı karşıma. Selam vermek yerine çekimser bir halde öylece duraksasa da heyecanını kocaman gülümsemesinden anlamak mümkündü. Ona rağmen ben gayet ciddi duruyordum. Sokağın ortasında, karşıma dikilmiş gülüyordu. Çantamın sapını sıkarken kaşlarım da çatılmıştı. Biz belli vakitlerde, yanımızda tanıdıklar varken konuşurduk. Sokak ortasında bu şekilde değil. "Selam... Selamun aleyküm." Yeni alışmaya başladığı sözleri telaffuz edişine gülesim geliyordu. Esasında ağza yakışacak en güzel kelimeler bunlardı. Fakat beni güldüren şey Eyüp'ün tatlı telaşeleriydi. "Aleyküm selam" dedim. Emin değilim, sert ve mesafeli çıkmamıştı sesim. "Ne güzel oldu değil mi? Karşılaştık böyle." Karşılaşmamız plansız değildi elbette. Yere bakan gözlerimi kıstığımda halimi anlamış olacak ki sıkılgan bir nefes verdi. Eliyle ensesini kaşıdı. Sonra öğrendim, Eyüp ne diyeceğini bilmediği zamanlarda hep böyle yapardı. "Ben aslında... Belki konuşuruz diye düşünmüştüm." Ne konuşacağımız meçhulken, tek bildiğimiz çok konuşacağımızdı. Aramızdaki haram perdeleri kalkmamıştı ve sırf istedik diye konuşmamız uygun değildi. Düşüncelerim bedenimi etkilemiş olacak ki bir adım geriye çekildim. Eyüp'ün gri spor ayakkabılarında nereye gideceğini bilmezliği gördüm. "Yapmam gereken bir işim var benim. Konuşulacağı zaman uygun bir ortamda konuşulur." Nasıl bu kadar resmi oluvermiştim bir anda? Ama olması gereken de buydu. Bu güne kadar taviz vermeden nasıl yaşadıysam bundan sonrası da öyle olmalıydı. Bir kere aşıldı mı sınırlar, o kötü söz haklılığını gösteriyordu; bir kereden bir şey olmaz. Olurdu işte, haram haramdı. Kesin çizgiler, bakış açısına göre değişmiyordu. Net olunmalıydı, yolun sonunda derin bir nefes almak varsa nefesler ölmeyecek kadar tutulmalıydı. Eyüp'e de en başından söylemiştim zaten. "Tabi, düşüncesizlik ettim kusura bakma." Hevesinin kırıldığını, heyecanın terk ettiği sesinden anlamak mümkündü. Ve benim gitme zamanım gelmişti. Nereye gidiyordum ben? Evet, alışverişe. Hangi yönden gitmem gerekiyordu? Dümdüz devam etmeliyim. Fakat Eyüp karşımda dikiliyor. "Çekilir misiniz beyefendi?" desem bir daha yoluma çıkmaz herhalde. "Tabi hanımefendi, kusura bakmayın bir tanıdığa benzettim sizi." Bu düşüncemle içime dolan gülme isteğini zar zor bastırdım. Karşı kaldırımda yürüyen iki amcaya takıldı gözüm. Dedem gibi erkenden camiye gidiyor olmalıydılar. İşte o an hatırladım günün Cuma olduğunu. "Gitmeyeceksin herhalde?" "Ne? Hayır, gideceğim tabi. Sen... müsaade vermedim diye..." Bir yanlış anlaşılmanın içine düşmeden ve Cuma vakti insanlar bizi birlikte görmeden cümlelerini toparlayamayan Eyüp'ü durdurdum. "Cuma namazından bahsediyorum. Vakit yaklaşıyor." Söylediğimle duraksadı. "İyi de, ben bilmiyorum ki Cuma namazı kılmayı." Ailemin Eyüp'ü kabul etmemesinin başlıca sebebi buydu işte. Eyüp yalnız büyümenin verdiği etkiyle dini değerlerden uzak yetişmişti. Ona öğretecek bir büyüğü olmamıştı yanında. Benimle tanıştığında, yaşam tarzımı gördüğünde hatta ondan uzak duruşumu sorguladığında öğrenmek istediğini söylemişti. Ama çok fazla eksik vardı. Ve babam dini bütün yetiştirmeye çabaladığı evladını, namazlarını kılan bilinçli kişilerle evlendirmek istiyordu. "Bak kaç yaşında amcalar imamın arkasında durmaya gidiyor. Sen de takıl peşlerine, imam ne yaparsa onu yap." Kaşlarımı kaldırıp, aceleci bir anne gibi amcaları gösterdim. "Kabul olur mu ki?" Heveslenmişti bir an. Kesin tutamayacaktım kendimi, gülecektim. "Niye olmasın? İmama uy sen." Cami cemaatinin arasına gireceği için yakasını, kıyafetini düzeltmeye başlamışken tekrar uyardım onu. "Haydi, çabuk ol." Beni onaylayıp arkasını döndü ve yolunu bilmediği camiyi bulabilmek için yaşlı amcaların peşine takıldı. Ve sonra ben güldüm. Huzur yelinin uğultusu doldu kulaklarımıza. Mazinin tatlı meltemini geride bıraktığımızı ve bir kasırganın içinde olduğumuzu hatırlatan şey, bahçede başını kaldırıp bana bakan annemdi. Sahi kaç Cuma geçmişti de ben Eyüp'ü camiye uğurlayamadığım bir öğlen vaktinde bulmuştum kendimi? Annem sanki anlamıştı bir rüyadan irkilerek uyandığımı. Gözlerinde hiç görmek istemediğim bir acıma vardı. Öylece havaya kaldırdığım elim tülü buldu, sertçe çektim ve odanın köşesindeki koltuğun üzerine oturdum. Kaç Cuma geçmişti de fırtınalar benim gülüşlerimi taşıyıp götürmüştü karanlık ormanlara? *** Zeynep'in gönderdiği konumdan çıkıp temiz havayı ciğerlerime çektim. Çok güzel zaman geçirmiştim. İçeriye girdiğimde yabancılık çekeceğimi düşünsem de uzun zamandır ahbapmışız gibi davranmışlardı bana. Bir köşeye oturup Kur'an dinlemiş, ardından yapılan derse pür dikkat odaklanmıştım. Ben daha önce kâinata hiç böyle bakmamıştım. Risale-i Nur insanın hayatına dokunduğunda, sönmüş tüm lambaları ışıklandırıyordu sanki. Sonsuz bir ilim deryasıydı. Sükunetti, huzurdu. Bırakın elden düşürmeyi, insan kalbin dilinden eksik etmek istemiyordu. Onu okuyanların simalarındaki tatlılık ilk görüşte dikkat çekiyordu. Çok büyük zorluklar içinde yazılan bu eserler dünya hayatında insanın elinde sağlam bir rehberdi. Ve ben de bu rehberi elimde tutmak istiyordum. Okumak, dinlemek, anlatılana kulak vermek istiyordum. Kur'an ayetlerine, bir saati bir sene ibadet hükmünde olan tefekküre daha yakın olmak istiyordum. İyi geliyordu bana, kırılganlıklarımı tedavi ediyordu sanki. Teselli ediyordu. Her şeyden önce kim olduğumu ve ne için var olduğumu anlatıyordu. Dünyaya da kimliğimizi bulduktan sonra, bizi yaratana kulluk etmek için gönderilmemiş miydik zaten? Kitap açılıyordu ve okunup kastedilen mana anlatılıyordu. Bir kıpırtı oluyordu insanın içinde, zihni tıkır tıkır işlemeye başlıyordu. Başka taraftan bakılıyordu artık aleme, gözlerimizin ışıldayışından anlayabiliyordum. Yolun bu kadar başındayken bile üstümdeki tesiri böylesine çokken, ben nurlardan ayrılmak istemiyordum. “Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki tarif edilmez. Vazife ise yalnız, bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı.” Şu zor ve karmaşık günlerimde, huzur bulduğum anlara kapı açan cümleler aklımdan geçerken meydandaki parka gelmiştim çoktan. Annelerinin montlarını sıkıca giydirdiği birkaç çocuk kısıtlı hareketlerle oynamaya çalışıyordu. Hava dikkat edilmesi gerektiği kadar soğumuştu son günlerde. Henüz Ekim ayının ortasındaydık, yağmurlar günlerin arasını açmamaya gayret ediyordu. Normal zamanda olsa beni yormayacak mesafede yol, artık zorluyordu. Ayaklarımın ağrıdığını hissettiğimde boş banklardan birine oturdum. Salıncağın başındaki anneyi, kaydıraktan kayan çocuğu, yoldan geçen insanları seyrettim. Biraz daha rahatlamıştım. Aslında fazla kilolu da değildim, hastaneye gittiğimde doktora soracaklarım arasına ekledim bu konuyu. Ve evet, sinirim geçtiğinde doktorumu değiştirmekten vazgeçmiştim. Gri bulutların altında, gökten nasibini almış arzdayım. İçimde bilmediğim bir latife "şükür, şükür" diyor sanki. Sonra kestane kokusu geldi burnuma. Seyyar satıcı, tezgâhını getirip duvarın dibine yerleştirdi ve soluklandıktan sonra eline aldığı maşayla kestaneleri çevirmeye başladı. Gerçekten aç değildim belki ama canım çekmişti. Anlık bir kararla kalkıp orta yaşlı satıcıya doğru yürüdüm. Her adımda aklımdan bir isim geçti; Eyüp. Çok severdi kestaneyi. Sobanın üstünde pişen kestaneden bahseder dururdu. "Sanki ne kadar soba görmüşsen?" derdim. Gülerdi, bu gülüşünü tanırdım. Muhakkak yaşadığı bir kırgınlığa aitti. Daha bir şey söylemezdim, onu dinlediğimi hissettirirdim. Bundan aldığı cesaretle, başı önde geçmişten bahsederdi. Eyüp'ü, hele onun çocukluğunu gözümün önüne getirince gözlerim dolardı. Teselli etmek bir yana dursun, telafi edilmeyecek anların hüznünü iki katına çıkartırdım. Gariptik biraz, sipariş benimmiş gibi onu marketlere kestane aramaya gönderirdim. İstediğine pişman olurdu belki ama hevesi bunu gölgelerdi. Ben ev imkânlarında tavada veya fırında hazır edene kadar mutfakta beklerdi. Dirseğini yaslardı masaya, avucuna koyardı yanağını. Dalıp giderdi uzaklara. Elim yandı kese kâğıdından yayılan sıcaklık sebebiyle. Yanaklarım ıslandı başka yangınlar yüzünden. Kestane için can atan ben değildim, Eyüp'ün hakkı mı yakıyordu canımı? İnat eder gibi, parmak uçlarımın acısını umursamadan bir tane kestane aldım kese kâğıdından. Ağzıma attım ama çiğneyemedim. Yutsam kursağımda kalırdı. Gri bulutlarda tonlarca su vardı. Sanki bir damlası bile beni boğardı. Banklardan birinde çocuğuyla parktan çıkmaya hazırlanan kadını gözüme kestirip yanına gittim. Uzattım canımı yakan kestaneleri. Garipçe baktı bana. Kim bu gözleri nemli, teselliden nasibini almamış kız? "Alır mısınız lütfen? Aldım ama yiyemedim. Tazeler, hâlâ çok sıcak." Malını satan bir esnaf gibi güven vermeye çalışıyordum resmen. Sonra çocuğa döndüm, çocuklar ikramı alırdı. Öyle de oldu, küçük elleriyle kese kâğıdını tuttu. “Dua et olur mu? Herkes evine sağ salim dönsün diye dua et. Allah çocukların isteklerini kabul eder.” *** "Beğendin mi kestaneleri?" "Beğendim, eline sağlık." "Niye gülüyorsun?" "Okuldan olabildiğince erken çıkar, mahalledeki kahvehaneye gider cebimdeki kestaneleri sobanın üstünde pişirmeye çalışırdım. Onu hatırladım. Bir kaç kez de yurda geç dönmüştüm bu yüzden." "Bu kadar çok sevdiğini bilsem daha önceden yapardım. İşe giderken de cebine koyalım istersen iki üç tane. Ama eve geç gelmek yok." "Güldürme beni de anlatayım devamını. Bir keresinde tekrar gittim, tabi küçük çocuk kahvehanede dikkat çekiyor. Meğerse göz ucuyla beni izlerlermiş ama ses etmezlermiş. Ben yavaşça sobaya yaklaşırken yine, önüme yaşlı ve kocaman cüsseli bir adam çıktı." "Kolundan tutup dışarıya atmamıştır inşallah." "Kolumdan tuttu ama atmadı. Masaya oturttu, önüme koca bir kâse buharı üstünde kestane koydu. Şaşırdım, mahcup oldum. Baktım onlar da yiyor bana kalmayacak, teker teker ağzıma atmaya başladım. Bir de oralet ikram ettiler. Hiç unutmam o günü." “Çocukluğun çok masum Eyüp, sevilesi… Tutup kolundan, daima başını okşamak lazımmış.” “Yatayım o zaman dizine, okşa başımı. O zamanlar şefkatli bir kadın veda etti bana. Seneler sonra da bir başkası girdi hayatıma. Okşa Nehar, dinsin özlemlerim.” |
0% |