Yangın merdiveni yapmak için ustalar geldi. Bir yandan da tabela hazırlandı. Her şey yolunda görünüyordu. Sonraki cuma günü de annem davet etti kızları, Osman’ı, Nil’i. Melek abla Cuma günleri evine gidiyordu ara sıra. O yüzden bizimle olamıyordu. Evde kimsesi yoktu, o yüzden sürekli yuvada kalma teklifini severek kabul etmişti. Oğuz Bakırcıoğlu hafta içinde bir iki kere geldi. Aras’la konuşmadım. İyi etmediğimi biliyordum ama aramadım. Kızlarla ilgilendim, annemle vakit geçirdim. Birbirimizi daha yakından tanımaya başladık. Patates kızartmasını sevdiğimi ben söylemeden anlamıştı mesela. Eli de lezzetliydi, kızartıyordu, yiyordum.
Doktorun gittiği hafta yenisi de geldi. Nil’in bahsettiğine göre iyi biriydi. Yaşı da gençti. İyi anlaşacaklarını düşünüyordu. Osman ağzının payını almıştı, daha sataşmıyordu kıza. Ama bu eğlenmediğimiz anlamına gelmiyordu. Şakalaşıyor, sohbet ediyorduk bir aradayken. Geriye kalan zamanları kızlara ayırıyorduk. Sıkılırsam ve gezmek istersem diye İstanbul’a dönmeyi ve bir hafta kalmayı teklif etmişti Oğuz Bakırcıoğlu. Hayattan tat almaya yeni başlıyordum. Osman’la yürüyüş yaparken konuşuyorduk, Nil bana aile hatıralarını anlatıyordu, kızlarla kutu oyunları oynuyorduk, annemin sinesine başımı saklıyordum… Göktepe bana öyle iyi gelmişti ki geriye dönüp bakmak aklımın ucundan geçmiyordu.
Ama geride insanlar bırakmıştım. Ve bunu hiç unutmamı istemeyen Aras’tı anlaşılan. Üç gün art arda aradı, mesaj attı. Hal hatır sorarak başlıyordu konuşmaya, sonra konunun seyri bir anda değişiyordu. Bir sıkıntı seziyordum sesinde. Mesele burada olmam değildi sanki. Ya da yeni hayatım, ya da geride bıraktıklarım. Ama net konuşmuyordu ve canımı sıkıyordu bu durum. Kendimi baskı altında hissediyordum. Ne diyeceğimi, nasıl yaklaşacağımı bilmiyordum. Hiç böyle olmamıştık onunla. Sadece, okul grubuyla dağ gezisine gideceğimde evdekileri ikna edip yoluma taş koyduğu zaman küsmüştük. Gönlümü almayı başarmıştı sonrasında. Ben de haddini bildirmiştim ona. Kim olursa olsun bana karışmayacağını öğretmiştim. Şimdi başka şeyler, tarif edemeyeceğim uzaklıkların aramıza girdiğini fark ediyordum. Ya benim yeni hayatımdı buna sebep, ya Aras’la ilgili şeylerdi.
Çarşamba günü öğleden önce geldi. Onu karşımda görmek büyük sürprizdi doğrusu. Annemle tanıştı, getirdiği çiçek buketini verdi. Gayet nazikti. Ceplerinde şeytan tüyü saklayanlardandı o da. Annemin Aras’ı seveceğini düşünüyordum. Ama pek öyle olmadı. Aras’ın tüm çabalarına rağmen annem mesafesini korudu. Hoşlanmadığını görebiliyordum, kibarlığını elden bırakmadı yine de. Çabaları ve bana abilik ettiği için teşekkür etti.
Bir saatin sonunda Aras “dışarı çıkıp dolaşalım mı?” diye sordu. Bu gelişinde daha farklı bir şey vardı onda. Sakin desem değil, gergindi. Küskün desem değil, daima yüzüme bakıyordu. Montumu aldım beklemeden, evden ayrıldık birlikte. “Buralarda sakin, güzel bir alan var mı?” Etrafına bakındı. En güvenli, dinlendirici yer Elmalı Sur’du aslında. Ama orası benim sırrım, sığınağımdı. Nedense Aras’ı götürmek istemedim.
“Yavaş adımlarla yürürsek her yer sakin ve güzeldir” dedim. “Ama oturacak bir yer arıyorsan…” Ellerimle boş, ekilmemiş arazileri gösterdim. Güldü belli belirsiz. Yürümeyi tercih etti.
“Seni mutlu gördüğüme sevindim Yağmur.” İkimiz de yolu seyrederek, olabildiğince ağır adımlarla yürüyorduk. İlk konuşan Aras’tı ve belki aklındaki her şeyi söyler diye sustum. “Annen iyi bir kadına benziyor. Evi sıcacık. Sana da şefkatle bakıyor. Alışmakta zorlanmamıştır.” Güldü. “Demiştim zaten, insanın sana alışması zor değil. Ama ayrılması zor…” Tam da her şey yoluna girmişken ayrılıktan söz etmesine kaşlarımı çattım. Hızlı bir hamleyle önüne geçtim.
“Ne oldu sana? Niye böyle konuşuyorsun? Aradığında görüşmeye gelmedim diye mi bu tavırların?”
“Hayır Yağmur.”
“Neden o zaman? Bir şey var, belli halinden!”
“Görebildin demek.” Öyle acı dolu bir gülümseme peyda oldu ki yüzünde, getirdiği çiçeklerin dikenli yanlarını kalbine saplıyormuşum gibi hissettirdi. Ama anlayamıyordum. Buraya gelmeme yardım ederken inançlı, heyecanlıydı. Biz uzun zaman görüşmemeye de alışıktık. Başka bir şeye mi üzülmüştü? Dinlerdim derdini.
“Açık ol” dedim. “Anlatırsan dinlerim. Ama böyle karmaşık davranma.”
“Karmaşık olan ben değilim. Açığım işte, düpedüz ortada hislerim. Bakışlarım ortada, sesim, kalbim… Hepsi ayan beyan açık karşında…” Bu konuşmanın seyri beni korkutmaya başlamıştı. Afallamış bir haldeydim. Ağzım dilim varmıyordu bir kelime etmeye. “Kardeş, abi…” İğrenirmiş gibi söyledi bunları. Oysa benim için kıymetliydi. “Abin olmak istemedim hiçbir zaman. Arkadaşlığına razıydım ama kardeşliği de kabullenmedim. Değiliz çünkü. Ben seni başka türlü severken olamayız.”
“Aras saçmalama!” diyerek susturdum onu. Korkutucuydu sözleri. İma ettiği şey açıktı. Duymak istemiyordum. Kötü bir şaka yaptığını bile kabullenebilirdim. Şimdiye kadar yaptıklarının en kötüsü, en patavatsızı da diyebilirdim buna. Ama gerçek olması sarsıcı bir şok dalgası yayıyordu bedenime. Bekledim, inkâr etmesini, yanlış anladığımı söylemesini bekledim ama sustu. Korkusuzca, umutla baktı gözlerime. Bunu bana nasıl yapıyordu!
“Yağmur, bu benim gerçeğim. Kalbimin artık bastıramayacağım sesi.” Bana doğru bir adım attığında aynı hızla geri çekildim. “Hazırladım kendimi” dedi hayal kırıklığı dolu bir sesle. “Şaşırmana, reddetmene karşın sabırla beklemek için telkinler verdim kendime. Belki daha fazla beklemeliydim ama dayanamadım. Tüm taşlar yerine oturdu, bir tek bizimkiler kaldı. Onları da ait oldukları yere taşıyalım istiyorum.”
“Çıldırmışsın” dedim sinirle gülerek. Böyle ciddi bir anda gülmemem gerekirdi ama kendimi zapt edemiyordum. Bana bu hayatta iyi bir kardeş olduğu için her seferinde teşekkür ettiğim adam beni sevdiğini söylüyordu. “Kes artık! Tüm taşlar yerinde zaten. Onları etrafa savurmaya çalışan sensin.”
“Hiçbir şey yapmıyorum. Ben sadece seni seviyorum. Bir sor yüreğine. Belki hissettiğin yakınlık, benimle olmaktan keyif alman, aynı yolda yürümemiz bir anlam ifade ediyordur ona.”
“Tek bir şey” dedim beni böylesine zor bir anla yüzleşmek zorunda bıraktığı için öfkeyle. “Tek bir şey ifade ediyordu senin sevgin… Onu da kabul etmediğini söyledin zaten.” Ne söylememi bekliyordu bilmiyordum ama her kelimem sarsıyordu Aras’ı. Mutlu olacağı, umut edeceği hiçbir cümle dökülmezdi dilimden. Eşelesem kalbimi, senelerce sorguya çeksem bahsettiği gibi bir sevgi bulamazdım derinlerde.
“Sevmek ne suç, ne de engellenebilir bir şey. Durdurabilseydim yapardım. Ama önüne geçemedim. Bu gün karşındayım. İçimde bir umut vardı, belki diyordum.” Umutsuzdu sesi fakat tavırlarında kendine has gururlu duruşu vardı yine. Bu, ona üzülmemi engelledi. Bakırcıoğlu soyadını taşıyan fertler bir miktar kibir taşırdı. Reddedilmeye karşı kaygısız görünürlerdi böylece. İlk kez buna sevindim. “Ben gitsem iyi olacak Yağmur. İçimi kemiren, günden güne beni eriten, özlemek diye basitçe geçiştirilen hislerimi seninle paylaştığım için gönlüm rahat. İşte şimdi sana zaman tanıyabilirim. Haftaya Cuma günü Amerika’ya döneceğim. Eğer benimle bir şeyler konuşmak istersen… Ne zaman istersen arayabilirsin.”
Önce bir yangın bıraktı kucağıma. Sonra dik tutup omuzlarını, ayrıldı yanımdan. Teklifsiz cümleleri hiç bu kadar bunaltmamıştı beni. Sevmek suç değildi ama Yağmur’un kardeşini elinden almak suçtu. Yağmur zaten azdı, yalandı, kayıptı. Eve dönene dek aklımda Oğuz Bakırcıoğlu’nun şimdi anlam verebildiğim cümleleri yankılandı. “Bu yüzden geç kalmadan önce gözlerini açmalısın. Kimi neden sevdiğini bilerek yola devam etmelisin.”
Annem bahçeyle ilgileniyordu. Ufak bir selam verip içeri girdim. Salon sıcaktı aslında ama şu anda biraz kendimle kalmak istiyordum. Odama geçtim. İpek bebeğin odasına. Pencerenin altındaki iki kişilik koltuğa oturdum. Burası soğuk ve ruhsuzdu. Alışamamıştım. Annemle kalırsam çekyatta yatardım. İlk kez bu gün kapısını açmak gelmişti içimden. Beşiği, oyuncakları, ufak kıyafet dolabını göz ardı ettim. Yatar pozisyona gelip başımı yastığa koydum. Bacaklarımı karnıma çektim. Bu pozisyonda küçülmek, kaybolmak ister gibi yatmayalı uzun zaman oluyordu.
Gözlerimi kapatıyordum. Sevmek suç değil, diyordu Aras. Açıyordum, kardeşliğim kayıp gidiyordu ellerimden. İrade söz dinlemiyordu madem, sevmemek de suç değildi. “Of…” Nasıl da yük binmişti omuzlarıma. Sözünü etmeyi aklımdan geçirmeyeceğim meseleler dikilmişti karşıma. Konuşacak tek kelimem yoktu. Şu boş beşikte uyuyabiliyor olsaydım eğer, böyle gönül işleri kafamı karıştırıp durmazdı. “Kardeştik” diye mırıldandım. “Niye yaptın Aras? Nasıl yaklaşacağım şimdi ben sana?”
***
Saçımda gezinen bir el hissedince uyandım. Annemdir, dedim. Onun yanındayım, sinesine saklanırım. Belki kötü bir rüyaydı yaşadıklarım. Uyanırım… Gözlerimi araladığımda karşımda tebessüm eden çehresini gördüm. Dizlerinin üstüne oturmuş, beni seyrediyordu o da. Üstümde bir battaniyenin sıcaklığını hissediyordum. Demek epey önce de uğramıştı yanıma. Öyle olmasa ne zaman daldığımı bilmediğim uykumdan üşüyerek uyanırdım.
“Yağmur’um” dedi şefkatle. Yüreğimi sızlatıyordu bu ses tonu. Sanki zindanlardaki küçük kız çocuğunu çekip alıyordu o karanlıktan. “İyi misin annesinin canı?” Zaman geçtikçe birbirimize attığımız adımlar da büyüyordu. En güzel yanı, annemin sevgisini göstermekten çekinmemesiydi.
“İyiyim” dedim.
“Durgunsun son günlerde. Aklını kurcalayan bir şey mi var?” Maalesef vardı. Cevap vermek yerine oturdum. Koltuğun kenarına kaydım. Annem de kalkıp yanıma geldi. Battaniyeyi ikimizin üstüne örttüm. Başımı omzuna yasladım. Paylaşsam sıkıntımı, düzeltebilir miydi? Peki, ben nasıl söyleyecektim? “Aras gitti sanırım?” Derin bir soluk verdim. “Tamam… O mu sıktı canını?” Yaptığının can sıkıcı bir şey olduğunu düşünmüyordu bence. “Düzelecek bir şey mi?” Sessizliğimi olumlu bir cevap sayıyordu ama bu soruya olumsuz anlamda başımı salladım.
“Görememişim” dedim önce. “Kan bağımız yoktu ama kardeştik biz. Ben öyle düşünmüşüm, öyle sevmişim Aras’ı.”
“O peki?”
“Başka türlü…” Sesim kaybolup gitmek için can atıyordu.
“Anlamak lazımdı” diye fısıldadı annem. Aniden geriye çekilip hayretle gözlerine baktım. Saf olan ben miydim, öğrenmem gerekiyordu.
“Nasıl anlaşılır? Anne insan nasıl düşünür bunu? Kardeşlik söz konusu diyorum…”
“Dur bir telaş yapma” dedi. “Seni suçlamıyorum. Niyetini de biliyorum. Bazen uzaktan bakan bir göz daha çok şey görür. Aras’ın görmeni istediği şeyi görür. Çünkü uzağın sınırı ve çoğu zaman etiği oluşturan çizgileri siliktir. Ne çok konuşmak gerekir, ne de derin uykuya yatmak. Sen konduramadın o hisleri, ama hep oradaydılar. Yabancılar kondurur Yağmur. Dışarıdan bakanlar görür.” Derin bir nefes aldı. “Günlerdir ne zaman o arasa bunalıyorsun. Belki ihmal ettiğine, belki aranızdaki bir küslüğe üzülüyorsun. Varmadım üstüne, anlatmanı bekledim, sormadım ama gördüm. Aras bu gün geldiğinde bir şey diyecek gibi bakıyordu sana. Gergindi, belliydi. Dışarı çıktığınızda itiraf etti herhalde.” Başımı salladım. “Ne cevap verdin?”
“Olmaz dedim tabi. Şaşırdım, korktum, üzüldüm. Keşke eskisi gibi kalabilseydik anne.” Tek kaşını kaldırıp sorgular gibi baktı.
“Aras’ın seni sevdiği ama senin haberinin olmadığı günlerdeki gibi mi?”
“Anne deme şöyle” diye sızlandım. Aras’ın kardeşim olduğu günlerdeki gibi.
“Ama gerçek bu yavrum. Kabullenmen lazım. Sonrasında da ne yapacağına karar vereceksin. Olumsuzdu yanıtın değil mi? Tamam, mesele kapanmıştır. Söylediğim kadar basit olmadığının, ne kadar şaşırdığının farkındayım ama içine atarak veya saklanarak halledemezsin. Birlikte halledeceğiz, üzüntüne ve kırgınlığına çare bulacağız.” Gülümsedi. “Ben yeni umutlara inanıyorum artık. Her şeyin düzeleceğine de öyle. Bu temelsiz bir inanç değil, karşımda en büyük kaybım oturuyor. Güven bana, iyi olacak her şey. Tedirgin hissetme. Zihnin çok dolarsa, bir çıkış yolu bulamazsan da gel benimle dertleş. Sessizliğin endişelenmeme neden oluyor.”
Benim alışamadığım, imtihanım da buydu zaten; birinin kapısını çalmak. Bundan sonra yapabilir miydim? Deneyecektim.
***
İki gün sonra, zihnimi kemiren kurtlara rağmen hazırlandım. Teftiş için geldiler. Bu sefer Yaşar amca yanlarında değildi ama dosyalarda bir eksik yoktu. İçimiz rahattı. Gözlüklü kadının tüm ciddiyetine ve dikkatine rağmen bir eksik bulamaması, kızların da bizi ne kadar sevdiklerinden bahsetmeleri güzel bir rapor ortaya çıkardı. Yine kibar bir gülümseme vardı herkesin yüzünde ama bu sefer bastırılmaya çalışan mutluluktandı.
Aynı gün Osman ilkokullar arası bir bilgi yarışması düzenlendiğinden bahsetti. Kızlara söylemeden önce katılıp katılmamak konusunda bir toplantı yaptık. Bence kesinlikle adımızı listeye yazdırmalıydık. Ayşe kitap kurduydu, Sude matematikte iyiydi. Osman bir iki çocuğun daha adını söyledi. İyi bir grup yapıp güzelce hazırlanırsak iki hafta sonra yarışmaya gidebilirdik. “Ve kazanırız” dedim masadaki bardağı havaya kaldırıp bir kupa gibi tutarken.
Osman da heyecanlanmıştı bir anda. “Umarım.” Umutluydu sesi. Çalışma sürecinden bahsetti. Kızlar için bir farklılıktı bu. Heyecanlanacaklar, eğlenecekler, yeni bir ortam göreceklerdi. Ben okuldaki pek çok etkinliğe katılırdım. Severdim de, yeter ki evde durmayayım. Bahanelerim hep hazırdı. Ama bu özelliğim, süreci en az hasarla atlatmama yardımcı oluyordu. Bir belgeyle ya da bir madalyayla döndüğümde daha iyi hissediyordum. Ufak dokunuşlar hayatıma renk katıyordu. Şimdi hepsini güzel hatıralar olarak geride bırakmıştım ama dönüp baktığımda keyifli vakit geçirdiğim zamanları hep sevecektim.
Kızlarla konuştuk bu mevzuyu. Elif, Aysima ve Zümra arkadaşlarını destekleseler de katılmak istemediler. Konuştuğumuz gibi Ayşe ve Sude gruba dahil olacaktı. Osman sınıftan iki öğrencisinin velisinden de müsaade aldığında ekip tamamlanacaktı. Yeni bir heyecan rüzgârı esti çocuklar arasında. Belli etmemek için çabalıyordum ama kıpır kıpırdım, yerimde duramıyordum. Sakinleşmesi gereken onlar değildi de bendim sanki. Aslında bu sürecin Aras meselesini rafa kaldırması yarışmayı daha çok sevmeme neden oluyordu. Çünkü günlerin nasıl geçtiğiyle değil, beş çocuk ve bir de yarışmayla ilgileniyordum.
Perşembe günü Osman’la merkeze gittik. Nil, kızlarla ilgileniyordu. Annem de yanlarındaydı. Birkaç kitap defter alma görevini severek üstlendim. Osman avcunun içi gibi biliyordu buraları. Hangi esnaftan ne alınacağını anlatıyordu ben listeye bakarken. Eğitim gereçlerini temin ettik. Bir dünya maketi, harita ve genel kültür içerikli ilkokullar için hazırlanmış bilgi kartı aldık. “Bu kadar kısa zamanda bunca bilgiyi öğrenmesi zor gibi görünüyor ama endişelenmiyorum çünkü pek çoğunu biliyor benim çocuklarım.” Osman gururlu bir gülümsemeyle baktı elindeki poşetlere. Yan yana, sakin bir sokakta yürüyorduk.
Coşkuyla “yesinler senin çocuklarını!” dedim. Çocuklarla ilgilenen sevecen bir öğretmen portresi yüreğimdeki sevgiyi kabartmıştı ama bu Osman’ı biraz utandırdı. Ben de daha seviyeli bir iltifat edebilirdim aslında. Öyle içimden geldiği gibi konuşmak güzeldi. Yine de bazen hislerimi paylaşırken fazla cömert olduğumun farkındaydım artık. Boğazımı temizleyip “aslında… İyi bir adamsın demek istedim” diyerek toparlamaya çalıştım. “İlgilisin, görev olduğu için değil, çocukları gerçekten sevdiğin için bu kadar çok uğraşıyorsun. Ve böyle sahici hislerini paylaştığın insanlar çok şanslı.” Böylesi daha makuldü…
“Biliyor musun? Bunları duymak iyi geldi. Zamanında bir kız bana bencil olduğumu söylemişti.” Güldü başını öne eğip. “Kibirleniyorum sanma. Bencil olmadığıma seviniyorum.” Şimdi birazcık utanma sırası bendeydi.
“Biraz... Şaşkın ve ne dediğini bilmeyen bir kız olacak herhalde. Aldırma sen ona.”
“Yo, gayet aklı başında, hisleri sağlam bir kız. Sözüne itimadım tam.” Kaldırımın ortasında oluşumuzu umursamadan geniş bir sırıtmayla karşısına geçtim. Aniden durdu o da.
“Demek bana güveniyorsun?” Kaşlarını çatıp başını iki yana salladı.
“O kıza güveniyorum.” Sırıtmayı bırakıp kenara çekildim.
“Ne yapalım? Ben alışkınım yalnızlığa, sen de onun yanına git.” Sahte sitemime karşın adımlarıma ayak uydurarak yürümeye devam etti. Ellerimizdeki poşetler ağırlaşıyordu. Bin parçalık yapboz, birkaç dergi, mandala, boya kalemleri ve Osman’ın tavsiye ettiği kitapları alırken hiç duraksamadığım için şimdi biraz pişmandım. Son paramı güzel şeylere harcamıştım. Bunun gururu vardı poşetlerde. Osman’ın elindekiler daha ağırdı. Maalesef en ufak bir yardımım bile dokunmuyordu.
“Seninle kalmayı tercih ederim” dedi kısa bir sessizlikten sonra. Yükümden şikâyet ederken içten içe, neyden bahsettiğini bir an anlayamadım. Bir iki adım sonra farkına vardım. Memnun bir gülümseme yerleşti yüzüme. “Birer kahve içelim mi?” diye sordu. “Tatlıları çok lezzetli olan bir mekân var yakınlarda. Manzarası da güzel. İçerisi sıcak ve…”
“Osman, beni ikna etmen için tatlı demen yeterli. Dağ başına da çağırsan gelirim seninle.”
“Sahiden mi?” Eğilip yüzüme baktı ciddiyetimi ölçmek için. O, gerçek anlamda ciddiydi. Başımı salladım şüphe etmesine gerek olmadığını göstermek isteyen bir ifadeyle. Sonra yolumuzun uzak olup olmadığını sordum. “Az kaldı” dedi. Osman, iyi kelimesini sıradanlıktan kurtaran bir adamdı. İçini dolduruyordu bu sıfatın. Ve beni ikna etmesi için herhangi bir şey demesine gerek yoktu. Onunla her yere giderdim. Bu düşünce zihnimde belirince durdum birden. Ayaklarım yere çiviyle çakılmış gibiydi.
Bunca yıl yaklaşmaktan, samimi olmaktan, dostluktan kaçmıştım. Asosyal denmeyecek kadar aktif, samimi denmeyecek kadar mesafeliydim ve bundan memnundum. Şimdi hayatımdaki pek çok insana nazaran daha az tanıdığım bir adam için aklımdan geçenler beni şaşırttı. Kızdığım, titiz bulduğum Osman için yürekten, coşkun tebrikler dökülüyordu dilimden. İleri mi gidiyordum? Korkmalı mıydım, kaçmalı mıydım? Göktepe’de onun gibi biriyle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Doğrusu, dünya üzerinde böyle bir beklentim yoktu. Ama yavaş yavaş alışmıştım ona ve kaçmak fikrini reddediyordu zihnim.
İyiydik birlikte. Annem, Osman, Nil ve ben güzel bir ekiptik. Kızların mutluluğu için uğraşırken kendi aramızda da keyifli vakit geçiriyorduk. Birimiz eksik olsa gözümüz arıyordu. Benim için rüya gibiydi tüm bunlar. Biri çıkıp ailen yalan demeyecekti. Biri beni başka türlü sevdiğini söylemeyecekti. Belki de artık zaafım kalmadığı için böyle düşünüyordum. Gözüm kapalı sevmek, rahat etmek istiyordum. Bir gün Osman’ı da kaybeder miydim? Niye kaybedesin Yağmur? Nereden geliyor böyle şeyler aklına?
“Bu yüzden geç kalmadan önce gözlerini açmalısın. Kimi neden sevdiğini bilerek yola devam etmelisin.” Dönüp, sorunun ne olduğunu anlamaya çalışan Osman’a baktım. Yüreğimde bir yeri vardı, inkâr edemezdim. Kardeşim ya da abim değildi. Arkadaştık önceleri, sırdaş olduk zamanla, paylaştık. Çocukluktan bir tanışıklık olduğunu öğrendik, yaklaştık. Tabi, onu sevmeyecektim de kimi sevecektim? Nil, Melek abla gibi, belki biraz daha fazla, o da hayatımın parçasıydı artık. Bir sorun yok, normal, olması gereken bu…
“Bir şey unuttuğumu sandım da” dedim endişelenmemesi için. Sonra yürümeye devam ettim. Oğuz Bakırcıoğlu’nun bahsettiği farkındalık, az kalsın yüreğime indiriyordu. Kafeye gittik hızlıca. Sıcaktı hakikaten. Tatlı ve kahve siparişi verdik. Yarışma için nasıl çalışacağından bahsetti. Fikir alışverişi yaptık. Sonra ben anılarımı anlattım. Özellikle eğlenceli olanları seçtim. Durgunken zihnim karman çorman oluyordu. Her şeyi rafa kaldırıp üstünü örtmenin ufak bir bedeliydi bu.
Osman kolundaki saate baktığında bir saattir oturduğumuzu söyledi. Şaka yatığını zannettim ama değildi. Nasıl da geçmişti zaman? Tatlı da sahiden güzeldi. Hesabı istediğinde ben de toparlandım, montumu giydim. Kafede az insan vardı. Biz otururken pek çok masa dolup boşalmıştı. Bazı konularda dikkatli biri değildim. Mesela Aras’ın ne kadar zamandır arka taraflarda oturduğunu, bizi seyrettiğini fark edememiştim. Kaşıma dikilmeseydi de görmeden çıkacaktım buradan.
Nezdimde kötü bir sürprizdi. Osman da yanımdaydı ve Aras’ın geçen hafta bahsettiği meseleyi açmasını istemiyordum. Bilse ne olurdu? Hayır, haberi olmasa daha iyiydi. “Biraz konuşalım” dedi Aras soğuk bir ses tonuyla. Sonra oturduğumuz masanın arkasındaki boş sandalyeye geçti.
“Ne oluyor? Bir sıkıntı mı var?” diye soran Osman’ı durdurdum. İki dakika beklemesini rica ettim. Geçip Aras’ın karşısına oturdum.
“Yarın Amerika’ya gideceğim. Söylemiştim sana, bilmem hatırlar mısın?”
“Balık değilim” dedim ters bir bakışla. Parmaklarını masanın üstüne vuruyordu sırayla.
“Keyifli zaman geçiriyordunuz şu adamla.” Osman’dan bahsederken takındığı tavır hoşuma gitmemişti. Kiminle keyifli vakit geçirdiğim de kimseyi ilgilendirmezdi üstelik.
“Adı Osman. Saygıyı fazlasıyla hak eden birisi.” Başımı çevirip arkama baktım. Öğretmen gergin duruşuyla bizi seyrediyordu. Yeniden önüme döndüğümde Aras cevap bekliyordu benden. “Aras… Aras niye yapıyorsun bunu?” Ne diyecektim ben bu adama? Ne kalmıştı geriye, bir de benim kırıp dökeceğim?
“Bir şey yaptığım yok. Düşünmüşsündür, fikrini değiştirmişsindir ya da bana bir şey söylemek istiyorsundur diye dönmedim İstanbul’a. Bir haftadır buralardayım. Bekliyorum her Allah’ın günü.” Ben de unutmak, görmezden gelmek için çabalıyorum, her Allah’ın günü. “Ama kendi gözümle gördüm, mutlusun. Şu genç adamın yanında çekinmeden gülümsüyorsun. Anladım ki beklememin bir manası yok. Cevabımı aldım. Benim gibi hissetmiyorsun.” Acı diye tanımlayabileceğim bir gülümseme peyda oldu dudaklarında. Sonra derin bir nefes alıp omuzlarını dikleştirdi. “Zaten benim istediğim de mutlu olmandı Yağmur. Benimle veya bensiz… Ki bensiz daha iyisin. Sert olsa da bana bir gerçek lazımdı. Bundan sonrası benim meselem. Sana yük olacak hiçbir şey yok. İster unut Aras’ı, ister bir kardeş olarak hatırla. Ne yazık ki o bunu yapamayacak.”
Bana fazla söz bırakmadan ayağa kalktı. Gülümseyerek elini uzattı. “En azından vedalaşalım” dedi. “Yolum uzun.” Aras gitti. Bir kardeş götürdü benden. Karşılıksız bir sevgi bıraktım gönlüne. Ağırlığını sezdim ama başka bir şey gelmedi elimden. Tanıdığım insanlardan, sana bir itirafım var, cümlesini duymak da beni yiyip bitirmişti. Bunca şey, üst üste konulunca sağlam ve kasvetli bir duvara dönüşüyordu. Birilerini o duvarın ardına davet edebilirdim ama dışarı çıkmak istemiyordum. Aras kadar uzağa, onunla paylaşmadığım bir sevgiyle gidemezdim. Aras olmadan yapamayacağıma değil, onun olduğu hatıraların eksik kalacağına üzüldüm. Kapı kapandı, geriye ayağa bile kalkmamış olan ben kaldım. Osman mesafeler ötesinden gözlerime baktı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |