@yesilkutuphane61
|
İstanbul, gözüm yoksa da yolumun düştüğü şehir. Kendime rota ararken okuma programı için bir davet geldi Zeynep'ten. Yalnızca bir kere gördüğüm birinin davetine icabet edeceğime şaşıranlara güldüm. Allah, lütfediyordu insanlara. Hazırlanmış valizim fiili bir duaydı sanki ve kabul olmuştu. Sabahın beşine alınan bir biletle İstanbul'a gittim. Her birisi ellerine aldıkları kitaplarla latif birer hanım olmuş benden yaşça küçük veya yaşıtım kızlarla günlerce kitap okuduk. Şen halleri, gülen yüzleri insanın içini ısıtıyordu. İnsanların kendi içindekilerle boğuldukları dünyadan, bir başkasının var olduğunu ispat ediyorlardı. Hafif tebessümlerle hep köşelerden seyrettim onları. Zeynep ilk gördüğümdeki gibiydi. Yanıma sık sık gelip, tatlı tatlı sohbetler ediyordu. Akşam derslerini dinliyorduk. Zaman geçmesi gerektiği kadar verimli geçiyordu. Fakat benim varlığıyla beni halden hale sokan oğlum tanımadığım doktorların kapısında, tedirginliğime sebep oluyordu. Hep sağlık hikâyemi baştan anlatmak ve yaptığım şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu dinlemek durumunda kalıyordum. Ağırlaşan uykularım, açılmaya başlayan iştahımla burada kurulmuş düzenden göze batacak kadar ayrı hareket etmeye başladığımda Bolu'ya giden ilk otobüsten biletimi aldım. Tatlı bir veda, engellenemeyen duygusallıkla İstanbul'daki arkadaşlarımdan ayrıldım. Düşünebilmek büyük nimetti esasında. Bir robot gibi, hissizce zaman nehrine kendini bırakmaktansa, üzülmenin dahi tadına varabilmek yaşamaktı. Tebdil-i mekânda hayır var derlerdi, yeni renkler görmek iyi gelmişti bir nebze de olsa. Neredeyse dört saat süren yolculuğun ardından, derin bir nefes aldım. Bu halde hiç çekilmiyordu yol. Fakat sızlanmaya hakkım yoktu. Kimseye söz hakkı tanımadan gelen de bendim, giden de bendim. Haftada iki kez konuşup endişelerini gidermek haricinde, ailesine mesafeli duran da bendim. Valizimi bir köşeye çekip, uykulu gözlerle soğuk havaya direnmeye çalışarak babamı beklemeye başladım. Gardan beni alacağını söylemişti. Bu sıralar içim çok garip. Bir anda gülesim geliyor, sebepsiz bir mutlulukla kalbim çarpıyor. Sonra buna bir sebep olmadığını hatırlatan düşüncelerin içine dalıp ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Hiç ailesinden ayrılmamış biri gibi duygusallaşırken, seslerini duyunca gözyaşlarım akmasın diye direniyorum. Külliyatımdan bir parça bıraktığım Eyüp, son haliyle aklıma gelip duruyor. Yanımda olsa, kendimi tutamam sarılırım diye düşünüyorum. Rüyalarıma girdiğinde, ne kadar kızgın olduğumu hatırlatıyorum kendime defalarca. İyileşti mi, kendine bakıyor mu? Merak ediyorum. Diyorum, bu sıralar içim çok garip işte. Dikkatimi dağıtan, birkaç metre önümde duran araba oldu. Babam siyah montunun fermuarını boğazına kadar çekmiş bir halde arabadan indi ve ben ona yönelmişken hızlı adımlarla yanıma yürümeye başladı. Babam... Kötülüğün yoktu esasında ama hep kırgın düştük seninle. Ağarmış saçlarına benim yüzümden yenileri eklendi. Sen ki sevdiklerinin dertlerini üstlenmeyi adet edinmiş birisin. Değil teşekkür beklemek, gün geçtikçe kabuğuna çekiliyorsun. Valize elini atıp da kızına sarılmak için duraksamandan anlıyorum. Malum bir özlem var, ben buradayım diyen. Senin yapmadığını ben yapayım bu gün. Kollarımı açıp boynuna dolayayım. Hem üşümüşüm, sen sıcacıksındır şimdi. Ben kederlerimle yirmi gün koydum arama. Birbirimize sıkıca sarılabiliriz bu yüzden. İçimdeki deniz biraz daha durgun gibi, belki konuşabiliriz yeniden. Özlemiştim herkesi. "Hoş geldin Nehar'ım. Haydi geçelim arabaya, ellerin buz gibi olmuş." Yola çıktık, neşesine karşı gülümsemekle yetindim. Şuracıkta uyuma fırsatım olsa değerlendirirdim. Bir de karnım acıkmıştı. Annemin hazırlayacağı yemekleri düşünerek kendimi teselli ediyordum. Babam arka arkaya sorular sorarken, aklımı yemekten çekmeye çalışarak kısa cevaplar verdim. Fakat kırmızı ışıkta durduğumuzda, gözüme çarpan lokanta sabrımı fazlasıyla zorladı. Ve ben artık dayanamadım. "Şurada yemek yiyebilir miyiz?" dedim bir çırpıda. Babam şaşırdı, duraksadı, sonra şerit değiştirmek için müsait bir zaman kolladı. "Tabi yiyelim kızım. Kabahat bende, yoldan gelene bir çorba içirilmez mi?" Söylediğiyle güldüm, ortada bir kabahat değil çorbayla yetinmeyecek midem vardı. *** "Sen" diyebildim gördüğüme inanmakta güçlük çekerken. "Hoş geldin Nehar." Kahverengi kadife bir gömlek giymiş Eyüp koltuğumda oturmuş, beni karşılıyordu. Taburcu mu olmuştu artık? Geleceğimi babamdan öğrenmişti muhtemelen. Fakat bu ona odama girme hakkı vermezdi. Arkamda bir kalabalık bırakıp kapıyı iyice kapattığımda, Bayazıt beyle rahatça hesaplaşabilirdim. "Ne arıyorsun burada?" "Seni." Yerinden kalkıp yanıma doğru geldiği o kısacık zamanda, sağlık durumunu kontrol ettim. Sendelemiyordu, yüzüne renk gelmişti. Saçları uzuyordu azar azar. Yumuşacık, dalgalı… Nehar! "Benden kastın sevdiklerinden şüphesi olmayan o güleç yüzlü kızsa, burada bulamazsın onu." Karşıma geçme cesaretini bulmuşsa kendinde, her taarruzuma katlanmak zorundaydı. Pes edene dek! "Hasta bir adamın buhranının karanlığına maruz kalan o kızdan söz ediyorum, evet. Biliyorum onu burada bulacağımı." Yirmi gün önce ağlayarak uyuyan Eyüp'ten daha farklı bir adam vardı karşımda. Bana hissettirmeye çalıştığı bir kararlılıkla konuşuyordu. Suçunun bilincinde, pişmanlık cümleleri kuruyordu. Gözlerini gözlerimden hiç çekmiyordu. "O kız sönmeyecek ışıkların peşinden gidiyor şimdilerde." Güldüm alayla ve sıyrıldım Eyüp'ün bakışlarından. "Yolu yarılamıştır çoktan, yetişebilir misin?" Amaçsızca dolabı açıp içine göz gezdirirken verdim cevabı. "Sanmam." "Gideceğini söylememiştin Nehar." Ve sen yapacaklarımı sorgulamadan kabul etmekle mesulsün Eyüp. "Ben uyandım, sen yoktun." Yaşadıkça anlayacağız bu hayatı. "Sonra öğrendim ki İstanbul'a gitmişsin." En azından gittiğim yeri biliyordun. "Yanlış anlama, ben sana bir şey deme hakkını bulmuyorum kendimde." Haklarımızı alıp, bizleri ayıplara sürükleyen de sendin. "Yeni bulmuşken birbirimizi, bir anda yokluğun içime oturdu sadece." Dolabın önünde oyalanmayı bırakıp odama sızmış Bayazıt beyin karşısına geçtim tekrar. "Yüzleştin mi Eyüp?" Ve Eyüp yüzleşti habersiz terk edişlerle. İnsanın sesini ulaştıramamasıyla, pencerelerin ardından beklemelerle, açılmayacak kapılarla, çalmayacak telefonlarla, kandırmak nev'inden bir gülümseme ile son görüşle yüzleşti Eyüp. Bir intikam tasarlamamıştım kafamda, nefes almak için gitmiştim. Fakat bu gidişin ardından Eyüp'ün beni anlaması içimi rahatlattı bir nebze de olsa. Çünkü artık faydasız özürler savurmak yerine iç muhasebesini yapacak hale geldi. "Dinlenmek istiyorum" dedim Eyüp'ten ses gelmeyince. Bilirdim bu sessizliği, yeni pencerelerden şaşırtıcı manzaralar seyreder gibi tutulu kalırdı insanın dili. Baktı halime, başını salladı. "Tamam, sen dinlen. Sonra konuşuruz." Sonrasına olan inancı nereden buluyordu bu adam? Konuşmalıymışız da yorgunum diye bana izin veriyormuş gibi davranıyordu. Eskisine nazaran daha ciddi ifadeler takınıyordu. Nehar'ı arıyordu da, Eyüp'ü kaybettiğini göremiyordu. "Burada mı kalıyorsun?" Odadan çıkmadan, gidermek istedim merakımı. "Bir süre öyle olacak. Alt kattayım, dedenin yanında." Eli kapıda, başı hafif bana dönük ama bakışları duvarların ötesini görmek ister gibi keskin ve dalgındı. Epey suskun, içten kırgın olsak da bakışlarıma yerleştiğinden memnun olduğum bir soruya daha cevap verdi Eyüp. "Sonrasına olan bir inancım var Nehar. Dolabında sakladığın kazağım yeni yarınlar fısıldadı kulağıma." Ah kapıları kilitlemişken bavuluma süzülen kazak! Ben umut çalmışım geçmişten, bana da fısıldayan vardı dinlememişim. Eyüp'e göre iyi etmişim. Sonra kısa bir sessizlik oldu, bahane üretecek değildim. Yeni bir umuda da hazır değildim. Yalan değildi, yorgundum. Odamın eşiğindeki adam eskisi kadar tanıdık değildi. Ve kapı açılıp kapandı. Ben göndersem de, ufacık bir gidiş olsa da bu tanıdık bir sızı hissettim yüreğimde. Kendime, Eyüp'ten daha çok çektiriyordum bu çelişkili hislerimle. *** “Gel bakalım delikanlı, otur şuraya.” Babam yanımdaki boş sandalyeye oturttu Eyüp’ü. Sofranın başında, tüm evlatlarının yanında oluşunun tebessümü vardı yüzünde. Benim de sol yanım doluydu artık, rüzgâr sert esse doğrudan işlemezdi iliğime kemiğime. Yine de kapatmak lazımdı pencereleri. Bu kışa güven olmazdı. Kalın giyinmek gerekirdi, boşluklar her an oluşmak için zaman kollardı. Tabak kaşık sesleri duyuldu bir süre. Domates çorbası yapmışlardı, çok severdim. Şehriyeli pilav, fırında tavuk yemeği… “Erik kompostosu yaptım” dedi Mercan. Sürahiden bardaklara doldurup ikram etti hepimize. Abim gelişime seviniyordu ama başını kaldırıp da yanımdaki Eyüp’le göz göze gelmiyordu. “Salata marifetli parmaklarımın eseri!” Güldüm Bahar’ın neşesine. Uzattığı peçeteyi aldım. Tabağımın yanına koyacakken iki tane verdiğini fark ettim. Fazlasını uzatacaktım ki kaş göz işaretiyle birini Eyüp’e vermemi söyledi. Oysa yan yanaydık, benim oyunbaz kız kardeşim de bu ufacık eylemi gerçekleştirebilirdi. Peçete tutmuş elim havada kalınca, masanın orta yerine bıraktım peçeteyi. Yemeğime odaklandım. “Elinize sağlık, her şey çok lezzetli görünüyor.” Tabağımdaki çorbayı soğuması için karıştırırken teşekkür ettim hepsine. Önüme bakıyordum fakat farkındaydım üstümde gezinen bir çift gözün. Tek bir kişinindiler. Şimdi sessizce yemeğini yiyor olmalıydı sahipleri. İhtiyaç hissedince, uzanıp peçeteyi almalıydı. “E hadi bismillah.” Babam sabırsızca böldü ekmeğini. Hadi ben acıkırdım da ona ne oluyordu? Gerçi sabah da fazla yememişti. Sofradaki coşkuya karşın, silemedim yüzümdeki gülümsemeyi. Öyle ki yanlışlıkla Eyüp’e baktığımda bile geç kaldım somurtmakta. Ama aynı çatı altında, o böyle yakınımdayken korkuyorum bir gün ihanet edeceğim terk edilişime. *** "Ah kızım, bilmediğin yerde ne diye yemek yiyorsun? Annenin tertemiz yemekleri evde dururken seni oralara götüren babana da soracağım bu yaptığını!" Islak yüzümü kurutmak için uzattığı havluyu alırken midemin rahatlamasıyla derin bir oh çektim. Başka yerde yediğimden değil, çok yediğimdendi bu halim. Eve gelince karnım açmış gibi tekrar sofraya oturursam olacağı buydu. "İyi misiniz? Nehar iyi misin? Bir şey söyleyin bana." Banyo kapısının ardından gelen sesle Eyüp'ü hatırladık. Annemle birbirimize baktık sessizce. Bizce sıradan olmuş bulantılar, Eyüp için yeniydi. Ve kendimi banyoya zor attığımda bir hayli korkmuştu. "Haydi, çıkalım. Eyüp'e de söyleyelim endişe etmesin." Yürümemde bir sorun yoktu ama her yanıma gelen, koluma girmek mecburiyetinde hissediyordu kendini. En çok da annem yapıyordu bunu. Bir keresinde her an bayılıp düşecek gibi duruyorsun demişti. Yalan değildi. Kapıyı açınca Eyüp'ü gördük endişeli gözlerle bize bakarken. "Nehar!" Ani bir refleksle ellerini yüzüme kaldırmaya niyetlenince hızla geri çekildim. Sarmalayacaktı beni o hasta haliyle, destek olacaktı. Bir zamanlar en çok istediğim şey buydu. Şimdi içimde külleri savrulmuş hevesler vardı ancak. "Ben... Affedersin" dedi afallamış bir halde. "İyi misin? Yüzün bembeyaz olmuş, hastaneye gidelim mi?" "Gerek yok, iyiyim." “Ama kötü oldun, aniden kalktın öyle.” “İyiyim Eyüp, geçti.” Tedirgindi, itimat etmiyordu sözüme. Annem müdahale etti ikimize. "Yatırırım kızımı, bir de nane limon yaparım. Yarım saate toparlar inşallah." Eyüp'ün anneme olan inanmaz bakışları içimde bir gülme isteği uyandırdıysa da ciddi ve mesafeli duruşumu bozmadım. Ona kalsa ambulans bile çağırırdı. "Ben, yardım edeyim o zaman." Bu sefer kibarca uzattı elini. Alnıma, ben tek başıma yürüyebiliyorum yazsam, bu muameleden kurtulur muydum? Davetini sessizlik içinde reddettim. Annemin kolundan da çıktım. Kapıyla iki endişeli insan arasına sıkışmış bedenimi iyi olduğumu göstermek isteyerek dikleştirdim. "Tek başıma halledebilirim" dedim "sen odana gidebilirsin." Benimle inatlaşmaması gerektiğini biliyordu. Henüz onun bu eve geliş hikâyesini anlattıramadığım anneme baktı beni emanet eder gibi. Bir öncekinde de babama emanettim ben. Ah Eyüp, varlığın yasak değildi bana. Fakat kaderin gitmekle yoğrulmuşsa benim gücüm yetmez seni durdurmaya. Merdivenleri inişini izlerim yalnızca. Bir de bir alt katımda uyuyor oluşunun garipliği sarar içimi. Yatağıma oturduğumda, başımdaki yazmayı saçlarımın üstünden çekip aldım. "Daha iyi misin Nehar?" Defalarca kez iyi olduğumu söyledim anneme. Şimdi şükrediyordum düzelmemiş hastalığımdan bahsetmediğime. O, ilaç kullandıkça geçtiğini sanıyordu. Bense doğruları söylemeye cesaret edemiyordum. Görünüşte hiçbirimiz yalan söylemiyorduk. Fakat gerçekleri gizlemek de bir çeşit yalan değil miydi? "Eyüp'e öyle dedim ama hastaneye gitmek istersen söylerim abine." "Anne, niye böyle yapıyorsun? Hiç mi kötü olmadım senin yanında? Hastaneye mi gittik her seferinde? Ben geldim başladı yine mesain. Kendimi kötü hissediyorum böyle olunca." "O ne biçim söz, evladımsın sen benim. Mesai falan yakışıyor mu ağzına hiç?" "Bilemeyeceğim artık." Annemi sakinleştirmenin tek yolu buydu ve işe yaramış gibi gözüküyordu. Ayakucuma oturdu. “Bilemeyecekmiş… Bilmezsin tabi. Sen yokken ne kadar endişelendim, merak ettim, özledim. Anne olunca bile anlayamazsın sen beni.” “Defalarca söyledim anne, endişelenmene gerek yoktu. Öyle güzel bir yerdeydim ki günlerdir. Yüzümün rengine baksana, aynalar mutlu ediyor artık beni.” Kısaca güldü söylediğime. Gözlerinin radarına aldığı yanaklarımı sıktı. “Tombik olmam inşallah” dedim biraz korkarak. “Olmazsın, beslenmene dikkat etmeye devam et. Sana çok yakıştı bu hal. Bir başka oldun sanki.” İçim de bir başka anne. Tarifi zor fakat bambaşka… Yutkunup odanın duvarlarına bakındım. Saat ilerlemeden önce cevaplarımı almam lazımdı. Hemen soramadım. Çekindiğimden mi, değil. Nasıl diyeceğimi bilemedim. Annem de anlamış olacak ki halimi “sor hadi sor” dedi. "Eyüp ne zaman geldi?" En yalın haliyle açtım konuyu. Gülümsedi. "Taburcu oldu sen gittikten birkaç gün sonra. Zaten artık tedavisine evde devam edilmesi gerekiyormuş. Düzenli beslenme, kontroller, iyi bir bakım lazımmış. Bir açık kapısı burasıydı. Baban da aldı geldi." Eyüp kendini kabul ettirmek isterdi aileme ama böylesini hayal etmemişti eminim ki. Babamın koruması altına bu denli gireceği, dilediği kadar kalsın diye ona bir oda verileceği söylense gülerdi. Hayallerin güzel Nehar, biraz da gerçekleri konuşalım derdi. Ben ki İsmet beyin kızını almış başka şehre götürmüşüm, bana bir bardak suyu boğulayım diye vermediğine dua et. Sonra, kızsa da babamın merhametinden bir şey eksilmeyeceğinden söz ederdim. Merhametli adamdı babam. Çatılmış kaşlarının altındaki gözlerinde saklardı kendini. "Nehar'ım, ben de çok kızdım seni bırakıp gittiğine. Hastalıkta sağlıkta diye söz verdiniz ne de olsa. Ama görsen bir mahcubiyeti var. Bir kâse çorbayı zar zor içiyor. Sen gelene kadar baban çağırmadıkça çıkmadı odadan. Utangaç çocuk belli… Gel de o hasta haliyle, bu eve giremezsin, de. Denmez ki. Sizin ilişkiniz ve kararlarınız başka, bizim anne babalığımız başka." Denmez tabi. Utangaçtır Eyüp, mahcup olur. Kimseden bir şey almak istemez, yük olduğunu düşünür. Esasında kalmazdı burada, benim döneceğim yer olmasaydı. Benden başka kimse kovmasın Eyüp'ü. Çok ağırına gider biliyorum. Bense haklılığıma ve Eyüp'ün pişmanlığına güvenip ters davranıyorum ona. Yoksa kimsesiz Eyüp'ü hasta haliyle gönderecek değilim. İyileşene dek özür dilemek bahanesiyle kalsın burada. Sonrasını bilmiyorum. "İyi yapmışsınız" dedim düşüncelerimden ayrılıp. Annem daha büyük bir cevap bekliyordu belli ki. Kalkmış kaşlarıyla söyleyeceğim her kelimenin avcılığını yapacak konumdaydı. “Ne olacak bundan sonra?” Anlam veremeden baktım yüzüne. “Eyüp’le diyorum, ne karar vereceksiniz? Kızım, yirmi gündür uzaksın bizden. Kırgınlıklar silinsin, biraz dinlenesin diye gittin biliyorum. Fakat hiç mi düşünmedin bu çocuğu? İstediğin kadar kız, vazgeçtim de, parmağından çıkar yüzüğü at. Şöyle sakin bir vakitte aklına gelmiştir muhakkak.” Gelmez olur mu? Gitti mi aklımdan? “Aynı evin içindesiniz artık. Anne baba olacaksınız yakın zamanda. Oturup konuşmanız, karar vermeniz gerekecek. Kaçmakla olmaz hep.” “Kaçmıyorum” dedim kaşlarımı çatıp. Aslında köşeye sıkışmışlığımdan bunalıyordum. Annem doğruları söylüyordu. Çıkamadığım sokakları tarif ediyordu. “O yüzden mi gittin İstanbul’a? Eyüp’ten, bizden, geçmişten, en çok da kendinden kaçtın. Ama bak, yine birlikteyiz. Demek kaderde aynı çatı altında yaşamak var.” İnşallah denilesi bir kaderdi. Dönüp babama sarılmak, annemin sıcaklığını hissetmek, abimi görmek, Eyüp’ü bulmak karşımda sapasağlam… Hep böylesini isterdim değil mi? “Kaçmayayım anne, peki. Düşüneyim, karman çorman ip yumaklarına dönsün kafamın içi. Ama bana yardım et. Tek bir şey söyle. Sence affedebilir miyim Eyüp’ü? Sana aynısı yapılsa, affeder miydin babamı?” Baktım kaçırdığı gözlerine. Eyüp’e bir kızgınlığı olmasa, damadı beni bu hale getirmese kendinden emin affederim derdi. Yalan söyleyemiyordu. Doğruyu söylese, yangına körükle gittiğini düşünecekti. Benim yangınım sönmüştü. “Yirmi gün yetmez size.” Derin bir nefes aldı, beni anladı. “Üstüne gelmeyeceğim daha fazla. Özlemişim, çok fazla düşünmüşüm arkandan. Hepsini bir gecede söyleyiverdim işte. Tamam, düşünme şimdilik. Yat dinlen haydi.” Kalktı yerinden. Bana zaman vererek yardım etti. Anlayışı yumuşattı kalbimi. “Üstümü değiştirip yatacağım, iyi geceler.” “Eyvah!” dedi bir anda. “Ne oldu anne?” "Daha nane limon yapacaktım, dur uyuma." Sohbet arasında unutmuş olsaydı keşke. Nereden gelmişti şimdi aklına? Hiç de içesim yoktu. Üstümdeki elbiseyle bile yatıp uyuyabilirdim şuracıkta. Öyle yorgundum. "Hayır, anne iyiyim gerek yok." Yorganımı çekiştirmeye başladığımda koşar adım kapıya gitti. "Beş dakika bekle, sakın bak uyuma!" Beş dakika değil bir dakika bile bekleyecek halde değildim. "Uyursam sen iç anne." "Nehar!" "İyi geceler." *** “Gittikçe yakınıma geliyorsun Eyüp. Fark ediyorum.” |
0% |