10. Bölüm

10- ARI HANIM

Zehra
yesilkutuphane61

Zaman daralıyordu artık. Bir iki güne test sonucu gelirdi. Osman ilgileniyordu bu işle. Kimlerle görüştüğünü, nereye gittiğini sonradan öğreniyordum. İçimde en ufak bir şüphe kırıntısı yoktu. Rahattım, kızlarla ilgilenirken günüm bitiyordu. Yine de aklımı meşgul eden kocaman bir meseleydi bu. Öğretmen de benimle aynı duyguları paylaşıyordu. Gonca Saraç’ın yüzüne bakamıyor, daha az konuşuyor ve elinden geldiğince kaçmaya çalışıyordu. Dikkat çekiyordu elbette. Birkaç kez uyardım onu. Sır saklamakta zorlandığını söyledi. Farkındaydım ama bu sırrın gizli kalma süresini uzatan oydu ve beklemesi gerekiyordu.

Dün akşam kapının önünde bir ara yalnız kaldık. “Aslında sen gerçekten Gonca ablaya benziyorsun” dedi. “Kaşın, gözün, tavırların bile benziyor. Bununla anlaşılmaz tabi ama sofrada şeker kullanan bir tek siz varsınız. Bilmiyorum, belki de bu sırrın verdiği ağırlık kafamı karıştırıyor ama…”

“Ama bana inanıyorsun.” Düşünceli bir sessizlikten sonra başını salladı. Bunu öğrenmek güzeldi.

“Tüm bu benzerlikler bir yana, Gonca ablanın kaybolan kızından haberdarsın. Zengin bir iş adamının kızıyken her şeyi arkada bırakıp geldin. Burada kalmak için direndin. Yalan söylediğini sanmıyorum Yağmur. Niye böyle bir şey yapasın ki? Eline hiçbir şey geçmez.”

“Çok mantıklı adamsın öğretmen bey” dedim gülümseyerek. Kollarını göğsünde bağladı yine. Onu sık övmeyeceğim konusunda nettim aslında ama hakikaten biraz düşününce mantıklı konuşabiliyordu. Sevdiklerinin güvenliğinden endişe etmediği o nadir zamanlarda tabi.

“Öyleyimdir” diyerek göz kırptı. Aslında biraz anne sözü dinlemeliydim. Övgülerimde cömerttim. Suçlandığım, kovulduğum ve yalancı yerine konulduğum için kızmam gerekirken kalkmış Osman’ın mantıklı bir adam olduğunu söylüyordum. Hem de yüzüne karşı. Göktepe’deki dostluk, samimiyet ve benim anne arayışım kafamı karıştırmıştı yalnızca. Çenemi kaldırıp beğenmez bir ifadeyle baktım yüzüne.

“Ama geç kavrıyorsun. Şüpheci ve fevrisin. Ve…” Hadi, birkaç kötü özellik daha bulalım.

“Ve?” Bunu sorarken kızmışa benzemiyordu. Hatta kendini başkasının gözünden görmek isteyen birinin merakı vardı yüzünde.

“Ve…” Boğazımı temizleyip etrafıma bakındım. Sonra aklıma gelen yeni bir özellik, yarışmada birinci olacağım sorunun cevabını bulmuş kadar heyecanla “egoistsin” dememe neden oldu. Aslında Osman egoist sayılmazdı. Kendini buranın güvenliğinden sorumlu tutmuş, kocaman bir abiydi. Onu hiç tanımayan biri kibirli olduğunu savunabilirdi ama ben günlerdir yanındaydım. Fırsat bulunca duyduğu övgülere karşı tevazu içermeyen cevaplar veriyordu. Ciddi başlayan sohbetleri, ufak şakalarla dağıtıyordu. Bunu kibirden saymak olmazdı. Boşboğazlık etmiştim işte.

“Hm” diye mırıldandı. “Ben bunu bir düşüneyim.” Derin bir nefes alıp gökyüzüne baktı. Yüzünde kırıldığına dair bir emare yoktu. Ben de kibir maskemi düşürmemiştim. Gülecek gibi oldu, sonra dudaklarını birbirine bastırdı. “Daha önce kimsenin söylemediği şeyleri söylüyorsun bana. Ya gördüğün gibiyim, ya babaannenin gözlüğünü takıyorsun. Önünü görmeyen çocuklara benziyorsun.” Buna dayanamadım, boğazımdan yükselen ufak bir gülme sesi soğuk havada çekirgelerin şarkısına eşlik etti.

“Babaannemin gözlüklerini takmadığıma eminim” dedim. “Sen tam olarak gördüğüm gibi bir adamsın.” Konuştuğum gibi değil. Dert etme Osman. İyi yürekli, kiminin abisi, kiminin kardeşi, kiminin arkadaşısın. Yağmur gerçekten gülebilmeyi yeni öğreniyor. Sen nasıl uzaksan yabancılara, ağır adımlarla yaklaşıyorsan ben de öyleyim. Bakma damdan düştüğüme. Bazen insan uçurumun sonuna geliyor. Bazen insan yakıyor tüm gemileri.

Gonca Saraç evine gitmek üzere kapıya çıkınca, Osman da saatin geç olduğunu söyledi. Fısıltıyla “iyi geceler arı hanım” diyerek alay etti benimle. Sahte bir gülümsemeyle arkasından el salladım. Komik değildi ve bunu biliyordu. Gonca Saraç genelde az konuşan taraftı, sessiz kaldı. Sonra ikisi birlikte ayrıldı bahçeden. Gidişlerini seyrettim, ardından eve geçip kapıyı kilitledim. Uykuya dalmam hızlı oluyordu. Erken kalkmak ve daima koşturmak yorucuydu. Melek ablayla aynı odada uyumaya alışmak için hâlâ çabalıyordum. Öksürüyordu, nefes alış verişleri derin sesler çıkartıyordu ve beli ağrıdığı için her dönüşünde uyanıp ağrısından şikâyet ediyordu. Sabrın sonundaki selamet uğruna, acı ve uykuyla yoğrulmuş gözlerimi tavanda dolaştırıyordum.

Öğlen kızları okula gönderdikten sonra Melek ablaya yardım ettim. Her şey bittiğinde çıkıp Elmalı Sur’a gidecektim ama Gonca Saraç aradı ve evine davet etti. Sebebini söylemedi. Ben de üstüme montumu alıp kısa sürede yanına gittim. Kapıda, gergin bir gülümsemeyle karşılandım. “Gel bakalım” dedi sadece. İçeri geçtiğimde omzuma dokunup salona yönlendirdi. Meraklanmamak elde değildi. Fakat kafamda bir soru listesi oluşacak kadar uzun sürmedi cevabımı bulmam.

Oğuz Bakırcıoğlu koltukta oturmuş beni bekliyordu. Onu göreceğim aklıma bile gelmezdi. Ne işi vardı burada? Adresi bulması zor değildi ama neden Gonca Saraç’ın evindeydi? Haber vermemişti. Kaşlarımı çattım. O ise daima bulutların üstündeki mutlu ülkeden yağan gülümsemeyi taşıyordu dudağında.

“Hoş geldin demek yok mu babaya?” Derin bir nefes alıp birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım. Gonca Saraç yanımdaydı. Ne önümde ne arkamda, tam yanımda. Bu adam kendini ne sanıyordu? Annemin yaşadığını bildiği halde bana söylememişti. Ben kaçırılmış bir çocuktum ve bunu onun yapmış olma ihtimali kâbuslarımın başrolündeydi. Ona, baba demeyecektim. Yeterince böyle hitap etmiştim. Öz babam olmadığını öğrendiğimde bile sarılmıştım ama bu saatten sonra imkânsızdı.

“Neden buradasın?” diye sorabildim ana döndüğümde. Yüzü düşmedi Gonca Saraç’ın aksine.

“Seni merak ettim.”

“İyi olduğumu söylemiştim.” Bir gerilim hattı vardı aramızda. Elektrik saçan bakır teller elimdeydi. Gerdikçe geriyordum. Çünkü tam şu anda korkuyordum. Oğuz Bakırcıoğlu, hakkımdaki gerçeği söyler miydi? Ben bir DNA testiyle kendimi kanıtlamaya çalışırken, o tüm sırları ortaya döker miydi? Buna yüzü var mıydı?

“Yağmur…” Kolumda yumuşak bir dokunuş hissedince başımı çevirdim. “Babanın son olaylardan haberdar olması gerektiğini düşündüm.” Duyduklarım duraksamama neden oldu.

“Ne?”

“Aslında…” İkimize bakıp karşıma geçti. Düşündüğüm şeyi yapmamış olması için içimden dua ediyordum. “Yağmur, babanı ben aradım. Sen uyurken telefonundan numarasını aldım ve…” Daha fazla dinleyemedim. Bir adım geri çekilip durması için elimi kaldırdım. Bana sormadan nasıl yapardı bunu? Hem de biz oturmuştuk, dertleşmiştik. Kendi kararlarımı alabilecek yaşta olduğumu göstermiştim ona. Günlerdir yanlarındaydım, üstlendiğim sorumluluğa dair hiçbir detayı atlamıyordum. Bana inandıklarını, fikirlerime saygı duyduklarını sanmıştım. Oğuz Bakırcıoğlu’nun karşısında uğradığım ilk hayal kırıklığı değildi. Ama en ağırıydı.

“Niye yaptın ki?” Sesim güçsüzdü. Böyle bir anda ağlamazdım. Gözyaşı dökecek kadar zor bir anın içinde olmadığım yankılanıyordu zihnimde. Ama benim bir kalbim vardı. Olur olmadık yerde feryat edip başıma bulutları toplardı. Elimden geldiğince öteledim onu. “Niye benden habersiz böyle bir şey yaptın?”

“Yağmur…” Gonca Saraç zeki bir kadındı. Gücendiğimi anlamıştı. Ben de gizlemiyordum zaten. Anlamalıydı çünkü bu yaptığı, nezdimde büyük bir hataydı. “Bak anlıyorum, kalmak istedin ama…”

“Ama!” Sözünü böldüm. Oğuz Bakırcıoğlu’nun karşısında annemle el ele oturmak varken tartışıyordum. Kesinlikle hayal ettiğim gibi değildi. “Ama siz kalmamı istemediniz.”

“Öyle değil.”

“Nasıl? Ya da bir dakika, önemi yok. Ne de olsa herkes bildiğini okuyor.” Oğuz Bakırcıoğlu’nu gösterdim. “En büyük kanıtı da aramızda.” Güldüm sonra, gözlerim de dolmuştu zaten. “Size sorsak beni gösterirsiniz gerçi. Geldi, kaldı ve gitmedi. Kovduk, yine de gitmedi!”

“Gitmen için çağırmadım babanı.” İkna mı etmeye çalışıyordu, kendini mi savunuyordu? Ben pek bir şey anlayamıyordum. Tepkime rağmen ılımlıydı. Uzaklaştığımda yaklaşıyordu. “Yaralandığın için korktum. Bunun ikinci kez, hem de burada olması endişe etmeme neden oldu. Ailenin haberdar olması gerekiyordu.”

“Arkamdan iş çevirdin!” Zihnimde bir kahkaha yankılandı. Bu yüzden Gonca Saraç’a kızacak en son insan bile değildim. Hayatını değiştirecek bir sırrı saklıyordum ondan. Korkuma bahane diyordum. Aşamadığım uzaklıkların beni utandırmasına, ruhumu aciz ve çaresiz bir sokak kedisine çevirmesine izin veriyordum.

“İnatla reddediyordun aileni aramayı, istemiyordun.”

“Bir sebebi vardı.”

“Söylemedin Yağmur.” Omuzları düştü bıkkınlıkla. Yüzündeki cevap bekleyen yorgun ifadeyi görünce onu ne kadar bunalttığıma ilk kez böylesine şahit oldum. Zamanla ona yaklaşabileceğime inanmıştım. Ama anlıyordum, emanettim sadece. Beş kimsesiz çocukla ilgilenirken bir de ben çıkmıştım başına. Heveslerinin peşinden giden, başına buyruk bir zengin çocuğu olarak görüyordu beni hâlâ. Düşününce… Aramızda hiçbir bağ olmasaydı, ben bir kazazede olsaydım mesela… Ve yine Elif bana olan sevgisinden dolayı kaçsaydı evden… Sürecin farklı işleyeceğini hiç sanmıyordum. Kızlar için sınırları zorlardım. Elimden geleni yapardım. Gonca Saraç’ın fikirlerinin hiç değişmediğini öğrensem yine böylesine hayal kırıklığına uğrardım. Bu, Seher teyzenin gözünde hiçbir zaman tam olamamak hissiydi. Ne yazık ki Oğuz Bakırcıoğlu’nun karşısında yine aynı hisle duruyordum. Tek başıma üstesinden geleceğime inanmıştım oysa.

Yutkunup gözüme ağırlık olan yaşı sildim elimin tersiyle. “Özür dilerim” dedim. “Halledebileceğimi sanmıştım.” Kısa bir an her şey önemini yitirdi. Dönüp odadan çıktım. Dış kapıyı sert bir hamleyle açtığımda karşımda Osman’ı buldum. Parmağı zildeydi. Beni gördüğüne şaşırmadı. Başımı eğerek gizlediğim gözlerimin kızardığını fark etti hemen.

“Ne oldu?” diye sordu. Hızlıca ayakkabılarımı giydim. Mesafe kısa olunca çizme giymekle uğraşmıyordum. Osman’a cevap vermeyecektim. Ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Her şeyi elime yüzüme bulaştırmıştım, belki de tek yanıt buydu. “Yağmur, iyi misin?” Koluma uzandığında kenara çekildim ve koşar adım bahçeden çıktım. Yokuş aşağı ilerledim. Elbet bir tarla, bir boş arazi bulurdum. Sonra da oturur sakinleşirdim. Ama geri dönebilecek kadar iyi hissetmiyordum. Elmalı Sur geldi aklıma. Orası ilerlediğim yolun aksi yönündeydi. Gidemezdim.

Adımı Oğuz Bakırcıoğlu’nun ağzından duyunca durdum. Hışımla arkama döndüm. Ne anlamı vardı ben bu kadar dağılmışken peşimden gelmenin! “Ne istiyorsun!”

“Konuşmak istiyorum. Gayet açık bence.” Yaşlı, bakımsız ve hantal bir adam değildi. Her zaman takım elbise giyer, dinç ve temiz gözükürdü. Kırk yaşında beyazlar uğramıştı saçlarına. Ama bunu önemsememişti hiçbir zaman. Bir çırpıda yanıma geldi. Yolun ortasında karşı karşıyaydık. En yakın ev on metre ötedeydi. “Sen ne düşünürsen düşün, ufacık bir bebekken bizim ailemizin bir parçasıydın. Hâlâ öylesin. Gonca Hanım arayıp da kötü durumda olduğunu söyleyince nasıl endişelendiğimizi bilemezsin.” Kaşlarını çattı ve gömleğinin yakasını düzeltti. “Seni buraya gönderdik çünkü mutlu olmanı istiyorduk. Görüyorum ki bu gerçekleşmemiş. Kızımızı daha iyi görmeyi beklerdim.” Tavırlarında kibir yoktu ama öyle büyük cümlelerle çarpmıştım ki kapıyı, ezildiğimi hissettim.

“Benim yüzümden… Söyleyemedim. Bir şeyler oldu işte” diye geçiştirdim. “Kötü insanlar değiller. Aksine hepsi çok iyi kalpli. Hiçbir açıklama yapmadan yanlarında kalmaya çalıştığım için bu durumdayım.”

“Niye konuşmadın peki?”

“Kolay mı sanıyorsun?” Nefes alamadığımı hissettim bir an. “Burada her şey çok farklıydı. Annem bana yabancı bir kadındı. Bir anda karşısına çıkıp kızı olduğumu söyleyemedim.”

“Zaten bir kere söylenmeyince, üst üste zincirler atılır ve insan daha çok susar. Sırlar kalın bir halat olur, insanın boğazına dolanır.” Anlayışlı tavrına karşın sessiz kaldım. Bir eli cebindeydi. Her zamanki gibi kendine güvenen, özgüvenli bir adam olarak duruyordu karşımda. Onun bu haline sırtımı yaslamış halde büyümüştüm aslında. Yaklaşmak için öne doğru bir adım attı. Yerdeki taşları seyretmeye koyuldum. “Seni yadırgamıyorum” dedi. “Yakın zamanda benim de başıma böyle bir olay geldi ve kızımla aram açıldı. Üstelik bana inanmadı ve beni dinlemedi.” Başımı kaldırıp kızgınca baktım gözlerine.

“Öldü sandığım annemin yaşadığını biliyordun ve sakladın. Bu kocaman bir kabahatti. Masum bir korku değildi.”

“Haklısın… Önceleri bir yaşlı kadının söylediğine inanıp mezar başında dua etmeye götürüyordum seni. Bilemezdim onun yalan söylediğini. Gerçeğini, toprağını, doğduğun yeri görmüştük ve açıkçası içimiz rahattı. Sen sakinleştin, hayatına kaldığın yerden devam ettin. Seyahatlere çıktık, okulunu tamamladın.” Anlattıkları doğruydu. Nereye ait olduğumu biliyordum. Teselli buluyordum mezar taşlarında. Kimsesizlik hissi bir kara bulut gibi dağılmıştı tepemden. “Artık anneannen olmadığını bildiğin için rahatlıkla söyleyebilirim; biz o menfaatçi cadıya her ay para da gönderdik. İhtiyaçlarını karşılaması için yardım ettik. Torununu yetimhaneye bırakan oydu. Ayrılığı göze almıştı. Yine de tamamen kayıtsız kalmadık. Bunu yüzüne vurup arkamızı dönmedik.”

“Bundan haberim yoktu. Ne söylemeliyim bilmiyorum.” Senede bir iki defa görüştüğüm, aramızda duygusal bir bağ olmayışını sorgulasam da ziyaret ettiğim kadından bahsettikçe tüylerim diken diken oluyordu. Beni hiç sevmemişti. Karşısına çıktığımda yüzüne yerleşen o dehşeti hiç unutamıyordum. Onu bulamayacağımı zannediyordu. Oğuz Bakırcıoğlu’nun bir sürü kişiyle görüşüp yalnızca adı soyadı defterde kayıtlı olan kadına ulaştığı zamanları hatırlıyordum. Zor ve meşakkatliydi. Bence sahte anneannem onu bulduğumuz için bizi tebrik etmeliydi.

“Yaptığım iyiliği yüzüne vurmuyorum. Geçmişine saygı duyduğumuzu kanıtlamak istemiştim aslında.”

“Annemi saklayarak mı?” Sıkıntıyla oflayıp gözlerini kapattı.

“Bak, bölmeden dinle tamam mı?” Benden onay alınca devam etti. “Senin inandığın yalana biz de inandık Yağmur. Biz de kandırıldık. Bilerek seni yabancı bir kadının mezarı başında ağlatacak bir adam değilim. Tamam, yetişkin olan bizlerdik. Seni yalanlardan korumalıydık. Ama tüm izler o yaşlı kadını gösterirken hikâyenin bambaşka bir yüzü olacağını düşünmedim. Yetimhane müdürünün verdiği ismin peşine düştük ve o kadın da seni bıraktığını kabul etti.”

“Ben bu hikâyeyi biliyorum zaten” diye çıkıştım. “Bana şunu söyle. Gerçeği ne zaman öğrendin? Bu çirkin oyunda, kaçırılmamda bir parmağın var mı?” Bu sorulara her zaman kendinden emin bir şekilde cevap verirdi. Hem şüphelenirdi insan, hem de onun masum olduğunu savunurdu. Yine aynısını yaptı.

“Ben kimseye böyle bir kötülük yapmam” dedi. “Bir gün telefon çaldı, sahte anneannenin hastaneye kaldırıldığını öğrendim. Sen o zaman İstanbul’da değildin. Kalkıp kadının yanına gittim. Yaşlı, bitkin ve hastaydı. Seni son kez görmek isteyeceğini, belki biraz da maddi yardım talep edeceğini zannediyordum ama yapmadı. Reşat diye bir adamın küçük bir bebekle eve geldiği geceyi anlattı. Sana bir müddet baktığını, sonra yetimhaneye bıraktığını söyledi. Bilirsin ölüm, insanları biraz daha dürüst bir hale getirir.” Zordu, bir kötülüğü böylesine dinlemek hiç kolay değildi.

“Ben mezarda yatan kadını annem sandım. Kendime ait bir toprak bulduğum için başımı yastığa rahatça koydum. Oysa sahte anneannem, bedel ödediğimi söyledi. Neyin bedeli, anlatmadı. Geçmişte nasıl bir suç işlenmişti, hayatımı niye mahvetmişlerdi? Hiçbir şey öğrenemedim. Ölüm onu dürüst yapmadı. Gözlerini kapatmadan önce intikamın zevkini tatmak istedi. Bir kez daha hayatımı mahvetti.” Bu gerçek yine bir tokat gibi çarptı yüzüme.

“İyi tarafından bak. Artık o cadıyı ziyaret etmeyeceksin. Bunu her yıl iki defa yapıyorduk ve ne bileyim…” Yüzünü ekşitti. “Can sıkıcıydı tavırları.”

“Ya dalga mı geçiyorsun!” Öfkemi dizginlemeye çalışıyordum ama tavırları beni çileden çıkartıyordu. “Madem gerçeği öğrendin niye gelip bana söylemedin? O gün karşıma çıkıp her şeyin bir yalan olduğunu niye anlatmadın? Niye ben düşmanımla tek başıma yüzleştim ve yine bir karanlığa gömüldüm? Niye geciktin bu kadar!”

“Sana bir aile verdim. Gerçek olmadığını öğrendiğinde yıkıldın. Sonra yüzün gülsün diye ölü de olsa da annenin yanına götürdüm. Bir kez daha her şeyin sahte olduğunu söylemek kolay mı olacaktı? Araştırmak zorundaydım. Kadın, Reşat’ın seni nereden getirdiğini, ne amaçla böyle bir kötülük yaptığını anlatmadı. Tövbe edeceği yaşta günahından keyif alıyordu. Sana anlatmakla bir şey geçmezdi elime. Önce o Reşat denilen adama ulaşmalıydım. Elimde adı vardı yalnızca. Gerçeğin peşine düştüm, araştırdım, sordurttum. Nihayet tüm izler burada birleşti. Gonca Saraç adında bir kadının seneler önce bebeğini kaybettiğini öğrendim.”

“Bir dakika” dedim bu kadarının fazla olduğunu düşünerek. “Bunların hepsini Aras ve ben yaptık. Hastaneye birlikte gittik. O kadının, son günlerini yaşarken benden hâlâ intikam almaya devam etmesine şahit olduk. Sonra Reşat’ı araştırdık. Masum bir işçi olmadığını öğrendik. Hapishane kaçağıydı, suçluydu.”

“Böyle mi anlattı sana o hergele?”

“Aras’tan hergele diye bahsedemezsin.” Bu sefer gerçekten küçümseyerek baktı yüzüme. “O iyi biri” dedim “bana yardım etti.”

“Aras benim dosyalarımı karıştırırken, avukatla konuşmalarıma kulak misafiri olurken de iyi biri miydi acaba? Sana söylemeyeceğine dair anlaşma yapmıştık. Oysa o arkamdan iş çevirmiş, seni bir dedektiflik macerasının içine düşürmüş. Yaptığım araştırmaları kendisi keşfetmiş gibi anneni bulduğunu söyledi sana. Bence kendi yeğenimden hergele diye bahsetmeye hakkım var.” Buna inanamazdım. Aras’ı suçlayamazdım. O da Oğuz Bakırcıoğlu’nun benim için uğraştığını gizlemezdi benden. Yapmazdı çünkü koca ailede bana en yakın davranan oydu. Sık yurt dışı seyahatleri yüzünden az görüşsek de sevdiğim rengi bile unutmayan Aras’tı.

“Niye yapsın ki?” dedim iyice çaresiz ve şüpheye düşmüş hissederken. Oğuz Bakırcıoğlu omuz silkti.

“Ona sormak lazım. Bak ben dürüst bir adamım. Karşına çıktım konuşuyorum. Aras gelince ona da sorarsın. Aras, neden babamın yaptığı iyilikten beni haberdar etmedin? Neden amcanın arkasından iş çevirdin? Neden ona verdiğin sözü tutmadın?” Keyifsiz bir gülümseme peyda oldu dudaklarında. Aras’a gerçekten kızgındı. “Ben karşısına geçip sordum mesela. Bir cevap alamadım. Belki sana karşı dürüst olur.” Traşlı yanağını kaşıdı. “Sonuç odaklı olmak gerek yine de. Annenin yanındasın. Yani bu sefer gerçekten aileni buldun. Aras ise benim yeğenim, cin gibi çocuk. Epey iş aldık sayesinde. Bu yaşıma kadar bir sürü hataya tanık oldum. Öfkemi dizginleyip şirkette faydasını gördüğüm kişileri barındırmaya devam ederim. Çok sevmeye gerek yok. Zaten…” Yüzünü buruşturup elini havada salladı. “Koca bir ailem var. Hepsini çok sevemem değil mi? Buna zamanım yetmez.”

Kime güveneceğimi bilmemek öyle kötüydü ki. Doğru sandığım yalan, sevgi sandığım menfaat çıkıyordu. Oysa ben gerçekten seviyordum yanında olduğum insanı. Neden uğradığımı bilmediğim ihanetleri sinema perdesine yansıtıyordu her kelime. Kaç gündür buradaydım? Belki kısacık bir zaman… Ama öylesine gerçekti ki herkes. Kendimi korunaklı bir bahçede hissetmiştim. Geride bıraktığım enkazın ne denli büyük olduğunu buradan bakınca daha net görebiliyordum. Yola çıktığımda kendimi şüphelerin yok olup bittiğine inandırmıştım. Ya da öyle yorulmuştum ki, son bir kez gerçekten inanmak ve mutlu olmak istiyordum. Gonca Saraç da uyuduğum bir anda ailem sandığı insanları çağırarak beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Yine de ona kızmaya hakkım olmadığını biliyordum. Öyle büyük kandırılmıştı, öyle büyük bir yıkıma uğramıştı ki ona sarılmaktan başka hiçbir şey yapılmamalıydı.

“Yağmur…” Oğuz Bakırcıoğlu uzanıp kolumu sıvazladı. Ona sığınıp dertleştiğim günler öyle yakındı ki… Tüm gamsızlığına rağmen beni baba kavramıyla tanıştırmıştı. “Hayatını çalan ben değilim, Aras da değil. Bize kızma bu yüzden. İyiliğini istedik hep.”

“Yalan söylediniz, kırdınız döktünüz ama” diye güçsüz bir itiraz döküldü dudaklarımdan.

“Özür dilerim” dedi hiç beklemeden. Oğuz Bakırcıoğlu’ndan bu kelimeleri duymak öyle zordu ki Seher teyze bile bunu talep etmekten vazgeçmişti. Yüzüme yansıdı şaşkınlığım. “Her şey bu kadar karmaşıkken geciktirdim gerçeğini. Cesaretim kırıldı. Bir kez daha yıkmak istemedim kurduğun hayatı. Bu o an için bir iyilik gibi gözüktü. Aslında kendimi korudum. Seni, Seher’i, kardeşini korudum. Ama gerçekler gizli kalmaz. Yirmi, otuz, kırk sene sonra bile ortaya çıkarlar. Benim de sana karşı bir gerçeğim var. Öz, üvey terimleri benim için anlaşılması zor, içi dolmayan kavramlar. O yüzden öz kızım gibi seviyorum diyemem. Yalnızca seni sen olduğun için sevdiğimi söyleyebilirim. Yağmur, babalık…” Güldü ama gözleri dolmuştu. Onun bu yönünden habersizdim. O sahte samimiyet, mutluluk, kibarlık maskelerini takardı ama böylesini hiç yapmamıştı. “Babalık her neyse seninle öğrendim. Ve arkanı döndüğün gün hayatımda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu kendime itiraf ettim.”

Eğer mesele Oğuz Bakırcıoğlu’nun duygulanacağı kadar samimi ve derinse benim gözyaşlarıma hâkim olmam mümkün değildi. Kazağımın koluyla gözlerimdeki ıslaklığı sildim ve burnumu çektim. “Seher teyzen bunu yaptığını görmesin.” Sesini inceltti. “Yağmur kibar bir hanımefendi gibi peçete kullanmanı beklerdim…” Karısını taklit etmesi hiç etik değildi. Ağlattığı kızını güldürmek için kabalık yapmayı göze almış adama baktım.

“Bir daha bana yalan söyleyecek misin?” diye sordum. Kaşlarını kaldırıp derin bir nefes aldı. Alt dudağını büzdü kararsızlığını göstermek için.

“Benim ne yaptığım pek belli olmuyor. Söz vermeyeyim şimdi…”

“Of baba of! Seher teyze öyle haklı ki sana kızmakta.” Sitemime karşın heyecanla gülüp parmağını burnuma uzattı.

“Bana baba dedin.”

“Öyle değil misin?” Göğsünü gerdi ve çenesini havaya kaldırdı gururlu bir tavırla.

“Tabi ki… Ben Yağmur Bakırcıoğlu’nun babasıyım.”

“Yağmur Saraç?” Yüzünü ekşitip elini salladı, boş ver, manasında. Şu önemsiz gördüğü şeyler benim hayallerimdi. Neyse ki onun nasıl bir adam olduğunu biliyordum ve alınmıyordum.

“Bakırcıoğlu daha havalı. Değiştirmemeni tavsiye ederim.”

“Ne yaptığı pek de belli olmayan bir adamın tavsiyelerine kulak asar mıyım bilmiyorum.” Kazdığı çukura düşmek hoşuna gitmedi. O genelde kazanan taraf olmak için zaman harcardı. Hayat, şirket işlerinden farklı bir seyirde işliyordu. Bunu anlamış olacak ki bir şey söylemeden kollarını açtı ve sarılmamı bekledi. Çocukluğum, güzel anlarım geçti gözümün önünden. Yemek saatine geç kaldığımda, sınavdan düşük not aldığımda, elbisem kirlendiğinde bunu bir hata olarak görmeyip gülüp geçen adamdı karşımdaki. Kalbim ayaklarımdan önce sarıldı ona. “Bir kez daha sana güveniyorum. Hata mı ediyorum bilmiyorum.”

“Aldığın en güzel karar. İnan bana…” Korkutucu olan da buydu zaten…

***

Oğuz Bakırcıoğlu’yla birlikte geri döndüğümüzde Gonca Saraç’ı soğukta otururken bulduk. Hemen ayağa kalktı. Yanıma geldi. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. O da aynı haldeydi muhtemelen. Birkaç kez konuşmaya yeltendi ama sonra vazgeçti. Yaklaşıp sarıldı ve sırtımı sıvazladı. “Dönmene sevindim.”

“Özür dilerim” diye fısıldadım. Geri çekilip gülümsedi. Küsmemiştik ve bu Oğuz Bakırcıoğlu’na yeniden baba demekten daha güzeldi.

“Hadi içeri geçelim. Çay içeriz, ısınırsınız.” Oğuz Bakırcıoğlu kolundaki saate baktı.

“Aslında benim fazla zamanım yok. Akşam bir toplantım var. Gitmem gerekiyor.” Elini uzattı Gonca Saraç’a. “Her şey için teşekkür ederim. Kızımla ilgilendiğiniz ve onun için endişelendiğiniz için minnettarım. Ona güvenebilirsiniz. Sorumluluk bilincine sahip bir kızdır. Sizi üzecek bir şey yapmaz. Çocuklarla ilgilenmeye talip olmuşsa bunu en güzel şekilde yerine getirir. Tabi, takdir sizin ama babası olarak ona itimat ettiğimi belirtmeliyim.” Oğuz Bakırcıoğlu tarafından böyle övülmek hoştu. İlk geldiğimde Seher teyzenin yanımda olmasını istediğimi hatırladım. Güven bir güçtü. Yeniden damarlarımda dolaştığını hissediyordum.

Kibar bir gülümsemeyle ikimize baktı. “Bu arada eski dostum Yaşar aradı geçen gün. Ufak ihtiyaçlar varmış. Müsaade ederseniz ilgilenmek isterim.” Gonca Saraç bu teklifi hemen kabul etmedi. Israr artınca da düşüneceğini söyledi. “Ben gideyim artık. Yarın yine gelirim bir mahsuru olmazsa.”

“Estağfurullah, sizi daha geniş vakitte ağırlamak isteriz biz de.” Oğuz Bakırcıoğlu gitmeden önce bana göz kırptı ve bahçeden çıktı. İnancımı katmıştı heybesine. Ona kızmak için sebeplerim vardı aslında. İlki geç kalışıydı. Ama aynı günahı ben de işliyordum. Yüzleşmediğim gerçekler varken onu nasıl suçlardım? Benim için çabaladığını söylemişti. Bu iyiliği Aras’ın yaptığını sanıyordum. Yeni bir yalan filizi daha yeşermişti. Birini kazanırken diğerini kaybediyordum. Ve gün sonunda Gonca Saraç’la bahçede yalnız kalıyordum. Oğuz Bakırcıoğlu’nun dediği gibi, netice odaklı düşünmeliydim belki de. “Aranızdaki sorunu hallettiniz sanırım.” Omzuma dokunan el beni kendime getirdi.

“Sayılır” dedim. En azından düşman değildik. Ona konuşma fırsatı vermiştim.

“Şimdi biraz da beni dinler misin? Sanırım kendimi açıklamam gerekiyor.”

“Gerek yok aslında” diye itiraz ettim.

“Lütfen” dedi kibar bir gülümsemeyle. Onu kırmak istemiyordum. Zaten yarım saat öncesinde üzücü bir an yaşanmıştı aramızda. Sandalyelerden birine oturup gelmesini bekledim. “Yağmur, niyetim seni üzmek değildi. Sana haber vermeden böyle bir şey yapmam hataydı aslında. Telaşım yanlış bir şey yapmama neden oldu.” Uzanıp kucağımdaki elimi tuttu. Onunkiler sıcaktı. Bakışları, tavırları da öyleydi. Bizim kavuşmamıza ne engeldi?

“Ben de telaşlanıp pek çok hata yaptım aslında.” Gülümsedim mahcup bir çocuğu saklamak isterken. “Annemi kızdıracak türden şeyler.”

“Anneler affeder, çocuklarını bağrına basar. Yeter ki çocuklar hep dizinin dibinde olsunlar.” Anlayışlı ve yumuşacıktı sesi. Bu beni yaralıyordu. Özlem çiçeklerinin kokusunu getiriyordu burnuma. Gözlerimin dolmasına engel olamıyordum. Dilimin ucundaki düğüm çözülmek üzereydi.

“Söylemek istediğim önemli şeyler var. Belki de özür dileyerek başlamalıyım…” Yüzüne bakacak kadar cesur değildim. Gözlerimi kapatsam yanaklarım ıslanırdı. Ben de göğe sığındım. Birkaç buluta saklanmak istedim. “Aslında ben…” Tam konuşuyordum ki bahçe kapısının sertçe açılmasıyla irkildim. İkimiz de başımızı çevirip içeri girene, Osman’a baktık.

“Buradasın” dedi nefes nefese kalmış öğretmen. Göğsü sertçe inip kalkarken yanıma geldi. Telaşlanıp ayağa kalktık.

“Ne bu halin oğlum?” Gonca Saraç cevap alamadı sorusuna. Osman’ın gözlerinin kızardığını fark ettim dikkatli bakınca. Koşmuş, dağılmış, kırılmıştı sanki. Alnına dökülmüştü saçları. Çatılmıştı kaşları.

“Gittin sandım!” dedi birden. “Arabayı Göktepe’den çıkarken gördüm. O adamla birlikte buradan ayrıldın sandım.” Sesindeki hırçınlık yerini kırgınlığa bırakırken kısa bir an soluklandı. Ne diyeceğimi bilemedim. Osman’ı bu halde görmek bir dağın sarsıldığını seyretmekle aynı şeydi. Öfke karışmamıştı hislerine, yalnızca korkuydu sitemine sebep. Ama niye? O da mı gelip sormayanlardandı? O da mı düşene kadar koşanlardandı? Ama öğretmendi Osman. Öğrenmemiş miydi hayatı? “Çok aradık biz seni… Öyle alıp başını gidemezsin.”

“Gitmedim Osman” dedim üzülmesin diye. “Gitmeyeceğim de…” Sözlerimden başka tesellim yoktu benim. Kocaman bir adamın kederle gölgelenmiş gözlerine yeni bir gülümseme konduramazdım. Dokunsam ağlayacak sesinden, başka bir cümle duyamadım bir müddet daha. Gonca Saraç Osman’ı bu hale neyin getirdiğini merak ediyordu ama ürkütmeden yaklaşıyordu.

“İyi misin oğlum? Ne olduğunu anlatmak ister misin?” Osman başını iki yana salladı. Yutkunup toparlanmaya çalıştı. Aradığı karşısındaydı. Senelere acısını emanet etmiş bir kayıptı. Bunu sağlam delillerle kendine de ispatlamış olmalıydı ki hiç dokunmazken bileğimi sımsıkı kavramış gibi bakıyordu gözlerime. Bir daha gider miydim, yeniden kayıplara karışır mıydım? Sevdiklerini korumak isteyen, onların yokluğundan korkan bir adamın listesine adım yazılıydı artık.

“Benimle gelir misin?” diye sordu.

“Gelirim.” Anneme anlatacaklarım vardı Osman. Ama önce seni teselli edeyim. Acıyı paylaşmışız, beni arayanlardanmışsın madem, geleyim seninle…

Bölüm : 24.11.2024 21:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...