Yeni Üyelik
12.
Bölüm

KİMİN YÜREĞİ ARADIĞINI BULDU?

@yesilkutuphane61

Bir karaltı geçti gözümün önünden. Gölgeler vardı kapının ardında. Artık daha fazla belli ediyorlardı kendilerini. Belki de Eyüp gelmişti, tabi ya! Benim odam olduğunu sandığım yerdeyim. Burası hep böyle yabancı mıydı? Ne önemi var, kapının ardı tanıdıklara ait. Yürüyüp durdum, ulaşmadı kollarım. Ne pencerelere ne de kapılara. Sanki nefes alamadım. Kızıştı öfkem. Ayağıma çelme takan yokken yürüyemeyişimin sebebi neydi? Durup etrafa bakındım. "Eyüp" diye bağırdım. "Eyüp" çağırdım. Ses alamadım. Arkama döndüm, daha önce fark etmediğim bir beşik gördüm. Kim bu kadar siyah bir beşiği odasına koyardı ki? Olmaz, ben bebeğimi yatırmam buna. Bebek... O nerede?

Dakikalar sonra suyun altından çıkmış gibi sesli bir nefes alırken açıldı gözlerim. Sanki gerçekten bu soruya muhataptım, emanet canın varlığından emin olmak istedim. Bebek benimle. "Oh" dedim onca ağrıma rağmen. Şükür zikretti yine kalbim. Ben iyi olurdum o benimle kaldığı sürece. Çabalardım ayakta durmak için. Hafifçe kaldırdığım başım yine düştü yastığa. Yüzüme yapışmış saçlarımı çekmek istesem de yorganın altındaki ellerimi hareket ettirecek kuvveti bulamadım.

Gecenin bir vaktiydi fakat kapının altından sızıyordu ışık. Birileri konuşuyordu odamın önünde. Eyüp değildi, biliyordum. O gelseydi, alnıma dağılmış saçlarımı düzeltirdi. Telaşlı elleri yüzümde gezinirdi. Titreyen çenemi durdurmak için dişlerimi sıktım. Çelme takanlar yoktu fakat kapının ardına varamıyordum. Kurumuştu dilim damağım, annem neredeydi? Ne halin varsa gör demişti herhalde. Bir iç çektim, hak etmiştim.

"Bu kız yattığından beri Eyüp sayıklıyor İsmet."

"Duyuyorum Enise fakat bir şey gelmiyor elimden. Ben ister miyim evladımı bu halde görmeyi?"

“Bu kadar mı çaresiziz?”

“O adamın adının yanına sabır yazılmış evvelinden. Yanına yaklaşana da kendi payından dağıtıyor.” Bir rüyada değildim ve son söylenenleri çok net duymuştum. Eğer boğazıma takılan bir öksürük uyanık olduğumu haber vermeseydi annemin ne diyeceğini de dinleyebilecektim. Kapı açıldı ve odaya sızan ışık gözlerimi acıttı.

"Nehar, uyandın mı kızım?" Annemin kızgınlığı geçmiş olacak ki sesi çok şefkatli geldi kulağıma. Cevap vermek yerine bir kez daha öksürdüm.

"Hastaneye gidelim diyorum Enise!" Babam dikildi yatağın başına. Toparlanacak halde değildim. Ne kadardır bu halde olduğumu bilmiyordum ama ikisi de fazlasıyla endişelilerdi.

"İyiyim" diye mırıldandım. Yine ateşim kontrol edildi, ne yazık ki düşmemişti.

"Değilsin Nehar, değilsin. Bekle, uyanmışken ilaç getireyim sana." Acı tatlarıyla normal zamanda bile midemin altını üstüne getiren ilaçlardan sonraki durağımız hep hastane olurdu. Hem şimdi her ilacı öylece içemezdim ben. Tek değildim artık, kötü etkilenebilecek birisi daha vardı yanımda.

"İstemiyorum anne, nane limon yapsan toparlarım ben."

"Kızım bu halini ilk defa görmüyoruz. Nane limon ne zaman iyi gelmiş ki şimdi iyi gelsin sana?" Babam ikimizin tutuk hallerine daha fazla tahammül edememiş olacak ki yanıma gelip saçımı okşadı. "Daha kötü olmadan gidelim hastaneye haydi. Bir tane de ateş düşürücü versin annen sana." Dudaklarını kemirirken evhamla beni izleyen anneme baktı ters ters. "Annene de ne oldu anlamadım ki! Sanki ilk kez hastalanan birini görmüş gibi davranıyor." Çünkü annem beni ilk kez bir anne olarak görüyor.

***

Hatırladığım kadarıyla abimin kucağında taşınarak bindirildiğim arabanın arka koltuğunda, yine annemin omzuna yaslandı başım. Hastaneye doğru giderken üşüdükçe yanımdaki kadına sokuluyordum. Ara sıra kontrol ediyordu beni. Uyuyorsam uyandırıyordu. Kazan gibiyken kafam, anlamakta güçlük çektiğim şeylerden bahsediyordu. Bir ara sorduğu şeyle güldüğümü anımsıyorum.

"Sen böyle olunca Eyüp sana nasıl bakıyordu?" demişti. Eyüp, onun yanında ilk hasta oluşumda her şeyden habersiz bunu normal bir üşütme sanıyordu. Gün boyu benimle ilgilenip ilaçlar vermiş, pek de lezzetli olmayan çorbalar yapmıştı. Fakat sonra ben ağırlaşıp, ateşlenmenin verdiği etkiyle derin bir uykuya yatınca korkuyla ambulans çağırmıştı. Kötü bir anıydı belki ama Eyüp o kadar çok anlatmıştı ve her seferinde o telaşeyi bana o kadar fazla göstermişti ki artık gülmeye başlamıştım. Bir de benim hastalığımın normalinin bu olduğunu kötü bir tecrübeyle öğrenmesi, biraz sitem etmesine sebep olmuştu. Biz gün geçtikçe tanıyorduk birbirimizi. Eyüp ortalıktan kaybolacağını hiç sezdirmemişti.

Hastane, ışıklar, kokular, ilaçlar, hemşireler, kontroller. Gece güne, gün geceye eriştiğinde yeniden, ben ancak kendime gelebilmiştim. Serum iğnesi tenime temas ettiği yerde ince sızılar bırakıyordu. Ateşim düşmüştü, üşümüyordum. Onca saati uyuyarak geçirmiş olmam şükür sebebiydi. En azından ağrılarla kıvranmamıştım. Yorgun bedenimin dinçleştiğini, odada gezdirebildiğim gözlerimin ağrımamasından anlayabiliyordum.

Bir yanımda annem, diğer yanımda doktorum vardı. Hamile olduğum öğrenilince poliklinikten doktor istenmişti ve benim doktorum yine başımda belirivermişti. Babamı ve abimi dışarıya çıkartsa da annemin kalmasına izin verdi. Elindeki dosyaları çatık kaşlarla incelerken, sınav sonucunu bekleyen öğrenci kadar tedirgin bir heyecanın içindeydim. Konuşmaya yeltensem önce annem, sonra doktor üstüme gelmekten çekinmeyecekti.

"Nehar'ın bu durumuna daha önce de şahit olduğunuzu söylemişsiniz meslektaşıma" diyerek söze girdi. Muhatabı annemdi. "Erkenden hastaneye getirmekle de iyi yapmışsınız. Çünkü biliyorsunuz ki Nehar hamile. Kendisi hâlâ bunu idrak edemese de durum bu." Yine lafı bana çarptırmayı ihmal etmeyişinin ardından, annemin çatık kaşlarına rast gelince gözlerimi karşı duvara diktim. Bu ikilinin birbirinden farkı yoktu.

"Uyardım dikkat etmesi için. Ama anlaşılan daha katı kurallar lazım."

"Yolda yürürken yağmura tutuldum. Bilerek kendimi hasta etmişim gibi konuşuyorsunuz." Bir umut kendimi savunmaya çalıştım.

"Hayır, Nehar hasta olmaya zemin hazırladığın için konuşuyoruz." Kemikli gözlüğünü çıkartıp, önlüğünün cebine koydu doktor. Biraz daha durgundu, hatta yumuşak bile diyebilirdim. Yanımda annem var diye böyle davranıyor olabilirdi. Ya da ondan işiteceklerimi hesaba katıp üstüme fazla gelmiyordu.

"Çabalıyorum" dedim artık ne yapacağımı bilemez halde. Yapıyordum işte elimden geleni. İlaç, yemek, kontroller ne lazımsa koşturuyordum peşinden. Bebeğime geç kalışımın cezası mıydı bunlar? Çekerdim, daha fazlasına layıktım ama insanların beni eleştirmek yerine bilmediğimi öğretmesine ihtiyacım vardı şu anda.

"Sadece sen değil Nehar. Ailen de çabalayacak. Enise hanım, yardımcı olmanız lazım kızınıza. Evlat sahibisiniz. Bunun sorumluluğunun ne kadar ağır olduğunu da biliyorsunuz. Bu genç annenin görmediği, bilmediği ne eksik varsa siz tamamlayacaksınız. Annelik serüveni hiç bitmiyor. Siz ise yeniden başlıyorsunuz." Sorumluluğumu kimsenin üstüne yüklemek istemezdim ama doktorun bu sözleri beni o kadar rahatlatmıştı ki, belimi kambur eden bir yükten kurtulmuş gibiydim. Doktora teşekkür etmek niyetiyle baktığımda belli belirsiz bir tebessüm gördüm yüzünde. Sonra annelerin yaptığı gibi abartılı bir kaş çatmayla parmağını salladı havada. "Sen de Nehar hanım, annenin yanından ayrılmasan iyi edersin. Söz dinleyeceksin, elini uzatanın elinden tutacaksın. Aksi halde doğduktan sonra çocuğu çatılardan toplayacağız diye korkmuyor değilim." Yine yapacağını yapıp, geçmiş olsun dileklerini ileterek odadan çıktı.

Sahi o kadar mı sorumsuz bir anne olacaktım ben? Yanan genzim yeni gözyaşlarının habercisiydi. Zaten kaç gündür doğru düzgün de ağlayamamıştım. Bir de annem elimi tutunca, açıkla deseler tek kelime edemeyeceğim bir duygusallık sardı içimi. Öyle usul usul ağladım yine.

"Şş niye ağlıyor benim kızım?" Çünkü senin kızın suçlu anne. Sorumsuz bir kızın var.

"Ağlamıyorum" dedim, ağzımdan bir hıçkırık kaçarken. "Hem sen de kızıyorsun bana." Elimi siper ettim yaşlı gözlerime. Bir de alınganlığım eksikti!

"Sana bir şey olacak diye endişeleniyorum Nehar. Dün geceden beri ne kadar korktum bir bilsen! Öyle huzursuz yatıyorsun, sanki tehlikedesin, sayıklıyorsun. Önceki gibi de değilsin üstelik. Sana dokunmaya korkuyorum bir şey yaparım, benden bir zarar gelir diye." Ben de korkuyorum onca şeyden. Bazen nereye oturacağımı bile kestiremiyorum. Durduk yere sorguluyorum yaşananları. Birçoğuna anlam veremiyorum. Sanırım hâlâ da idrak edebilmiş değilim. Dünyada olabilecek en kötü şeyin içine düşmüş olmalıyım; belirsizlik. Ne var ne yok. Ne tam ne eksik...

***

Sabaha çıktığımızda artık eve gidebilecektim. Çok yorulmuştu çevremdeki herkes. Ben iyi hissetsem de onların uykuya ihtiyaç duydukları barizdi. Kendim için değil bebeğim ve çevremdekiler için ayakta kalmalıydım en çok da. Uyumak sadece zamandan yüzümüzü çevirmek yerine geçiyordu artık. Oysa zaman aynı anda herkesin üstünden geçiyordu.

Kapıya getirmeyi teklif ettikleri sandalyeyi reddettim. Adımlarımı önce zihnimde sağlama aldım. Bir niyetti bu. Sonrası Allah'ın izniyle sağlıklı yürümekti. Odadan ayrıldığımda üstümde bol feracem ve omuzlarımdan aşağıya sarkan büyükçe bir başörtü vardı. Bazen örtündükçe kalbimin açıldığını, genişleyip ferahlandığını hissediyorum. Sanki kimse bakışıyla dahi bana dokunamayacakmış, tanınmayacakmışım gibi eminlik ve selamet içinde yürüyorum.

Babam önde, annemle ben bir adım gerisinde yan yana ilerlerken içime dolan ani bir hisle kaldırdım başımı. Sanki biri beni izliyordu, göz göze gelecektik. Adımlarım yavaşladı gözlerim tanıdık bir simaya çarpınca. Asansörün önünde, başını eğmiş elleri cebinde duran adam yüzünden birkaç saniye nefes alamadığımı hissettim. "Eyüp" diye fısıldadım. Beynim adım atmak için komut vermiyordu ayaklarıma.

"Nehar, ne oldu?" Bir şey diyemedim anneme. Konuşabilsem hayalet görmüş gibi parmağımla üç dört metre ötemizdeki asansörün kapısını göstermezdim. "Eyüp" dedim yine sadece. Ateşim düşmüştü, rüyada değildim. Gösterdiğim yere baktı. Asker yeşili gömlek giymiş adam açılan asansör kapısından içeriye girdi. Durmadı, dönmedi benden yana.

"Nehar." Bağlanan basiretimin ipleri yavaşça açılırken asansöre doğru önce yürüdüm sonra koştum. Yine kapalı bir kapı karşıladı beni. Yine elim yetişmedi. Adımlarım yetmedi. Eyüp dedim durdum. Eyüp'e sesimi ulaştıramadım.

"Benzettin kızım" dedi babam. Gerçek değil de benzerlik miydi bu gördüğüm? Aldanışın fotoğrafı mıydı? Ne çok benziyordu hakikaten. Eyüp'ten daha zayıftı, saçları kısacık kesilmişti. Yüzü eğikti ama tanıdık ve özlenmiş siması koşturmuştu beni peşinden. Başkasının peşinden… Kendini kaybetmekse bu halim, onu bulmak içindi. "Eyüp" diye fısıldadım sadece. Kuruyan dudaklarımı ıslatan yaşları silmedim. Kim nerede, nasıl ve ne zaman bilemedim. Babam omzumdan tutup beni göğsüne sakladı. Kalabalıklar ortasında korkmuş çocuğunu bulmuş gibi sarmaladı. Ben ağladım, o iç çekti. Kimin yüreği aradığını buldu, bilemedim.

***

Ayağımı ritmik hareketlerle yere vururken dalgınca pencerenin ötesini seyrediyordum. Önümde ağaç yaprakları, gökyüzü, bazen kuşlar vardı. Hiçbirini görecek halde değildim. Vehim ve gerçek arasında kendimle çatışıyordum. Birinden diğerine koşarken farkında olmadan yoruluyordum. Başımı kaldırdığımda Eyüp'ü gördüğüme ne kadar da inanmıştım oysa. Hayır, inanamamıştım. Sahi bu saatten sonra onu görsem inanabilir miydim?

Ne yapacağımı bilmez halde büküldü dudağım. Sarılacak cesaret bir yana tanıyıp tanımayacağım bile belirsizdi. Bir yabancıya Eyüp diye koştuğum gün anladım bunu. Oysa dünyaca çok zaman geçmemişti aramızdan. Bizce zamandan fazlasıydı geçip gidenler. "Eyüp olsaydı beni görürdü. Eyüp saçlarını öyle kestirmezdi. İnsan kocasını tanımaz mıydı hiç? O adam Eyüp'ten daha zayıftı! Eyüp’ün yumuşak dalgalı saçları çabucak uzadığından bazen dağınık gözükürdü. Fakat çok da yakışırdı." Tekrarladım zihnime yerleştirilmiş cümlelerin hepsini. Bu gün bilmem kaçıncı kezdi bu.

Sonra kapı açıldı, ağır aksak babaannem girdi içeriye. Geldi boş bulduğu yatağımın üzerine oturdu. Sık gelmezdi yanıma, şaşırdımsa da ses etmedim. Yerimden kalkıp yanına geçtim. Elindeki bez çantaya çarptı gözüm. O da epey yaş aldığını belli eden yüz çizgilerinin çevrelediği gözlerini yüzümde gezindirdi. Kısa süre inceledi beni. Belki bir gençlik gördü, belki keder.

"İyi oldun mu bari?" Başımı salladım. "İyi, güzel bakın kendinize." Ellerini dizimin üstüne vurdu birkaç kez. "Gençsiniz, ömrünüzün baharındasınız." Bu alışılmış cümleyi söyleyen, ömrünün son baharındaki babaannem olunca insan itibar ediyordu. "Biz dalların yaprak döktüğü mevsimdeyiz" dedi derin bir nefes vererek. Kaç yaşanmışlığın nefesiydi bu? Özlem gibiydi, biraz da yorgunluk vardı. O günlere dön deseler, dönerdi. Haydi, esas memlekete gidiyoruz deseler, giderdi.

"Yeni mevsimler de gelir babaanne. Dünya dönüyor ne de olsa." Su bol bol akıyor, içebildiğin kadar iç der gibiydim. Acemiliğime güldü kısa kısa. Sonra elindeki bez çantayı uzattı kucağıma.

"Bu senin için. İçinde birkaç küçük hatıra var. Beni hatırlarsınız, ardımdan bir Fatiha okursunuz." Bu armağanları alsam ama babaannemin ardında kalmasam olmaz mıydı? Sevmiyordum böyle konuşmaları. Yaşı gereği kendini gitmeye hazırlamış, evdekilerde güzel izler bırakmaya çabalıyordu. Ama ben gidenin boşluğunu içimde taze bir ağırlık olarak taşırken, kendi halinde nefes alan babaannemin hanesini değiştirmesini istemiyordum.

“Kucağında büyüdük sayılır. Bizde çok hatıran var babaanne.” Ufak bir tebessüm etti. Metanetle kalktı gitti yanımdan. Ah şu büyükler! Bilmeceleriyle kafamı karıştıracakları yaştayım hâlâ. Söylediklerinden sonra esecek fırtınaları da sezebiliyorum üstelik. Elimdeki çantadan bir bana, bir de küçük bir bebeğe patik çıktı. Altın bileklik künye düştü aralarından. Üstlerine bir damla gözyaşım aktı. "Giydirebildiğim gün de yanımda ol babaanne" diye fısıldadım arkasından. O beni duymadı.

***
"Neden daha önce haber vermedin Nehar?"

"Bu kadar endişeleneceğini bilemedim Eyüp."

"Ne kadar korktuğumdan haberin var mı? Seslendim ama cevap vermedin, defalarca adını andım. İnsan... Ne yapacağını bilemiyor."

"Özür dilerim niyetim korkutmak değildi. Hep böyle olur kendimi bildim bileli, hiç de gitmek istemem hastaneye. Sanki korku kalmış içimde."

"Benim de hastaneden neredeyse korktuğumu biliyorsun. Ama bu korku sevdiğini kaybetmenin önüne geçmez. Ben ki en sevdiğini orada kaybetmiş biriyim."

Loading...
0%