14. Bölüm

14- ANNE KAHVALTISI

Zehra
yesilkutuphane61

Gün ışıkları odaya dolduğunda saat sabahın yedisiydi. Erken uyanmaya alışan bünyem, gece az uyumuş olsam bile alarm kurulmuş gibi gözlerimi açmama neden oluyordu. Annem yanımda yoktu. Sık sık uyanıp, bir çocuk güvensizliğiyle başımda bekleyip beklemediğini kontrol etmiştim. Bir zaman sonra gitmişti demek. Onun da uyumaya hakkı vardı. Kırılmadım ama görmek istedim. Yorganı üstümden atıp kalktığımda iyi hissediyordum. Biraz boğazım ağrıyordu sadece. Masanın üstünde, geceden kalma sirkeli su ve bez duruyordu.

Salondan çıktığımda odasına bakındım uzaktan. İçerde yoktu. Başımı sokup mutfağa baktım, orada da değildi. Banyodan ses gelmiyordu. Kapısı hep kapalı bir oda daha vardı, bu gün açıktı. Ağır adımlarla ilerleyip içeri girdim. Bir beşiğin yanında oturmuş, elindeki bebek battaniyesine bakan annemi bu halde bulmayı beklemiyordum. Demek burası benim odamdı. Fıstık yeşili boyanmıştı duvarlar yarıya kadar. Tavanda gece parlayan yıldızlar vardı. Küçük bir çocuk için alınmış kıyafet dolabının üstüne pelüş oyuncaklar konulmuştu.

Tüm tatlı görüntüsüne rağmen bu oda buz gibi yalnızlık kokuyordu. Boştu, ruhsuzdu. Bir kadının gözyaşlarıyla yıkanmıştı canlı renkleri. Ölü anların yâd edildiği bir mezarlıktı. Benim mezarlığım. Etrafı incelemeyi bırakıp ince halının üstünde oturmuş, sırtını beşiğe yaslamış annemin yanına gittim. Dizlerimin üstüne çöktüm. Gözaltları morarmıştı. Elindeki battaniyeyi sıkıca tutuyordu hâlâ. “Hiç uyumadın mı?” dedim. Sesim bana bile yabancı geldi o an. Cevap vermek yerine kaşlarını kaldırdı. Niye sessizdi? Niye hoş bir günaydın kelimesinden mahrumdum? Beşikte uyuyan ve uyandırılmasından korktuğu bir bebek yoktu üstelik. İstediğimiz kadar gürültü edebilirdik.

Elimi uzatıp yanağını okşadım. Kızarmış gözleri yüzümde geziniyordu. Yabancı olmadığımın farkındaydı fakat bu suskunluğu aştığımız mesafelerin üstüne yol katıyordu. “Günaydın anne.” Bir rüyadan uyanmış gibi doğruldu yerinde. Yüzündeki bilinmezlik silindi. Battaniyeyi almak için nazik bir hamle yaptım. Önce müsaade etmek istemedi. Sonra ısrarıma yenilip sıkıca tutmayı bıraktı. Bu oda onun mahremiydi, acısıydı. Kim bilir ne zamandır kapalıydı. Kimseyle paylaşılmamıştı. Fakat artık dönmüştüm. Benden esirgeyemezdi hiçbir şeyi. Yerime koyduğu hasretten, bağrına bastığı boşluktan vazgeçmeliydi. Aksi halde kollarında yer bulamazdım kendime. Uzak kalırdık hep böyle.

Battaniyedeki ufak civciv desenine gülümsedim. Bunun içindeki bir bebek epey tatlı olurdu herhalde. Biz yeterince hayal kurmuştuk. Doğruyu yanlışı tartmış, şu dünya üzerinde yeterince yıpranmıştık. Hakikate susamış ruhlarımıza mükellef bir sofra hazırlanmıştı. Sıra bizdeydi. Battaniyeyi kenara bıraktım. Annem kıyamadı. “O sadece bir battaniye” diyerek uyardım onu. “İhtiyacın yok artık, ben yanındayım. Özlersen, gel bana sarıl. Ben çok özlüyorum çünkü. Kokunu senden başka bir yerde de bulamıyorum. Herkesi arkamda bıraktım. Senden başka kimsem yok.”

“Benim de” dedi. Odanın duvarlarına bakındı. “Veda ettim sadece. Geçmişe, hüzne, hasrete dedim ki; benim kızım geldi artık. Gözyaşı yok.” Narin parmaklarıyla okşadı saçlarımı. Gülümsedi gün doğumu kadar sıcak gözleriyle. “Yalnızlığımız son buldu, güzel kızım aradı ve annesini buldu. Meydan okudu bizi ayıranlara. Kokusunu içime çekip uyudum, onunla bir sabaha uyandım. Bunları söyledim acılara.” Gururla baktım ona. Yıkılmayışı yüreğimdeki cesaret kandillerinden birini daha yaktı. Onda iki tamam oldu.

Kalktığımızda ve toparlandığımızda farklı zamanlarda birkaç defa yüzüme baktı. Göktepe’ye bir nükleer santral kursalar böyle şaşırmaz, gözleri hayretle dolmazdı. “Benim minik bebeğim büyümüş ve gelmiş” diyordu. “Hakikat mi bu?” Güldüğünde bile sol yanında bir ıstırabın depreştiğini hissediyordum. “Bu gördüğüm en güzel rüya. Yüzleştiğim en güzel hakikat… Misafir diye ağırladığım bir kızın benim evladım olması, nasıl açıklayayım Yağmur? Heyecandan, şaşkınlıktan aklımı kaçırmaktan korkuyorum. Can sızım son bulacağını fısıldıyor kulağıma.”

***

Annem çayı demlerken ben dilimleyip önüme koyduğu elmaları yiyordum. “En çok neyi seversin?” diye sorduğunda haşlanmış yumurta hariç her şeyi yiyebileceğimi söyledim. Patates kızartmasını çok severdim aslında ama çok zahmet etmeden hızlıca bir şeyler hazırlaması için bunu onunla paylaşmadım. Krep hamuru yaptı karar ona kalınca. “Ben yazlık kışlık dolaba konulacak şeyler hazırlamam pek” dedi. “Tek başıma yaşadığımdan herhalde, böyle zahmetlere girmem. Dolapta hazır böreğim olmaz, raflarım konservelerle dolu değildir. Yalnız… Güzel reçel yaparım.”

“Hm en güzeli de o zaten. Reçele bayılırım.” Ağzıma elmadan kalan son lokmayı da atınca tabağı kendimden uzaklaştırdım. “Canımız börek çekerse de Ruşen teyzeye gideriz.” Peynir dilimlemeyi bırakıp bana baktı.

“Artık yalnız değilim, kızım yanımda ve kalkıp saatlerce yufka açabilirim. Konserve de yaparım severse.”

“Az önce zahmet olduğunu söylüyordun” dedim muzır bir gülümsemeyle. Çenemi avcuma yaslayıp, başını yana yatırmasını seyrettim. Tozpembe boğazlı bir kazak giymişti bu gün. Tatlı gözüküyordu. Saçlarını rahat ev haline uyumlu bir topuzla toplamıştı. Biraz da gülümseyince benim bu unutulmaz sabahımı güzelleştirecekti. Yerimden kalkıp ellerimi yıkadım. “Sen reçel yapsan yeter. Bir de elmalı kurabiye.” Tezgâhın üstündeki zeytin tenekesini kendime çektim. Bir kahvaltı kâsesini de raftan indirdim. “Biliyor musun tam zamanında yapmıştın elmalı kurabiyeyi. Çok severim ama pişiremiyorum. Bayadır yemediğim için de canım çekiyordu.” Zeytini kâseye döküp yıkadıktan sonra masaya koydum.

“Hissetmişim sanki” dedi. “Keşke başka şeyleri de hissedebilseydim” diye mırıldandı sonra. Duymamı istemedi belki ama duydum. Tekrar gidip tezgâha yasladım belimi. Üzücü bir şey konuşmak istemiyordum. Beyaz peynirden sonra kaşarı da dilimleyip tabakları kenara çekti. Kavanozdaki reçele uzandı kapağını açmak için.

“Şeftali mi?”

“Evet, aşağıda bir bahçemiz var. Oradan topladım şeftalileri. Organik, tertemiz.”

“Sen de seviyorsun tatlı şeyleri.” Ortak noktalarımızı bulmayı seviyordum. “Büyüdüğüm evde çocuklar arasında en tombik olan bendim” dedim. Biraz abarttığımı düşündü. Spor ve iyi bir beslenme düzeniyle şu anda ideal kilomdaydım ama çocukken kocaman bir göbeğim ve sıkılmaya müsait yanaklarım vardı. “Pişen keklerden, doğum günü pastalarından, kurabiyelerden en çok yiyen ben olurdum. Fransa’dayken sufle ve makaron yemek için can atardım. Seher teyze nasıl iradesine hâkim olurdu, asla anlayamazdım.”

Neşeyle anlattıklarıma karşın ellerini yıkadı ve kuruladı. Karşıma geçti. “Fransa’ya mı gittin? Ve Seher teyze kim?”

“Beni evlat edindikten hemen sonra Fransa’ya gitmişler. Uzun süre orada kaldık. Sonra Amerika’ya gittik ve nihayet Türkiye’ye döndük.” Bu kısımlar hayatımın en renkli dönemleriydi gerçekten. Herkesi olduğu gibi kabullendiğim, inandığım, anne diye bir kadına sarıldığım kaygısız günlerdi. Diğer çocuklar gibi sevilmediğimi hissetsem bile adını koyamazdım. Yorucu ve yalnız günlerin henüz başlamadığı bir süreçti. “Seher teyze de beni evlat edinen kadın.” Verdiğim cevapla tatmin olmamıştı.

“Anne demiyor musun ona?”

“Gerçeği öğrendiğimde anne demeyi bıraktım” dedim kaygısızca. Tereddüt etti bir tepki vermek konusunda. Onların nasıl insanlar olduğunu da bilmiyordu.

“İyi insanlar mıydılar?”

“Tabi, öyleydiler. Aksini iddia etmek hem yalan olur, hem nankörlük. Seher teyze ve Oğuz Bakırcıoğlu da saygın, kültürlü bir çift. Bana da hiç kötü davranmadılar.” Soğuk, disiplinli ve sevgisini daha farklı gösteren bir kadın olduğunu söylemedim. Zaten fıtratının farklı olması onu şikâyet edilecek biri yapmazdı. Yanına yakışır, iş dünyasında göze batmayacak, dik durabilen, eğitimli ve kültürlü bir kız yetiştirmek istemişti. Ortaya ben çıkmıştım işte, toprağına dönen Yağmur. “Niye ona teyze dediğimi merak ediyorsun.” Başını salladı. “Kalabalık bir aile ve çokça çocuğun olduğu yerde sırlar gizli kalmaz. Benim sırrımı da önemsiz kahkahalar eşliğinde çocuklar aşikâr etti. Yüzüme güldüler.” Büyük bir mesele değilmiş gibi anlatıyordum ama o gün hâlâ sızıydı ruhumda. “Ben de daha önce anlatmadıkları, herkesin bildiği gerçeği benden saklayıp çocuk halimle beni korkuttukları için hepsine çok kızdım. Seher teyzeye anne demeyi bıraktım. Sonra da hiç diyemedim zaten.”

“O ne yaptı?” Omuz silktim.

“Hiç… Kabullendi. Üzüldüyse bile bunu bana hiç söylemedi. Dimdik durur o. Kaygılarını göremezsin. Zaten bir oğlu oldu. Bıraktığım yerden Efe devam etti evlatlık etmeye. Ben de yerimi bildim. Bu birlikte yaşamamızı da kolaylaştırdı. En azından benim açımdan…” Gerçek bir anne baba olmadıklarını bildiğim için tavırlarını sorgulamayı, övgü duymayı, sevilmeyi beklemeyi sorun etmiyordum artık. Onlara karşı daha kaygısızdım.

“O ne demek?” Başarıyı ağır bir sorumluluk olarak üstlenmedim. Yetersiz olduğumda üzüntümü büyütmedim. Kendimi beğendirmeye çalışmadım. Daha az hesap verdim. Kalıplardan çıktım. Kastım bu yöndeydi. Ama kararlıydım, bu sabah üzücü ve karmaşık şeylerden bahsetmeyecektim anneme. Elimi mideme bastırdım.

“Çok acıktım” diye sızlandım. Sonra geçmişimi sorgulayan kadının tedirgin bakışlarından sıyrılmak için peynirleri alıp masanın üstüne koydum. Bir müddet suskunca krepleri pişirdi. Sırayla tabağa koyarken de, tavaya hamuru dökerken de düşünceliydi.

“Hazır” dedi nihayet. Çayları da doldurup sofraya oturdu. Her yardım teklifimi hasta olduğum bahanesiyle reddettiği için işin büyük bölümü de ona kalmıştı. Yine de yemeğe başlarken gülümsüyordum. Anne kahvaltısını annemle ediyordum. Çayımıza birer şeker attık. Tabaklarımıza kahvaltılıklardan koyduk. “Oğuz beye baba diyorsun ama?” Çatalımı batırdığım peyniri ağzıma götürecekken durdum. Annemin, bu tip detayları merak etmesini anlıyordum ama uzun zamandır konuşmadığım şeylerdi bunlar. Nasıl açıklanır, nasıl anlatılır bilmiyordum.

“Oğuz Bakırcıoğlu, yapısı itibariyle kendini kabul ettiren bir adam. Ne sert, ne sevecen, ne öfkeli, ne sakin… Ona nasıl yaklaşırsan öyle karşılık alırsın. Çocukların hatalarını gözünde büyütmez, çoğunlukla işiyle meşguldür. Duygusal bağlar üzerinde konuşmayı gereksiz görür. Onunla iletişim kurmak, fikirlerimi paylaşmak bana zor gelmezdi. Sanırım bu rahatlığı, Seher teyze gamsızlık der, bana kendimi ifade etmek için bir alan açtı. Ne bağlandım Oğuz Bakırcıoğlu’na, ne varlığını rahatsız edici buldum yanımda.” Annem sandalyeye sırtını yaslamış anlattıklarımı dinliyordu. Her zamanki sakin, dikkatli ve sessiz ifadesi vardı yüzünde. Ve ben her zamanki gibi merak ediyordum aklından geçenleri.

“Seher teyze öyle değildi” dedim. “Bir anne gibi ona bağlanmıştım. Gibi demek fazla olur. Annemdi işte. Babam işe giderdi, bazen günlerce dönmez, döndüğünde dosyalarla ilgilenirdi. Getirdiği bir çikolataya teşekkür eder yine annemin yanına giderdim. Yabancı bir ülkede olduğumuzun bilincindeydim. Seher teyze her hareketimle ilgilenirdi topluma adapte olabilmem için. Kreşe o bırakırdı, o alırdı. Ne bileyim, gün boyu birlikteydik işte. Normaldi her şey. Tavırları, oturması kalkması, kıyafetleri hep ilgimi çekerdi. Bir eksiklik vardı aramızdaki bağda ama dizinin dibinde çizerdim resimlerimi. Odamda uyumayı, tek başıma giyinebilmeyi, yemeğimi dökmeden güzelce yiyebilmeyi öğretti bana. Annesi de ona küçük yaşta öğretmiş.”

Durup çayımdan bir yudum aldım. Krepler gibi o da soğuyordu. Ama bitirmem gereken bir hikâye vardı. “Ne acayip, annelerimize çok benziyoruz. İstanbul’a gidip Seher teyzenin annesini her görüşümde, o zamanlar ona anneanne derdim tabi, Seher teyzeye sarılırdım. Ciddi sandığım yüzünü daha bir sevimli bulurdum. En azından annesi gibi huysuz bir diktatör değildi. Programına ve görgü kurallarına fazla sadıktı sadece. Ben bunları içine doğduğum bir gerçeklik, bir normallik sanıyordum. Yaşayıp gidiyorduk birlikte.”

“Sonra evlatlık olduğunu öğrendin. Anne bildiğin kadına da herkesten çok kırıldın. Bu yüzden aranızdaki uçurum daha da derinleşti ve herkesten önce ondan uzaklaştın.” Kısa ve çok doğru bir tespitti. Belki Seher teyze o süreçte benimle daha fazla iletişim kursaydı, o otoritesini kullanıp dilimdeki teyze sözcüğünü silip atsaydı ona anne diyor olabilirdim. Bilmiyorum, bu üzerine düşünülmesi gereken bir fikirdi. O dönem sağlıksız bir ruh haline sahiptim. Belki de seçimi bana bırakması, bir adım ötede beni takip ederken nefes alacak alan açması daha iyi bir fikirdi. Zaten hamilelik, doğum süreci derken o da zor zamanlar geçirmişti. Şimdi bu masada otururken acımasızca birilerini suçlayamıyordum. En büyük günahkâr güttüğü düşmanlıkla hayatımı yerle bir eden o adamdı. “Peki sonra?”

“Sonrası… Bir gün beni karşısına aldı ve gerçek ne olursa olsun beni kabul ettiklerini ve hayatımızı bu şekilde sürdürebileceğimizi anlattı. Zaten benim de başka bir bildiğim, seçeneğim yoktu. Yetimhaneye mi gidecektim? Bu ihtimal beni ürkütüyordu. Ev, aile, arkadaş onlardı. Ama hiçbiri de yoktu. Aralarındaydım ama eskisi gibi değildi. Yerim, yurdum, ruhum aile fotoğraflarından da uzaktı artık. Seher teyzenin oluşturmaya çalıştığı hanımefendi portresinin çizgilerinden çıktım. Gariptir, bir şey demedi. Tabi gölgesini üstümde tutmaya devam etti ama sanki elini çekmişti benden. Bu beni biraz hırçınlaştırdı o dönem. Hiç sevilmemişim, dedim. Sevselerdi böyle kolay vazgeçmezlerdi, hemen arkalarını dönmezlerdi. Kendilerince uğraş verdiklerini göz ardı ettim. Çocukluk işte. Naz yapıyordum herhalde. Çarpıp kapıyı çıktığımda kimse de peşimden gelmeyince öyle ortada kaldım.” Acımasızca çocukluğumla alay ettiğimde yüreğim sıkıştı. Kırgınca baktı bana uzak yıllar ötesinden.

“Tüm bu anlattıklarında naz yapan bir çocuk değil, en sert darbelere karşı sığınacak bir anne arayan yüreğini gördüm Yağmur. Hiçbir suçun yanlışın yok.” Özür de dileyemedi, geçmişi de silemedi. Avuçlarının ardın sakladı yüzünü. Bir akıl karmaşasından kurulmak için çabaladı. Sonra sıkıntılı bir nefes verip sofraya bakındı. “Soğudu bunlar da” dedi bir krep koyarken tabağıma. “Üstüne reçel dök, lezzetli olur öyle.” Pek sevmezdim krepi. Zaten ağzımın tadı da gitmişti. Çatalımla ufak bir parça kesip ağzıma attım. O yemiyor, beni seyrediyordu. Lokmamı yuttuktan sonra aklıma bir soru geldi.

“Doğurmadığı birine annelik yapabilir mi bir kadın?”

“Neden olmasın, yüreğinde yeteri kadar sevgi varsa.”

“Peki, sen birine annelik yaptın mı?” Uzunca düşüneceği bir soru değildi aslında. Ama yine cevap vermeyeceğini bir müddet sonra anladım.

“Belki bunun yanıtını bir gün alırız” dedi. Sonra çatalını eline aldı. Konuşmak istemediği zaman meseleyi kibarca kapatıyordu. Bu ilk kez olan bir şey değildi.

“Benim uzun cevaplarım var” diyerek tebessüm ettim. “Buna karşın bir sürü soru da sorarım. Meraklıyım açıkçası. Pek çok acayip şeyi bilirim bu yüzden. Ama bir gün en önemli meselenin hayatımın ta kendisi olduğunu öğrendim. Ve bütün sorularımın cevabı da sendeydi. Yani Seher teyze gibi pek konuşmayan, yaşarken benim kadar eğlenmeyen bir kadına bu özelliğimin kime benzediğini soramazdım.” Yaptığım ima annemi güldürdü. Başını hafif sola eğip baktı gözlerime.

“Benim gençliğimi taşıyorsun” dedi yumuşak bir sesle. “Yüzün, sesinin tonu, gülümsemen beni yirmi üç sene öncesine götürüyor. Tuttuğunu koparan bir yapın olduğunu ve babama benzediğini söylemiştim ya, ben de bu konuda babama benzerdim. Günlerce direndin burada kalmak için. Bu kızın amacı ne diyordum kendi kendime. Bir yanım gitmesin istiyor, ama niye? Bir yanım yaklaşmasından korkuyor, çünkü bir gün gidecek. Hakikat için buradaymışsın aslında.” Hissettiği mahcubiyet gülümsemesini soldurdu. “Kovmamıza rağmen sıkıca tutundun gerçeğine.”

“Kızmadım sana” dedim. “Çünkü düşününce hak verdim. Hassasiyetinizi gördüm. Zaten kanayan bir yaran vardı. Bir de çıkıp gelen yabancı kızın sebep olduklarıyla uğraşamazdın. Ama… Defalarca denesem de söyleyemedim. Geldim kapına, geri döndüm.”

“Biraz da ben sebep oldum…”

“Bir noktada. Sonra Osman’a yakalandım. Defterimi bulmuş, okumuş.”

“Osman biliyor muydu?” dedi şaşkınlıkla. Başımı salladım.

“Testi de o yaptırmak istedi zaten. Elimde delil olmadan inanmayacağını söyledi.” Gözlerimi kıstım inadı aklıma gelince. Az uğraştırmamıştı beni. “Bir de onun yüzünden bekledim.” Annemin kaşları çatıldı.

“O yüzden mi öyle acayip davranıyordu? Seninle konuşmalar, bir yerlere gitmeler… Biz de sandık ki…”

“Ne sandınız?”

“Aman canım… Ne olacak işte… Ne bileyim huysuzluk eder falan… Osman bu, belli olmaz…” Onu böyle ne diyeceğini bilmezken görmeye alışık değildim. “Ona da soracağım sır saklamak neymiş… Demek arkamdan iş çevirdi ha! Bir de test yaptırmış. Bak sen öğretmene.” Normalde Osman’ı savunmalı, bana yardım ettiği ve desteklediği için arkasından övmeliydim ama yapmadım. Güven problemlerini aşana dek ona iyilik yapmayacaktım. Annemden azar işitir miydi? Ufak bir bakışla yine kafasında bin düşünce dolanan, çayı buz gibi olmuş kadını izledim. Sert biri değildi. Ufak bir sitemle meseleyi kapatır, kızını bulduğuna şükrederdi.

***

Kahvaltıdan sonra bulaşıkları ben yıkadım. Annemi ikna etmek zor oldu ama çok yorgun gözüküyordu. Gece uyumadığı her halinden belliydi. “Git ve uyu lütfen” diyerek odasına yolladıktan sonra akşamdan kalan dağınıklıkları da topladım. Banyodaki kıyafetlerimi poşete koydum. Melek abla, kızları okula tek başına yollamıştı. Ve benim nerede olduğumu da bilmiyordu, yuvaya dönecektim. Evin içinde hareketlerim sessizdi. Annem uyanmasın diye dikkatlice atıyordum adımlarımı.

Çıkmadan önce odasının aralık kapısından içeri baktım. Üstüne bir örtü almış uyuyordu. Avcunda sıkıca tuttuğu kâğıt, dün akşamın en çok yıprananlarındandı. Gerçi çekildim. Arkamda beşiğimin olduğu oda vardı. Oraya girmeye, anılarla zaman geçirmeye cesaret edemiyordum bu sabah. Albümlere bakmak, annemin babamın gençliğinde güzelce gülümsediğini görmek belki iyi gelirdi ama yapamadım. Evden ayrılıp yuvaya gittim.

Melek abla beklediğim tepkileri verdi. Bir sürü soru sordu. Detaylandırmamak kaydıyla “Gonca hanımın yanındaydım” dedim. Üstümün başımın halini açıklamadan da yanından sıyrılıp kendi kıyafetlerimi giydim. Ev biraz dağınıktı. Melek abla temizliğe yeni başlamıştı. Üst kata çıkıp kızların odasını havalandırdım. Yataklarını toplayıp kıyafetlerini katladım. Katı süpürdüm. Tüm bunları yaparken yüzümde kocaman bir sırıtma vardı ve ben duvara asılı bir aynayla göz göze gelince bunu fark edebildim. “Annem artık gerçeği biliyor” diye fısıldadım. Rüyada olmadığımı biliyordum ama uyanmak istemeyeceğim güzel bir düşteydim sanki.

İşim bitince duş alıp bir kazak ve kargo cepli pantolon giydim. Bu gün merkeze gidip ilaçlarımı almayı planlıyordum. Sürekli burnu akan, gözleri sulanmış bir kız olarak etrafta dolaşmaya bir son vermeliydim. Kızlar döndükten sonra yola çıkardım. Bir saatten az vardı okul çıkış saatlerine. Eve girdikleri anda yüzlerinde oluşan tebessüm görülmeye değerdi. Sonra ne yemek pişmiş diye mutfağa koşarlardı. Onları odalarına gönderir, ellerini yüzlerini yıkamalarını söylerdik. Konuşa konuşa işlerini halleder, yine aynı şekilde aşağıya inip sandalyelerine otururlardı. Bir de yemek sırasında sohbet ederlerdi.

Saçımı tarayıp odadan çıktığımda Melek abla dış kapıyı açıyordu. Annem hızlıca içeri girince gülümseyerek karşıladım onu. “Uyumuşum öyle” dedi yanıma gelip sarılırken. Elinde tuttuğu siyah poşeti de bırakmıyordu.

“Dinlenseydin, emin ellerdeyim ben.” Melek ablaya bakıp göz kırptım. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Şaşkınca ikimizi seyrediyordu.

“Habersiz gitme bir daha” diyerek geri çekildi. Sonra aceleyle poşeti elime tutuşturup kabanını çıkarttı. “Hadi, mutfağa.” Koluma girip mutfağa yönlendirdi. Ne olduğunu pek anlamıyordum ve sormaya da fırsat vermiyordu. Ne için acele ediyordu bu kadar? Poşetteki kavanozun içinde ne vardı? Çekmeceden bir kaşık alıp kavanozun kapağını açtı. İçindeki, bala benziyordu ama keskin bir koku da yayılıyordu etrafa. Göz ucuyla baktım. Kaşığı daha önce yemediğim şeyin içine sokup karıştırdı ve dolu bir şekilde çıkartıp ağzıma dayadı. “Aç ağzını.”

“Pek hoş bir şeye benzemiyor. Neden yemeliyim?”

“İlaç bu” dedi kaşığı havada tutarken. Kaşlarını kaldırıp ısrarını sürdürdü. “Hadi…” Tereddüt ettim ama her nereden bulmuşsa benim için bulup getirmişti bunu. İstemeyerek de olsa yanaşıp verdiği şeyi yedim. Acı, tatlı, baharatlı karışık, farklı bir şeydi. Yutmak için kendimi zorladığım sırada memnuniyetle gülümsedi. “Rukiye nine gönderdi. İnşallah iyileşirsin.”

“İyi de ben hasta değilim ki” dedim. “Dün biraz ateşim çıktı o kadar.” Sonra fark ettiğim bir detay duraksamama neden oldu. “Rukiye nine nereden biliyor hasta olduğumu?”

“Nil’i arayıp ilaç getirmesini istemiştim.” Kavanozun kapağını kapatıp poşete koyarken az önceki aceleci tavrından eser yoktu. “Rukiye nine de bunu yollamış sağ olsun.”

“Sen niye böyle endişelendin ki? Nil’i de yormuşsun. Ne kadar sağlıklı olduğumu görmüyor musun? Ufak bir rahatsızlıktı sadece.” Derin bir nefes aldı sözlerime karşın. Elini yanağıma koydu. Şefkatli gözleri gezindi yüzümde.

“Seni buldum ya, bundan sonra iyi ol, yüzün gülsün diye yapacağım ne yapacaksam. İlk adımlarını, ilk dişini çıkardığını görmedim. İlk kelimeni, düştüğünde anne diye seslendiğini duymadım. Senin kadar eksiğim ben de. Seninle öğreneceğim anne olmayı.” Gözleri doldu, kayıtsız kalamadım sesindeki hüzne. Oysa umutlardan bahsediyordu. “Umarım başarırım” dedi. Varlığı yeterdi.

Bölüm : 01.12.2024 14:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...