15. Bölüm

15- YALÇIN ADAM

Zehra
yesilkutuphane61

Kızlar geldikten sonra merkeze gitmek için dışarı çıkmıştım ki Osman arabayla götürmeyi teklif etti. Motorla gideceğimi söyledim. Dün gece ateşlendiğim için annem de Osman’ı savundu ve öğretmenin tarafını tuttu. Daha fazla rüzgâra maruz kalmamalıymışım. Zaten motor tehlikeliymiş, yollar da engebeliymiş. Ne dediysem dinletemedim. En sonunda otoritesiyle alt etti beni. Osman şoför mahallinde halinden memnun bizi seyrediyordu.

İstemesem de arabaya bindim. Yola koyulduk. “Tek başıma gidebilirdim aslında” diye söylendim Osman gülümseyerek baktığında.

“Aksini iddia etmedim, giderdin tabi. Ama gerek yok sıcacık araba varken.” Sonra derin bir nefes aldı. “Konuşmuşsun Gonca ablayla?”

“Evet, biliyor artık.” Bunu bir kez daha hatırlayınca rahatladım. Kaşlarım çatılmayı unuttu. Akıp giden yoldaydı gözlerim.

“Çok sevindim sizin adınıza. Çok da rahatladım. Yanında büyüdüm onun. Böyle büyük bir meseleyi saklamak zordu.” Başımı çevirip baktım, mutlu gözüküyordu. Gülmedim ama sesime bir alay yansıdı.

“Onu fark ettim” dedim. “Gözünü dikmiş bakıyordun sürekli. Test gelene dek hapisteydim sanki.”

“Kendimi tutarım, kimseye bir şey demem ama sıkıntı olur içimde. Sırları sevmiyorum bu yüzden. Beni bunaltıyorlar.” Derin bir nefes aldım. Ve Osman gibi dürüst, içi dışı bir, samimi insanlara olan ihtiyacımı derinden hissettim. Sevmenin arkasına sığınıp arkamdan iş çevirenlerden değildi. Onu tamamen tanımıyordum tabi ama yüzüne yansırdı böyle bir şey yapsa. Menfaatini kollamak üç beden büyük gelirdi öğretmene. “E peki ne olacak bundan sonra? Yani Gonca ablayla nasıl devam edeceksiniz?”

“Bilmem… Anne dedim ona. O da beni kabul etti, sarıldı.” Hafifçe öne eğilip Osman’a baktım. “Yetmez mi bu kadar?”

“Tabi, evet” diye birkaç onay kelimesi mırıldandı. Sonra da bir müddet konuşmadı. Dünkü neye kızdığı belli olmayan halinden eser yoktu. Osman’ın bu özelliğini sevmiyordum işte. Sıkıntısı, yüzünden belli oluyordu ama güven ve iletişim problemi vardı. Düşündüğünü söyleyen biriyken böyle bir tavır sergilemesi başka bir şey getirmiyordu aklıma. Bilemiyorum, belki aşardık. Zamana bırakmalıydık. Beni daha iyi tanıdıkça ve ben de onu aynı şekilde daha iyi gözlemledikçe iletişimimizdeki pürüzleri yok ederdik. Öyle olmasını istiyordum. En güzel günlerimi yaşamam gerekirken birilerinin zihnime yük olması haksızlıktı. Aynı odada herkes gülümserken, öğretmenle göz göze gelip somurtsak neşemize yazıktı.

Merkeze gittiğimizde Osman bir eczanenin önüne park etti arabayı. İlacımı alıp çıktım çabucak. Belki birkaç mağaza dolaşırdım, kitap ya da kutu oyunu alırdım. Çok uzun sürmeyecekti işim. Anneme belli etmediysem de üstümde bir kırgınlık geziniyordu, halsizdim. “Programın ne?” diye sordum Osman’a. Göktepe’den ayrıldığımızda da konuşabilirdik aslında. Hoş bir müzik açmıştı, dinleyip düşüncelere daldığımız için soru sormak aklımıza gelmemişti.

“Markete gidip evin eksiklerini alacağım. Sonra da biriyle buluşacağım.” Etrafıma bakındım. Otobüsler iki saatte bir kalkıyordu. Motorla gelmiş olsaydım Osman’ı beklemeden dönebilirdim. O da rahat rahat hallederdi işini. “Sen de benimle gelir misin?” Bu teklifi beklemediğim yüzümden belli olunca Osman açıklamaya çalıştı. “Yani… İstersen gel tabi, dolaşmış olursun biraz. Alışveriş uzun sürmez. Bulgur falan alacağım. Kabartma tozu da istedi annem.” Toplumda iyi bir öğretmenken evde annesinin sözünü dinleyen iyi bir evlattı. Bu tavırları sevimli geldi gözüme. Güldüm elimde olmadan.

“Gelirim” dedim. “Ben de birkaç mağazaya uğrayacaktım zaten.”

“İyi madem…” İlacı arabanın içine koymak için kapıyı açtı. Koltuğun üstüne bıraktım. Sonra kilitledi. Markete doğru yürüdük. “E şey… Aslında buluşacağım kişiyle seni tanıştırmak istiyorum. Oraya da gelir misin?”

“Kim ki?” diye sordum merakla.

“Görürsün. Gelecek misin?”

“Kırmayayım seni madem” dedim. İkimiz de güldük. Merak insanı nice yollara düşürüyordu. Elbette beni de Osman’ın peşinden sürükleyecekti.

***

Bir hapishanenin bekleme salonunda otururken gergindim. Osman’a bir şey sormuyordum çünkü o da mutlu görünmüyordu. Buluşma derken bir kafeye ya da restorana gideceğimizi sanmıştım. Üniversite arkadaşı ya da uzak bir akrabasıyla tanışırım diye düşünüyordum ama içinde bulunduğumuz atmosfer bütün tahminlerimin önüne taş koyuyordu. Yaklaşık on dakika geçtiğinde kapı açıldı. “Hâkim Çelik!” Görevlinin söylediği isim Osman’ı heyecanla ayağa kaldırmaya yetti. Ben de onun yaptığını yaptım. İçeri bir adam girdi. Temiz siyah bir takım elbise giyiyordu. Tıraşlı yüzünde yanaklarına kadar uzanan beyaz palabıyıkları onu ciddi ve heybetli gösteriyordu. Başında bir kasket, çatık kaşlarla yanımıza geldi.

Osman saygıyla adamın elini öptü. “Baba” dedi. Adam geri çekilip oğlunu baştan ayağa gururla süzdükten sonra sırtına vura vura sarıldı. Öyle şaşkın ve duygusaldım ki o an, durup yalnızca izleyebildim. Demek Osman babasıyla tanışmaya getirmişti beni. Peki, babası neden hapisteydi? Ayrıldıklarında beni fark etti adam. Kim olduğumu sorgulayan bir bakış attı Osman’a. Öğretmen heyecanla gülümsedi. “Yağmur… Yalçın amcamın kızı…” Yalçın bir adamın, ipek kızı… “Yağmur, babamla tanış. Hâkim Çelik… Sen de amca diyebilirsin, çünkü ben senin babana öyle hitap ediyorum.”

Osman’ın bir kanadı kırık heyecanı canımı yaktı nedense. Babasının adını öyle gururlu söylüyordu ki adamın yüz kızartıcı bir suç işlemediğine inandım o an. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Çatık kaşları beni süzerken yaklaştım ve elimi uzattım. İçimdeki dalgalanmayı açıklamak zordu. Belki tokalaşırdık, belki elini öptürürdü. Tanışmak için ikisine de hazırdım. Babamla yakın olduklarına inanıyordum çünkü kara gözlerindeki şaşkınlığı görmüştüm. Bu, gittikçe yumuşayan bir ifadeydi. Hâkim amca ne tokalaştı benimle ne elini öptürdü. Beklemediğim bir anda sarıldı bana. Tanımadığım, ciddi bir adama sarılırken gözlerimin dolacağını hesaba katmamıştım. Acemice karşılık verdim ona. Tütün kokuyordu.

Geri çekildi. “Demek döndün ha” dedi gizleyemediği bir hayretle. “Demek kavuştun anana. İsterdim ki baban da görseydi bu günleri. Ama kısmet değilmiş.” Sesi titredi koca adamın. Gözlerini pencereye dikti, bulutlara… “Ey gidi Yalçın efendi! Hiç aklımıza gelir miydi ufacık kızının, büyüyüp de döndüğünde sarıldığı kişinin amcası olacağı.” Düşüncelere dalmadan önce bir kez daha baktı yüzüme. Sonra oturmamızı söyledi. Babam hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yalnızca vefat ettiğini öğrenmiştik Aras’la, hepsi bu. Yaşayan bir tek annem vardı geride. O da geçmişi anlatırken zorlanıyordu. Bu heybetli adam bana bir şeylerden bahsederdi belki.

“Yakın mıydınız babamla?” Masanın üstünde duran iki elini de açıp kaşlarını kaldırdı.

“Kardeştik biz” dedi yürekten. “Beraber büyüdük, beraber yaşadık ama… Beraber ölmek nasip olmadı.” Osman’a baktım göz ucuyla. Bu söylemden rahatsız olmuştu. “Birlikte göğüs gerdik acılara. Bir kör kurşun aramıza girdi. Bir hain, mutluluğumuza çomak soktu.” Öfkelendi birden. Babamın bir kurşunla öldürüldüğü gerçeği ağır geldi ruhuma. Nasıl bir düşmanlık yatıyordu geçmişte? Sıradan, Göktepe’li bile olmayan bir adam ne istiyordu bu aileden? “Ama Allah büyük” dedi birden. İşaret parmağını havaya kaldırdı. Bileğinde kehribar tespih salındı. “En büyük plan onundur. Nasipte kavuşmak varsa kavuşursun. Kimse engel olamaz. Kimse boş tehditler savurup can yakamaz.” Hayatım bu sözlerin örneğiydi. Yirmi üç yıl sonra doğduğum yerdeydim. Ama aklımı kurcalayan sorularım da vardı.

“O adam, Reşat…” Yutkundum. Neredeyse hiç ağzıma almazdım adını. Nefret kelimesinin cisimleşmiş haliydi zihnimde. “Neden böyle bir kötülük yaptı? Niye mahvetti bizim hayatımızı?” Hâkim amca başını çevirip Osman’a baktı.

“Bu kıza bir şey anlatmadınız mı oğlum?”

“Sırası gelmedi baba. Yeni kavuştu annesine.”

“Anlatın” diyerek aralarına girdim. “Ben çok bekledim gerçekleri öğrenmek için. Kimin kapısını çalsam başkasının ismini söyledi. Ufacık bilgi kırıntılarıyla geldim buraya. Yalnızca bir düşmanın varlığından haberim oldu. Ama neden, niye yaptı kimse bilmiyordu. Lütfen… Yeni bir hayata başlamak istiyorum.” Rica eder bir tondaydı konuşmam. Hâkim amca bıyığının kenarıyla oynadı. Sonra birden elini Osman’ın omzuna koydu.

“Delikanlı sana anlatsın geniş bir vakitte” dedi. “Benim zamanım dar. Selam göndereceklerim de var.” Görev Osman’a devredildiğinde daha fazla soru sormadım. Anlayış göstermek zorundaydım. Bir hapishanede olduğumuz aklımdan çıkmıştı. Baba hasreti çeken Osman’ın elinden bu kıymetli dakikaları alamazdım. Müsaade isteyip kalktım. Konuşmaları için onları yalnız bıraktım.

***

Çıktığımızda saat dörde geliyordu. Bir mesire alanına gittik. Bu benim ricamdı, hemen dönmek istememiştim Göktepe’ye. Dün Osman’a karşı mesafeli olacağıma dair verdiğim kararı çiğnediğimin farkındaydım. Ama babalarımızın kardeş gibi olduğunu öğrendikten sonra ondan uzak durmak biraz zordu. Sorularıma yanıt verecek kişi oydu, babası görevlendirmişti sonuçta. Hava serindi, kalabalık değildi. Gençler yürüyüş yapıyordu. Piknik sezonu kapanmıştı. Bir banka oturduk. Ellerimiz montlarımızın cebindeydi.

“Üşüyüp hasta olursan Gonca ablaya ne diyeceğim?”

“Kızının suçuydu dersin” diye cevap verdim. Yaprakları sararmış ağaçları seyrediyordum. “Bari sen yapma” dedim sonra. “Üflesen uçacak gibi mi duruyorum da bu kadar hassas davranıyorsunuz?” Omuz silkti.

“Ben karışmıyorum, annen kızar.” Yüzünde muzip bir gülümseme peyda oldu. Geç dalganı Osman bey. Biliyorsun hassas noktamı, duymaktan mutlu olduğum kelimeleri. Dilinde yer edecekler bundan sonra. “Babamla tanıştığın için mutluyum” dedi. Ben bakışlarımı ona çevirirken o ağaçları izlemeye devam etti. “Senin döndüğünü görmeyi en çok hak edenlerden biriydi.” Konuyu açmıştı madem. Sormakta bir sakınca görmedim.

“Bana her şeyi baştan anlatır mısın Osman?” derin bir nefes alıp başını salladı.

“Ben o zamanlar ufacıktım. Anne babamın anlattığı kadarıyla biliyorum. Onlar da dürüst insanlardır ama.” Hiç şüphem yoktu, hele Hâkim amcayla tanıştıktan sonra. “Deden varlıklı bir adamdı. Göktepe’de bahçeleri, Geyve’de arsaları vardı. Yine bir arsa alma sürecinde tanışmışlar Reşat’la. Parasız pulsuz üçkâğıtçının teki olmasına rağmen kendini tüccar diye tanıtmış. Dedenin güvenini kazanmış. Birlikte iş yaparız diye kandırmış. Dedenden bir miktar para almış. Süreç uzun tabi… Deden zamanla para kaybetmeye başlayınca şüphelenmiş. Sonuçta ticaret var, belge var, ortaklık var ama ortada gelir yok. Bizim babalarımız işin peşine düşünce gerçeği anlamış. O güler yüzlü, dost canlısı, güzel giyimli adamın ipsiz sapsız bir dolandırıcı olduğu ortaya çıkmış. Tefeciye borç, senet biriktirmiş meğer. İş yapıyoruz diye aldığı paralarla canını kurtarıyormuş.

Hal böyle olunca deden epey bunalmış. Maddi kayıptan çok, yanına böyle birini yaklaştırdığını sıkıntı etmiş kendine. Reşat’a kaptırdığı parayı geri alamayacağını biliyormuş. Polis, jandarma derken defetmişler başlarından. Uzun bir müddet ortada görünmemiş bu. Cezasını çekiyor zannediyorduk, diyor babam. Reşat Göktepe’den uzaklaştı ama hâlâ borçluydu. Bunun sevdiği bir kız varmış Geyve’de. Birlikte yaşıyorlarmış. Reşat hapisteyken borcuna karşılık kızı almak istemişler. Nasıl olduysa…” Bu noktada durdu. Soluklanmak hakkıydı. Kızın akıbetini tahmin etmek zor değildi. Geçmişte ne kadar çok can yanmıştı böyle.

“Reşat sevdiğinin vefat ettiğini öğrenince kaçmış hapisten. Öfkesini, acısını dedenden çıkartmak istemiş. Biliyorum, suçlu olan biz değildik. Tefeciye borç yapan, hem kendine hem sevdiği insana zarar veren oydu. Ama o bedelini bize ödetmek istedi. Çünkü merhametli bir insanın canını daha kolay yakabilirdi. Bir tefecinin karşısında acizdi.”

“Beni almayı seçti” dedim puslu bir sesle. “Herkesin canını yaktı böylece.” Doğruydu, Osman sustu. Çünkü hikâye burada bitmiyordu. Bunun ağırlığı vardı yüreğinde. Nasıl da soğukkanlıydık yan yana otururken. Üşümüyorduk çünkü içimizde harlı bir alev vardı. Yakıp kül ediyordu ruhumuzu.

“Sevdiğine karşılık sevdiğimizi aldı.” Nasıl bir nefretti bu? Delilikti, canilikti! Biz burada o kızın akıbetine üzülürken, çünkü birinin suçunu diğerine yüklemiyorduk, o masum bir bebeği annesinden ayırmıştı. “Tüm Göktepe ayağa kalkmış. Bir gecede kayıplara karışan adamı arayıp durmuşlar. Hiçbir yerde yokmuş. Memleketini de bilmiyorlarmış. Adı, soyadından başka her şeyi yalanmış çünkü. Tefecilerin buna başka bir kimlik verdiği, kendi pis işlerinde kullandıklarını falan anlatıyorlardı. Geyve’deki evinden başka ona dair bir iz yokmuş. Kaçak bir mahkûmun gidebileceği her yere bakmışlar ama bulamamışlar. Adanalıymış, babam orada da bir araştırma başlatıldığını söyledi ama sonuç alınamadı.” Sıkıntılı bir nefes verdi yeniden. Dönüp baktı bana. “Bilmiyorum Yağmur” dedi çaresizce. “Yetmiş dokuz senesi, cepte telefon yok. Ulaşım bu günkü gibi değil. Bir şekilde o saklandı seninle birlikte ve kimse seni bulamadı.”

“Keşke hayatımın mahvolduğunun farkına varabilseydim ve hiç susmadan ağlayan bir bebek olsaydım. Belki birileri sesimi duyardı.” Yürek sıkıştıran bir çaresizlikti bu. Herkes elinden geleni yapmıştı ama olmamıştı işte. Biz ayrı düşmüştük anne babamla. Kaçak bir mahkûm mahvetmişti hayatımızı. O kâbus gibi anları, gelecek her haberi bekleyen gözü yaşlı annemi, öfkeden yerinde duramayan babamı hayal etmek bile gözlerimi yaşartıyordu.

“İyi misin?” diye sordu Osman. “İstersen sonra devam edelim.”

“Hayır, anlatabilirsin.”

“Bir gün dönmüş. İntikamını aldığını söylemiş göğsünü gere gere. Zaten yaşamaktan muradı yoktu, derdi babam. Ölmeyi göze almış yani. Bir yandan da kimsenin ona dokunmayacağını düşünüyormuş. Çünkü senin nerede olduğunu bilen yalnızca oydu. Nutuk atmasına izin vermeden bunu bir güzel pataklamışlar. Ne kadar zorladılarsa da senin hakkında bir kelime daha etmemiş. Yalnızca jandarmayı arayacakları zaman konuşacağını söylemiş. Ödenmemiş senetlerini ödemeleri ve onu serbest bırakmaları karşılığında seni verecekmiş. Lanet herifin borçlarının bir türlü sonu gelmemiş.

Kabul etmişler. Deden arsasını satmış yeniden. Yine bir hainlik yapmasın diye babam ve Yalçın amcam her adımını takip ediyormuş. Görünüşünden de anlamışsındır, babam yanında silah taşımaktan çekinmeyen bir adam. Avcı dedem kullanmayı da öğretmiş. Tefecinin yakınlarındayken de yanına almış silahını. Her şey seni kurtarmak içindi Yağmur.” Osman’ın ne kadar zorlandığını görebiliyordum. Öğrenmek istediklerim kapkara bir acıydı sadece. Ve bir bıçak gibi deliyordu yüreğimizi. Karşımdaki adamın ruhu sızlıyordu. Kaybeden yalnızca ben değildim.

“Gece vakti iki adam gelmiş parayı almaya. Göktepe’den uzak, düz bir arazidelermiş. Babam ve Yalçın amcam saklanıyormuş. Reşat’ın bir hainlik yapacağını düşünmemişler. Amaçları senet işi bittikten sonra Reşat’ı konuşturup sana kavuşmakmış. Zaten bu noktaya kadar da onun planına uymaktan başka çareleri yokmuş. Birden iki adam daha çıkıp yakalamış önce babamı sonra Yalçın amcamı. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Kendi ayaklarıyla ölüme gittiklerini bilmiyorlardı. Reşat kendini kurtarmak için yalan söylemiş, bir de izini sürecek iki kişiden kurtulmayı hedeflemişti.

İstediğini yaptı. Babanı bir kurşuna teslim etti. Babam Yalçın amcayı o halde görünce silahını ateşlediğini söylüyor. Babanın katilini öldürmüş. Reşat’ı da ağır yaralamış. Ama babamı da vurmuşlar.” Elini omzuna götürüp yerini göstermeye çalıştı. Birlikte ölemediklerini söylerken Hâkim amcanın neyi kastettiğini daha iyi anlıyordum şimdi. “Sonrası… Yılmaz amcanın cenazesine bile katılamamış babam. Hastanedeymiş uzun süre. Ardından hapse girmiş. Tefeciyi öldürmekten ceza almış. Reşat kimliksiz dolaşan bir kaçaktı. Bir yol kenarında kan kaybından ölmüş. Onu vuran da babamdı. Bir ona pişman. Çok öfkelendim diyor, kardeşime hainlik yaptı defalarca. Belki ölmeseydi, kaçsaydı da bulurduk onu. Kardeşimin emanetinin izini sürerdik…”

İçim öyle doldu taştı ki duyduklarımdan sonra, gözyaşlarım sırasını beklemeden akmaya başladı. Durdurmak mümkün değildi. Kalkıp gitmek, bir ağacın dibinde oturup ağlamak istedim. Koskoca mesire alanında nefes alacak bir yer de kestiremiyordum gözüme. Öne doğru kayıp gitmeye niyetlenmiştim ki Osman hafifçe koluma dokundu. Yüzümü ona çevirmeye cesaretim yoktu. Dişimi sıksam da ağlıyordum işte. Dün geceki gibi de haykıramıyordum.

“Yanımda ağlayabilirsin” dedi. “Bakmam sana.” O da yaralı, babasından ayrı büyümüş bir çocuktu. Hem de bizim aile meselelerimiz yüzünden. Ama anlayışlıydı. İçim dökülürken gözlerimden, yanımda olarak beni yalnız bırakabileceğini söylüyordu. Ne düşüneceğimi, nasıl konuşacağımı bile bilmiyordum. Tüm bu kavga, düşmanlık ve karmaşa içinde bir adamın kurbanı olmuştuk. Ve seneler sonra iki eksik çocuk yan yana oturuyorduk.

Sırtımı banka yasladım. Ellerimle yüzümü kapattım. Sakinleşene dek ağladım. O an ilk kez, doğmamış olmayı diledim. Annem, gençliğimi taşıyorsun, demişti. Gülümsemelerini çaldığımı hissediyordum. Bebekliğimi bana yük olarak gösteren adamdan bir kez daha nefret ettim tüm benliğimle. Aileleri parçalamıştı. Hiç acımadan yine gelmişti. Eğer yaşasaydı, eminim yine bulurdu beni. Yine zarar verirdi birine.

Yaklaşık on beş dakika sonra kıpkırmızı gözlerimle oturuyordum bankta. Arada iç çekiyordum. Bunu durdurabilmeyi çok isterdim. Ama duygular da intikam alır. Ne kadar bastırırsak, o kadar ısrarcı olurlar başkaldırmakta. “Geçti mi?” diye sordu Osman. Öyle olmasını ister gibiydi. Eğer gözlerine bakabilseydim, onun da ağladığını daha erken fark edebilirdim.

“Geçecek gibi değil” diye fısıldadım. “Koskoca bir enkaz kaldı arkamda. Benim babam mezarda, seninki hapiste, annelerimiz yalnız, çocukları… Çocukları hep eksik…”

“Enkazdan sağ çıktık Yağmur. Annelerimiz ayakta durdu. Babamı gördün değil mi? Omuzları dimdik. Kardeşi için gözünü bile kırpmayan biri. Ben kendimce okuyup faydalı olmaya çalıştım çevremdekilere.” Bunu söylerken öyle alçakgönüllüydü ki nasıl büyük bir şey yaptığının farkına varması için onu sarsmak istedim. “Sen aradın ve aileni buldun, toprağına döndün. O herif günahlarıyla toprağın altına girdi ama biz bir aradayız bu gün. Akşam aynı sofraya oturabiliyoruz. Babam… Bitiyor mahkûmiyeti. Az kaldı, gelecek yanımıza. Yalçın amcam bana bir baba gibi cömert ve sevgiyle yaklaşırmış. Benim babam da sana aynısını yapar.” Elindeki oyuncağı paylaşıp arkadaşını güldürmek isteyen bir çocuk gibiydi. Teselli etmesini istemiyordum. Bir de bu yükü veremezdim omuzlarına.

Bir iç çekip yanına yaklaştım. Başımı omzuna koydum. Yük vermek istemezken yük oldun, diye fısıldadı iç sesim. Ama onun da buna ihtiyacı olduğunu biliyordum. “Çok iyi bir adamsın Osman” dedim. “İyi ki varsın.” Herhangi birine böyle kolayca dert emanet edilmezdi. Birinin yanında dakikalarca ağlanmazdı. O biri kendi acısına rağmen dik durup yıkılana destek olmazdı. Merhametli, halden anlayan bir yürek lazımdı. Benim payıma Osman düştü.

***

Döndüğümüzde yuvaya uğramadan önce babamın mezarına gitmek istedim. Osman’a çok yük oluyordum bu gün, farkındaydım ama beni kırmadı. Götürdü. Kızı için hayatını feda etmiş babamın mezarının başında oturdum. Rahatlatması umuduyla “ben geldim” dedim. Hatta “kızın İpek” diyerek adımı yitirdiğimi öğrenmesini istemedim. Hava kararana kadar oturduk mermerin kenarında. Minnettardım izimi süren, gülümsemesini ve neşesini bana emanet eden adama. “Dönebiliriz” dediğimde kalktı Osman. Arabaya kadar yürüdük. Yolu öğrenmiştim artık, kendim de gelebilirdim. Göktepe’nin düz, camiye uzak tarafındaydı mezarlık.

Yuvaya döndüğümüzde alışık olduğumuz sıcaklık karşıladı bizi. Kızlardan ses çıkmıyordu, ders çalışma saatindelerdi. Bir saat sonra da yemeğe ineceklerdi. Onlarla da az vakit geçirmeye başlamıştım. Ama bu gün de kimseyle konuşmak, sahte de olsa gülümsemek istemiyordum. Odama geçmekti niyetim. Melek abla mutfaktan başını uzatıp geldiğimizi haber verdiğinde omuzlarım düştü. “Bir selam verelim” dedi Osman. “Mutfak kalabalık herhalde.” Sessizce onayladım onu. Yürüdüğünde de takip ettim. Annesi, Nil ve Ruşen teyze gelmişti. Annem bir kenarda dosyaları karıştırırken onlar çay içiyordu. “Selam.” Osman’ın selamını aldı herkes.

Annem başını kaldırıp gülümseyerek baktı bana. Sonra yüzü asıldı. Elindeki kalemi bırakıp ayağa kalktı ve yanıma geldi. Kimse onun kızı olduğumu bilmiyordu Osman’dan başka. Ne zaman söyleyecektik, yeni bir duygu seli ne zaman yaşanacaktı? Onu da ben bilmiyordum ve bu gün kaldıracak halde değildim. “Ne oldu sana böyle?” diye sordu fısıltıyla. “Betin benzin atmış.” Ellerini buz gibi olmuş iki yanağıma koydu. “Gözlerin de kızarmış. Ağladın mı sen?”

“Soğuktan” diyerek yalan söylemeye çalıştım ama sesim bile değişmişti. “Bir çay içerim, geçer.”

“Yağmur?”

“Gerçekten…” Gülümsemek için zorladım kendimi. Sonra içimden “seni özledim” demek geldi. O sahiden gülümsedi. Masaya geçtik birlikte. Annem oturmadan bana açık bir çay verdi. Merkeze gidip alışveriş yapmış iki insandan çok saatlerce ağlamış ve kedere boğulmuş iki kişiydik Osman’la yan yanayken. İnsanlar haklı olarak susup gözlerini üstümüze diktiler. Önüme konulan çay bardağını kendime çekip şeker bile atmadan bir yudum aldım. Baskı altında ve rahatsızdım.

“Sizinle bir şey konuşmak istiyorum” dedi Gonca Saraç. Elimi tuttu. Osman’la göz göze geldik. Stres yaptığımı anlamış olacak ki göz kırptı. Rahat olmamı söyledi dudaklarını oynatarak. “Belki şaşıracaksınız… Hatta çok şaşıracaksınız ama çok güzel bir haberim var size… Ben de dün öğrendim…” Sesindeki heyecan burukça gülümsememe neden oldu. “Yağmur benim kızım… Yıllar önce kaybolan İpek’im…”

Dakikalarca kimsenin ağzını bıçak açmadı. Anneme başka bir dil konuşuyormuş gibi baktılar. İdrak etmeye başladıklarında soru da soracaktılar. Özellikle Nil’in yüzündeki ifade hiç sakin tepki vermeyeceğinin işaretiydi. Nihayet Ruşen teyze “ben anlamişıdım” dedi. “Bu kız hık demiş, burnundan düşmüş Gonca’nın.” Osman’ın güldüğünü duydum.

Bölüm : 03.12.2024 13:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...