Oğuz Bakırcıoğlu dediği gibi yine geldi. Gonca Saraç’ı ikna etti ve yangın merdiveni yapılması için hazırlıkları başlattı. Kızlar okuldan döndüğünde hepsiyle tek tek tanıştı. Arabasındaki hediyeleri verdi. En az çocuklar kadar iyi vakit geçirdi. Melek abla minik yüzlerdeki her gülümsemeyle daha da neşeleniyordu. Gonca Saraç’ın sessiz endişelerinin farkında bile değildi. Şu iki haftayı aşan süreçte kızların hayatı pek çok açıdan değişmişti. Bunda benim parmağım vardı. Ve hiçbir şey olmamış gibi aralarından sıyrılıp gideceğimi zanneden kadın, açıkça korkuyordu. Yine de oyuncak bebeklerini hevesle kucaklamış, Oğuz Bakırcıoğlu’na teşekkür eden kızların hevesini kırmadı. Kibar bir gülümsemeyle yapılan iyiliği kabullendi.
Osman gün içinde hiç uğramadı. Kendine ait bir programı olabilirdi tabi ama neredeyse her gün geldiği için insanın gözü arıyordu. Kızlar öğretmen hakkında bir şey sorar diye bekledim, sormadılar. Melek abla işe verdi kendini. Gonca Saraç tabela ve yangın merdiveni için görüşme yaptıktan sonra bize katılmadı. İdare odasında vakit geçirdi, sonra kızları ödev yapmaları için etüt odasına çıkardı. Neticede ben de kimseye soramadım Osman’ı. Sonuçta istediği zaman gelirdi. Kendi işini daha iyi bilirdi. Belki bu gün dinlenmek istemişti. Ben niye tüm karmaşanın içinde öğretmenin gelmemesini kafama takıyordum!
Oğuz Bakırcıoğlu ders çalışmaya giden kızlarla vedalaştıktan sonra eve dönmek üzere yuvadan çıktı. Arabasına kadar eşlik ettim ona. “Kızlara kendini sevdirdin” dedim. Sevmek gibi kavramların üstünde pek durmayan bir adama göre epey iyi iş çıkartmıştı. Tek kaşımı kaldırdım. “Hem de rol yapar gibi görünmüyordun.” Bu söylediğime güldü.
“Onlar menfaatleri için olmadığı gibi görünen, ağzı iyi laf yapan kesimden değil. Saf ve tertemiz çocuklar. Verdikleri sevgiyi kabul edip gülümsemene katsan yeter.”
“Sevgi böyle bir şey mi?” Meraklıydım açıkçası. Onlar kadar saf değildi yüreğim. Hepsini seviyordum ama yeterli miydi veya nasıl olmalıydı? Toydum ve biraz utanıyordum. Omuz silkti Oğuz Bakırcıoğlu.
“Ben anlamam böyle şeylerden. Herkes kendi hislerinden sorumludur” dedi konuyu başından savmak istercesine.
“Çok yardımcı oldun, teşekkürler.”
“Her zaman.” Bir elini cebine atıp, diğer elini kullanarak tırnağının ucuyla kaşının kenarını kaşıdı. “Bu arada… Dün Aras gelmiş. İstanbul’a dönerken konuşmuştum onunla. Vakit kaybetmemiş görüyorum ki.” Başımı salladım onaylamak için. Ne güzel, artık herkes attığı adımı birbirine bildiriyordu. Keşke altı yedi ay öncesinde de böyle yapsalardı. Belki kimse böyle kırılmazdı. En azından sadece sonuca değil, sürece de önem verenler daha az yıpranırdı. “Anlattı mı derdini?”
“Söyledi bir şeyler. O da iyiliğimi istemiş. Benden saklamanı doğru bulmamış. Hem gidecekmişim yurt dışına, engellemesi gerekmiş.” Alayla güldü. Bu hep sinirimi bozardı. “Niye gülüyorsun? Sen de pek farklı şeyler söylemedin. İkinize de konuşma hakkı vererek adil davrandım.”
“Bana benzemene güldüm. İster kabullen, ister reddet. Yanında büyüdüğün insanlara benziyorsun.” Bilmece gibi konuşuyordu. Konu nasıl buraya geldi anlayamadım. Aras’tan söz ediyorduk en son. Ve Oğuz Bakırcıoğlu’na benzediğimi düşünmüyordum. “Otuz yaşıma kadar duygu denen bilmece yığının kapısına çok az uğradım. Hissettiğim gibi yaşadım, üstüne konuşmadım. Seher teyzen çıldırırdı, biliyorsun.” Yumuşak ve geçilmez bir duvarla yaşadığını düşündüğüm kadın bazen gerçekten çileden çıkardı ve haklıydı da. “Açıkçası kendimi düşünürdüm. Ben güldüysem komiktir, sevmediysem kötüdür. Kendi alanımda yaşayacak kadar param vardı. Bencilliğim insanlara kötülük olarak yansımadı. Hatta rahatlığım sebebiyle sevildim de.”
Evet, kendini iyi tanıyordu. Ama onunla benzer olan yanımı bulamamıştım hâlâ. Ben çok uzun süre inşa etmek için çabaladığım duvarların içinde, elimdeki maddiyatı kullanarak yaşamış biriydim. Bunu mu kastediyordu? Yine de onun kadar umursamaz olmamıştım hiçbir zaman. “Sonra çevreme bakma gereği duydum. Buna birçok şey sebep oldu ama biz kısaca yaşlılık diyelim. İsteklerim ve yaşam diye içimde büyüttüğüm şeylerden insanlarda da vardı. Bu kibirli bir söylem değil, itiraz etme lütfen. Elimden geldiğince görmezden geldiğim ve umursamadığım şeyler beni eğlendirmeye başladı. Kariyerime katkı sağladı. Kimin beni yarı yolda bırakacağını, kimin sadık olduğunu, kimin dolandırmak niyetiyle kapımı çaldığını görebilecek kadar tecrübeli bir iş adamı olduğumda etrafımdakilerin varlığının farkına vardım.”
“Aslında görmezden gelmiyordun. Sadece yaşıyordun ve öğreniyordun. Üstüne konuşma gereği duymuyordun.”
“Hm, kabul edilebilir bir tespit. Çünkü kimse ani bir aydınlanmayla değişip bambaşka biri olamaz. Evet, yaşayarak öğrenenlerdendim. Fakat belli bir noktadan sonra farkındalık devreye giriyor ve insan tamamen susamıyor.”
“Anlıyorum… Ama bu konuyu ikimizin benzerliğiyle bağdaştıramadım.” Unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi başını salladı.
“Çok konuşmak dikkat dağıtır her zaman. Sen, sevmeyi yaşıyorsun. Üstüne konuşmuyorsun. Baksana, tarifi yok sende bu terimin.” Sahiden, sözlük anlamını bile tek seferde söyleyemezdim. İşte şu diye parmağımla gösteremezdim. Severdim, üzülürdüm, gülerdim. “Birileri de seni seviyor, kabulleniyorsun veya reddediyorsun. Sözlü olarak değil, yaşamın akışında yapıyorsun bunu. Ama gün gelecek, ışıklar yanacak. Kim beni niye seviyor? Kim benden niye nefret ediyor? Kim, neden dostum? Farkındalık dediğimiz noktaya varacaksın. Bu yönden benzediğimizi düşünüyorum. Yine de büsbütün aynı olmadığımızı biliyorum. Ben yaşayarak yolun yarısından fazlasını tamamladım. Sen daha başında sayılırsın. Bu yüzden geç kalmadan önce gözlerini açmalısın. Kimi neden sevdiğini bilerek yola devam etmelisin.”
Oğuz Bakırcıoğlu gerçekten bambaşka bir adam olmuştu. Tıpkı bir baba gibi nasihat veriyordu bana. Kendi geç kalışlarından pişmanlık duyar gibi bir hali yoktu. Fakat ufacık benzerliğimize rağmen bizim tamamen farklı iki insan olduğumuzun farkındaydı. Aynı hislerin, aynı serüvenin başındaydık ama benim yolum ve tercihlerim başka yöne sürükleyecekti hayatımı. Bunu görebiliyordu.
“Duygularım üstüne konuşacağım o zaman” dedim. Önemli bir mesele konuştuktan sonra çocuğun bambaşka bir çıkarımda bulunduğunu gören ebeveynler gibi bakışlarını başka tarafa çevirdi. Kendimi tutamayıp güldüm.
“Çok konuşma” dedi.
“Çok konuşmak dikkat dağıtır her zaman” diye tamamladım sözünü. Takdir eden bakışları canlı parıltılara ev sahipliği yaptı.
“Özlemişim seni çocuk.” Oğuz Bakırcıoğlu’nun bu açık hali daha çok hoşuma gitmişti. Keşke böylesine geç farkındalık kazananlardan olmasaydı.
***
Akşam yemeği vaktinde sağlık ocağından döndüm. Alerji ilacım için reçete aldıktan sonra Nil’le sohbet etmiştik biraz. Benden iki yaş büyüktü. Ama onunla konuşmak keyifliydi. Bazı konularda annesi gibiydi, aklına geleni söylüyordu. Ondan kırıcı bir şey duymak zordu. Zekiydi ve gözlemlerini uygun kelimelerle ifade edebiliyordu. Göktepe’de Nil gibi bir arkadaş edindiğim için seviniyordum. Genel olarak buradaki insanlarda bir samimiyet vardı zaten. İnsan iki günde bile üstündeki yabancılığı atardı.
Eve girdiğimde gözlerimi kapatıp ne yemek piştiğini tahmin etmeye çalıştım. Keskin ve lezzetli baharatların kokusu geleni kapıda karşılıyordu. Hızlıca ayakkabılarımı çıkartıp kenara koydum. O sıra Gonca Saraç merdivenlerden iniyordu. “Yemeğe yetişmişsin” dedi memnun bir gülümsemeyle.
“Çok güzel kokuyor.” Montumu asacağım sırada kapı çaldı. Nil gelmeyecekti, o zaman Osman’dı. Hızlıca kapıyı açtım. Beklediğim gibi öğretmeni gördüm karşımda. “Hoş geldin.” Kısa bir baş selamı verip içeri geçti. Gonca Saraç’ın karşılamasına aynı durgunlukla karşılık vermemesini acayip buldum ama bir şey demedim.
“Geldiğin iyi oldu Osman. Hepimiz bir arada yeriz. Kızlar da merak etmişti seni.” Bunu söylerken bana bakan kadından çektim gözlerimi. İçeriyi göstermesi gerekiyordu. Ben de merak etmiştim ama kızlar kadar değil. Sonuçta herkesin kendi zamanını yönetebileceğinin bilincinde olan bir yetişkindim. Oturup sabahtan akşama kadar birilerini merak edemezdim. Kimse böyle bir şey demedi zaten.
“Yemeğe geçelim mi?” dedim iç sesime de gizlice sitem ederek. Benimle kavga etmeye bayılıyordu. Gonca Saraç önden girdi mutfağa, sonra ben, peşimden de Osman. Kızlar sandalyelerine oturmuş, kâselere çorba konulmasını izliyorlardı. Melek abla bizim için de servis açmıştı. Geleceğimizden şüphesi yoktu çünkü fazla uzaklaşamayacağımızı biliyordu.
“Kaynananız seviyormuş” dedi neşeyle. “Oturun bakalım.” Gonca Saraç otururken yüzünden komik bulduğum bir ifade geçti. Sanırım babaannem onu pek sevmiyordu. Olur olmadık anlarda sırıtan kişi durumuna düşmemek için sakince sandalyeme geçtim. Osman da tek boş yere, yanıma yerleşti. Ayşe başını hafifçe sağa yatırdı. Osman’a baktı bir soru sormak üzere. Artık anlayabiliyordum çünkü önce donuk bakışlarla karşısındakini süzüyordu.
“Öğretmenim senin kaynanan kim?” Herkes kısa bir an afallarken bastırmakta zorlandığım bir kahkaha yanaklarımın içine hapsoldu.
“Benim kaynanam yok canım. Niye sordun?” Melek ablanın yemeğe yetişen kişiye söylenen deyimi öylesine ortaya atması yüzünden sormuştu. Kaynana ne demek biliyor muydu acaba? Önüme konan çorbayı kaşığın ucuyla karıştırdım. Gülmemek için dikkatimi dağıtıyordum.
“Seni seviyor mu diye merak ettim.”
“Sever herhalde…” Osman verdiği cevaptan emin değildi. “Yani umarım sever” dedi ciddi bir şekilde. Kaşığı bırakıp dirseğimi masaya, ağzımı da avcuma yasladım. Böylece Osman güldüğüm için bana ters bakışlar atamayacaktı. Gonca Saraç kendini tutabiliyordu mesela. Dudağının kenarında hafif bir tebessüm asılıydı. Ama yayılmasını engelliyordu.
“Sever tabi” diye atıldı Melek abla. Kızların önüne ekmek koyuyordu o sıra. “Hele bir evlensin, bağrına basar kaynanası. Geçen gün Şerife dedi, kızım olsa Osman’la evlenmesini isterdim dedi.” Melek ablanın kızlarla konuşurken Osman’a işittirmesi ve konuyu anne usulü medeni haline bağlaması küçük çocuklarla dolu bir sofraya pek yakışmadı. Zaten Gonca Saraç da ufak bir göz işaretiyle onu uyardı. Kadın, derin bir nefes eşliğinde söyleyeceklerini içinde tutup sofraya oturdu.
“Şükür ki kızı yok” diye fısıldadı Osman. Sinirim bozulmuştu artık. Tutamadım gülmemi. Teyzelerden kaçan mağdur genç hali gözümün önüne geldi.
“Af edersiniz” dedim herkes merakla bakınca. Osman peçete almak bahanesiyle önümdeki peçeteliğe uzanırken yine fısıldadı.
“Gülme komşuna, gelir başına.”
“Benim yaşım küçük” diye karşılık verdim. “Sen koca adam olmuşsun.”
“Küçül de cebime gir.”
“Yağmur ablam senin cebine sığmaz ki öğretmenim.” Elif’in bizi dinlediğini, sesli bir şekilde konuşmaya dahil olunca fark ettim. Sanırım benim de ciddileşme zamanım gelmişti. Boğazımı temizledim ama açıklama yapmak için öne atılmadım. Öğretmen olan Osman’dı ne de olsa.
“Bunlara da bir şey de Gonca hanım. Fısır fısır konuşup gülüyorlar.” Bir de şikâyet edilmiştik. Başımı eğip tencerelere yakın oturan Melek ablaya baktım. Haksızlıktı bu.
“Osman öğretmen, toplum içinde gizlice konuşulmayacağını öğretiyor çocuklara. Değil mi?” Azarlanmış ufak çocuklar gibi başımızı salladık.
“Evet, Yağmur ablalarına da babasından izinsiz yabancılarla görüşmemesi gerektiğini öğretiyordum” dedi Osman. Bir darbe de ondan yedim. Aynı safta olmamız gerekmiyor muydu? Hem nereden aklına gelmişti bu mesele?
“Evet, seni kaçırırlar Yağmur abla. Büyüklerinden izinsiz bir yere gitme” diye tembihledi Aysima.
“Ve yabancılardan bir şey alma” diyerek onu destekledi Osman.
“Bunları çocuklara söylemen gerekmiyor mu?” diye sordum sahte bir kibarlıkla. Güldüğüm için intikam alıyordu besbelli. Huzurla yemeğimi yemek istiyordum. Cevap vermedi. Çabucak çorbasını içip baharat kokusunun kaynağı olan biber dolmalarından almak için kalktı. Melek abla servis yapabileceğini söylediyse de onu oturttu. Tencerenin kapağını açıp iki dolma koydu tabağına. Tekrar döneceği sırada durup koridora baktı. Bir şey dikkatini çekmişti muhtemelen.
“O vazo oraya hiç olmamış” dedi memnuniyetsiz bir ifadeyle. Aras’ın getirdiği çiçekleri odamın kenarındaki boş duvarın önünde duran sehpanın üstündeki vazoya koymuştuk. Melek abla ve Gonca Saraç çok sevmişti. “Biri çarpar, kırılır. Tehlikeli bir şey.” Sonra yanıma otururken “senin alerjin yok mu?” diye söylendi. Gonca Saraç arkasına yaslandı. Osman’ın sıkılgan tavrının aksine o gergin değildi. Beni savundu.
“Ben koydum oraya. Hoş oldu bence. Mis gibi de kokuyorlar.” Bana baktı tebessüm ederek. “Kuzenine çok teşekkür ettiğimizi iletirsin.” Osman şaşkınca kaldırdı kaşlarını.
“Kuzen mi? O senin kuzenin miydi?” Dün kaçar gibi gitmeseydi öğrenecekti Aras’ın kim olduğunu. Başımı salladım onaylamak için. “Söylemedin bir şey. Aras deyince…”
“Ne diyecektim Osman? Adı Aras, öyle tanıtacağım tabi. Hem niye sorun ettin bu kadar?” Yine mi en başa dönüyorduk? Gonca Saraç’ın kızı olduğumu öğrendiği halde güven problemi mi yaşıyorduk? Ben ve çevremdekiler yabancıydı ona. Bu yüzden hâlâ temkinli mi davranıyordu? Az önce gülmemek için kendini zor tutan Yağmur’u asık suratlı, iştahı kaçmış birine dönüştürdüğü için Osman’ı tebrik etmek gerekirdi.
“Hayır, sorun yok tabi…” Kızlar, Melek abla ve Gonca Saraç bize bakıyordu. Neşemi baltayla kesen adamı duymazlıktan geldim. Birinin konuyu değiştirmesi çok hoş olurdu. Çünkü bu sessizlik insanı geriyordu. Zaten ben de gergindim, daha fazlasına ihtiyacım yoktu. “Yağmur” diye fısıldadı Osman. Sertçe dönüp baktım ona. Tartışmanın, kendini ifade etmenin yeri değildi burası.
“Yemeğini ye” dedim. Kısa bir an tereddüt etti. Sonra iletişim kurmaktan vazgeçerek dolmasına yoğurt ekledi. Aysima boş tabağını Melek ablaya uzatırken gözü, açık ahşap renkli dolap kapağındaydı. Ortamdaki soğuk rüzgârı fark etmemesi onun yararınaydı.
“Kuzenin bize çikolata gönderdiği için çok iyi biri. Bir daha gelecek mi?”
“Belki yine gelir.”
“Büyük mü?” diye sordu Sude.
“Kocaman” dedim gülerek. Kızlarla konuşmak az önce zıplayan sinirimi yatıştırmaya başladığında dikkatimi onlara verdim. “Boyu epey uzun ama yaşını soruyorsan benden iki yaş büyük.”
“Abi gibi…” Ayşe’nin söylediğine başımı salladım.
“Abim, kardeşim gibi o benim. Ama abi demiyorum.” Yaramaz bir çocuk gibi gülümsedim. Bu kızları da neşelendirdi.
“Osman öğretmenimden büyük mü?” Zümra bunu biraz korkuyla sormuştu. Sanırım olumsuz cevap vermemi istiyordu. Ama içimdeki muzırlık yapma hissini bastıramadım.
“Öğretmeninizden uzun Aras abiniz. Yakın zamanda tanışırsanız görürsünüz.” Yan tarafımdaki memnuniyetsiz öğretmenin cevabı gecikmedi.
“Ben bir yaş büyüğüm Aras abinizden.” Son kelimeyi bastırarak telaffuz etti. Sonra ağzına kocaman bir lokma aldı. O da kaşlarını çatmış, bana bakmadan oturuyordu. Kendisi başlatmıştı. Dün öyle kaçarcasına gittiğinden beri huzursuzluk çıkartan oydu. Zümra’yı memnun etti aldığı cevap. Daha bir şey sormadan biberleri tabağın kenarına itti. Elif meselenin başından beri sessizce bizi dinliyordu. O da kendi fikrini belirtmek istedi sessizlikten faydalanarak.
“Yağmur ablam Osman öğretmenime de abi demiyor.” Bunu biraz gururlanarak söylemişti aslında. Osman benden üç yaş büyüktü, bu durumda abi demem gerekiyordu ama hiç aklıma gelmemişti. Herkes gibi adını söylemiştim. Bir kere öyle tanışınca adının yanına başka bir sıfat ekleyemezdim. Hem sinirlendirmişti beni, daha duyamazdı o kelimeyi. Dönüp şöyle bir baktım. Huysuz gözüküyordu. Ben de farklı sayılmazdım. Osman’a abiliği de yakıştıramadım. Yaşıtım, muhatabım gibiydi. Demeyecektim…
“Aman aman! Konuşmaktan soğuttunuz yemekleri. Hadi bakayım, yiyin bakayım!” Melek ablanın şaka yollu sitemi sayesinde çocuklar kısa sürede yemeklerini bitirdiler ve kalktılar. Büyükler arasında hâkim olan sessizlik sürdü. Tabakları kaldırırken, bulaşıkları yıkarken de bozulmadı. Sonra ben çıkıp kızlarla ilgilendim. Aradan bir saat geçtiğinde de öğretmenin gittiğini öğrendim. Niye aşmıyorsun sınırlarını Osman? Ben sana sırrımı söylemişken niye kaşlarını çatıyorsun adımlarıma? Yakışmıyor sana, ben senin merhametine de şahidim. Gördüm gözlerinde. Her kapım çalındığında esirgeyeceksen, yanına yaklaşmayayım daha iyi…
Kızları yatırıp aşağı indiğimde Gonca Saraç da evine gitmek üzereydi. Etrafta kimseler yokken konuşmalıydık belki de. Merdivenin kalan son ikinci basamağından atladım. İstanbul’da en büyük eğlencem her geçen gün basamak sayılarını arttırarak zemine ulaşmaktı. Seher teyze başıma bir şey geleceğinden korkardı küçükken. Büyüdüğümde yetişkinler için uygun bir hareket olmadığını söylerdi. Yine de ikinci basamaktan atlamayı sürdürdüm çünkü bu hiç fark edilmezdi.
“Eve mi gideceksiniz?” diye sordum. Kabanının düğmelerini ilikleyen biri başka ne yapabilirdi? Sohbet etmeye çalışıyordum. “Vaktiniz varsa biraz konuşabilir miyiz diyecektim.” Yanına gitmiştim çoktan. Olumlu anlamda başını salladı. Sanki bu anı bekliyordu o da.
“Ne hakkında? Ayaküstü konuşulacak bir mesele değil herhalde, öyle mi? Mutfağa geçelim mi?” Başımı salladım. Bir an tereddüt etti kabanını çıkartıp çıkartmamakta. Sonra gerek olmadığını düşünmüş olacak ki çıkartmadan mutfağa yöneldi. Ben de arkasından gidiyordum ki telefon çaldı. “Hayırdır bu saatte?” diye mırıldanırken yönünü değiştirdi. Ahizeyi kulağına yasladı. “Alo, evet… Tabi bir problem kalmadı… Halledilecek bir iki hafta içinde… Raporlarda bir eksik yok… Yine kontrol ederim tabi… Şimdi mi? Tamam, bakarım. Görüşürüz…”
“Bir sorun mu var?” Saat dokuzu geçiyordu. Resmi mevzular için geç bir vakitti. Gonca Saraç rahat gözüküyordu.
“Her şey yolunda ama birkaç belgeyi kontrol etmem gerekiyor. Kurumda çalışan bir arkadaşım var. Eksikleri tamamlarken ona danışırım genelde. Neyi nasıl yapacağımızı söyler.” İdari odanın önündeydi ve gitmesi gerektiğini anlıyordum.
“Tabi” dedim kibar bir tebessümle. “İşinizi halledin siz.” Yaklaşıp omzumu sıvazladı.
“Yarım saate dönerim, konuşuruz.” Artık kaçılmayacağını biliyordum. Nasıl engeller çıkarsa çıksın ben ona gerçeği söylemeliydim. Yarım saat, bir saat, bir gece daha bekleyebilirdim kapısında. Aceleyle odaya girdi. Ben de koridorda birkaç adım attım, kafamda cümlelerimi toparlamaya çalıştım. Doğrudan söylemeli miydim? Belki hikâyemi anlatarak başlamalıydım. O fark ederdi hemen. Heyecanlanınca midemin bulandığını hissettim.
“Of… Sakin ol Yağmur, sakin ol…” Gözüm montuma çarptı yaklaşık beş dakika sonra. Tabi ya, cebimde bir DNA testi vardı. Ağzımdan tek kelime çıkmasa bile onu gösterirdim. Ben senin kızınım derdim. Hızlıca montumun yanına gidip ceplerimi karıştırdım. Ellerim titriyordu ve bulamadıkça kontrolü kaybediyordum. “Nerede bu?” diye sızlandım. “Cebimden hiç çıkartmadım ki…” Odama koyduğumu hatırlamıyordum. Her an hazır olsun diye Osman’dan aldığım andan beri yanımdaydı. “Düşürdüm mü?” Bu ihtimal saç diplerime kadar ürpermeme neden oldu.
Melek ablanın korkacağını akıl edemeden odaya girdim sertçe. Kadın yattığı yerde irkildi. Gözlerine örttüğü tülbendi kaldırıp pembe yorganına hapsettiği bedenini doğrulttu. “Ne oluyor?”
“Bir şey kaybettim de” dedim çekmecemi karıştırırken “Çok önemli.”
“Söyle, belki görmüşümdür.” Eğilip bazanın altındaki boşluğa baktım. Orada da göremeyince diz üstü oturup nerede düşürmüş olabileceğimi düşünmeye başladım. “Ne kaybettin?”
“Kâğıt” dedim geçiştirmek için. “İkiye katlanmış bir zarfın içindeydi.” Görseydi bana verirdi. Melek ablada olduğunu sanmıyordum. Bu yüzden hafızamı yoklamaya devam ettim.
“Ayakkabılığın yanında buldum bu gün. Montların birinden düşmüştür diye aldım.” Dehşetle açıldı gözlerim. Hızlıca başımı çevirip konuşmaya devam etmesini bekledim. “Gonca hanımındır diye odasına koydum. Masanın üstünde, seninse git al. Kapı kilitli değil bu gün.” Kalkmak için yeterli güç dizlerimde yoktu. Parmak uçlarımın, dudaklarımın uyuştuğunu fark ettim. “Niye öyle bakıyorsun? Korkutma beni akşam akşam. Vallahi çok yorgunum.”
“Uyu sen” diye fısıldadım. İçimdeki heyecan dalgası midemi bulandırıyordu. Yataktan destek alarak kalktım. Işığı kapatıp odadan çıktım. Hemen yan tarafta, belki de o zarfı açmış olan kadın duruyordu. Bu, son sessizliğimizdi. Titredi nefesim. Ne olur, bir kez daha güçlü ol. Artık kaçma… Ağır adımlarım beni Gonca Saraç’a götürdü. Kapının kolunu indirdim, içeri girdim. Masanın üstüne dağılmış dosyalar arasında elinde tuttuğu bir kâğıda boş gözlerle bakıyordu. Orada Yağmur’un, Gonca Saraç’ın kızı olduğu yazıyordu…
***
Oy veren, yorum yapan, destek olan ve güzel dileklerini ileten herkese teşekkür etmek isterim...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |