1. Bölüm

1- ONDA İKİ

Zehra
yesilkutuphane61

Selam, nasılsınız? Hikâye başlar başlamaz araya girmek istemezdim ama bazı şeylerden bahsetme ihtiyacı duydum. Erişim engeli geldiğinden beri başka bir uygulamada yazmıyordum. Sonra oradaki kitaplardan ikisini burada da paylaşmak istedim. Bu süreçte kalem boşluktaydı biraz. Bir aydan fazladır oturdum klavyenin başına. Ufak bir serüven geldi aklıma. Yazayım dedim. Aslında kendimi eğlendirecektim, yayınlamayı düşünmüyordum ama belki biraz renk katar bize diyerek paylaştım ani bir kararla. Bir müddet durmasında sakınca görmedim. Şu bir kaç günde final bölümünü yazıp tamamlarım inşallah. Düzenledikçe de buraya bölüm atarım. Of... Heyecanlandım. İnsan bazen böyle acayip işte.

Açıkçası buraya da alışamadım. her platforma yabancı gibi hissediyorum. Yaşlanıyor olabiliriz. O yüzden karışıklık veya eksik olursa şimdiden bunun nedeninin yabancılığım olduğunu bilmenizi isterim. Benim telefonuma bildirim gelmiyor. Kontrol etmediğim müddetçe de göremiyorum yorum veya oy bildirimlerini. Geç dönersem ve görmezsem sebebi de budur. Öncesinden hikâyelerde tanıştığımız kişiler için bu bir selam konuşması, yeni geleceklere de "hoş geldiniz" mesajı olsun. Bir pano olsaydı bunları orada yazabilmek isterdim. Şimdilik böyle idare edelim.

O zaman daha fazla tutmayayım sizi. Hoş geldiniz. Ziyaretinizden memnun olduk. Umarım bu ufak hikâyeyi okurken keyif alırsınız. Desteğinizi esirgemezsiniz. Selametle...

***

Ekim 2002 Sakarya

Adı, hafızama kazınmış kadının hayatına damdan düşer gibi girişimle başladı hikâyem. Çoktandır yaşıyordum dünya üzerinde fakat gerçek bir kimlik lazımdı bana. Yapay çiçeklerin minnetsiz bir duruşla köşelerde salınması, suyun toprağa olan özlemini arttırırdı yalnızca. Yalan serüvenlerden, kalıplara dökülmüş sevgilerden kaçıyordu yağmur. Gerçek bir orman arıyordu. Sema esir olur muydu hiç! Gökten düşen yolunu bulmaz mıydı? Rüzgâr henüz açmamış goncalara kavuşmaz mıydı? Bahara mani ayrılıkların düşmanıydım bir kadının gözyaşı olduğumu öğrendiğimden beri.

Dağdan düşüp yuvarlanmış kayalar vardı yolumda. Düzelir miydi, gücüm yeter miydi kaldırmaya? Düşündüm, yürüdüm, koştum. Gecelerce aklıma üşüşen bin bir ihtimali ardımda bıraktım. Zamanla azaldı sayıları, onda iki kaldı geriye. İhtimal ki payıma düşen; onda iki mutluluk. Biri bana, biri ona. Geriye kalanlar, bırakalım kalsın. Karşımdaki gerçek olsun da bir olsun. Beni de alsın yanına. Kim olduğumu bileyim, konuşsun saatlerce. Hakikati anlatsın bana. Masallara inanmayanlardan olduğuma sevinsin. Büyüdüysem de son gördüğü halimin sevgisiyle muamele etsin.

Bunca istekle, bunca beklentiyle tam olarak damdan düşerek girdim bir kadının hayatına. Hiç çıkmamalıydım aslında. Hiç ayrılmamalıydım yamacından. Doğrusu buydu. Fakat benim hayatımda o kadar az doğru vardı ki! Sağ elimin parmakları kıpırdanıyor, saymak için harekete geçiyorlardı ama zihnim sadece iki hakikati dillendirip duruyordu. İki gerçek, onda iki ihtimal mutluluktu. Biri gözyaşıydı diğeri teselliydi ama gerçektiler işte. Hikâyemdi onda iki ve yağmur goncalara henüz kavuşmuşken ayrılamazlardı.

Bedenimdeki tüm ağrı sızıları unutturacak keskin uçlu bir heyecan yüzünden kalbim acıyordu. Gözlerim açık, tavanı seyrediyordum. Yalnızca bu kadarına yetiyordu gücüm. Bu yola çıkarken kendime olan güvenin bir kısmını harcamıştım. Cebimde, çantamda bir miktar daha cesaret sakladığımı zannediyordum aslında. Ne yazık ki aradığım kadının sesini duyunca telaş edip düşürmüşüm bir yerlerde. Aralık kapının arkasında genç bir adamla konuşuyordu. Adamı net bir şekilde görebiliyordum. Gecenin bu saatinde yaralı bir yabancıyı eve almak onu huzursuz etmiş olacak ki ısrarla aynı şeyleri söylüyordu. “Gonca abla, hastaneye bırakalım…” Onun ismini duyduktan sonra diğer kelimelerinin benim için bir önemi kalmıyordu. Derin bir nefes vermem gerekirdi aslında. Nihayet varmıştım toprağa, bitmişti yeni başlayan yolculuğum. Ama kıpırdamaya bile korkuyordum.

Kaç dakikadır yattığımı bilmiyordum. Koridordaki ışığın süzüldüğü odada bir de gece lambası yanıyordu. Etrafımdaki nesneleri görebiliyordum. Bir masa, kitaplık ve dolap vardı karşı tarafta. Yattığım yatağın yan tarafında bir baza daha vardı. Buranın sıradan bir ev olmadığını henüz gelmeden biliyordum. Kimsesiz çocukların barındığı temiz bir yuvaydı. Depremden sonra kapıların açıldığını öğrenmiştim. Sonra da kapatmamışlardı. Ben de zile basarak içeri girmeyi hayal etmiştim ama planladığım gibi olmadı. Bol gürültü ve biraz hasar eşlik etti adımlarıma.

Artık kalkmam gerektiğini düşündüm. Üstümdeki kıyafetler de ıslaktı zaten. Yeni idrak ediyordum bazı şeyleri. Başımı sert çarpmıştım. Uyanmak ve kalkmak da kolay değildi. Nitekim doğrulup ayağımı yere bastığımda da hissettiğim şiddetli ağrı sebebiyle “ah!” diye sızlandım. Bunu nasıl yaptığımı hatırlamam uzun sürmedi. Esas garip olan unutmamdı zaten. Şaşkınlığımın, heyecanımın ne denli büyük olduğunu daha iyi anlayabiliyordum. Sağ elimle bacağımı sıvazlarken önce acıyla yüzümü buruşturdum. Sonra gözlerim şaşkınlıkla kocaman açıldı, koluma baktım. Bileğimde bir sargı vardı. Motordan düştüğümde yerdeki cam parçasıyla yaralandığım an geldi aklıma. “Ben kendime neler yapmışım böyle” diye hayretle konuştum. On kişiden dayak yemiş gibi gözüküyordum.

Aralık kapıdan Gonca Saraç uzattı başını. “Uyanmış” diye fısıldadı yanındaki genç adama. Kapıyı açtılar. Koridordaki beyaz ışık odayı iyice aydınlattı. Ben mavi göğün altında, gün ışıklarıyla renklerin canlı tonlara büründüğü bir anda karşılaşmak isterdim yanıma yaklaşan kadınla. Adını öğreneli çok oluyordu. Fakat bir fotoğrafı bile yoktu elimde. Yüzünü, saçının rengini, gözlerinin ışıltısını, gülümsemesini görmek için bu oda çok dar ve yetersizdi. Temkinli hareketlerle yanıma oturduğunda yaptığımı yapıp yüzümü inceledi. Bildiklerimi bilmiyordu, beni tanımıyordu, onun için bir yabancıydım fakat tüm bunlara rağmen yalnıza benim şefkat diye nitelendirebileceğim bir his vardı bakışlarında. Sanırım herkes görmek istediği şekilde yorumluyordu hisleri.

“İyi misin? Canın acıyor mu?” Çok… Kursağıma dizilmiş kelimeler. Nefesimi kesiyor. Sol yanımda hastalıklı hisler büyümüş. Tertemiz sevgilerin özlemiyle yanıp tutuşuyorum. Acayip olan bir şey var. Aslında ben seni hiç tanımıyorum. Peki, neden şüphesiz bir inançla çıktım karşına? Neden herkesten farklı olduğunu savundum içten içe? Öyle olmalı. İnandığım ikinci ihtimalsin sen. Birincisi her şeyin yalan olduğuydu. Sen doğru olmalısın. Düşünceli sessizliğim uzun sürünce, gözlerini benden çekip ayakta dikilen genç adama çevirdi. “Senin dediğini yapıp hastaneye mi götürseydik Osman?”

“Geç bile kaldık abla.” Elimin üstünde Gonca Saraç’ın sıcak avcunu hissedince irkildim. Korktum sandı, geri çekildi. Keşke daha sıkı tutsaydı. Gözlerim doluyordu yavaşça. Ama artık konuşmalıydım. Yoksa beni alıp götüreceklerdi. Hastanede bırakıp döneceklerdi belki de. Başını salladım hızlıca.

“Yok… İyiyim ben, gitmeyelim” dedim. Kadının yüzüne aydınlık bir gülümseme yerleşti. Bu sefer omzumu sıvazladı. Sanki dokunmaktaki tek çekincesi benim yabancı olmamdı. Ve ben de mesafeleri aşmak için gelmiştim.

“Uyanmana çok sevindim. İyi hissediyor musun sahiden?” Sessizce onayladım. Beni karşılayan yağmur hâlâ devam ediyordu. Şimşek çakınca farkına vardım. Oysa sesi hep kulağımdaydı. “Adını söyler misin?”

“Yağmur” dedim cılız bir sesle. Adımın Yağmur olmasını ister miydi? Doğduğumda bana başka bir isim vermişti. Bir bedende iki hayat taşıyordum ama ne yazık ki hiçbir yere ait hissetmiyordum. Şimdi sadece yüzüne bakmak, ne kadar benzediğimizi görmek istiyordum. Dilime ket vuruyordu ilk karşılaşmamız. Düşüncelerimden habersizdi. Gizleyemediği bir telaşla kaşlarını kaldırdı. Yine de konuşurken temkinli ve sakindi.

“Bize neler olduğunu anlatabilecek misin Yağmur? Aileni aramak istedik ama…” Çantamdan telefonumu almış olma ihtimalleri vardı. Kimseye haber vermemiş olmalarını umdum. “Bu saatte endişelendirmek istemedik.” Derin bir nefes vermek istedim. Bu saatte, kaza yaptığım için evi arasalardı işler büsbütün karışırdı.

“Polisi aramalıydık” diye araya girdi adını cümlelerin arasında duyup öğrendiğim genç adam. Karşıma geçti. Alnına dağılmıştı saçları. Bıkkın görünüyordu biraz. “Sizi hastaneye götürmeyi de teklif ettim ama Gonca abla gerek olmadığını söyledi.” Kadın bir yabancıya şikâyet edildiğinden mi yoksa bana karşı mahcup olduğundan mı bilmem kaşlarını çatıp Osman’a baktı.

“Nil muayene etti, korkulacak bir şey olmadığını söyledi ya oğlum. Bileğindeki kesik de derin değilmiş. Öyle olmasa ben göz göre göre evde tutar mıyım kızı! Hiç olmazsa sağlık ocağına götürürdüm.”

“Nil sadece bir kesiğe pansuman yaptı Gonca abla. Bu kız önce motor kazası geçirdi sonra çıktığı damdan düştü. Sence evde muayene etmek yeterli mi? Ya bir yeri kırıksa, ya iç kanaması falan varsa!” Osman’ın dışarıdan bakan bir göz olarak endişeleri yerindeydi aslında. Ama kaza yaptığımda dizlik, kolluk ve kask takıyordum. Büyük bir hasar almamıştım. Dama çıkarken kaskı savurmasaydım, düştüğümde başımı çarpmam bir sorun teşkil etmeyecekti. Daha hızlı koşmak ve önümü görmek için kaskı çıkarmayı bir kurtuluş olarak görmüştüm o korku anında.

“Kapıda hastaneye gidecek araba olmadığını ve bunun nedenini iyi biliyorsun Osman.” Gonca Saraç ne ima ediyordu bilmiyordum ama Osman biraz rahatsız olmuşa benziyordu. Yine de fikrini savunmaya devam etti.

“Ambulansı arayabilirdik. Bu yağmura rağmen gelebileceklerinden emindim.” Seslerini yükseltmeden bu kadar ciddi bir şekilde tartışabilmelerine hayret ettim. Hâlâ saygı sınırlarını koruduklarını görebiliyordum. Fakat kesinlikle aynı noktaya parmak basmıyorlardı. Şehir merkezine yakın sayılmazdık. Yağmur çok şiddetli yağıyordu. Bu halde, yakınlarda olduğunu tahmin ettiğim sağlık ocağına bile gidemezdik. Zaten arabaları kapıda olsaydı da benden dolayı bu karanlıkta yola çıkmalarını istemezdim. Beni hastaneye bırakıp dönmelerini de hiç istemezdim. Araya girme ihtiyacı duydum.

“Ben iyiyim gerçekten. Hastaneye gitmemize hiç gerek yok. Kapınızı açtığınız için teşekkür edebilirim size ancak.” Bu sözlerden sonra sıcak bir gülümseme beklemiyordum ama Osman’ın kaşlarını çatacağını da tahmin etmiyordum. İyice karşıma geçip göz hizama eğildi. Kaşının kenarındaki yara bandı ancak o zaman dikkatimi çekti. Gergin gözüküyordu. Şimdiye kadar hiçbir şey hayal ettiğim gibi değildi elbette ama kızgın bir adamın cevap bekleyen bakışlarıyla cebelleşeceğim de aklıma gelmezdi.

“Teşekkür istemiyoruz. Açıklama yapsan yeterli!”

“Osman!” Yanımdan gelen uyarı dolu ses, Osman’ın sert tavrının meydana getirdiği gerginliği bir nebze olsa da azalttı. O beni korurdu bilmediklerime karşı. Artık yanındaydım.

“Burada bir sürü çocuk var abla. Onların güvenliği için biz sormak zorundayız, o da cevaplamak zorunda. Herkese kapı açılmaz.” Çocuklar… Biliyordum, burası bir yuvaydı. Gonca Saraç kimsesiz çocuklarla ilgileniyordu bu çatı altında. Kol kanat geriyordu hepsine. Kimselere sezdirmeden, yaşadığı yerde iyilik tohumları ekiyordu. Ve bir yabancının kimliği elbette sorgulanacaktı. Ama sandıkları gibi kimseye zarar verecek bir şüpheli değildim. Sabırlı olurlarsa makul bir açıklama da yapabilirdim. Belli ki Osman fazla şüpheciydi.

“Köpek” dedim zihnimi toparlamaya çalışarak. “Yollar ıslak ve kaygandı. Yağmur nedeniyle yavaş sürüyordum. Göktepe tabelasını görünce geceyi geçirecek, kalacak bir yer bulurum umuduyla yolumu değiştirdim. Sonra köpek takıldı peşime, korktum. Panik yapınca dengemi kaybettim. Motor devrildi.” Bir çift şefkatli el dizlerini dövünce durma ihtiyacı hissettim. Rengim bembeyazdı, emindim.

“O adama defalarca köpeğini bahçesinde tutmasını söyledim. Bu kaçıncı, insanları korkuttuğu!”

“Yarın konuşurum o herifle” diyerek kadını teskin etti Osman. Sonra yine bana çevirdi bakışlarını. Ya alışmıştım ya da az önceki kadar sert değillerdi. “Devam et…”

“İşte… Sonra kalktım, bahçeye koştum.” Köpeğin peşimde olduğunu ve havladığını düşününce ürperdim yine. “Odunluğu görünce hiç düşünmeden merdivenleri tırmandım.” Duvara yaslanmış metal bir merdivenden bahsediyordum. O an elime geçen bir halat olsaydı onu da tırmanmak için kullanabilirdim.

“Biz dışarı çıktık, yola savrulmuş motoru gördük. Sen odunluğun tepesindeydin. Telaş yaptın, ayağın kaydı ve aşağı yuvarlandın.” Osman gördüklerini öylesine düz bir sesle anlattı ki benim için bir miktar bile üzülmediğini düşündüm. Bunların hiçbiri umurunda değildi belli ki. Ama bilmesi gerekiyordu. Onun bu mesafeli, soğuk tavırları da beni alakadar etmiyordu. Ben yanımda oturan kadınla konuşmak için buradaydım. Ama nasıl? Dilim hiçbir şey söylemeye varmıyordu. Dakikalar geçtikçe cesaretim azalıyordu. Bilmediğim gerçeklerle yüzleşmenin zehirli bir gaz bulutu gibi üstüme çöktüğünü hissedince bayılacak gibi oluyordum. “Peki, Göktepe’nin girişindeki düzlükte onca ev, sağlık ocağı, cami varken yüksek bir konumda bulunan bu yuvaya gelme sebebin neydi? Şüphe duymamam için hiçbir sebep yok.”

Şimdi hisleri karmaşık, bedeni yaralı, yüreğinde bilinmeze hasret büyüten bir kızdım. Biraz şaşkındım belki. Ama bu adama daha fazla uysal davranamayacaktım. Çenemi havaya dikip baştan ayağa süzdüm onu. Kendini ne zannediyordu! Bir kaçaksam, öyle olduğumu kabul mü edecektim? Bir şüpheliysem, suçumu itiraf mı edecektim? Fazla özgüvenliydi zannımca. Beni korkutabileceğini düşünüyordu. “Paranoyak kuruntularınızı destekleyecek cevaplar vermeyeceğim beyefendi.” İçimden, gülmek geldi. Seher teyzenin annesi bir İstanbul hanımefendisi olduğunu söyleyip düzgün telaffuz ettiği kelimelerle böyle mesafeli cümleler kurardı. Onu taklit ediyormuşum gibi hissettim. “Bir kaza geçirdim. Hanımefendi sağ olsun, insanlık gereği olarak, kapısını açtı. Yardımcı oldu. Anlaşılan o ki size kalsa köpeklere yem edecekmişsiniz beni!”

“Hayır” dedi suçlamamı asılsız bularak. Fakat devam ettim. Biraz üzülmesinde fayda vardı. Tabi becerebilirse.

“Yaralı bir kazazedeye olan davranışlarınız kişiliğinizi açığa çıkarıyor işte. Niye reddediyorsunuz? Motorum devrilmiş, bileğim kesilmiş, köpek kovalamış, çatıdan düşmüşüm başımı çarpmışım… Sizin için bir önemi yok belli ki.”

“Öyle değil” diye araya girdi yine. Eğlenmiyordum açıkçası. Ama yanımdaki kadının varlığının verdiği heyecanı yatıştırıyordu Osman’a sitem etmek. Bir şekilde içime dolan yoğun hisleri dışarı atıyordum. “Ben seni hastaneye götürmeyi teklif ettim herkese. Tabi ki endişelendim. Yani endişelendik. Burada ölmen… Yani ölmeniz hoşuma mı giderdi sanıyorsunuz!” Kararlı tavrının yerini telaş alınca keyiflendim. Kafası karışmıştı. Evet, hikâyesi eksik bir kızdım ama bu herhangi bir yabancıdan bir adım önde olabileceğim gerçeğini değiştirmiyordu. Bana böyle sert davranmaya hakkı yoktu. Hele de… Gonca Saraç’ın yanında.

“Osman…” Yine uyarı dolu sesini duydum. Osman da ayağa kalktı. Bizimle baş edemeyeceğini düşünmüş olmalıydı. Bu düşünce yüzümü gülümsetti. Biz olmak. Ve seninle olmak. “Sen bize müsaade et oğlum. Misafirimizle ben ilgilenirim.” Aynı hızda soldu gülümsemem. Ben bir misafir, bir yabancıydım burada. Niye unutuyordum? Adımı bile yeni öğrenmişti bu kadın. O kadar çok beklemiştim ki, her şey bir anda gerçekleşsin istiyordum. Hataydı bu. Sabırlı olmalıydım. Osman odadan çıktı. Derin bir nefes aldım. İnsanı geren bir ciddiyeti vardı. Bana, İstanbul’daki evde kapının önünde bekleyen korumaları hatırlatıyordu. Gerçi onların ifadesi daha yumuşaktı. Benimle de bir dertleri yoktu. Gonca Saraç “Osman iyi ve merhametli biridir” dedi birden. Sağıma dönüp düşüncelerimden haberdarmış gibi uyarı yapan kadına baktım. “Çocuklara öğretmenlik yapıyor. Her birine öyle önem veriyor ki bir zarar görürler endişesiyle yabancılara sert davranabiliyor.”

“Ama zarar gören benim” dedim hüzün kokan bir sesle. Osman’ın iyi biri olup olmamasıyla ilgilenmiyordum. Canım yanıyordu. Teselliye ihtiyacım vardı. Senelerin içinde yitip gitmişti benim hikâyem. Aklımın bir yanı hep adını bile bilmediğim annemle meşgul olmuştu. Şimdi karşısındaydım ve ben yaklaşamasam da onun bir adım atmasını istiyordum. Ve şefkat fitili ateşlenmiş eller beni bekletmedi. Saçlarıma uzandılar. Okşadılar ürkütmeden. Öylece bekledim. Sessizce teslim oldum. Ben biliyordum; bu kadın annemdi. Ne yazık; onun benden haberi yoktu. Yüzümde gezindi gözleri. Ela mıydı renkleri? Benimkiler gibi.

“Haklısın.” Şimşek çaktı, aydınlandı yüzü. Adını taşıdığım yağmur hızlandı. İçimde bulutlar depreşti. Göğe eşlik etmek için harekete geçtiler. Engel olmak, önlerinde durmak istedim fakat beni dinlemediler. Birkaç damla düştü yanaklarıma. Son anda kucağıma eğdim başımı. Yine de saklayamadım ağladığımı. “Canım…” Sözlerini tamamlayamadı Gonca Saraç. Onu üzmek istemezdim. Biraz cesur olup her şeyi anlatmak için gelmiştim buraya ama bir türlü dilim dönmüyordu. Kızı olduğumu söyleyebilseydim sevinirdi. Tüm bu keder sona ererdi. Benden daha fazla canı yanmış olmalıydı. Kollarından söküp alınmıştı yavrusu. Ama konuşursam daha çok ağlayacağımdan, kalbimin parçalara ayrılacağından korkuyordum. İçimden bile anne kelimesini telaffuz ederken beceriksizce harfleri dağıtıyordum.

On bir yaşımda bırakmıştım anne sandığım kadına böyle hitap etmeyi. Küçücük çocuktum aslında. Evlatlık olduğumu öğrendiğim an öyle kırılmış, öyle büyük bir boşluğa düşmüştüm ki büyük bir inatla bir kez daha anne dememiştim Seher teyzeye. Komşu çocuklarını taklit etmiştim. Seher teyze ne düşünmüştü, kırılmış mıydı hâlâ bilmem. Hep ciddi ve otoriter bir kadındı. Beni sevdiğini bilirdim fakat hayatından bir adım geri çekilmem ona ne hissettirmişti, hiç sormamıştım. Haneye sonradan gelen ufak bebeğin anne demesiyle yetinmişti belki de. Seher teyze adına sevinmiştim. Herkesin gerçeklere ihtiyacı vardı.

Elimin tersiyle yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. “İyiyim” dedim yine. Sıkıntıyla iç geçirdi. Başını salladı yalnızca. Nasıl uzaktık, yabancıydık birbirimize. Tüm bunlara rağmen, ilk kez gördüğüm bir kadının kollarına sığınmak istiyordum. Kokusunu merak ediyordum. Sıcaklığı iyi gelir miydi bana?

“Peki, daha fazla yorulma. Temiz kıyafet ayarlayayım sana. Üstünü değiştir, dinlen. Banyo da müsait, kullanmak istersen. Yarın gündüz gözüyle konuşuruz.” Eğilip aralık perdeden dışarı baktı. “Anne babanı yarın ararız. Bu yağmurda telaşlanmasınlar. Maazallah, yollara dökülürler.” Annem sensin, babam nerelerde? Cevaplarımı bir gün ver olur mu? Kalktı, odadan çıktı. Çok bekletmeden elinde kıyafetlerle döndü. “Bunlar Nil’in. Tertemizler, rahatça giyebilirsin. Senin çantan yağmurda epey ıslanmış. Kıyafetlerin giyilmez şimdi.” Kucağıma bırakılan kıyafetlere bakıp gülümsedim. Benim için uğraşırken, hiç tanımadığı halde saçımı okşarken reddedemezdim ki getirdiklerini. “Hadi kalk bakalım. Islak kıyafetlerle durma daha fazla. Ben çıkayım odadan. Anahtar var kapının arkasında. Rahat etmezsen kilitleyebilirsin.” Konuştu, dünyaya gözlerimi onun kucağında açtığımı hayal edince gülümsedim yine. Hep yanında olabilseydim bu kibar ve düşünceli tavrıyla büyütecekti beni. Yaşanmamış günlere özlem duydum gizlice.

Ayağa kalkmaya niyetlenince ayağıma yer etmiş ağrı canımı yaktı. “Of!” diye sızlandım. “Yine unuttum ben seni.” Üstüne basınca bacağıma keskin bir acı yayılıyordu. Kırıldığını sanmıyordum ama ufak bir incinme de değildi.

“Ne oldu? Canın mı yanıyor?” Annem… Yanıma geldi hızlıca.

“Ayağımı burktum herhalde” dedim. Sıkıntılı bir nefes verip elini beline koydu. Sonra tavana baktı. Işığı yetersiz bulmuş olacak ki lambayı yaktı. Loş ışığa alıştığım için gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez.

“Ağrı varsa aşağıda tutma bacağını. Uzat, bir bakalım.” Dediğini yaptım. Aslında o benimle ilgilenirken ağrımı sızımı göz ardı ediyordum. Yatağın kenarına diz çöküp pantolonumun paçasını yukarı sıyırdı. O sıra üstümün başımın çamur içinde olduğunu fark edip biraz mahcup oldum. “Morarmış” dedi dokunmadan önce. Dağınık topuzundan firar eden açık kahverengi tonundaki saçları yüzünün iki yanına süzülüyordu. Artık kime benzediğimi biliyordum. Tüm o aile fotoğraflarında herkesin saçları siyahken, güneşin altında sarıya çalan kahverengi saçlarımla farklı olan yalnızca bendim.

Seher teyzenin siyah, badem gözleri vardı. Burak abim bana bal kovasına düştüğümü söylerdi göz rengimden dolayı. Ailede herkes esmerdi, ben ten rengimden dolayı bile uyum sağlayamadığımı düşünürdüm. Bir dönem güneşin altından hiç ayrılmak istememiştim bu yüzden. Burnum da Seher teyzenin övündüğü şekilde kemerli değildi. Bunu bir soyluluk emaresi olarak görürdü. Sahiden kadını daha vakur gösteriyordu bu özellik. Ayna karşısında eğip büktüğüm burnumdan alacağım bir helallik vardı. Fakat şimdi yerimi bulduğumu hissediyordum. Bu yağmurlu gecede yanında yabancı hissetmeyeceğim bir kadınla birlikteydim. Sıcacık ela harelerine endişe bulaşmıştı. Tanımadığı bir yabancı için bile endişeleniyordu. Bir de kızı olduğumu bilseydi…

“Osman haklıydı” diye hayıflandı sıkıntıyla. “Sonuçta düştün. Kapsamlı bir muayene gerekirdi. Kırıldığını sanmıyorum ama kötü gözüküyor. Biraz bekle. Bulabilirsem araba ayarlayacağım. Hastaneye gidelim.” Ben memnundum halimden. Osman’a hak vermek istemiyordum. Bu gecenin bitmesini de, bir yere gitmeyi de istemiyordum.

“Hayır hayır. İyiyim gerçekten. Buz koyarız geçer. Hiçbir şeyim yok.”

“Olmaz ki öyle” dedi itirazımdan şüphelenmeyerek. Sonra ayağa kalkıp yatağın kenarındaki boş yere oturdu. “Bak…” Alt dudağını ısırdı doğru kelimeleri bulmaya çalışırken. “Osman iki gün önce kaza yaptı. Yine böyle yağmurlu bir akşamdı. Onun için endişelendik, çok korktuk. Eğer engellemeseydim bu gece bir araba bulup seni hastaneye götürebilirdi ama evde müdahale edebileceğimizi söyledim ona. Nil de hemşire, kontrol etti.” Tüm bunları niye anlatıyordu en başından? “Özür dilerim. Hayatınla oynamak ya da bencillik etmek değildi niyetim. Daha büyük kazaları önlemek istedim. Evde halledebileceğimizi düşündüm. Bu yağmurda bir can daha yanabilirdi.” Gerçekten kötü, kazalarla dolu bir geceydi. Ama nihayetinde anneme kavuşmuştum ve karşımda üzgün bir halde benden özür diliyordu.

“Lütfen” dedim ellerine uzanıp. “Lütfen böyle yapmayın. Gerçekten iyiyim. Ufak bir burkulma, sabaha ağrısını hissetmeyeceğime eminim. Sevdiklerinizi düşünmüşsünüz.” Lütfen bir gün beni de çok sev. “Bunun için özür dilemeyin. Hem bana sorsaydınız da hastaneye gitmek istemezdim.” Güldüm ortam yumuşasın diye. “Bilincim kapalıydı ama gitmek istemeyeceğimi hissettiniz herhalde. Bir çeşit telepati…” Göz kırptım. Eh, lisede mistik şeylere biraz meraklıydım. Böyle bir günde şaka konusu yapabileceğim aklıma gelmezdi tabi. Gülümser gibi oldu annem. Annem…

“Bunun ne olduğunu bilemeyeceğim. Ama…” Ciddiyetle baktı gözlerime. Her şeyi görecek sandım. En derinlere inmek ister gibi durdu bir müddet. “Yanlış anlama ama seni göndermek istemedim. Tarif edemeyeceğim bir dürtüyle yaptım bunu.”

“Neden yanlış anlayayım ki? Kapınızı açtığınız için teşekkür edebilirim ancak. Daha önce de söylediğim gibi.” Olsun, der gibi başını eğdi hafifçe.

“Yerinden kıpırdasan daha fazla zarar görecekmişsin gibi bir yanılgıya kapıldım. O korkmuş halinden etkilendim herhalde. Osman da kaza yapmıştı ya… Üst üste geldi. İnsan bir kere kaybetmekten korkunca, hep tedirgin hissediyor. Hep tetikte bekliyor.” Buğulanan gözlerini pencereye çevirdi. İnce, narin yüz hatları vardı. Güzel bir kadındı. Uykusuz görünüyordu. Hafifçe yaklaştım elimde olmadan.

“En çok kimi kaybetmekten korktunuz?” diye sordum birden. Beklemiyor olacak ki irkildi. Bir anda bana çevirdi gözlerini. İfşa olmuş sırlarını biliyormuşum gibi baktı yüzüme. Kaşlarımı kaldırmış, vereceği cevabı bekliyordum. Çenesi titredi. Kalp atışlarının hızlandığını anlayabiliyordum. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu. Birkaç saniye sürdü toparlanması, yutkundu. Gülümsemese de kibar davrandı.

“Lafa tuttum seni. Buz getirmeyi unuttum. Normalde sıkmam insanları ama… Ne olduysa bana!” Kalkıp yüzüne dağılan saçları geriye attı. Yaptığım şakaya ayak uydurmayı denedi. “O telepati şeyinden midir nedir?” Güldü belli belirsiz.

“Ondandır herhalde” dedim. Daha fazla beklemeden odadan çıktı. Ben de temiz kıyafetleri giydim. Yorgundum, ağrıyordu uzuvlarım ama bir yanım tamamlanmış hissediyordu. Mutluydum uzun zaman sonra. Annemi bulmuştum. Sırada onunla konuşmak vardı. Bir ihtimal tamamdı, sıra diğerindeydi. Nasıl ve ne şekilde yapacağımı bilmiyordum. Annesiyle tanışmak zorunda kalan nadir çocuklardandım. Onun dizinin dibinde büyümemiştim. Huyunu suyunu, sevdiği şeyleri bilmezdim. O beni sevecek mi, aklım ermeye başladığında yetiştirildiğim tarzı beğenecek mi, bunca zaman sonra karşısına çıkan yirmi üç yaşındaki kızını bağrına basacak mı? Tüm bu soruları defalarca rafa kaldırarak gelmiştim buraya. İçimden bir ses hayal kırıklığına uğramayacağımı söylüyordu. Senelerdir kolay kolay bir söze inanmayan ben, içimdeki sese sıkı sıkıya yapışmak istiyordum.

***

Sabahın erken vaktinde hastaneye gidip geldik. Osman araba almıştı bir yakınından. Güneş doğarken yola çıktık. Benden bir an önce kurtulmak için yapıyordu bunu, öyle seziyordum. Ama teşekkür de ediyordum içimden. Çünkü ayağımdaki ağrı şiddetliydi. Sesimi çıkartmamak için gösterdiğim direnç uykularımı bölmüştü gece boyu. Doktor muayene etti, film çekildi, krem ve ağrı kesici ilaç yazdı reçeteye. Tüm bunlar olurken Gonca Saraç yanımdaydı ve gözünü bir an bile üstümden ayırmadı. Normalde yabancı oldukları için onlardan uzak durmam gerekirdi. Onlar da beni hastaneye bırakır, ailemi arardı. Fakat hiçbir şey normal değildi. Yanımdaki kadın beni bırakmasın diye sesimi çıkartmıyordum. Öyle ki sorularına bile cevap vermiyordum.

Nihayetinde beni daha fazla sıkmamaya karar verdi. Bunaldığım, üzüldüğüm bir şey olduğunu sezdi belki de. Kendi isteğimle anlatmamı bekleyecekti. Yanında uzun kalmayacağımı düşünerek samimiyeti ilerletmiyor olma ihtimali de vardı. Zamanla o da azaltacaktı ihtimallerin sayısını. Onda iki kalacaktı elinde. O an bana sıkıca sarılacaktı. Yeni bir hayata başlayacaktık. Anne kız olmak hakkında bilmediğimiz şeyler vardı. Öğrenecektik birlikte.

Doktor bir müddet ayağımın üstüne basmamam gerektiğini söyledi. Yuvaya dönerken arka koltukta bacağımı uzatarak oturdum. Osman da konuşmuyordu Gonca Saraç da. Gündüz gözüyle etrafı seyredebildim ben de. Gözümden uyku akmasına rağmen gülümsedim. Bir zamanlar adını bile bilmediğim yerlerde benden parçalar yaşıyordu. Toprağa, yollara, çevreye merakım bundandı.

Merkezden ayrıldığımızda düz yolda seyretti araba. Göktepe’ye yaklaştıkça dağlar gösterdi kendini. Ekini biçilmiş araziler dün yağan şiddetli yağmurdan sonra uykuya dalmıştı. İstanbul’da yaşadığım semt gürültülü değildi. Zengin bir muhitte, bahçeli, havuzlu bir villada büyümüştüm. Fakat güneşin turuncu ışıklarıyla boyanan dağlar öyle güzel görünüyordu ki gözüme, büyülenmiş gibi seyrediyordum. Güneş gözlüğü bile kullanmıyordum üstelik. Bir dönem uzun makaleler okuyup kendimi korkutmuş, güneş gözlüğü olmadan dışarı çıkmamıştım. Çoktandır aileden olmadığımı bildiğim, ten rengimle barıştığım yıllardı. Yeni maceralar arıyordum ya da içimdeki boşluğun hırçınlığını dindirecek acayip uğraşlar ediniyordum. Ve artık bunların sonu geleceği için de mutluydum.

Derin bir nefes alıp dağları seyretmeyi bir an için bıraktığımda Osman’ın başını çevirip bana baktığını gördüm. Gözlerimi kıstım. Beni yolun kenarında bırakmayı mı düşünüyordu acaba? Farklı bir tahminde bulunamayacağım kadar hızlı bir şekilde yola odaklandı tekrar. Benden kurtulamayacağını öğrendiğinde büyük bir yıkıma uğrayacaktı kesinlikle. Keyifli bir gülüş peyda oldu dudaklarımda. Ona merhamet etmiyordum bu mevzuda. “Yanlış tarafa oturmuşsun” dedi birden. Sessizliği bölmek zorunda değildi ama insanoğlu yakalandığını hissedince lüzumsuz konular açma gereği duyuyordu. “Güneş doğrudan yüzüne vurur. Bir şey göremezsin.”

“Güneşi severim” diye cevap verdim beklemeden. “Sırtımı dönmek yerine rengini seyretmek isterim.” Ön koltuktan ufak bir gülme sesi işittim. Gonca Saraç…

“Ayçiçeği gibisin” dedi. Sesindeki sevecenlik ve samimiyeti fark etmemek mümkün değildi. Sahip çıktığı çocuklar çok şanslıydı. Buraya gelirken onun nasıl biri olduğunu bilmiyordum. Kızgın, despot, ciddi, sevecen, mutlu, güler yüzlü… Hiçbir şey bilmiyordum. Fakat hayal kırıklığına uğramadığım için de mutluydum. O iyi bir insandı. Birkaç saatte mi karar vermiştim buna? Yaşadığı yeri öğrendiğim andan beri böyle olduğuna inanıyordum itiraf etmek gerekirse. “Güneşe döner ayçiçekleri. Güneşi severler…” Emniyet kemerini eliyle gevşetip arkasına döndü. Yüzü, sarı ışıkla aydınlandı. Saçlarının rengi açıldı, gözleri sıcacık oldu. “Sıcacık bir sevgi” dedi.

Bölüm : 02.11.2024 18:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...