13. Bölüm

13- CESARET LAMBASI

Zehra
yesilkutuphane61

Yağmur başladı, bir şimşek çaktı. Ağaçların gölgesini perdeye yansıttı. Göktepe, geldim geleli yağmurlu bir yerdi doğrusu. Bu onun beni kabullenişiydi belki de. Buradan hangi isimle uğurlandığımı geç öğrenmiştim. Ve Yağmur olarak dönmüştüm. Yer gök doğruya işaretti. Haykırıyorlardı, biz ise istediğimizi duyuyorduk. Biz insanlar, hep daha fazlasını ihtiyaç sanıyorduk. Oysa karşımızdaydı hakikat. Yerdeydi, gökteydi, sol yanımızdaydı. Saklıyorduk, hata bizdeydi. Üstünü örtüyorduk, dilsiz kesiliyorduk.

Gonca Saraç’ın karşısındaydım dakikalardır. Susuyorduk, o anlamaya çalışıyordu. Ben hakikate karşın söyleyeceklerini bekliyordum. Nihayet ayağa kalktı. Elinde sımsıkı tuttuğu kâğıt da beraberindeydi. Aramızda bir adım mesafe kala durdu. Test sonucunu teyit etmek ister gibi gözlerime bakıyordu. Ağlamamak için direnen bir annenin karşısındaydım. “Bu ne demek oluyor” diyebildi. Çok şey yükselecekti göğsündeki yanardağdan diline. Fakat sesi de yanmıştı. “Konuşsana… Bu ne? Ne zaman yapıldı test?”

Yutkundum, önemsiz tüm detayları atladı zihnim. “Sonuç doğru” dedim. “Ben senin…” Elini kaldırıp durdurdu beni. Bir gülümseme peyda oldu dudaklarında, gözlerindeki acı dolu yaşlara tezat. Çıldırmanın eşiğindeki biriyle aynada tanışmışlığım vardı. Gonca Saraç’ın aklına sığmıyordu karşısındaki kişinin kızı oluşu. Bu yüzleşmenin ağır olacağını biliyordum. Dayanabilmek istiyordum.

“Sen… Ne yaptığını bilmiyorsun…” İç çekip hızlıca gözlerini odada dolaştırdı. İnkâr edilmeyecek kadar gerçektim. Boynuma sarılmazdı belki ama bunu yapmak için çabalamasını isterdim. Aylardır sabrettiğim, beklediğim için bu kavuşmaya geç kalındığının farkındaydım. Fakat Gonca Saraç bilmiyordu. O, henüz yüzleşiyordu. Bu yüzden yine sıktım dişimi.

“Her şeyi bilerek geldim buraya. Seni aradım, buldum.” Yalvarırcasına baktım gözlerine. “Çok bekledim kavuşmak için.” Sakinleşemiyordu, nefes alamazmış gibi başını yukarı kaldırıp yutkundu. Dudakları titriyordu. En acısı, bir hastalığı ve rahatsızlığı var mıydı bilmiyordum. Bilmeden ona zarar vermek istemiyordum. Uzanıp elini tutmak istedim. Geri çekti. “Uzak durma benden.” Çaresiz ısrarıma karşın sinirle güldü.

“Niye canımı yakıyorsun? Niye bana bunu yapıyorsun?” Kandırdığımı, alay ettiğimi mi zannediyordu? Ona hatırlattığım acıya dayanamayıp yıkılacağını mı hissediyordu? Nasıl büyük bir gerçekle karşı karşıya olduğunu görebiliyordum. Ne inanabiliyordu bana, ne gidebiliyordu. Bir ihtimal gerçeksem, gözlerindeki kontrolsüz telaşı fırtınaya savuracaktı.

“Çünkü bizim telafi etmemiz gereken bir hayatımız var.” Yanakları ıslandı. Teselli edemediğime, izin vermeyişine ağladım ben de. Öyle usul, öyle sessizdik ki kimse mahrumiyetin yüzleşmesinin bu odada olduğuna inanmazdı.

“Kızımı aldılar benden” dedi. Elini kalbine bastırdı. Sanki orada bir volkan vardı, patlayacak ve tüm Göktepe’yi hüzne boğacaktı. Acıya bulanmış sesi şikâyetçiydi bize bunu yapanlardan. “Gitti yavrum…”

“Döndüm ama… Buradayım.” Yaşlı gözlerini yüzümde gezdirdi. Bir adım gelse bana, sarılırdık. Ben de korkuyordum ona gitmeye. Elini usulca kaldırdı. Omzuma düşen saçlarıma değdirdi parmak uçlarını. Başı çektiği acıya yenildi, öne düştü. Gözyaşları, boynunu büktü yetim bir kızın. Anneler ağladığında çocukların yüreği karanlık ormanlarda kaybolurdu. Derman ararlardı yaralara. Şifacılardan korkmayacak kadar cesur olurlardı yola çıkarken. Peşlerine kâbus takarlardı her adımda. Yine de… Anneler ağlardı.

Düşerse, dizleri dayanmazsa diye tetikte bekliyordum. İçinde biriktiriyordu yükünü. Paylaşmak için buradaydım. Ondan metanetliydim. Uzun zamandır her gece bin bir ihtimalle yüzleşiyordum çünkü. Usulca dokundum saçımdaki parmaklarına. Daha fazlasını da bilmiyordum zaten. Belki bana öğretirdi. “Sen benim İpek’im misin?” dedi boğuk bir sesle. Yine arşınlıyordu yüzümü gözleriyle. Bu sefer inanmak istediğini görebiliyordum.

“İpek koymuştun adımı…” Çok kısa zaman önce öğrenmiştim bunu. Nasıl habersizdim hayatımdan, ismimden, yerimden yurdumdan. Haykırmak hakkımdı. Yağmura karışır giderdi sesim. Yağmur’u sokağa bırakırdım. Onun kaderinde biraz gurbet vardı zaten. Ama bu çatı altında olmazdı. Göğüs kafesimin içinde çırpınan kalp sıkıştı. Nefesimin yolunu kesti. Elimi çektim onunkinden. İçinde bulunduğumuz odanın duvarlarına öfkeyle baktım. Esas kızgınlığım başka şeylereydi. Küçük çocukları uyandırmamak için susmak zorunda kalışımdan çıkardım acısını.

“Ama sen Yağmur’sun. İpek’ti benim yavrumun adı. Aldılar onu kucağımdan. Söküp aldılar…” Yaşadığı sarsıcı anın derinliğinden bir türlü kurtulamayışı harladı içimdeki alevi. Suçlu olan biz değildik. Ama en çok gözyaşını biz dökmüştük. “İpek kızımı yuvasından kopardılar.”

“Bilmiyorum” dedim artık dayanamayarak. “Çocuk olan, kaçırılan, kandırılan bendim. Gerçeği, adımı, yuvamı bilmiyordum.” Yüzümü avuçlarıma bastırıp gözyaşlarımın akmasını engelledim bir müddet. Sonra yine dikildim Gonca Saraç’ın karşısına. “Annemi bile tanımıyordum ben. Kalktım geldim, karşındayım. İpek, o, bu… Hiçbiri değil, ben senin kızınım! İster bağrına bas, İster İpek’i aramaya devam et. Hakikat benim!” Eğer tükenmemişse hüznün kaynağı, göz pınarı da kurumuyordu. Kendimi çok çaresiz hissettim. Kızına bebek haliyle veda eden kadının, seneler sonra çıkıp gelen birine inanmaya çalışırken verdiği mücadelede yenik düşmeye meyilli olan kalbi kadar güçsüz attı yüreğim.

İlk kez çıkmamıştı karşıma yalnızlık. Ama annemin karşısındayken kimsesiz hissetmek zehir zemberek bir acıydı. Yağmur damlaları teker teker süzülüyordu toprağa. Biz onları nasıl da kalabalık görüyorduk. O kalabalığa karışmak, bir yokuştan aşağı süzülüp kaybolmak istedim. Kollarının arasında dinlenmek istediğim kadın, korktuğum gibi güçsüzdü hâlâ. Sarılmak şöyle dursun, kabullenememişti bile. Parmak uçlarının saçlarımı okşadığı kadarıyla yetinecektim.

Geri çekildim, odadan çıktım. Hayal kırıklığı bıraktım kucağına. Adımı duydum sesinden. Dönüp bakmadım. Yağmur yalandı nasılsa. İpek de artık yoktu. Montumu bile almadan dışarı attım kendimi. Bahçe de yetmedi yüreğimdeki aleve. Sokağa diktim gözümü. “Yağmur…” Bir kez daha arkamdan bağırdığında dizlerimdeki son gücü tüketiyordum. Bahçe kapısını açtım, bulutlar uğurladı beni. “Bekle!” Yapmayacaktım dediğini, bakmayacaktım arkama. Yeterince beklemiştim ben. Kızgınlığım ona da değildi. İçerliyordum sadece. Nasıl bir düşmanlık, adını bile çalardı insandan?

Adımlarım güçsüzdü. Sırılsıklam olmuştum yürüdüğüm dakikalar içinde. Nereye gittiğimi, ne yaptığımı pek bilmiyordum. Arkamdan koşturan bir kadının varlığından haberdardım sadece. “Yapma” diye mırıldandım kendi kendime. “Gelme artık…” Sokak lambasının ışığını gölgeliyordu sis. Karanlıktı gece, şimşek çakmasa. Tökezlemeye müsait ayağım bir taşa takıldı. Düştüm. Doğrusu; bıraktım kendimi. Ne dürüst bir geceydi. Ama istediğim oldu. Kalabalığa karıştı gözyaşlarım. Kederli bir kadının dokunuşu silinip gitti saçlarımdan. Hep tanıdığımın yanında döktüm içimi; yağmurun, bulutun, gecenin. Kucağıma düşmüş ellerim ıslandı. Onlarda bile İpek’i tanımayan Yağmur’a verecek teselli yoktu.

Omzumdaki dokunuş, Gonca Saraç’ın mesafeyi kapattığının işaretiydi. Nasıl bir arafta yandığımı bilmiyordu. Nasıl bir hasretin korunun ateşini harladığımı bilmiyordum. Güçsüz bir hamleyle kurtulmak istedim beni kendine çekmeye çalışan kadından. “Bilmiyorum” dedim çaresizce. “Kimsenin adını bilmiyorum ben. Yağmur’um işte.” Akıp gidiyorum, kayboluyorum. Şimşek çaktı, sesine kattı cılız sesimi. Gonca Saraç’ın yüzüne bakamıyordum. Onunla yüzleşirim zannederken bir isimle yıkılmıştım. Sabaha kadar oturabilirdim burada. Islanmak, üşümek umurumda değildi. Aynı kelimeleri sayıklayıp duruyordum. Kalkmam için beni ikna etmeye çalışan kadını duymuyordum bile.

“Yağmur!” diye yüksek perdeden söyledi adımı son kez. “Yağmur’sun sen, evet” diye devam etti susup ona baktığımda. Islanıyordu benim gibi, üstünde kalın kabanı vardı. Yine de üşümeyeceğine sevindim aklım erdiğince. Odadaki şaşkın ve telaşlı halinden sıyrılmıştı. Sanki onun kabullenemeyişini çalmıştım yanından ayrılırken. Ayaktaydı ruhu, düşmüş evladına elini uzatıyordu kaldırmak için. Bakışlarındaki şefkatin başka açıklaması var mıydı? “İnkâr etmiyorum. Adını, varlığını inkâr etmiyorum.”

“Ben senin kızım” dedim başka şey bilmezmiş gibi. Gözleri doldu yine. Başını salladı. Yüzüme dağılan ıslak saçlarımı çekti gözümün önünden.

“Benim kızımsın” dedi cam parçalarının üstünde çıplak ayakla yürümesine rağmen gülümseyerek. “Sen benim kaybımsın.” Düş değildi, annem bana yüreğinin kapısını açıyordu. Ben de gülmek istedim ama daha çok ağlamak geldi içimden. Daha önce yapmıştı, yine aldı beni kollarının arasına. Bu sefer daha içten, daha samimi sarıldı. Öptü saçlarımı “bulduk birbirimizi ama bir daha gitme” dedi.

“Anne…” Ve kavuştu yüreğimiz. Ellerimiz boşluğa uzanmıyordu artık. Sinesi boş değildi bir kadının. Yuvasız değildi bir kız çocuğu. İlk kez diline yakışmıştı anne demek. Yağmurun, gök gürültüsünün ortasında sırılsıklamken korkmuyordu. “Bir daha bırakma.” Gonca Saraç beni bir kez daha sıkıca sararak söz vermiş oldu. Kafasında binlerce soru işareti vardı belki. Cevapları almayı başka bir zamana ertelemişti. Bunu kocaman bir iyilik saydım. Eğer beni bir başıma şu yağmurda bıraksaydı, kaybolup giderdim. Kendi korkularını erteleyip bir çocuğun kâbuslarını savuşturduğu için ona minnettardım.

Bilmiyorum ne kadar öyle kaldık. Kabanını çıkartıp omzuma attı. Ancak o an ne kadar üşüdüğümü anlayabildim. Çenem titriyordu. Ama hâlâ fikrimde sabittim. Bıraksalar, sabaha kadar kalkamazdım oturduğum yerden. Bu yüzden Gonca Saraç koluma girdi. Kaldırdı beni. “Eve gidelim” dedi. Yan yana, yakındık. Başım omzuna düştü. Teslim ettim adımlarımı onun rotasına. Onun evine girdik. Soğuktu, her yer soğuktu ve fazla ıslaktım. Yine de içimde bir gül goncası yeşeriyordu. Anne dediğim kadının evindeydim.

Salona geçtiğimizde beni orada bırakıp koşarak odaya gitti ve elinde havlularla geldi. “Islandın, çok ıslandın” diye söyleniyordu eli ayağına dolaşmışken. “Üşüyeceksin böyle.” Az önce yaşananlar hiç olmamış gibi beni kurutmaya uğraşıyordu. Aydınlık bir ortamdayken çok daha net görebiliyordum; gözleri, burnu kıpkırmızı olmuştu ağlamaktan. Benzi solmuş, saçları dağılmıştı. O da ıslanmıştı benim kadar. Geri çekildim.

“Üşümüyorum” diye yalan söyledim ağlamaktan çatallaşan sesimle. Baştan ayağa ıslaktım. Bu havada, Göktepe’de üşümemek imkânsızdı.

“Yalan söyleme” diye kızdı annem. Annem… Ona bir kere böyle hitap etmiştim ya, artık çekinmiyordum içimden söylerken de. “Titriyorsun, görüyorum.” Yutkundu dudağını ısırıp. Hâlâ ağlamamak için çaba sarf ediyordu. İçinde viran bir kent vardı, benim saçımı başımı kurutmakla uğraşmamalıydı. Elindeki havluyu alıp kenara çekildim.

“Kendim hallederim” dedim. Şaşırdı uzaklaşmama. Eğer kendine bir aynadan bakabilseydi, acı içinde kıvranırken nasıl perişan göründüğünden haberi olurdu. “Hatta…” Soluklanıp burnumu çektim. “Ben gidip üstümü başımı değiştireyim. Böyle durulmaz.” Annemden halliceydim ben de. Müsaadesini beklemeden bir adım atmıştım ki hızlıca önüme geçti. Söylediğime anlam veremiyormuş gibi baktı yüzüme.

“Gidemezsin” dedi. “Artık öylece gidemezsin. Eğer ben bir rüyanın içindeysem bile bu gece uyanmak istemiyorum.” Yutkundu, soluklandı. Hâlâ direniyordu ağlamamak için. Sesi içindeki savaşın habercisiydi. “Bir yağmur seni bana getirdi, diğerinin almasına izin vermem. Çok bekledim… Ben evladıma kavuşmayı çok bekledim. Bu evin duvarları şahit gözyaşlarıma. Eğer bir yanlış yoksa sözlerinde, biraz da gülümsemelerimize şahit olsun. Çok özledi, bağrı yandı, sinesi kor alevleri sardı. Ama yıkılmadı, döneceğin günü bekledi.”

Cansız duvarlara acısını yaslamış kadına yaklaşıp sarıldım. Bunu defalarca yapmak istiyordum. Her seferinde farklı bir şey hissetmek, dolup taşmış özlemleri nehirlere savurmak istiyordum. O temiz, sıcak kokusuna bu gece biraz yağmur karışmıştı. “Yanlış yok sözlerimde.” Ağır ağır geri çekildim. “Çok aradım seni ben de. Bu evi günlerce sordum herkese. Benim tek bir hakikatim var artık, o da Göktepe’de.” Yanağımı okşadı sözlerime karşın. Otoritesiyle tanıdığım, yaramı sararken bile mesafesinden ödün vermeyen Gonca Saraç değildi artık o. Annemdi.

“Bana her şeyi anlat tamam mı?” dedi. Sonra elinin tersiyle yanaklarını kurulayıp aceleyle etrafına bakındı. “Şey yapalım… E sen… Ben sıcak suyu açayım, o sırada sana kuru ve temiz kıyafet vereyim. Benimkiler olur herhalde…”

“Kıyafet yeterli” diyerek durmasını sağlamaya çalıştım ama itiraz etti.

“Hastalanırsın, çok üşüdün zaten. Ben sobayı yakarım sen hazırlana kadar. Elektrik sobası da var.”

“Sen de ıslaksın…” Beni daha fazla dinlemeden dediklerini yapmam için banyoya gönderdi. Aynada kendimi gördüğümde ne kadar dağıldığımla yüzleştim. Bitmemişti ağlayacaklarım, biraz da duşta devam ettim. Annem içeride ne yapıyordu, ne düşünüyordu bilmiyordum. Bu saatten sonra ne konuşurduk, ne yapardık onu da bilmiyordum.

Çıktığımda ev daha sıcaktı. Üstümdeki emanet kıyafetlerde anne kokusu vardı. Açıklaması zordu ama güvenli hissettiriyordu. Çekingen adımlarla yürüyüp salonun kapısını açtım. Sobayı yakmış, üstünü değiştirmiş oturan kadınla göz göze geldik. Kalkıp yanıma geldi, ben yapamazmışım gibi kapıyı kapatıp sobaya yakın koltuğa oturttu. Hazırladığı pikeyi de dizlerime örttü. “İyi mi böyle?” diye sordu. Başımı salladım. Ne yapacağını bilemez hallerine karşın ben de çekimser davranıyordum açıkçası.

“Otursana sen de” dedim.

“Bitki çayı içer misin? İçin ısınır biraz.” İstemiyordum. “Peki süt?” Durması gerekiyordu. Yalnızca onunla oturmaya ihtiyacım vardı. Hiçbir şey olmamış gibi süt içip, kabaran duygularımızı bastıramazdık. Yılgın bakışlarıma karşın daha fazla soru sormayı bırakıp yanıma oturdu. “Yine de bir şey istersen söyle” dedi.

“Geçmişimi, kimliğimi bilmek istiyorum sadece.”

“Bu evde sadece altı aylık bir bebeğin anıları var.” Mahcubiyetini gizlemek için başını kucağına eğdi. “Anneni arayıp buldun ama sana yetmez benim bildiklerim.”

“Gerçeğim bir günse bile tüm ömrüme değişirim” diye cevap verdim kararlı bir tavırla. “Önce evlatlık olduğumu öğrendim. Aklım erince anne baba istedim beni büyütenlerden. Bir mezar başına getirdiler beni. Sevmek neydi, kime ağladım bilmeden zamanım geçti orada. Tam kabullendim derken biri çıktı, her şey yalan dedi yeniden. Bana yine yıkılan bir hayatı inşa etmek düştü. Bu sefer de Göktepe’ye geldim. Kaç hayat yaşadım ben. Her günümde bir boşluk sızısı vardı. Sizi, kızları gördüğümde nefes aldım. Dikenli çalılarla dolu bir ormanda kayıpmışım, Göktepe’nin geniş yollarına kavuşmuşum meğer. Sırf bu gece sana…” Bir kez daha söylemek için kendimi topladım. Dilim sürçmesin istedim. O da beklentiyle baktı bana. “Sana anne diyebilmek için öyle çok yol kat ettim ki…”

“Biliyor musun?” Güldü heyecanla karışık. Titreyen çenesini zapt etti. “Ben bu kelimeyi duyabileceğimi hiç hayal etmiyordum. Yani… Ufacık bir bebek alındı kollarımdan. Onun ağzı, burnu gözümün önünde hâlâ. Her gece bendeki bir siyah beyaz fotoğrafına bakıp uyurdum. Yaşadığını bilirdim. Nerede, nasıl, kimlerle? Seni bizden alanın intikamı da buydu zaten.” Durup boş gözlerle halıya baktı. “Yaşadığını bileceksiniz ama hiç karşılaşmayacaksınız, demişti. Affet. Ben hiç hayalini kuramadım büyümüş, böyle güzel bir kız olmuş bebeğimin. Bana anne diyeceği günün düşünü gördürmedi kavuşma arzum.” Boynunu büktü. “Hep, bir gün gelir dedim. Pencerelerden seyrettim, aradım, sordum. Hiçbir yerde yoktu. Gücüm yetmedi saklandığı yerden onu çıkartmaya.”

“İnanmayı bıraktın mı? Kabullendin mi yokluğumu?” Bu soru anneliğine yapılan korkunç bir ithammış gibi başını salladı hızlıca.

“Asla… Benden bir parça hâlâ yaşarken, nefes alırken nasıl kabullenirim? Niye arayıp bulmadın, yaptığımı yapmadın diye mi soracaksın?” Parmak ucuyla o hiç geçmeyen ıslaklığı silmeye çalıştı yine. Sessizce dinliyordum onu. Hiç suçlamamıştım. “Öyle çok aradım ki… Ben, baban, deden, tüm Göktepe gece gündüz aradık. Ama uzaktaydın. O uzak burnumuzun dibiydi belki, belki de bambaşka bir ülkeydi. Hiç bilemedik. Önce senin baban, sonra da benimki veda etti bana. Düştüm defalarca, sağlığım yetmedi bir kapıyı daha çalmaya. Gücüm tükendi. Adın silinip gitti hafızalardan. Bir ben unutmadım. Küstüm dünyaya. Yoktun, harlanıyordu sol yanımdaki yangın. Hani düştün ya kapıda, biri kaldırmasa kalkamazdın. Ben de kalkamadım senelerce. Sonra ölmediysen yaşa dedi birileri. Dönecek olan elbet döner. Nefes almaya devam ettim. Viran ruhu taşıyan şu bedenim birkaç çocuğun yuvasının anahtarını elinde tuttu. Hepsi bu.”

Sustuğunda köşedeki kuzine sobanın sesini dinledik bir müddet. Yuvada duvara asılı elektrikli ısıtıcılar vardı. Daima sıcak olurdu. Çocuklar için soba yetersiz ve tehlikeliydi. Gonca Saraç tek başına yaşayan biriydi. Çoğu zaman soba yakmaya ihtiyaç bile duymazdı. Bu gün benim için uğraşmıştı. Anlattıklarına karşın ne diyeceğimi bilmiyordum. Yaşanmamış sayamazdık geçmişi. Ki ben cevaplarımı almak için de buradaydım. “Yağmur?” Adımı duyunca sobadan çektim gözlerimi.

“Efendim.”

“Sen nasıl buldun beni? Üzgünüm… Ne konuşacağımı, nasıl tepki vereceğimi bilmiyorum. Aslına bakarsan saatlerce seninle oturup yüzüne bakabilirim. Ama o zaman bunun bir rüya olduğundan şüphelenirim.”

“Şüphe” dedim kısık sesle. “Benden sonra hayatındaki en büyük gerçek olmuş.”

“Öyle. Evimize girip çıkan, babamın güvendiği ve dost dediği bir adam alıp götürdü bebeğimi. Herkesin iyi niyetli olmadığını, şeytana karşı koyamadığını anladığımda bıraktım inanmayı.” İlk kez nefretiyle tanıştım. Gözünü kararttı. Bir hastalık gibi taşıyordu şüpheyi. Üç kere yeniden başlamıştım hayata. Belki aklımın birazını yitirmiştim, belki hâlâ biraz cesurdum, belki de evladımı kaybetmemiştim. Bu yüzden doğruluğunu kanıtladığım insandan şüphelenmeyi bırakıyordum. Oğuz Bakırcıoğlu’nun beni evlat edinmiş, sıradan bir iş adamı olduğuna inanıyordum artık. Delilik miydi? Şüphe kadar zehirli değildi.

“O adam bir kadının kucağına bırakmış beni. Çocuğa bakabildiğin kadar bak. Kimseye ses etme, demiş. Ücra, uzak bir köyde yaşlı birinin yanında uzun zaman saklanmışım. Sonra ortalık durulunca Tekirdağ merkezdeki yetimhaneye bırakılmışım. Adı Yağmur, demiş kadın. Hayırsız babası bıraktı gitti. Anası öldü. Ne kimlik var ne başka şey. Ben de bakamıyorum. Sonra da dönmüş arkasını gitmiş. Niye Yağmur demişler bana, bu kadar basit miymiş bir hayatı mahvetmek? Hiç bilemedim. Hesap sorma fırsatım oldu. Hastanede, ölümle yan yana oturuyordu o sıra sahte anneannem. Yaptığı şeyi itiraf ederek bir kez daha intikamın zevkini tattı. Ancak anlattığı tek şey, kızına bedel bir bebek olduğumdu. Hikâyenin tamamını sakladı yine. Ne kadar direttiysem de beni bilinmezlik kuyusundan çıkarmaya yanaşmadı. Sonra da öldü.”

Annemin yüzü bembeyaz olmuştu. Oturuşunu dikleştirip biraz daha yaklaştı yanıma. Konuştukça aşıyorduk mesafeleri. Alnıma dökülmüş nemli bir perçemi geri çekti. “Onların mahvettiğini düzeltmek sana düştü…”

“Biraz öyle oldu.” Sakinliğimiz sürer zannediyordum ama annem yine ağlamaya başladı.

“Özür dilerim. Sana iyi bir anne olamadığım için, seni koruyamadığım için çok özür dilerim. Korkum, beşiğindeki boşluk kadar büyük hâlâ. Hiç dinmedi sol yanımdaki sancı. Yağmur… Anlatacak kimsem yoktu sen gelene dek. Ölsem bir gün, sessiz sedasız can çekişerek yaşadığımı kimseye diyemeyecektim.”

“Dur, dur” dedim şaşkınlıkla. “Senin bir suçun yok. Özür dileme. Bilemezdin, kimse bilemezdi böyle olacağını.” Ben kendimi özgür bir birey olarak görüyordum ama o altı aylık bir bebeği hatırlıyordu. Savunmasız halimle hayatın üstesinden gelmeye çalıştığımı düşünüyordu. Demirden değildim, mahvolduğumu iddia ettiğim anların hatırası tazeydi. Hiç kolay değildi. Fakat onu hiç suçlamıyordum. Koskoca yirmi üç senemin tek doğru anında, karşımdaki kadının pişman olup ağlamasını istemiyordum.

Sildim gözündeki yaşı. “Ağlama… Ben de bilmiyorum ne yapacağımı. Kalktım geldim yanına. Neyle karşılaşacağımdan habersizdim. İyi, merhametli bir kadın gördüm. Otoriter ve sessizdi duruşu ama hiç tanımadığı bir kızın yaralarıyla ilgilenecek kadar şefkatliydi. Sığındım sadece. O, sevmekte cömert olmamam gerektiğini tembihledi gerçi…” Bu onu güldürdü kısa bir an.

“Gözümün önündeydin günlerdir. Hiç anlamadım. Yakınımda durdun. Bir his vardı içimde. Senden uzaklaştıkça rahatsız eden bir sızıydı bu ama adını koyamıyordum. Gitmen gerektiğini söylerken niye canımın yandığını bilmiyordum. Oysa yabancı, misafir bir kızdın. Rukiye nine kokunu tanıdı senin. Herkes benziyor, dedi. İnkâr etmedim ama bir açıklaması da yoktu. Ben anlayamadım… Neden geldiğinde söylemedin Yağmur?” Sorusu öfke barındırmıyordu. Geç kalınan her meseleden is kokusu yayılırdı. Bu koku anneme de ulaşmış, genzini yakmıştı.

“Korktum sanırım” dedim en yalın haliyle. Ki sandığımdan da ağır bir yüzleşme yaşamıştık bu akşam. O yaralı, yorgun, hırçın halimle bunu başaramazdım. Dinlenmeli, Gonca Saraç’ın mesafelerini aşmalıydım. Tek başıma değildim, onun adı konmamış hisleri de benimleydi karşısına çıktığımda. Artık biliyordu kim olduğumu. Koltuğun üstünde, ıslanmış, yıpranmış bir DNA testi duruyordu.

“Artık korkmana gerek yok. Ben yanındayım. Öğrenmem gereken çok şey var, kat etmem gereken çok yol var biliyorum. Ama telafi edeceğiz. Sana ulaşmak için elimden ne gelirse yapacağım.” Farklı sayılmazdık. Onu uzaktan seyretmek gibi değildi yanında oturmak. Hem çok merak ediyordum, hem nasıl davransam bilmiyordum. Belli ki bundan sonra kabullenmekle, tanımakla ve telafi etmekle meşgul olacaktı. Yalnızca tadını çıkartmak, üstümden alınan yükün hafifliğiyle rahat bir uyku çekmek istiyordum.

Dizlerimdeki örtüyü düzeltip omzuna başımı yasladım. Kolunun altına aldı beni. Saçıma bir öpücük kondurdu. “Saçın kurumamış, hasta olacaksın.” Bir şey olmazdı. Kalkmak istemiyordum yerimden. Cevapsız kaldım. Derin bir nefes aldı annem de. Belli ki onun da oturuşunu bozmaya niyeti yoktu. “Benimle kaldığın sabah, alerjin olduğunu öğrendiğimde astımın da var mı diye sormuştum.” Hatırladım verdiği cevabı. Sıcaklığıyla sarmalanmışken pek konuşacak güç bulamıyordum kendimde ama yine de bir kedi gibi mırıldandım.

“Var dediğimde de senin için zor olan bir benzerlikten bahsettin. Gözlerin doldu. Benzediğim kişi, kızındı değil mi?”

“Öyleydi… Doktor alerjin ve astımın olduğunu söylediğinde nasıl da korkmuştum. Şimdi daha iyi anlıyorum. Hiç yabancı değildin aslında. Hepimizden bir parça taşıyordun. Dik başlılığın, kararlılığın babama benziyor. Sevecenliğin, güler yüzün de senin babana benziyor. Cana yakın biriydi.” Babamı tanıma fırsatım yoktu artık. Yalnızca mezarının başına gidebilirdim. Demek onun böyle güzel özellikleri vardı. Çizmeli, pala bıyıklı dedeme olduğu kadar babama benziyor oluşum da bana teselliydi. “Çok aradı seni, günlerce, gecelerce… Senden sonra güldüğünü hiç görmedim.” Onu çok özlediği sesinden belliydi. Saçımı okşayan elleri yavaşladı.

“Ne oldu ona?” diye sordum annemin yarasını kanatacağımı bilerek. Bir müddet ne diyeceğini bilemedi. Bir hastalık mıydı onu toprağa koyan, yoksa başka bir şey mi? Öğrenmek istiyordum. Fakat sessizlik uzun sürdü. Akrebin, yelkovanın sesi duyuldu odada.

“Sonra konuşuruz olur mu?” Yerini rahat bulmuş başımı salladım. Ufak adımlara razı oldu yüreğim. Ki bir gece için bile epey yol almıştık. En azından kollarındaydım annemin. Oturuyorduk yan yana. Beni o yağmurda bir başıma bırakmamıştı. Sıcak yuvasının kapısını açmıştı. Gözlerim kapanıyordu huzur beni sarmalarken. Uyandığımda yanımda bulur muydum annemi? Bir daha ayrılmayacağımızı söylemişti gerçi. Ben her şeye rağmen inanıyordum ona. Saçlarımı okşuyordu sıcak bir el. Tüm o şüpheler, korkular fırtınada uzaklaşıp gitmişti bizden.

Kaç dakika geçtiğinin farkına varamadım ama kısa bir uykuya dalmıştım. Çoğunlukla yerini yadırgayan biriydim. Başkasının yanında uyumakta zorlanırdım. Bu gece her şey değişmişti. Biraz boğazım ağrıyordu yutkunurken. Önemsemedim ama uykumu bölen de buydu. Aslında gözlerimi açarken tedirgindim biraz. Yaşananlar kocaman bir rüya olabilir miydi? Başımı, yasladığım omuzdan kaldırıp annemin yüzüne baktım. “Buradasın” diye fısıldadım. Sonra yeniden aynı yere yattım.

“Artık birlikteyiz Yağmur’um” dedi ninni gibi gelen sesiyle. “Bırakmayacağım seni bir daha. Sinemde saklayacağım yavrumu.” Yeniden öpmek için alnıma yaklaştığında tavrı değişti. Onu gözlemleyecek takatim yoktu o an. Önce avuç içini, sonra elinin tersini dayadı alnıma. “Yağmur, ateşin var” dedi telaşla.

“İyi hissediyorum” diye mırıldandım. Başımı boşluğa bıraktığını fark edebilseydi keşke.

“Söyledim sana, hasta olursun dedim. Bir şey olmaz deyip durdun. Zaten o soğuğa üstünde incecik kazak varken çıktın.” Hızla kalktı yanımdan. “Niye izin verdim ki?” diye söylendi bu sefer kendine kızarak.

“Endişelenme.” Sözüme ehemmiyet vermedi bile. Dizlerimdeki örtüyü çekti. “Ne yapıyorsun?” Buzlu su dolu bir küvete atılmış gibi irkildim. Belki biraz ateşim olabilirdi çünkü içim üşüyordu. Biraz… Benim bünyem dayanıklıydı. Önemsenecek bir şey yoktu. Bu yalanları sesli söyleyemeyecek kadar hasta olduğunu sabah fark edeceksin. Ben uyarmış olayım. İkna etmen gereken kişi annen. İçinden konuşup da kafamı şişirme. İnanmam. “Örtümü ver” diye sızlandım.

“Ateşini düşürmemiz lazım. Biraz böyle kal. Ben de ilaç var mı diye bakayım.” Sıkıntıyla iç geçirip etrafıma baktım.

“Hasta değilim, üşüyorum sadece. Ne güzel oturuyorduk, niye kalktın ki yanımdan?” Huysuz suratımın aksine cılızdı sesim.

“Ev üşüyeceğin kadar serin değil Yağmur. Esas sen niye inat ediyorsun, inanmıyorsun sözüme?” Onu ilk tanıdığım haliyle, tatlı sert otoritesiyle bastırdı inadımı. Dediğini yapıp bekledim ilaç getirmesini. Dizlerimi karnıma çekmiş, başımı da koltuğun kenarına yaslamıştım. Bari örtümü almasaydı benden. Hırkası üstümdeydi neyse ki. Onu çıkartamazdı işte. İçeri girdiğinde biraz telaşlıydı. “Ağrı kesici var sadece” dedi. “Ben Nil’i arayayım Yağmur, bekle olur mu?”

Bir iç geçirip başım dönse de ayağa kalktım. “Bu gece birbirimizi bulduk ve hiçbir şeyin aramıza girmesine müsaade etmeyeceğim.”

“Ama olmaz…”

“Bal gibi de olur. Nerede uyuyacağım ben?” İlk kez misafir ağırlıyordu sanki. Eli ayağına dolaşmıştı. Bu hazırlığın benim için olması biraz gururumu okşuyordu aslında. Oda sıcak olduğu için çekyatı açtı yine. Kalın bir yorgan, üstüne çarşaf serdi. Sonra yastığımı ve yorganımı getirdi. “Teşekkürler” dedim itiraz etmeden beni rahat ettirecek bir yatak hazırlamasına. Üstümdeki hırkayı çıkarmadan yatağa uzandım. Tertemiz nevresim kokusu, huzurlu bir uykuya davet ediyordu beni.

“İçim hiç rahat değil Yağmur. Böyle olmayacak.”

“Bence de olmaz” diyerek onayladım onu. “Üstümü örtersen daha çabuk ısınacağım.”

“Haylaz çocuk.” Sitem ettikten sonra belime kadar çekti yorganı. Ateşimi kontrol etti bir kez daha. Elini tuttum daha fazla endişelenmesin diye. Azıcık kenara kaydım yattığım yerde. Uyumadan önce son bir cesaret lambası yandı içimde.

“Yanıma gelsene” dedim. Kırmadı ricamı. Dikkatlice oturdu yanıma. Gözlerimi açık tutmak için çaba sarf ediyordum. Annemin bakışlarındaki heyecanın, hasretin, kederin ve şaşkınlığın dalga dalga yayılmasını seyrediyordum. Keşke bu kadar üşümeseydim. Derin bir nefes aldı. Elini uzatıp saçlarımı okşadı.

“Çok farklı bir kız olduğunu hiç inkâr etmedim birlikte olduğumuz süre zarfında.” Hafifçe tebessüm ettim. Defalarca acayip biri olduğumu söylemişti. Parmak uçları ara sıra alnıma değiyordu. Dinlemeye devam ettim sessizce. “Güzel, akıllı, sevimli, fedakâr ve hepsinden öte derin bir ruhun vardı. Çok şey görmüş gözlerine bakınca yüreğim sıkışırdı. Ruhumun kilitli kapılarına dayanan bir ordunun kumandanıydı bakışların. Aramızda sır kalmayacağından korkardım. Ve bazen…” Sesi titreyince yutkundu. Gözleri dolmuştu yine. “Ne bileyim… İpek’im de senin yaşlarında güzel bir kız olmuştur. Bir yerlerde yaşıyordur, diye geçirirdim aklımdan. Kısa anlarda da olsa bu hayale kaptırırdım kendimi. Sana bu gözle bakmak hem büyük haksızlıktı, hem yüreğimde sızıydı. Üstelik ben hiçbir genç kıza böyle yaklaşmazdım. Gençliğimi benzettikleri yüzünden, sinemden aldığın kokundan bu sebeple bahsetmiyordum. Herkes konuşurken ben susuyordum. Çünkü ben yalnızca bir bebeği anımsıyordum. Sen… Normal şartlar altında yaklaşabileceğim, hayatıma uğradığın için teşekkür edebileceğim biriydin. Sol yanımda sıcak bir sızıya sebeptin. Ama…”

Dürüstlüğünden ödün vermiyorsa da en doğru kelimeleri seçmek için çabalıyordu. Ve günlerdir hep sessizken bile benim hakkımda böyle güzel şeyler düşündüğünü duymak, bulanıklaşmaya başlayan zihnimde mutlu bir anı olarak kaldı. “Ama ufacık bebeğini kaybetmiş, arayıp bulamamış, türlü azaplarla senelerini geçirmiş bir kadındım ben. Sana evladım olabileceğin ihtimaliyle bakmayışım, varlığının üstümdeki tesirini açıkça dillendirmeyişim, kokunu içime çekmeyişim bundan belki de… Hissedermiş anneler. Ben burnumun ucunu göremedim. Anne olacağım günleri çaldılar bir kundakta. Yine de beni affeder misin Yağmur? Birlikte teselli bulur muyuz?”

Gözlerimi kırpıştırdım bir kez daha. Ateşim yükseliyordu. Uykuya dalmadan önce yutkundum. “Teselli bulmak için geldim yanına. Sen af dileyecek bir şey yapmadın. Kundağım yok, geçmişim gibi kayıp. Ama ben buradayım. Sen de yeniden annesin…” Dilim döndükçe konuştuktan sonrası huzursuz bir karanlıktı.

Bölüm : 29.11.2024 17:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...