11. Bölüm

11- BÜYÜLÜ BAHÇE

Zehra
yesilkutuphane61

Konuşmak, soluklanmak, dingin bir zihne sahip olmak isteyen Osman’ın beni götürebileceği bir yer yoktu. Oğuz Bakırcıoğlu’yla yolun ortasında hesaplaşmıştık ama öğretmen bunu yapamazdı. Önce kanıtlanmış gerçekleri sindirmesi gerekiyordu. “Elmalı Sur’a gidelim” dedim. İsmini ilk kez duyduğu bu yer, onun uzun zamandır uğramadığı bahçelerden biriydi. Tahta kapıyı kenara çekip içeri girdiğimizde etrafa bakındı. “Gezinirken keşfettim burayı. Büyülü, gizli bir bahçe adeta. Ara sıra gelip oturuyorum.” Çuval bıraktığım yerdeydi. Ağacın altına geçip Osman’ın yaklaşmasını bekledim. “Umarım buranın sahibi yaşlı, huysuz ve yabancılardan hoşlanmayan biri değildir.”

Çimleri ezerek ağır adımlarla yanıma gelen Osman “yaşlı ve huysuz değil ama yabancılardan hoşlanmaz” dedi. Sonra göğsünü kabartan bir nefes aldı. Düşünceli gözlerle bahçeyi seyretti.

“Tabi sen tanırsın onu. Sık gelir mi buralara?” Olumsuz anlamda başını salladı. Şu anda bu mesele hakkında konuşmak istemediğini anlayabiliyordum. Ama Gonca Saraç’ın bahçesine girdiği anı unutmak için havadan sudan muhabbet etmeyi uygun görmüştüm. Zaten soğuk rüzgâr yürüdüğümüz müddetçe yüzümüze çarpmış, içimizdeki dalgaları yatıştırmıştı. Osman kabanının iç cebinden bir zarf çıkardı.

“Ben açtım, baktım” dedi. “Doğru söylüyordun. Sen Gonca ablanın kızısın.” Uzattığı kâğıdı aldım. Daha önce binlerce baktığım ama çok sevdiğim bir fotoğrafı incelercesine göz gezdirdim yazılara.

“Yalan söyleyip canınızı yakmam için hiçbir neden yoktu.” Yüzümdeki acı gülümseme bir bıçak gibi kesti mutluluğa giden yolu. “Kızmıyorum sana. Buradaki kimseye kızamam. Bana yapılan, anneme de yapıldı. Bu çirkin kötülük çok can yaktı. Farklı şekillerde oldu bu ama çok gözyaşı döküldü. Göktepe’ye gelirken yalnızca inancım vardı. Artık elimde sağlam bir delil de var. Neyi ifade edecek, bir kâğıt parçasından mı güç alacağım, etrafımda sırrımı bilenler var diye rahatlayacak mıyım? Bu sorulara cevap vermek belki daha sonra nasip olur. Ama artık daha güçlü hissediyorum. Daha fazla beklemek istemiyorum. Hakikati söyledikten sonra neyle karşılaşırım? Böyle bir arafta yalpalayarak yürümekten kötü olamaz hiçbir şey. Senin öğrendiğini, Gonca Saraç da duymalı…”

“En evvel o bilmeliydi…” Rüzgâr çok sert esiyordu. Osman’ın gözleri bu yüzden nemliydi belki de. Sesindeki hüzün, bulutların geldiği yönün habercisiydi aslında. “İlk geldiğin gece, uyandığında sana bir sürü soru sordum. Neden söylemedin gerçeği?”

“Onu görene kadar bu meselenin kolayca halledileceğini sanıyordum. Gelirdim, konuşurdum, sarılırdık.” Sesim titreyince yutkunma gereği duydum. Bu kadar çok ağlayan biri değildim. Son günlerde değişen hayatım, sorumluluklarım ve altında ezildiğim bir sır, ve annenin şefkati, ve Gonca Saraç’ın şefkati ince, kırılgan bir cam parçasına dönüştürdü kalbimi.

Osman sakinleşmem için iki elini kaldırdı. Bence kendini ikna etmeye çalışıyordu ama ona ortak oldum. “Geç değil. Hâlâ geç değil. Hemen bu gün gidip konuşmalısın. Daha fazla beklemeye gerek yok. Ben… Aslında fazla tanımıyorum seni ama istersen yanında olurum. Kapının önünde beklerim, ne bileyim bir şeye ihtiyacın olursa diye…” Bu düşünceli teklif samimi bir tebessümün çiçeğini kondurdu yüzüme.

“Teşekkürler Osman” dedim. “Çok iyisin.”

“Teşekkür etme Yağmur. Bu mutluluğu hak ediyorsunuz ikiniz de. Ne şartlar altında büyüdün, sana anne baba olan insanlar iyi miydi bilemem. Ama Gonca ablanın kollarındaki boşluğun hiç dolmadığını, seneler geçtikçe yüreğindeki ateşin harlandığını gördüm ben. Ufacık çocuktum…” Osman’ın çenesi titredi. Benim gözümden bir yaş firar etti. Ne olacaktı? Bizi kim teselli edecekti şimdi? “Ağlayarak uyuduğunu hatırlarım. Belki bir umut işte, güler diye yanına giderdim sarılırdım. Ufak bebeğini kucaklar gibi nazik, korkutmadan ama özlemle karşılık verirdi bana. Kızından haber alamadığı her gün biraz daha sustu, içine kapandı, kimsesiz kaldı. Annelerimiz çaldı kapısını ama o hiç teselli bulamadı. Artık mutlu olmayı hak ediyor Yağmur. Babasından kalan evi gözünü kırpmadan kimsesizlere açacak kadar merhametli bir kadın. Artık sonu gelsin bu hasretin.”

“Her şey yoluna girer, değil mi?” Cevabı biliyordum. Bir kere de Osman’dan duymak istedi kalbim. Yokluğumda annemin kollarındaki o soğuk boşluğu dolduran çocuktu. Bu gün de beni teselli ediyordu. Ne acayipti insanların birbirini hiç tanımazken aynı acıyı paylaşmaları.

“Sen sarıl annene, o okşasın saçlarını.” Gülümsedi heyecanla. “Bak her şey nasıl da yoluna giriyor.”

***

Elmalı Sur’dan ayrıldığımızda kendimi çok daha iyi hissediyordum. Daha cesur, güçlü ve kalabalıktım. Osman’ın, ellerini cebine koyup yanımda yürümesi bile gülümsememe neden oluyordu. Hikâyem kocaman bir yapbozdu ve her parça yavaş yavaş yerine otururken büyük resmi görebiliyordum. En büyük, en özel parçayla resim tamamlanacaktı. Kalbim heyecanla atıyordu. Korkularımdan, şüphelerimden sıyrılmak için kalbime ayırdığım zamanın sonuna gelmiştik. Artık hakikat konuşmalıydı ve bunu yapabileceğime inanıyordum. Bu sefer gerçekten…

Yuvanın kapısına vardığımızda “sen git Gonca ablayla konuş” dedi Osman. İçim inançla doluyken öğretmenin dediğini yapmak zor gelmiyordu. Hızlı adımlarla Gonca Saraç’ın evine vardım. Zile bastım, bekledim, yine bastım, bekledim, seslendim… Evde değildi. Bahçesinde de yoktu. Kızların yanındaydı muhtemelen. Yine aynı hızda bıraktığım yerden ayrılmayan Osman’ın yanına gittim. “Evde yok mu?”

“Kızların yanında herhalde.” Başını salladı.

“Hadi, girelim o zaman.” Birlikte bahçeye girdik. O bir adım önümde yürüyordu. Bıraksam Göktepe’nin meydanında, Gonca Saraç’ın kızı bulundu, diye haykırırdı. Gözlerindeki sabırsız pırıltılar bizi ele verecekti. Neyse ki artık saklanmıyordum. Basamakları çıkıp zile bastı. Kısa bir süre sonra kapı açıldı.

“Öğretmenim gelmiş” diye neşeyle bağırdı Ayşe. Başını yana eğip beni görünce de aynısını yapmayı ihmal etmedi. İçeri girdik sıcak bir karşılama eşliğinde. Epey üşüyecek kadar dışarıda vakit geçirmiştim. Parmak uçlarım sızlıyordu. Cebimde muhakkak bir peçete bulunduruyordum. Çünkü burnum akıyordu. Osman kabanını çıkartıp astıktan sonra ben de aynısını yaptım. Yan yana dizilmiş kızlar birbirinden farklı renkteki yeleklerini giymişlerdi. Ayaklarında patikler, sıkı bağlanmış saçlarında da sevimli tokalar vardı. Hepsini tek tek kucaklamak geldi içimden. Tam öne doğru bir adım atmıştım ki mutfaktan sırayla Gonca Saraç, Nil, Firuze teyze ve Melek abla çıktı. Kızların yaptığı gibi yan yana dizildiler. Kollarını bağladılar ve sorunun malum olduğunu ima eden bakışlarıyla cevap beklediler.

Yargılanmak üzere mahkemeye çıkartılmış bir suçlu gibi hissettiriyordu bu tavırları. Elimde olmadan Osman’a baktım. Yalnızca Gonca Saraç’la konuşacaktım, karşımda dokuz kişi vardı şimdi. “Bekle” diye fısıldadı.

“Başka bir şey yapamam.” Aynı tonda cevap vermem dikkatleri biraz daha üstümüze çekti.

“Fısıldaşmayın” dedi Firuze teyze. İşaret parmağını aramızdaki mesafeye rağmen burnumuza doğrultup gözlerini kıstı. O tatlı kadından eser yoktu şimdi. Tülbendi de siyahtı zaten. Açık tonlar ona daha çok yakışıyordu bence. Ufak bir öneri… Sence ihtiyacı var mı? Pek sanmıyorum.

“Ne oluyor anne? Ne bu haliniz? Dikilmişsiniz karşımıza.”

“Onu sen diyeceksin. Neredesiniz bu saat olmuş? Okuldan da erken çıkmışsın. İnsan bir haber verir. Kimse bir şey anlamadı aldınız başınızı gittiniz!” Öğrencilerinin karşısında azarlanan Osman halinden memnun görünmüyordu. Gözlerini kısıp Nil’e tehditkâr bir bakış attı.

“Alacağın olsun. Bir yardımın dokunacaktı. Onu da âleme yaydın.”

“Bana niye kızıyorsun?” Omzundaki saçı geri atıp kendini savunmaya koyuldu Nil. “İşin olduğu zaman birkaç derse giriyorum senin yerine. Ama bu aralar bir hal var sende. Birileri seni koşarken görmüş, annen de merak etmiş telaşlanmış. İşi vardı, sınıfı bana bıraktı dedim. Kabahatim ne?”

“Senin bir kabahatin yok güzel kızım. Bakma sen ona. En iyisini yaptın.” Firuze teyze Nil’i kolunun arkasına aldı. Yürekten savunduğunu ve tebrik ettiğini hal diliyle göstermesi bir an komik geldi. Gülmemek için dudağımı ısırırken Gonca Saraç’ın bana baktığını fark ettim. Bu ciddileşmem için yardımcı oldu. Yine sessiz, olayı anlamaya çalışan, söyleyeceklerimizi dinlemek için kenarda bekleyen oydu.

“Öğretmenim, Nil abla bize kalp resmi çizdi ama hiç de benzetemedi.” Zümra’nın şikâyeti büyüklerin ciddiyetini kesip atınca dikkatimizi kızlara verdik. Parmaklarını birleştirip sevgi sembolü olmuş bir kalp işareti yaptı. “Kalp böyle olur değil mi? Biz de defterimize çizdik ve ona gösterdik.” Osman tek kaşını kaldırdı.

“Etme bulma dünyası hemşire. Nasılmış şikâyet edilmek?” Zümra’ya göz kırptı sonra. “Nil ablanız sizin gibi çizemez, anlamaz o işlerden” dedi. Kızlar ve öğretmenleri zafer kazanmıştı ama bu gerçekten adil değildi. Yanlış bilgiydi bir kere. Nil, gerçek bir kalbin nasıl göründüğünü öğretmek istemişti yüksek ihtimalle. Osman’ın intikam oyununa yenik düşmüştü ne yazık ki. Kızların neşesiyle ve merakıyla dağılan konuyu toplamak için Gonca Saraç ellerini çırptı.

“Hadi bakalım kızlar, doğru odanıza. Önce geciktirdiğiniz öğlen uykusuna, sonra da ödevlerin başına.” Eğlencesi bölünen kızlar el ele tutuşup merdivene doğru yürüdü. Sessizdi Gonca Saraç, ta ki otoritesini göstermeye sıra gelene dek. Ve çocuktan büyüğe kimse ona itiraz etmiyordu. Sonra gözlerini hâlâ kapının önünde bekleyen bize dikti. “Siz de mutfağa. Önce bir ısının. Konuşacağız.” Dediğini yaptık. Taze demlenmiş çay doldurdular bardaklara. Gonca Saraç tezgâhın üstündeki saklama kabına konmuş kurabiyeleri tabağa koyup servis etti.

“Elmalı kurabiye” dedim sevinçle. Tarçın kokusu mutfağı sarmıştı zaten. Üstelik kimseyi beklemeden aldığım kurabiye de ılıktı. Tam sevdiğim gibi. Herkesin cevap beklediğini biliyordum. Ben mutluydum ve kendimden emindim ya, tatlı şeylerin tadını çıkartırken heyecanıma engel olamıyordum. Bir ısırık aldığımda iç dolgu ağzıma yayıldı. Daha birkaç gün önce canım çekmişti. Ben birinden rica etmeden sofraya gelmiş olması çok hoşuma gitti. Meselenin çay veya kurabiye olmadığının bilincinde olan herkes gözünü dikmiş bana bakıyordu. Gonca Saraç dirseğini masaya, yanağını da avuç içine yaslamıştı. “Çok güzel olmuş. Kim yapmışsa eline sağlık.”

“Afiyet olsun” dedi Gonca Saraç. “Ben yaptım. Aklıma geldi birden, malzemem de vardı evde. Sen bu kurabiyeyi epey seviyorsun herhalde?”

“Çok…” Bu kadar iyi elmalı kurabiye yapan bir kadının kızı olmak beni mutlu etti. Bir gün ondan isteyebilir miydim emin değildim ama aklına geldikçe yapmasını sabırsızlıkla bekleyecektim.

“Afiyet olsun evladım. Çayını da iç, ısın. Biraz konuşalım.” Firuze teyzenin yumuşak sesinden işittiğim ciddi ikaz, kurabiye keyfimi böldü. Ama haklıydı ve onu daha fazla bekletmeden toparlandım. “Bir sıkıntı mı var evladım? Ortadan kaybolmalar, koşturup durmalar… Anlatın bilelim.” Osman yalan söyleyebilecek birine benzemiyordu. Muhakkak kendini ele verirdi. Doğruyu da anlatamazdı beni beklediği için. Onu zor durumda bıraktığımın farkındaydım.

“Sıkıntı yok aslında” dedim “her şey yolunda.” Gonca Saraç’a bakmamaya gayret gösteriyordum. Onun bakışları derindi. Pek çok mana barındırıyordu. Şüpheleri de keskindi. Firuze teyzenin anaç kırmızı yanakları daha rahatlatıcıydı. “Benim motorumun tamir parasını Osman vermişti. Babam gelmişken ödemek istedim. O yüzden konuştuk yani, başka bir şey yok.” Bence gayet makul bir yalandı. Ve öğretmenin iyiliğine karşılık vermediğim gerçeğini de açığa çıkartıyordu. Bu yüzden utandım. Ve çayımdan bir yudum aldım. Firuze teyze oğluna baktı bu sefer.

“Sen niye koşturdun o zaman? Görmüş seni kahvedekiler.” Osman’ın yerinde olsam spor yapmak istediğimi öne sürerdim. Hareketi, koşturmayı seviyordum. Ama bir öğretmenin sınıfını bırakıp saçını başını dağıtarak koşmasının böyle bir açıklaması olamazdı.

“Anne…” diye söze girecek oldu. Elimle ufak bir hamle yapıp durdurdum onu.

“Müsaadenizle ben cevap vereyim. Ben buraya gelmeden önce…” Doğru kelimeyi ararken bir an durdum. Az önce yalan söylememiş gibi kendimce dürüst davranma çabasına girmem ne komikti. “Evdekilerle tartıştım. Küs ayrıldım evden. Osman’la da bu konuda dertleşmiştik. Yani… O nereden geldiğimi, burada kalmamın bir sorun teşkil edip etmeyeceğini sorunca anlatmıştım. Bu gün babamı karşımda görünce şaşırdım. Biraz kızgın, biraz üzgündüm. Osman’la kapıda karşılaştık. Ben o sıra evden çıkıyordum. Babamla konuştuk, meseleyi hallettik. Dönmesi gerektiğini söyledi, vedalaştık. Öğretmen bey de görevine dönmek için okula doğru yürüyormuş o sıra. Arabanın geçip gittiğini görünce peşinden koşmuş. Babam beni zorla eve götürecek sanmış, endişelenmiş.”

“Baban, koskoca adamın peşinden koştuğunu görmemiş mi peki?” Nil’in bu sorusunu Osman cevapladı.

“Gördü tabi. İndi arabadan konuştuk. Yağmur’un evde olduğunu söyledi.” Firuze teyze konuyla ilgili yeni bir soru sormak yerine uzanıp masanın üstündeki elimi tuttu. Bir an bana acıdığını hissettim.

“Baban… Katı biri mi? Kızar mı, döver mi?” Az önce söylediğim yalanlardan utandıracak bu şefkat karşısında afalladım.

“Hayır… Hayır, aslında çok yumuşak bir adamdır. Osman onu tanımadığından yanlış anlamış.” Firuze teyze bunu duyduğuna sevindi. Sonra düşününce anlattığım bu hikâyede pek çok açık bulacaktım. Neticede yalandı. Ama ne fark ederdi ki, uzun sürmeyecekti. Bir doğru, bütün sahte anları silip götürecekti. Yalnızca Gonca Saraç daha dikkatli ve hızlıydı. Çay içtikten sonra odama gittiğimde peşimden geldi. Melek ablanın yatağına oturdu.

“Anlatmak istediğin başka bir şey var mı?” diye sordu. Çok şey var. Yalnız kalmayı bekliyorum. Hep bekliyorum, üzgünüm ama bu sefer inanıyorum bahane üretmediğime. Gerçekten istiyorum. “Ben seni sorguya çekemem Yağmur. Kendi kararlarını veren bir genç kızsın. Gidersin, gezersin, dinlenirsin, karışamam. Ama bu gün olanlar… Hatta son günlerde olanlar pek normal değil.” Anlayışlı ses tonundan keskin bir merak kokusu yayıldı odaya. “Yağmur, ben Osman’ı çok ama çok uzun zamandır hiç böyle görmedim. Mutfakta anlattıklarınızdan daha fazlası var ve…” Beni zorlamak istemiyordu. Ama endişelendiği açıktı. Ona bir iyilik yapıp kibarlığının karşılığını vermemi bekliyordu aslında.

“Osman gittiğimi sandığı için korkmuş” dedim. Bu zaten öğretmenin ağzından duyduğu bir şeydi.

“Neden?” diye sordu ısrarla. “Ya gerçekten aile sırların yüzünden endişelendi ya da…”

“Ya da ne?” Sıkıntılı bir nefes verip gözlerini odada gezdirdi. Sabrının karşılığını vermiyordum ona. Anlamam gerekirken açıklamasını istiyordum üstü kapalı ifadeleri.

“Belki bir gün gelip sen anlatırsın” dedi. Hayal kırıklığıyla odadan çıktı.

“Akşam, kimsenin olmadığı bir vakitte her şeyi öğreneceksin” diye fısıldadım arkasından. Sonra da yatağıma uzandım. Yaşananlar ve soğuk bu gün beni yormuştu. Gözlerim kapandı.

***

Uyandığımda akşam yediyi geçiyordu saat. Aniden yataktan fırladım. Yarım saat dinlenip kalkarım diye düşünmüştüm. Hava kararmıştı çoktan. Koridordan kızların sesi geliyordu. Yine bir oyun şarkısı söylüyorlardı. Ev sakindi, Nil ve Firuze teyze gitmiş olmalıydı. Gonca Saraç burada mıydı acaba? Odanın içinde birkaç sersem adım attım. Boğazım kurumuştu. Sürahide de su yoktu. Mutfağa gitmek için odadan çıkacaktım ki telefonum çaldı. Komodinin üstündeki telefonu alıp ekranına baktım. Aras arıyordu. Onunla konuşmak istemiyordum. Beni kandırmış olma ihtimali canımı sıkıyordu. Aynı yolda yürüdüğümüzü zannediyordum. Oğuz Bakırcıoğlu ise başka şeylerden bahsediyordu.

Telefonu kapattım ama iki defa daha çalınca açmak zorunda kaldım. “Yağmur, niye açmadın telefonu?” Endişesine karşın soğuk ve sakindim.

“Müsait değildim.”

“Başka bir sebebi var mı?” Oğuz Bakırcıoğlu’nun geldiği gün arıyorsa, o sebebi biliyor olmalıydı.

“Babam geldi bu gün.”

“Yeniden baba demeye başlamışsın. Sevindim senin adına.” Benim adıma gerçekten sevinen birine aitti bu ses. Bir yanlış anlaşılma olmasını istiyordum.

“Evet, konuştuk biraz. Bana kendini ve niyetini anlattı. Başka şeyler de söyledi Aras. Annemi bulmak için hepimizden önce harekete geçtiğini, senin bundan haberin olduğunu, hatta bana yardım ederken onun elde ettiği bilgileri kullandığını da söyledi.” Netice odaklı davranıp kimseye kırılmayacak kadar duygusuz değildim. Ama Aras inkâr ederse bir çıkar yolunu bulmaya çalışırdım. Bu da Oğuz Bakırcıoğlu’nun yalan söylediği anlamına gelirdi. Bu gün onun samimiyetine inanmıştım. Sıkışıp kaldığımı hissettim.

“Yağmur, açıklayabilirim.”

“Doğru mu tüm bunlar?”

“Yüz yüze konuşalım ister misin?”

“Hayır” diye çıkıştım sabırsızca. Odanın içindeki adımlarım hızlanmıştı. Öfkem, yıkılan güvenimin gürültüsünü bastırmak üzereydi. “Şimdi burada konuş, anlat. Dürüst olmak için tek bir şansın var.”

“Ama kapının önündeyim” dedi.

“Ne? Şaka mı yapıyorsun?” Cevap vermedi. Telefonun kapatma tuşuna bastım sertçe. Odadan çıktım ve montumu giydim. Kızlar ve Melek abla şaşkınlıkla seyrediyordu hareketlerimi. “Bahçeye çıkıp geleceğim” dedim. Sonra da hızla ayrıldım yanlarından. Aras da Oğuz Bakırcıoğlu gibi habersiz gelmişti. Oysa telefonumuz vardı, hiç olmadı insan bir mesaj yazardı. Bahçe kapısını açtığımda karşımda üşümüş genç adamı buldum. Taktığı bere kulaklarını örtüyor olsa da burnu kıpkırmızıydı. Üstünlük sağlamaya çalışmak için değil, gözlerine bakabilmek için başımı kaldırdım. Boyu benden yirmi santim uzundu. Bir yetmiş boyumla, yanında ufak kalıyordum.

Gülümseyerek kollarını açtı. “Hoş geldin sarılması yok mu?”

“Yok” dedim. “Ne zaman geldin? Niye haber vermedin?”

“Sevinmedin anlaşılan.” Gülümsemesi silinmedi yüzünden ama kollarını indirdi.

“Cevap verecek misin? Babamın araştırma yaptığını bildiğin halde söylemedin mi bana?”

“Burada mı konuşacağız?”

“Evet…” Etrafıma bakındım. “Gayet hoş bir atmosfer.”

“Öyle… Soğuk sadece. Ama fark etmez. Birlikteyiz ne de olsa. Özlemişim seni…” Ben de özlemiştim. Komik sohbetlerimizi, İstanbul gezilerimizi, kahve içip tatlı yediğimiz günleri… Ama ben pek çok şeyin sınırındaydım. Cevapsız sorum kalsın istemiyordum. Bu yüzden tavrımı korudum. Aras yumuşamadığımı fark edince “öyle uzak durma Yağmur. Ben senin kötülüğünü ister miyim hiç?” dedi.

“Anlat o zaman” diye üsteledim.

“Evet, amcam o kadınla konuştuktan sonra senin nereden geldiğini ve seni kaçıranı araştırmaya başlamıştı. İz sürüyordu. Ben de şirkette olduğum bir gün bunu fark ettim. Sır kalmasını tembihledi. Öyle de olacaktı aslında. Ama sen tatilden söndükten sonra İtalya’ya gideceğini söyledin. Kalman gerekiyordu, ben de lafı dolandırmadan gerçeklerin sandığından farklı olduğunu anlattım.”

“Niye babamın haberi olduğunu söylemedin? Niye ondan saklı iş yaptık? Aynı yolda yürüyormuşuz meğer…”

“Amcam işte… Araştırmanın sonucuna varana kadar kimseye yayma dedi. Eğer anneni bulamazsa daha çok üzülürmüşsün. Ben de sustum ama ona katılmıyordum. Sana söyledim. Bence en iyisini yaptım. Bir yalanla yaşamandan daha iyiydi. Bir dakika bile beklememize gerek yoktu.” Yine yumuşak bir tavırla tebessüm etti. Uzanıp elimi avuçlarının arasına aldı. “Yağmur, iyiliğini istedik amcamla ikimiz. Metotlarımız farklıydı ama neticede annenin yanındasın. Ben amcamın arkasından iş çevirdim. Sana ait bir sırrı seninle paylaştım. O açık adres öğrenene dek gizli kalmayı tercih etti. Ama sana ihanet etmedik. İnan tüm bu olanlarda kimsenin kötü bir niyeti yoktu.” Ben hâlâ arkamdan iş çevrildiğini düşünüyordum. Böyle hassas bir meselede kendi fikirlerini, bir bahane olarak ileri sürmeleri yumuşamama engel oluyordu.

“Amcana çok benziyorsun” dedim. “Yalnız, aranızda bir fark var. O özür dileyebiliyor.” Oğuz Bakırcıoğlu tüm kalbini açmıştı bana. İnanmıştım ona yeniden baba diyecek kadar. Aras böyle bir günde, güvendiğim insanlardan biriyken karşımda kabahatini itiraf ediyordu ama bundan bir hata olarak bahsetmiyordu. Derin bir nefes alıp elimi çektim avuçlarından. Şaşırmış gibi yapıp duruşunu dikleştirdi.

“Çok af edersiniz hanımefendi…” Şaka yapmanın sırası değildi. Aras samimiyetimizi devam ettirmek için muzırlık yapıyordu. Engellemedim. Bir yanım rahatlamıştı çünkü. Daha büyük bir ihanet, yalan duymadığım için derin bir nefes vermiştim. Veya amca yeğen beni çok iyi manipüle ediyorlardı. Elini pantolonunun ceplerine sokup aradığını bulamamış gibi telaşlı göründü. “Pişmanlığımı göstermek, hatalarımı telafi etmek adına size aldığım ufak hediyeyi ceplerimde bulamıyorum.”

“Hediye istemiyorum zaten Aras. Biraz ciddiyet ve samimiyet yeterli. Nasıl hassas bir dönemde olduğumu biliyorsun. Kararlarımı ve sözlerimi etkileyen etkenlerin de farkındasındır.”

“Evet, tabi…” Hâlâ ciddi olmadığını sezebiliyordum. “Benimle arabaya kadar gelir misiniz hanımefendi?” Ofladım elimde olmadan. Koluna girmem için durdu. Önce sert olmamak kaydıyla bir tane vurdum. Sonra yalancı kibar gülümsememle eşlik ettim adımlarına. Araba sokak lambasının önüne park edilmişti. Kapısını açıp içinden büyük bir kutu çıkardı. Dikkatli tutuyordu. “Açın lütfen.” Parmak uçlarımla siyah kutunun kapağını kaldırıp içine baktım. Tamam, ne sevdiğimi gerçekten biliyordu. Her zaman yurt dışından getirdiği çikolata ve kahvelerle doldurmuştu kutuyu. “Bir yumuşadın sanki” dedi.

“Kızlar için sevindim” diyerek bozdum neşesini. “Çok lezzetli bu çikolatalar. Seveceklerine eminim.”

“Birlikte kahve içer miyiz?” Başını göz hizama eğip eski günlerimizdeki neşeyi yakalamaya çalışıyordu ama anlamadığı bir şey vardı. Kutuyu alıp arabanın üstüne bıraktım. Çok değer verirdi arabasına. Bu hareketime sesini çıkartmadı.

“Zor bir süreçteyim Aras. Buraya gelmeme çok yardım ettin. Ya da babamın dosyalarını aldın…” Soğuk bir gülümseme kesti sözlerimi. Rüzgâr dağıttı saçlarımızı. “Ama dediğin gibi bu gün buradayım. Teşekkür ederim. Size bir anda arkamı dönmüyorum. Duyduklarıma rağmen, iyi niyet diye önüme koyduğunuz bahaneleri göz ardı etmiyorum. Kırıldım, kimse güveneceğimi şaşırdım. Zaten ellerim boştu. Yine de savunmalarınızı dinliyorum. Fakat bana biraz zaman ver olur mu? Her şeyi bir anda kabullenmemi bekleme. Hayal kırıklıklarımı içimden söküp atamam. Her köşe başında bir yalan var. Düşünmeye vaktim olmadı. Biliyorum, biz kardeşiz seninle. Çok zor olsa da belki atlatırız bu süreci…”

Aras sustu bir müddet. Düşündü, bu da istediğim bir şeydi çünkü ciddiyetimi idrak ettiğinin işaretiydi. “Amcam bu gün beni arayıp da konuştuklarınızdan bahsedince çok korktum biliyor musun? Benden uzaklaşırsın diye. Hayatının neresindeyim, az çok görebiliyorum Yağmur. Hep hatırlatıyorsun zaten.” Bu iyi bir şeydi bence fakat Aras’ı rahatsız eden bir yanı vardı sanki. Bu güven problemi ona biraz mesafeli yaklaşmama sebep olmuştu ve aynı şakalara gülebilen iki amca çocuğu olarak devam edemeyeceğimizi net bir şekilde görebiliyordum. “Tamam, haklısın. Geçiştirilmeyecek kadar önemli bir mevzuydu. Hata yaptım, üzgünüm. Bana ait tüm zamanları paylaşabilirim seninle. Ama özlemle bekleyeceğimi unutma sakın. Yeniden bana gülümsemen için de elimden ne gelirse yaparım.”

Cömert hislerine karşın derin bir nefes aldım. Anlayış, Aras’ın gözlerinden eksik olmazdı bana karşı. Zedelenen bir güvenden sonra onu da kaybettim sanıp korkmuştum. Yeniden eski tahtına oturan anlayış, bir çocuğun elini tutmak gibiydi. Osman geldi aklıma. Pek sevecen bulmamıştım onu ilk başlarda. Ama hep anlamıştım tavırlarının sebebini. Bu gün Elmalı Sur’da söylediklerinden güç almıştım. Tek başına da güçlü durabilirdi insan. Ama kalabalıkken yarası daha az, gülümsemesi sahi olurdu. Ben artık bir kalabalığa gerçekten aittim. Onda iki ihtimalle çıktığım yolda, sayı arttı. Hal böyleyken ve Yağmur defalarca yalanla yeniden tanışmışken korkuyordum.

Oğuz Bakırcıoğlu’na arkamı dönmüştüm. Aras’ın kendince sebeplerle yalan söylediğiyle yüzleşmiştim. Küçük bir çocukla nasıl bir ilişkisi olduğunu anlamadığım bir kadının mezarı başında gözyaşı dökmüştüm. Çok karmaşıktı, çok yorucuydu. Toparlanmak için zaman ve teselli lazımken yeniden kırılmak istemiyordum. Belki cam bir fanusta yaşamalıydım. Dünya, hayalini kurduğum kadar hassas değildi. Belki bir an önce annemin kollarına koşmalıydım. Ne yaşarsak birlikte yaşar, sonra da sarılırdık.

“Son bir şey…” Aras eğilip arabanın içinden bir çiçek buketi çıkardı. “Çikolatalar, sevdiğin içindi. Bu da özür için. Kızlara verme lütfen.” Son söylediği gülmeme neden olurken çiçeği aldım. Ufak bir buket değildi.

“Düşündüğün için…” Sözümü tamamlayamadan hapşırdım. Sonra burnumu çektim. Onun yanında böyle şeylerden çekinmezdim. “Sağ ol.” Ufak bir kahkaha attı.

“Üzgünüm, her ana özel bir hediye vardır ve özür için çiçek almam gerekiyordu.”

“Güzeller, ambiyansa uygun hareket etmen hoş olmuş.”

“Yine o Fransız ağzı.” Omuz silktim. Türkçeye geçmiş yabancı kökenli sözcükleri olduğu gibi telaffuz ettiğimi iddia ederdi. Ben de küçüklüğümden beri konuşmamı düzletmeye çalışırdım. Aramızda ufak bir kelime oyunu oynardık. Tabi ben sıkıntılı öğrenci konumundaydım.

“İstanbul ağzı mı tercih ederdiniz kuzum?” Kimi taklit ettiğimi anlayınca yüzünü ekşitti.

“Bildiğin yoldan devam et lütfen.”

“Anlaştık.” Elini uzattı iş adamı kimliğiyle. Çiçeği kendimden uzaklaştırıp sol koluma yatırdım ve sağ elimle anlaşmayı tamamladım.

“Ben gideyim o zaman. Kalacak bir yer yok sanırım burada?” Maalesef ona geceyi geçirecek bir yer temin edemezdim. “Yakınlarda bir pansiyon vardı. Orada kalırım, sabah da yola çıkarım.”

“Dikkatli git, görüşürüz.” Arabanın üstündeki kutuyu kucağıma verdi. El sallayıp ön koltuğa geçti. Tepesindeki lamba açık olduğu için yüzünü rahat görebiliyordum. Direksiyona kollarını yasladı. Bir müddet bekledi. Onu ağırlayacağım bir evim yoktu. Burada kalamazdı. Belki bir dahaki sefere davet ederdim. Şimdi ayrılmak zorundaydık. Geri çekilip gitmesi için başımla işaret ettim. Gülümsedim bir daha ne zaman görüşeceğimizi bilmediğimden. O da nasıl bir karmaşanın içinde olduğumu bilmiyordu zaten.

Arabayı çalıştırıp sokaktan ayrıldı. Elimde bir kutu çikolata ve çiçekle arkasından baktım. Yüzleşmelerle dolu, yorucu bir gündü. Hiç uyumamışım gibi yorgun hissediyordum. Soğuk rüzgâr bir kez daha esti. Eve dönmemi söylüyordu aslında. Fırtına gelecek diye fısıldıyordu. Herkesi dinlemiş, her hatayla ve özürle yüzleşmiştim. Rüzgârın sözüne de kulak verdim. Arkamı döndüm. Ne zamandır oradalardı bilmiyordum ama Gonca Saraç ve Osman yuvanın kapısında dikilmiş bana bakıyorlardı. Bir an duraksadıysam da uzun sürmedi. Hemen yanlarına gittim.

Öğretmen bey kaşlarını çatmış, arkamdaki boşluğa bakıyordu. Gonca Saraç’a karşı çok cevabım birikmişti ve bana karışmaya hakkı olmadığını söylese de görüştüğüm kişiyi merak ediyordu. Kızlar, yuva, güvenlik… Haklı gerekçelerine karşı boynum kıldan inceydi. Elimde tuttuğum çiçeği veren kişinin kardeşim olarak bildiğim Aras’tan geldiğini açıklama ihtiyacı duydum. Dışardan farklı gözüktüğünün farkındaydım. Ve bir yanlış anlaşılmayı önlemem gerekiyordu.

“Aras gelmiş. O benim…” Kendimi tutamadım. Yersiz gelen bir hapşırmayla konuşmamı bölmek zorunda kaldım. İki elim doluyken kaba ve nezaketsiz gözüküyordum. Sol tarafıma dönmem de bunu engellemedi. “Çiçekten” dedim ufak bir gülümsemeyle. Osman’a uzattım. “Tutar mısın Osman?” Bu bir rica değildi aslında. Nefesim daralıyordu. Bir kez daha hapşıracaktım. Öğretmen tam zamanında elimden aldı buketi. Cebimdeki peçeteyi hızlı bir hamleyle çıkartıp ağzıma siper ettim. Yanımda alerji ilacım yoktu. Yarın sağlık ocağına uğramak şart olmuştu.

Osman bir çiçek buketi değil de sopa tutuyordu sanki. Burnuma doğrultmaması hoştu tabi ama değersiz bir poşet gibi salınıyordu canım çiçekler. Bitki bakamazdım. Ama vazoya koysak koridora hoş bir hava katabilirdi. Uzağında durduğum müddetçe evdekilerin göz zevkine hitap ederdi. Gonca Saraç “Yağmur, ilacın yok mu senin? Burada çiçekten böcekten bol bir şey yok. Arkadaşın da getirmiş nezaket gösterip ama…” diyerek beni uyarmaya çalıştığında hapşırarak sözünü böldüm. “Ama sürekli böyle olmaz ki.”

“Yarın sağlık ocağına gideceğim” dedim. “Açıkçası ben de yoruldum. İstanbul’da bu kadar kötü olmuyordum.”

“İyi madem, geçelim içeri. Hava soğudu.” Osman’ın bizimle gelmeye niyeti yoktu. Çiçeği Gonca Saraç’ın kucağına bıraktı. İyi akşamlar diyerek evine gitti. Biraz hızlı olmuştu yola koyulması. Kucağımdaki kutu ağırlaşırken arkasından baktım. “Şu arkadaşınla tanışır mıyız?” diye sordu Gonca Saraç. Osman’a ne olduğunu soracaktım ben de.

“Amcamın oğlu” dedim dalgınca. Kucağındaki çiçekleri okşadı.

“Güzellermiş” diye mırıldandı.

Bölüm : 27.11.2024 16:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...