16. Bölüm

16- MAZİ GÜLÜMSEMESİ

Zehra
yesilkutuphane61

Her açıdan yoğun bir gündü. Annem gerçeği herkese söylediğinde, uzun bir soru yağmuruna tutulduğumda, dinlenmek umuduyla kalkıp kızların yanına gittiğimde onların da benden sohbet etmeye dair beklentilerini karşıladığımda ve yatma saatlerine dek birlikte olduğumuzda son ana kadar her şeyi iyi idare ettiğimi düşündüm. Odalarından çıkmadan önce üstlerini örttüm, hepsine iyi geceler diledim ve ışıklarını kapattım. Koridorda sırtımı duvara yasladım bir müddet. Hiçbir şey düşünmedim, biraz dinlenebilmeyi umdum.

Aşağı indiğimde annem idare odasından çıkıyordu. Dosyalarla ilgilenmekten oldum olası hoşlanmamıştım. Oğuz Bakırcıoğlu da hep sıkıcı evraklarla uğraşır dururdu. Tabi burada mesele önemliydi, denetimde yeni bir pürüz çıkmaması gerekiyordu ve işleri yapan ben olmadığım için sızlanmaya hakkım yoktu. “Şükür bitti” dedi gülümseyerek.

“Bu gün sona erdiği için mutluyum.” Gözlerimi ovuşturup sırtımı odamın kapısının yanındaki duvara yasladım. Annem elinde tuttuğu ufak anahtarı cebine koyup yanıma yaklaştı. Yüzüme baktı sıkıntıyla.

“Neyin var senin?” diye sordu.

“Yorgunum sadece” dedim.

“İnanmıyorum sana.” Evet, yalan söylüyordum ama bunu anlaması canımı sıktı. Osman’la Elmalı Sur’dan döndüğümüz gün olduğu gibi bu gün de kalabalığın arasında saklanabilmiştim ama yalnız kaldığımız an yakalıyordu gözlerimi. Oradan da ruhuma yol buluyordu. Nasıl hissediyordu, nasıl anlıyordu? “Tabi paylaşmak istemezsen anlarım. Seni zorlamak değil niyetim. Üzüntünü gidermek için elimden geleni yapabileceğimi bil sadece.” Ufak bir hamleyle omzumu sıvazladı. Bu gün duyduklarımı sindirememişken bir de anneme hüznümün kaynağını anlatamazdım. Ama öylece gitmesini de istemiyordum. Onu yeni bulmuştum. Güvenmediğimden değil, yorulduğumdan susuyordum.

Askılıktan kabanını alıp giydi. Hâlâ sırtımı bir duvara yaslıyor, ağır hareketlerini seyrediyordum. Aklına ne geliyorsa kaşlarını çatıyor, sonra kötü bir düşünceyi savmak ister gibi hafifçe başını iki yana sallıyordu. Düğmelerini iliklerken bir anda bana çevirdi gözlerini. “Sen gelmiyor musun?”

“Ben mi?” diye sordum işaret parmağını kendime doğrultup. Sanki acayip bir şeyden bahsetmiş gibi tepki vermemi sorguladı bakışlarıyla. Etrafa bakındı birini arar gibi.

“Senden başka kızım var mı benim? Tabi sen… Evimize gidelim. Birlikte oluruz. İstemez misin?” Ayakta dikilmeyi bırakıp yanına gittim. Öylece geride bırakılan bir çocuğun mahzunluğunu taşıdığımı, ancak annem çağırınca anladım. Evimiz demişti.

“İsterim tabi… İsterim” dedim başımı sallayarak. Gülümsedi memnuniyetle. Montumu alıp, giymem için uzattı. Hazırlanınca birlikte çıktık. Sessizce eve gittik. Elektrikli ısıtıcı salondaki soğuğu def etti. Anneme sobayı yakmasına gerek olmadığını söyledim. Yorganın altında ısınırdım. Zaten çok durmadan da yatardık. Bitki çayı yapmak için mutfağa gideceği sırada “babamın fotoğrafı var mı?” diye sordum. Başını sallayıp bir albüm getirdi içerden. Parmağıyla babamı gösterdi, hasretle baktı. Gözleri dolunca su kaynatacağını söyleyip mutfağa gitti.

Tertemiz yüzlü bir adamdı babam. Fotoğraflarda daima gülümsemiş, bıyıklarından tanıdığım Hâkim amcayla yan yana poz verirken bile istifini bozmamıştı. İkisi birbirine o kadar zıttı ki yan yanayken. Biri tam bir beyefendiyken diğeri elinde tespih, filmlerdeki kabadayılar gibi kollarını kabartmış oturuyordu. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Bir fotoğrafta babamın kucağındaydım. Yeni doğmuş halimdi herhalde. Çok küçüktüm. Ve koskoca adam beni tutmaya korkuyor gibiydi. Tedirgin gözüküyordu. En tatlı anlarımızı hatırlamıyordum. Ona sarıldığımı, kucağında uyuduğumu bilmiyordum.

Gün boyu az ağlamışım gibi gözlerim doldu yine. “Yeter ama” diye fısıldadım. Önümü görmek istiyordum artık. Göğüs kafesim ağrıyordu. Düğün fotoğrafları, piknikler, mutlu bir çift… Çok fazla fotoğraf vardı ve hepsine bakmam gerektiğini hissediyordum. Yetmez miydi uzak kaldığım? Elimin tersiyle gözümdeki ıslaklığı sildim ve bana iyi gelecek tek şey buymuş gibi albümü karıştırmaya devam ettim. Yine ıslandı gözlerim, yine sildim, yine, yine… Bu sinir bozucu bir hal aldığında öfkemi kucağımdaki fotoğraflardan çıkartıp albümü yere fırlattım. Fazla hırsın sonu hep kayıptı ve dinlenmek yerine üstüne gittiğim için bu evdeki en kıymetli şeylerden uzaklaşmıştım.

Saniyeler geçtiğinde ne yaptığımın farkına varıp yere oturdum hemen. Birkaç fotoğraf dağılmıştı sadece. Islak ellerimle toplarken bir yandan da ağlıyordum. Bu gün bana olanlar, yirmi üç yılın eseriydi. O yüzden kendimi yargılarken acımasız davranmadım. Annem içeri girdi. Beni yerde o halde görünce telaşla yanıma geldi. Gözyaşımı silmek istedi, elini uzattı ama korkmuştu. Bu hale gelmeme neden olan şeyi bilmediği için ne yapması gerektiği konusunda tedirgindi. Yanımda olsa yeterdi, fazla bir şey istemiyordum.

Başım öne eğik, eski güler yüzlü hatıralar kucağımdaydı. “Keşke doğmasaydım” dedim yüküm ağır gelince. “Keşke siz yan yana mutlu kalsaydınız hep…” Anneler çocuklarını ne kadar severdi bilmiyordum. Benden önceki mutlu günlerini özlediğini söylese anneme hiç kızmazdım. Ama annem kızdı. Kucağımdaki albümü alıp bir kenara fırlattı. Oysa az önce bu hareketi hatıraya saygısızlık addetmiştim.

“Bana bak” dedi sinirden titreyen sesiyle. “Bana bak Yağmur!” İstemiyordum, kazağımın kolunu gözüme bastırdım. İki elini yanağıma koydu, başımı kaldırdı. Şimdi bakabilirdi yüzüme. Ama ben… İstemiyordum. Gözlerimi sıkıca yumdum. Küçükken de yapardım bunu. Bir şeye çok üzülmüşsem, onunla ilgili bir konuşma yapılacaksa hemen kapatırdım gözlerimi. Seher teyze bu hareketi asla onaylamazdı. Karşısında düzgünce oturana kadar da sessiz kalırdı. Sakinleştiğimde konuşurduk. Annem öyle yapmadı.

“Kulakların açık ne de olsa, duyarsın beni” dedi. “Ben evladımı kucağıma aldığımda mazide bıraktım her gülümsemeyi. Yenileri verildi bana. Bambaşka göründü dünya. Bebeğim gülerse gülerdim, ağlarsa tedirgin olurdum. Rahat etsin, aman hasta olmasın diye titiz davranırdım. Beşik başında uykusuz kaldığım geceleri, hangi keyfe hangi güzel güne değişirdim? Aklımın ucundan geçmezdi bile. Bir bebeğin kokusu var ya Yağmur… Onun sıcaklığı…” Özlem koktu sesi. Öfkesi diniyordu tıpkı gözyaşım gibi. “Dünyaya değişmezsin. Ben de değişmezdim, baban da değişmezdi. Yine doğmanı, yine seni kucağımıza almayı isterdik. Duyuyor musun beni?” Başımı salladım.

“Seni bu hale getiren şeyi bilmiyorum. Ama ne kadar kötü düşünce varsa sil ve at kafandan. Bir daha asla böyle bir şey söyleme. Tamam mı Yağmur? Bir bebeğin annesiyken yarım kaldım. Seneler sonra genç bir kız çıktı karşıma, senin kızınım dedi. Her şey çok yeni ama bu yolu yürümeye hazırım. Başarmak için elimden geleni yapacağım, eksiklerim için üzgünüm. Eğer sana böyle söylettiren bensem, benim tavırlarımsa… Ne olur bana da hak ver. Zamanla düzelteceğim.”

“Senin suçun değil” dedim. “Kimsenin suçu değil…” Ağlamaktan değişen sesimi duyunca derin bir nefes verdiğini duydum. Başparmağı yanağımı okşadı. Yavaşça açtım gözlerimi. Endişesi burnumun dibindeydi. Beklentisi yalnızca anlayıştı. Bu gün hiç olmasaydım beni bir koz olarak kullanamayacak bir düşmanın intikamı yüzünden böyle köşeye sıkışmıştım. Karşımdaki kadının en ufak bir günahı yoktu. “Ben öğrendim her şeyi. Babamı, Hâkim amcayı… Geçmişte neler olduğunu biliyorum.”

Kaşlarını çatacak oldu. “Nasıl?” diye mırıldandı sadece. Merkeze gittikten sonra yaptıklarımızdan bahsettim. Eve döndüğümüzde niye perişan gözüktüğümün cevabını da almış oldu böylece. O gece dağılmış ailemin kederi kâbuslarımı ziyaret etti. Annem bir zamanlar dingin öğretilerle sakinleşemeyen çocukların kâbuslara yenileceğinden bahsetmişti. Her gözümü kapattığımda yenildim. Her seferinde saçımı okşadı, dinmemekte inat eden gözyaşımı sildi. Teselli fısıldadı kulağıma. Ne geçti içimdeki sızı, ne bir çukur gibi büyüdü. Ben yaşanmamış günlere üzüldükçe, annemin gözlerindeki kedere baktıkça, ölüp gitse de hayatımı mahveden o adamdan nefret ettikçe bir yanı yaralı kalacağıma emindim artık.

***

Sabah erken kalkıp yuvaya gittim. Geceyi annemin yanında geçirsem de bir vazifem vardı ve Melek ablayı yeterince tek bıraktığımın farkındaydım. Kızları uyandırdım. Yanakları kıpkırmızı, gözleri uykuluydu hepsinin. “Bu gün gidin, yarın söz göndermeyeceğim” dedim şakayla karışık. Yarın hafta sonuydu. Bunu bildiklerinden söylendiler biraz. Bu sabah saçlarını örmemi istediler. Güzel balıksırtı örerdim, sırayla önüme oturdular kahvaltı hazırlanan dek.

Kahvaltıdan sonra önce Melek ablaya, sonra bana sarıldılar ve kapıya gelen arabaya bindiler. Her sabah bize sarılmadan evden çıkmazlardı. Rutinlerini o kadar seviyordum ki bu kızların. Ev boşalınca üst katı topladım, süpürdüm. Silgi tozları ve kâğıt kesikleri uçuşmuştu her yere. Etüt odalarını havalandırdım. Az kullanılan ufak salonu da üstünkörü topladım. Melek abla yerleri silmeden ve toz almadan temizliğin tamamlanmayacağını savunanlardandı. O söylemeden hepsini yaptım. Ve insanın kendiyle konuşabilmesi için bunun da farklı bir yol olduğunu fark ettim.

İçimden attığım belirsizliği düşündüm toz alırken. Artık yerimi yurdumu, geçmişimi biliyordum. Her an gönderilirim düşüncesiyle değil, buraya ait olduğum hissiyle uyanıyordum. Ama değişiyordum. Hikâyemin yükü soldurmuştu gülümsememi. Belki de büyütmüştü beni. Hâlâ annesinin şefkatine muhtaçken bile büyüyordu insanlar, olgunlaşıyorlardı. Bulunduğum çatı altında beş tane daha hayat vardı. Onlarla ilgilenmek de beni dikkate sevk etmişti. İstanbul’da kapıyı çarpıp çıktığımda, aslında eski Yağmur’la da vedalaşmıştım farkında olmadan.

Tüm işler bittiğinde ve ben sıcak bir duş aldığımda saat on bire geliyordu. Hâlâ kahvaltı etmemiştim. Karnım da acıkmıştı. Mutfağa gidip peynirli bir sandviç hazırladım. Melek abla bu saate kadar beklemezdi. Kızlarla yerdi. Bahçede yemek istedim bu gün. Hava serindi ama içerde yeterince vakit geçirmiştim. Montumu giyip dışarı çıktım. Banka oturup salınan yaprakları seyrederken ekmeğimden ısırıklar aldım. Bitmesine yakın annem geldi. Yanıma oturup saçlarıma bir öpücük kondurdu. Bunu yapmaktan hoşlandığını fark ediyordum artık. Gördüğü anda bağrına basmak ister gibi bakıyordu. Hoşuma gidiyordu tabi. “Kahvaltı etmediysen sana da hazırlayayım” dedim ekmekten kalan son lokmayı ağzıma atarken.

“Yedim bir şeyler. Sen kahvaltı etmedin sanırım? Erken kalktın, beklenmez ki bu saate kadar.”

“Bir şey olmaz” dedim. “Doydum zaten.”

“Öyle doyulmaz. Bilsem daha erken gelirdim, kahvaltı hazırlardım sana.”

“E kendim yaptım ya…” diye sızlandım. “Tabi senin elinden yemek de güzel, ona bir lafım yok. Ama kendini yormana da gerek yok. Bazı konularda çok rahatım ben.”

“Ne gibi?” Beni tanımak için soruyordu aslında. Gözlerini kısıp dikkatle dinleyişinden anladım. Bir an düşündüm.

“Mesela yemek saatlerinde, aile toplantılarında çoğu zaman dışarda olurdum ben. Çok sık hastalanan biri değildim. Sık yolculuk yaptığım için bir uyku düzenim de yoktu. Aslında Seher teyzeye bıraksaydık olurdu tabi, kendi programım dolu ve dağınıktı biraz. Onu da ayak uyduramayacağı kadar yormuştum.” Gülmeden edemedim. Onu üzmek için yapmıyordum tüm bunları. Her gün yeni bir şey yapmak, dışarda olmak hoşuma gidiyordu sadece. “Yani öğün atlasam da, koşturup terlesem de, gece uyumasam da endişe etme. Bünyem sağlamdır.”

“Bak sen” dedi hızlıca kolunu boynuma sarıp. “Annene ne yapacağını mı öğretiyorsun?”

“Estağfurullah hanımefendi.”

“Alay etme” diyerek güldü. Sonra geri çekildi. “Bu gün davetliyiz. Kızlar Osman’ın evine gidecek. Biz de arkalarından gideceğiz. Orada güzelce yemek yersin. Firuze teyzen de özellikle çağırdı.” Bu haber pek hoşuma gitmedi.

“Ben gelmesem olmaz mı?” Dünden sonra biraz yalnız kalmak istiyordum. Herkes sıcakkanlıydı ama bu hepsine ait bir hikâyeydi. Kendi üzüntüm yetmezmiş gibi onlarınkini de yükleniyordum.

“Tamam, o zaman eve gidelim ve sana çorba yapayım. Birlikte otururuz gün boyu.” Bu teklife de itiraz ettim. Dolaşmaya hakkı vardı annemin. Benim yüzümden eve tıkılmasına izin veremezdim. “Sensiz gitmem” dedi kararlılıkla. En sonunda geleceğimi söyledim. Ama bir şartım vardı ve hiç hoşuna gitmeyecekti. Motorla gidecektik…

***

Osman’ın evi iki katlı, bahçe içinde gayet büyük ve hoş bir evdi. İçeri girdiğimizde geniş bir hol karşıladı bizi. Sofrayı da buraya kurmuşlardı. Mobilyalar, dekorasyon ahşap ağırlıklıydı. Otantik bir hava vardı evde. Bir köşe sedirlere ayrılmıştı. Sağ ve solda odalar vardı ama salon niyetine koridoru kullanabilirlerdi rahatça. Duvardaki fotoğraflarda Hâkim amcayı görünce tanıdım hemen. Tam da ona yakışan bir evi vardı. Başında kasketi, sırtında ceketiyle bıyığının ucunu döndürerek köşedeki sedirlerde oturduğunu hayal edebiliyordum.

Önce Firuze teyze sonra Osman, anneme sarıldı. Ardından Firuze teyze geldiğim için çok mutlu olduğunu söyleyerek uzunca kucakladı beni. Osman elini uzatıp tokalaşmakla yetinirken gülümsüyordu. Her geçen gün ona dair daha fazla şey görme fırsatım oluyordu. Bu gün ev sahibiydi. Daha kibar, daha dikkatliydi. Giydiği kazak sütlü kahverengi ve pantolonu bej rengindeydi. Genelde daha koyu tonlarda kıyafetlerle gelirdi yanımıza. Ne bütünüyle resmi, ne de rahat olurdu. Bu tarzı da hoştu. “Hoş bulduk” dedim.

Kızlar bir araya oturmuştu. Masanın iki yanına yan yana dört sandalye sığdığı için Elif karşılarına geçti. Osman ve Firuze teyze masanın birer ucuna oturdular. Anneme ısrar ettiler aslında ama kibar tekliflerini geri çevirdi. Biz de onunla yan yanaydık. Elif sağ tarafımda, annem sol tarafımdaydı. “Ne güzel olduk” diye fısıldadım. Sofra da öyleydi. Börek, patates kızartması, menemen, kahvaltılık soslar ve en çok ilgilendiğim kısım olan reçeller… Hem göze hem mideye hitap ediyordu bu hazırlık.

Başladıktan on dakika sonra Nil de geldi. Nefes nefese bir sandalye çekti kendine. “Hava soğuk” diye sızlandı. “Erken kalkmak istemiyorum bazen. O yorgan sıcacık sarıyor beni. Sobada gözüm kalıyor evden çıkarken.”

“Biz de.” Zümra ve Ayşe aynı anda cevap verdi. “Öğlene kadar yatamaz mıyız?” Ayşe’ye baktım göz ucuyla. Fırsatını versek yatakta durmayı kendisi istemezdi, bundan emindim.

“E siz hafta sonları da kendi iradenizle erken kalkıyorsunuz. Uyumuyorsunuz ki” diyerek itiraz ettim. Aysima kıkırdadı.

“Biz okul günlerinde uykulu oluyoruz” dedi. “Hafta sonları eğlenceli şeyler yapacağımız aklımıza gelince gözlerimiz açılıyor. Nil abla, şu patatesten tabağıma koyar mısın biraz?” Konu bütünlüğünü sağlayamayınca güldürdü bizi.

“Erken kalkar yol alır” diyen Firuze teyze olgun bir tavırla noktayı koydu sızlanmalara. Ben o sıra Nil’in elindeki patatesi tabağıma servis ediyordum. Elif’e isteyip istemediğini sordum. Biraz koyabileceğimi söyledi. Uzağında kalan örgü peynirden de verdim. Zayıf, minyon bir kızdı. Her şeyden azar azar yiyip de doyanlardandı. Bağışıklığı düşmeyecekse problem değildi tabi. Yine de bulduğum her fırsatta tabağına bir şeyler koyuyordum. Ve yemek boyunca aynısını annem de bana yaptı. O güzel, bu lezzetli diyerek bir sürü şey yememe neden oldu. Kızların meseleden haberleri yoktu. Hayretle bakıyorlardı ikimize.

Montumun cebinde unuttuğum telefon çalmaya başlayınca kalkıp portmantonun yanına gittim. Telefonu çıkartıp ekrana baktığımda Aras’ın aradığını gördüm. Açıp açmamakta kararsız kaldım bir an. Eve dönünce konuşsam daha iyi olacaktı. Kapattım ama saniyeler içinde yeniden aradı. “Salon müsait Yağmur” diye seslendi Osman. “Orada konuşabilirsin istersen.” Parmağıyla gösterdiği kapı hemen sol tarafında kalıyordu. Teşekkür ederek yanından geçtim. Turuncuya yakın kahverengi bir koltuk takımı yerleştirilmiş salon, koridordun aksine modern görünüyordu. Ahşap pencerenin önüne geçip aramayı yanıtladım.

“Alo, Aras.”

“Açamayacaksın diye çok korktum Yağmur. Neredeydin?”

“Bir davetteydim de, müsait değildim aslında.”

“Kadınların çay partilerine de mi katılmaya başladın yoksa?” Ufak bir kahkaha attı. Ortamı neşelendirmek için böyle şakalar yapardı genelde ama bundan hoşlanmamıştım. Göktepe’de sadece çay partilerine mi davet edilirdik? Velev ki öyleydi, şu sıcacık ortama laf gelmesini kabullenemezdim.

“Gayet nezih bir evde, misafirperver insanların yanındayım” dedim ciddiyetle. Ses tonum kısa bir süre susmasına neden oldu.

“Kötü bir şey söylemek istemedim aslında.” Derin bir nefes verdi. Durgunlaşmıştı. Ona ters davranmak istemiyordum. Onu affetmek de içimden gelmiyordu aynı zamanda. Yaz aylarında, ya da ufak tatil günlerinde dönerdi İstanbul’a. O zamanlar bile aramız böyle açılmamıştı.

“Annemle konuşabildim” dedim sessizliği ilk bölen olmak için. Sevindiğini söyledi.

“Sakarya’ya geliyorum. Kaçta buluşuruz? Hem yüz yüzeyken anlatırsın her şeyi.” Dönüp arkama baktım. Cuma günleri hep bir arada olduğumuz, keyifli akşamlar geçirirdik. Merkeze gitmek istemiyordum. Aras çok emindi onunla buluşacağımdan, sorma gereği duymamıştı ama reddedecektim hayali teklifini.

“Bu gün çıkamam Aras. Kalırsan, belki yarın görüşürüz.”

“Yarın sabah erkenden döneceğim Yağmur. Görmek istiyorum seni.”

“Buraya gel…” İsteksizce davet ettim onu. Ama gelmesini istemiyordum içten içe. Gözlerim hâlâ yemek yiyen kızlardaydı. Sonra Osman’ın bana baktığını fark ettim. “Benim çıkmam mümkün değil Aras.” Aras ne düşündüğünü söylemeden, başka gün görüşebileceğimizden bahsederek telefonu kapattı. Mantığım şu an konuşmuyordu ama kalbim kesinlikle gitmek istemediğini haykırıyordu. Ben ki gezip dolaşmayı çok severdim. Şimdi evde durmak, dinlenmek istiyordum. Başımı yasladığım omuzlar geliyordu aklıma. Huzur diye sayıklıyordu ruhum. Acayipti ama Osman’ın yanında bile evde hissediyordum kendimi.

Salonda durmayı bırakıp yerime geçtim yeniden. “Aras’ın selamı var” diyerek yalan söyledim. Böylece kısa yoldan tüm soruları cevaplamış olacaktım.

“Buraya gelecek mi?” diye sordu Zümra.

“Belki başka zaman.” Keyifsizliğimi yüzüme yansıtmamaya çalışırken sesimden akıp gitmişti. Annem masanın altından elimi tutup ona bakmamı sağladığında, önemli bir şey yok manasında başımı salladım. Sonra derin bir nefes eşliğinde çatalımı alıp bir patatese batırdım. İrade, kullanılabildiği zaman muhteşem bir şeydi. Ama kullanamadım o an, gözlerimi Osman’a çevirdim. Bunu niye yaptığımı açıklayacak en ufak mantık kırıntısı bile yoktu heybemde. Yalnızca yaptım. Birkaç saniye belki sürdü. Sonra bir mıknatısı diğerinden çeker gibi bakışlarımı ayırdım onunkilerden. Patatesi ağzıma atıp ağır ağır çiğnedim.

“Bizim doktor da gidiyor” dedi Nil. “Yerine başkası gelecek.” Konuyu değiştirdiği için minnettardım.

“Adamı canından bezdirmişsindir sen” diyerek kıza sataştı Osman.

“Ne alakası var! Sevmiyordu zaten burayı. Gitmeye can atıyordu.”

“Hm tabi…” Nil’i kızdırmaktan keyif aldığı belliydi. Zaten genelde iki çocuk gibi atışırlardı. Aras ve ben de yan yanayken eğlenirdik. Elimde olmadan sıkıntılı bir nefes verdim. Neyse ki sofra başında oturan iki haylaz sayesinde kimse duymadı. “Kabullen işte, huysuzsun. Doktor durmuyor yanında.”

“Kabul etmiyorum efendim! Esas huysuz olan sensin. Haline bak, evde kalmışsın bir de! Kimse almıyor seni.” Çatallarını birer kılıç gibi havaya kaldırmışlardı. Ben güldüm hallerine ama annemin, çocukların yanında böyle konular konuşulmaması gerektiğini düşündüğünün farkındaydım.

“Elinde malzeme bitince evde kalmışlığımdan vur hemen. Hem evde kalan da kim! Rızamla bekâr yaşıyorum ben.”

“Hm, tabi… Kimseyi yanıma yanaştırmıyorum deme de…” Nil gözlerini kısıp Osman’dan bıktığını dile getirdi birkaç defa. Dönüp Firuze teyzeye baktı. “Bahtsız gelin kızımız neredeyse arayıp bulalım. Evlensinler, Osman’ı da götürsün bir an önce. Kafa dinleriz.” Osman bu sözlere bir cevap vermedi ama ufak bir çocuk olsaydı Nil’in saçını çekerdi kesinlikle. Firuze teyze de oğluna haksızlık yapılmasından memnun değildi anlaşılan. Fakat kızlar ondan önce savunmaya geçtiler. Öğretmenlerinin ne kadar iyi, zeki, akıllı ve güzel ahlaklı olduğunu anlattılar. Buraya kadar bir problem yoktu. Sakince hepsini dinliyordum. Yüzümde bir gülümseme vardı. Elif koluma girip bana sarılmadan hemen önce de börekten bir ısırık almıştım.

“Osman öğretmenin gitmesin, onu kimse götürmesin” dedi sağımdaki küçük kız. Biz şakalaşıyorduk ama bu çocuklar üzülüyordu işte. Başını kaldırıp çok önemli bir şey isteyecekmiş gibi yüzüme baktı. “Yağmur abla sen de gitme. Şey… Osman öğretmenimle evlensen olur mu? İkiniz de burada kalırsınız ve hiç gitmezsiniz.” Bunu duymayı hiç beklemiyordum. Öyle şaşırdım ki ağzımdaki lokmayı yutmakta zorlandım. Ufak çaplı bir öksürük krizi kimsenin konuşamadığı masada duyulan tek sesti. Annem sırtımı sıvazlayıp bir bardak su verdiğinde kulaklarıma kadar kızardığıma emindim. Gözümü tabağımdan ayırmadan yudum yudum içtim suyumu. Bu sırada büyüklerden birinin konuyu değiştirmesini bekledim.

Nihayet “öğretmeniniz bir yere gitmiyor evladım, korkamayın bakayım. Nil ablanızla şaka yapıyorlar birbirlerine” diyerek çocukları teskin etti Firuze teyze. “Biz size tatlı da yaptık” dedi heyecanla. “Doyduysanız ellerinizi yıkayın, sonra biraz oynayın. Tatlı ikram edeyim size…” Sesindeki neşe kızların yüzünü gülümsetti. Çocukların yanında her meseleden bahsedilmemesine gösterilen ihtimamı şimdi daha iyi anlıyordum. Kendilerince bir çıkar yol arıyorlardı işte. Ama olmayacak şeyleri söylemek de büyükleri biraz, hatta epey, zor durumda bırakıyordu.

Sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkadık Nil’le birlikte. Bir süre ortalıkta gözükmemek için kendimce bir kaçış yoluydu bu. Osman da rahatsız olmasın istedim. Kendi aralarındaki şakanın böyle bir şeye konu edileceğini bilemezdi tabi ama bundan sonra daha dikkatli davranırdı. Nil’e de başka bir saldırı konusu bulmasını önerdim. Osman’ın bekârlığı şaka mevzusu edilecek en son şey bile olmamalıydı. Çünkü hepimiz öyleydik ve laf dönüp dolaşıp bize de gelirdi. Gerek yoktu yani. Annemizin dizinin dibinde oturup soyduğu meyveleri yemek varken, kalkıp kendi evimizin annesi olamazdık. En azından ben olmazdım…

İşler bitince salona geçtik. Kızlar diğer odaların birinde oynuyordu. Annemin yanına oturdum. Osman tekli koltukta, Nil de Firuze teyzenin yanındaydı. Orta cam sehpada bir albüm vardı. Firuze teyze beni görünce heyecanla açtı ve çıkardığı fotoğrafı elden ele bana ulaştırdı. “Bak bu senin bebek halin. Osman’la yan yana koymuştuk sizi.” Siyah beyazdı fotoğraf. Ben kundaktaydım. Osman yanımda kocamandı ama ufacık çocuktu işte. Ve… Aynı karede olmak çok hoşuma gitmişti. Öğretmenle hiç hatırlamadığımız, çok kısa bir geçmişimiz vardı.

“Ağzında emzik var Osman” dedim gülümserken. Tatlıydık sahiden. Ben toparlak bir bebektim, Osman daha zayıftı. Saçlarını yana taramışlar, bahçıvan pantolonu giydirmişlerdi. Gözleri hayretle açılmıştı her neye bakıyorsa.

“Sen de kundaktasın” diye karşılık verdi öğretmen. “Durum berabere…”

“Aman çocuğum, yarışıyor musunuz sanki?” Firuze teyze ufak bir sitem edip birkaç fotoğraf daha çıkardı. Birinde babamın kucağındaydım, Hâkim amca da yanımızdaydı. Diğerinde de annemin kucağındaydım, Firuze teyze de Osman’ı kucağına almıştı.

“Ne güzel günlermiş” diye mırıldandım. Hiç hatırlamadığım zamanlara özlem duydum.

“İnşallah yeni fotoğraflarımız da olur. Albümleri doldururuz böyle.” Annem bu güzel temenniyi bir dua kabul etti.

“Amin, inşallah. Artık hep birlikteyiz ya, içim daha coşkulu. Hevesliyim pek çok şeye. Yepyeni albümlerimiz olsun isterim ben de.” Sesinin heyecandan titrediğini fark edince elini tuttum. Bir aradayken gelecekte bakabileceğimiz bir sürü anımız olmasını ben de isterdim. Kaybedecek bir dakikamız bile yoktu bundan sonra. Firuze teyze şefkatle baktı bize. Annemi de, onun bir parçası olan kızını da sahiden seviyordu.

“Nasıl mutluyum Gonca’m bir bilsen.” Bir iç geçirdi. “Allah bundan sonra güzel şeyler nasip etsin size. Yağmur kızıma hayırlı bir aile versin gelecekte.”

“Var ya zaten” dedim tebessüm ederek. “Annem var, siz varsınız. Bana yeter.”

“Orası öyle tabi ama…” Nil’e, Osman’a ve bana baktı. “Anneler böyle dualar ederler yavrum. Siz âmin deyin. Mümkünse torun sevme yaşımızı da çok geçirmeyin. Hayır duasıdır bu.” Konuyu oracıkta kapattık ama Osman yüzünden hepimize nasihat ediyorlardı. Öğretmenin bu toplum baskısından kendisini koruması da zordu. Firuze teyzenin dediği gibi, anneler böyle dualar ederdi. Ama ben normal bir hayat yaşamamıştım. Annemin hasretini dindirememiştim ve ondan ayrılamazdım. Geçmişi düşünmek istemediğim kadar geleceğe de bakmıyordum. Anın tadını çıkartmak istiyordum.

Bölüm : 04.12.2024 13:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...