Önceleri sevmesem de bu odaya git gide alışıyordum. Beşiğin üstünü beyaz bir çarşafla örtmüştüm. Böylece bir bebeğin boşluğunu hatırlatamıyordu artık bana. Yalnız ve hoş vakit geçirebileceğim bir alan olmuştu burası. Odunlukta fazla eşyalar duruyordu. Geniş ve kısa boylu bir masa buldum. Temizleyip odaya getirdim. Üstünde çok güzel yapboz yapılır, mandala boyanırdı. Ahşap, hoş bir rengi vardı. Annem istediğimi yapmama bir şey demiyor, hatta ufak tefek değişiklikleri görünce memnun oluyordu.
“Duvarları boyayacak, evi dağıtacak, eşyaları kıracak ve minik izler bırakacak çocuğum yanımda değildi. Bunca zaman sonra gelmişsin, ben sana bir şey der miyim hiç?” Böylece ufak dokunuşlarımda da sorun olmayacağını belirtmişti. Zaten zamanımın çoğunu kızlarla geçiriyordum. Ama onlar okuldayken veya etüt yaparken sıkıldığım bir gerçekti. Annemin yanına gidiyordum. Bazen sohbet ediyorduk, bazen kendimi oyalayacak bir şeyler buluyordum.
Aynı renk parçaları bir araya topladım. Çerçeveyi tamamlamıştım. Saatlerdir geniş bir yastığın üstünde, yerde oturuyordum. Ayaklarım uyuşmuştu ama masanın üstündeki ufak kümelere bakınca devam ettim. Güzel bir manzara tablosu olacaktı. Tüm parçaları birleştirdikten sonra çerçeveletip duvara asabilirdim. Spor hocamızın ofisinde epey büyük bir tane vardı. Güzel gözüküyordu, zaten emek isteyen bir işti. Sonucun tüm uğraşlara değeceğini biliyordum.
Zil çaldığını duydum. Ama yerimden kalkmadım annem bakar diye. Melek abla uğramış olabilirdi veya herhangi bir komşu. Bağdaş kurmuş yapboz parçalarının renklerini ayırırken misafir pek de dikkatimi çekmiyordu esasen. Bir müddet daha oyalandım. Sonra annem yavaşça kapıyı açıp benim için gelen biri olduğunu söyledi. “Osman mı?” diye sordum. Bu saatte kızları ders çalıştırması gerekiyordu normalde. Başını iki yana salladı. Kendim görmek için kalktım ve salona geçtim.
Tekli koltukta oturan Seher teyzeyi görünce şaşırdım. Buraya gelen kimse önceden haber vermiyordu. Kesinlikle etik bir davranış değildi. Gerçi ben de damdan düşmüştüm. “Seher teyze…” Kibar bir gülümsemeyle ayağa kalkıp kollarını iki yana açtı. Fazla bekletmeden gidip sarıldım. Yanıldığımı sanmıyordum, daha sıkı kucaklıyordu beni. “Hoş geldin.” Şaşkınlığımı gizleyemediğimi biliyordum. Geri çekildik ve oturduk. O yine tekli koltukta ben de hemen yanındaki üçlüde.
“Nasılsın Yağmur?”
“İyiyim, teşekkürler. Sen… Sen nasılsın?” Ufak bir heyecan yaşadığımı kabul edebilirdim. Nezaket kurallarını Seher teyzenin karşısında çiğnemek hep biraz tedirgin ediciydi. Üstümde bir eşofman takımı, saçlarım dağınık bir topuzla toplanmış ve parmaklarımda da boya lekeleri vardı. Eh, ben memnundum halimden. O da alışkındı evlatlığı tarafından şaşırtılmaya.
“İyi gördüm seni” dedi ufak bir tebessümle. “Aslında bir iki hafta önce gelip sizi ziyaret edecektim ama Oğuz buradaki durumlardan bahsedince beklemek istedim. Dinlenmen, alışman için…” Başını çevirip anneme baktı. “Annenle vakit geçirmen daha iyi olurdu.” Efe doğduğunda henüz çocuktum ama büyüdükçe varlığına sevindim. O annesine sarıldıkça samimi bir mutluluk hissettim. Aynısını Seher teyzenin gözlerinde de görüyordum şimdi. Onun bir evladı, benim de annem vardı artık. “Gonca hanım, sizi de tebrik etmek isterim. Elbette bizim tahminlerimizin ötesinde zor günler yaşamışsınızdır ama bu gün kızınız yanınızda. Umarım bu bir nebze de olsa teselli olmuştur yüreğinize.”
Annem bakışlarını bana çevirdi. Karşımda oturuyordu. Seher teyze kadar zarif, onun kadar hoştu. Ev kıyafetlerinin içinde bile. Bana geliyordu ki gözlerine sıcaklık veren bir ateş yanıyordu yüreğinde. Bakanı ısıtıyordu. “Yağmur benim tesellim, hasret yangını her şeyi yakıp kül etmeden önce geldi. İyi ki de geldi…” Gülümsedi, birkaç kelimesi anlatıyordu zaten sevincini.
“Yağmur’a da anlattım. Eğer burada olduğunuzdan daha önce haberimiz olsaydı, beklemezdik. Ama… Ah belki de bunları konuşmanın sırası değil.” Elini uzatıp elimi tuttu. Seher teyze bu tip incelikleri nadiren yapardı. “Özledik seni” dedi. “Yokluğun çok belli oluyor evde. Merdivenlerden atlayarak inen biri yok artık. Motorun sesi, bahçede havalanıp duran toplar… Sessiz kaldı odalar.”
“Hoşlanmadığını sanıyordum.”
“Ben de öyle.” Yokluğunda fark edilen güzellikler hepimizin hayatında var olmuştu. Motor sesini güzellikten saymıyordum tabi. Bunlar bana aitti ve Seher teyzenin kastettiği benim yokluğumdu. Zaten sonrasında buna dair pek çok şey söyledi. Efe’den bahsetti biraz. Tatil gününde o da gelmek istiyormuş. Bu gün sınavı olduğu için okuldan çıkamamış. Annemle sohbet ederlerken ben kalkıp kahve yaptım. İkramlık bir şeyler koydum tabağa. İçim bir garipti. Yanında büyüdüğüm kadın ve annem, hakkımda konuşuyorlardı. Sanki Seher teyze Göktepe’ye bırakıyordu beni. Çocukluğumu, sevdiklerimi, hoşlanmadıklarımı, okulumu, heyecanlarımı, hayal kırıklıklarımı anlatıyordu.
Kahveleri içerken arabada bana ait bir valiz olduğunu öğrendim. İstanbul’daki kıyafetlerimin bir kısmını, bazı eşyalarımı ve çocukluk albümümü getirmiş Seher teyze. Kıyafetlere gerek olmadığını söylediysem de itiraz kabul etmedi. Bir kısmını geride bırakma sebebi, odamı hâlâ kullanabilecek olmammış. Albüm de annemi mutlu etti. Çocukluk fotoğraflarımı görmek istiyordu zaten. Kahveleri içtik sohbeti uzun tutmadan. Ne Seher teyze ne annem çok konuşan kadınlardı. Bir araya geldiklerinde iyi anlaşacak, birbirlerini yormayacak bir ikiliydiler aslında.
“Ben kalkayım artık” dedi Seher teyze. Anneme gülümsedi. “Tanıştığımıza memnun oldum. Muhakkak İstanbul’a da beklerim.” Ortamın, evin mi bunda payı vardı bilmiyordum ama bu gün daha samimiydi. Daha fazla kalmasını bile istedim. Sonuçta biz anne kız olamasak da birlikte çok zaman geçirmiştik. O benim gürültülerimi, ben de onun topuk tıkırtılarını özlemiştim. “Ben Yağmur’a iyi annelik edemedim belki. Anne babamın beni yetiştirdiği tarzda büyütmeye çalıştım onu. Beceriksizlik diyemem ama balığı sudan başka bir yere koyamayacağımı göz ardı ettiğimi kabullenebilirim. Onun annesi olmayı hak etmedim.” Elini omzuma koydu. “Fakat o bana çok güzel arkadaşlık etti. Sıcak bir teselliydi. Minnettarım. Üzdüysem, kırdıysam da özür dilerim. İsteyerek canını yakmaya niyetlenmedim hiç. Kuralcılığımı değiştiremedim sadece. Burada olman benim için bir şey değiştirmez Yağmur. Gözümde, Fransa’ya yolculuk ederken kucağımda uyuyan minik bebeksin hâlâ. Kapım sana hep açık.”
Seher teyze giderken bir kez daha sıkıca sarıldı bana. Arabaya binip gözden kaybolana dek arkasından baktım. “Bence seni çok seviyor” dedi annem. “Sanırım gösterme şekli biraz farklıydı.” Bir iç geçirdim. Çok fazla geç kalmışlık vardı hayatımda. Ne düşüneceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum artık. Gidenleri seyrediyordum yalnızca. Ve gösterilmekte geç kalınan sevgilere de, anlamadığım dillere de temkinli yaklaşıyordum.
***
Ertesi gün, öğleden sonra Nil aradı ve yanına çağırdı. Kızlarla soru kartlarını okuyacaktık ama sebepsiz yere çağırılınca motora binip sağlık ocağına gittim. Önce beni bekletti hastalarla ilgilendiği için. Sıkılmaya fırsat bulamadım, her gelenle sohbet ettik neredeyse. Kayıp İpek olarak dikkatlerini çekiyordum. Bir yandan da merak ediyordum çağrılma sebebimi. Nihayet Nil işi bittiğinde beni doktorla tanıştırmak istediğini söyledi. Bir sürü soru sordum ufacık koridoru geçerken. “Bir şey mi oldu? Niye çağırdın? Sorun mu var? Nil konuşur musun artık?” Odasına girip doktor beyle de tanıştım. O da yirmili yaşlarının sonunda, Melek abla görse eli yüzü düzgün diye nitelendireceği biriydi. Kibardı, birer kahve içtik üçümüz. Nil’le de iyi anlaşıyorlardı. Davet edilmiştim ama sohbete dahil olamıyordum. Bir müddet daha dinlemekle yetindim.
Neredeyse iki saat geçmişti ve artık ısrar kabul etmediğimi söyleyerek bu amaçsız daveti sonlandırdım. İşim gücüm vardı canım! Eve dönmek için yola koyulduğumda annem aradı ve önce yanına uğramamı istedi. “Bu gün hepinizde bir hal var ama hadi hayırlısı!” Kendi kendime söylendim ve hızlıca eve gittim. Bahçeye girdiğim anda bir konfetinin gürültüsüyle yüreğim ağzıma geldi. Elimde olmadan zıpladım yerimde. Osman kocaman bir sırıtmayla bana bakıyordu. Saçıma rengârenk püskülleri bulaştıran da oydu.
Ne oluyor burada, diye soramadan kızlar bir doğum günü şarkısı söylemeye başladılar. Annem elindeki pastayla içeriden çıktı. Önce itiraz etmek geldi içimden. Ocak yazıyordu kimliğimde. Sonra iç sesim azarladı beni. Annenden iyi mi bileceksin doğum tarihini? Neşe ve hüzün, karla güneş gibi yağdı hislerime. Rüzgâr bana bırakmadı, üfledi mumları. Hep ailemle olmayı diledim.
“Konfeti yüzünden dışarıda yaptık partiyi” dedi Osman. Yüzündeki muzır gülümsemeyle anneme baktı. “Gonca abla tutturdu ben evimde pislik istemem diye.”
“Uydurma Osman” diye söylendi annem. Sonra pastayı masanın üstüne koydu. Gelip bana sarıldı. Sahiden mevsime rağmen güneşli, bahçede oturabilecek bir gündeydik ve ben memnundum halimden. Daha doğrusu detayları düşünecek halde değildim. Gerçek doğum günümü öğrenmiştim. Bir eksik daha maziye karışmıştı. “İyi ki doğdun güzel kızım” dedi kollarımdan çekilen annem. “Bizi kavuşturan Allah bir daha ayırmasın inşallah.” Daha uzun, duygulu bir konuşma yapmak isterdi ama kızlar müsaade etmedi. Zaten hâlâ anlamlandıramıyorlardı bizim anne kız oluşumuzu. İlk duydukları andan beri bir sürü doru sormuşlardı. Belki bir gün tam anlamıyla kabullenirlerdi.
Hepsine tek tek sarıldım. Güzel dileklerini kabul ettim ve benim için çizdikleri resimleri, yazdıkları mektupları aldım. Teşekkürlerimi sundum. Bir kenarda bekleyen Melek abla da tebrik etti. Sonra Nil koşturarak kapıdan girdi. Sürekli bir yere yetişmeye çalışan hallerine alışmıştım artık. Belki de ona da bir motor almalıydık. Gürültülü buluyordu gerçi. O zaman bisiklet de iyi bir tercihti. “Geciktim mi? Ah! Sürpriz tamamlansın diye kendimi feda ettim sayıyorum.” Boynuma sarıldı çabucak. “Yağmur, iyi ki doğdun. Çok mutluyum doğduğun için, gerçekten. İyi ki bizimlesin.” Gülmemi bastıramadım.
“Sana inanıyorum, beni ikna etmeye çalışmana gerek yok” dedim. Yan bir bakış attı. Pasta yemek için masaya davet edildik. Yanımda boğazını temizleyen Osman sebebiyle ben oturmayıp geride kaldım.
“Doğum günün kutlu olsun.” Kabanının iç cebinden ufak bir paket çıkartıp uzattı.
“Ne zahmet ettin” dedim ama sevindiğimi gizlemedim. Ufak paketi açmak için acele ettim. Arı şeklinde örme bir anahtarlıktı hediyem. “Osman bu çok tatlı!” Göz hizama kaldırıp inceledim biraz da. Bir topu andırıyordu. Ve sahiden sevimliydi. Gerçek doğum günümün ilk hediyesi
“Aslında bir tuhafiyenin vitrininde gördüm. Aklıma sen geldin. Bilmiyorum doğum günü hediyesi için uygun mu ama? Belki motorunun anahtarı için kullanırsın.”
“Tabi ki çok uygun!” Gözlerimi, halkasını parmağıma geçirdiğim anahtarlıktan çektim. Osman’a doğru bir adım attım. “Düşünmen yeterdi Osman. İnan bana bu söz hiç bu kadar anlamlı gelmemişti kulağıma.” Mütevazı bir tebessüm vardı yüzünde. Ufacık bir şeyde beni hatırlaması çok değerliydi. Alıp cebine koyması da öyle. Sıcacık oldu içim. “Motorumda kullanırsam çok yıpranır. Evimin anahtarı için saklayacağım.” Henüz ailesinden ayrı yaşama planı yapan bir genç değildim. Ama bir gün benim de evim olurdu belki. Kapıyı her açışımda beni güzel hatırlayan bir adam sebebiyle gülümserdim.
Yanağını kaşıyıp etrafa bakındı. “Bu ev için mi?” diye sordu tereddütle. Olumsuz anlamda başımı salladım. Anlamamak canını sıkmışa benziyordu. Merakı keyiflendirdi beni. Sonra elimdeki arıyla birlikte annemin yanına oturdum. Osman da gelip masanın ucundaki boş sandalyeye yerleşti. Kafası karıştığı zaman Aysima gibi bir noktaya dalıp gidiyordu. Tebessümümün ardına gizledim ona gülme isteğimi.
“Yağmur abla sana bileklik yaptım boncuklardan” dedi Zümra. Paketlerin arasından bulup bileğime taktım. Çok beğendiğimi söyledim. Her şey çok kıymetliydi. Ben büyük partilerde büyük hediyelere sahip olmuş bir kızdım ama ilk defa nefes aldığımı, her şeyin tamamen gerçek olduğunu hissediyordum. Birinin uydurduğu bir günü kutlamıyorduk. Annemin hafızasında tazeydi hakikatim.
Epey güldük eğlendik, sohbet ettik. Annem çok güzel gülüyordu artık. Tavırları, sözleri ve bakışları içtendi. Mesafelerini aşmış, yüreğini açmıştı. Yanaklarına renk gelmişti veya ben öyle görüyordum. Bana göre güneşin en sıcak tonları yansıyordu gözlerine. Bilmem herkes aynı noktadan bakar mıydı? Osman da samimiydi. Kibar ve neşeliydi. Bu özel günde bizimle olması çok kıymetliydi. Eve gitme vakti gelince kızları uğurladık. Sofrayı toplayıp bulaşıkları mutfağa götürdüm. Hâlâ gülümsüyordum ve aynaların önünden geçerken bunu fark etmek daha mutlu hissettiriyordu.
“Yağmur, gelir misin canım?” Annem odadan seslenince elimi yıkayıp kuruladım ve yanına gittim. Benim, yani bebeğin odasındaydı. Aralık kapıyı açtığım anda yeniden ufak çaplı bir şok yaşadım. Tüm mobilyalar değişmiş, yenilenmişti. Baza, dolap, çalışma masası, ikili koltuk beyaz renk ağırlıklı olarak seçilmişti. Yeşil boyanın yerini beyaz almıştı. Ne kayıp bir bebeğin hayaleti dolaşıyordu duvarlarda, ne kullanılmaz haldeydi eşyalar. Annem yanıma yaklaşıp beklentiyle baktı yüzüme. “Beğendin mi?”
“Ben… Ne diyeceğimi bilemiyorum. Çok… Çok güzel olmuş oda.” Karşısına geçip elini tuttum. “Ne zaman yaptınız bunca şeyi?”
“Senin yoğunluğunu fırsat bilip ufak ufak tamamladık” dedi gülümseyerek. “Kızlarla ilgilenmen benim de işime yaradı. Burası tamamen sana ait olmalıydı Yağmur. Rahat etmediğini, benimsemediğini biliyordum. Eşyaları ben seçtim ama inşallah zevkine uymayan bir parça yoktur.” Diyecek hiçbir şeyim yoktu. Yaklaşıp sıkıca sarıldım anneme. Bir kez daha teşekkür ettim. “İyi ki doğdun bir tanecik kızım.”
***
Yarışma günü salondaki yerimizi aldık. Annemin sağına ben, soluna da Osman oturdu. Kızlar da öğretmenlerinin yanındaydı. İkinci sıradaydık. Bir okulun konferans salonunda yapılacaktı yarışma. Dört okul katılacaktı. Hepsinin masası hazırdı. Bizim kızlar soldan ikinci sıradaydı. İsimleri okunduğunda sahneye çıktılar. Saçları taranmış, bağlanmış, güzel elbiselerini de giymişlerdi. “Gururlu bir anne gibi hissediyorum şu an” diye fısıldadım ellerimi çenemin altında birleştirip.
“Umarım bu günü çok eğlenceli bir anı olarak hatırlarlar” dedi annem. Osman bir maç seyreder gibi odaklanmıştı. Biz heyecanlıydık ama o gergindi. Elif, Zümra ve Aysima el ele tutuşmuştu, sessizlerdi. Bizim çocukların da bakışları çekingendi. Annem ve ben elimizden geldiğince gülümsemeye çalışıyorduk. Avuçlarına öpücük doldurup gönderen annem, kızların yüzünü aydınlatıyordu. Öne doğru eğilip Osman’a baktım. Gülmesini söyledim fısıltıyla. Sanki bu daha önce yapmadığı bir eylemmiş gibi afalladı önce. Sonra ne demek istediğimi anlayıp tebessüm etti. Böylesi daha iyiydi.
On dakika içinde yarışma başladı. İlk iki sorunun puanlarını başka masalar aldı. Çocuklar heyecanlanıyor, geriliyorlardı. Önlerindeki kâğıtları karalıyor, birbirlerine uzatırken elleri titriyordu. Heyecanlarını yenemezlerse bildikleri soruları bile yapamazlardı. Ki bu onları üzerdi. Çünkü ilk iki soruyu sırf odaklanamadıkları için cevaplayamamışlardı. Bildiklerinden emindim. Görevli öğretmen gür bir sesle yeni soruyu sordu. Kısa bir sessizlik oldu. Gözüm bizim masadaydı. Sude’nin omuzlarının dikleştiğini görünce “cevap verecek” diye fısıldadım.
Öyle de oldu. Puan aldıkça, alkışları duydukça zihinlerini toplayabildiler. Yüzlerinden okunuyordu yüreklerine dolan cesaret. Yan masadaki çocuklar da iyi hazırlanmıştı. Bizimkilerle başa baş gidiyorlardı. On birinci soruda seyirciler gerginlikten, çocuklar heyecandan yorgun düşmüştü. Puan tablosuna bakılırsa berabere bir durum vardı. “Hadi çocuklar” diye fısıldadım elimde olmadan. Son dört soru kalmıştı geriye.
On ikinci soru; yanlış. On üçüncü soru; doğru. On dördüncü soru; doğru. On beşinci soru; doğru. “Evet! İşte bu!” Kendimi tutamayıp bağırdığımda henüz sonuçlar açıklanmamıştı ama kazanan belliydi işte. Aysima, Elif ve Zümra da kalktı coşkuyla. Bir salon dolusu insanın alkışları arasında heyecanımız bir nebze hoş görüldü. Annemin elini sıkıca tuttum bizimkilere bakarken.
“Kazandık mı şimdi?” Osman o kadar dikkatli izlemesine rağmen bu soruyu her şeyden habersizmiş gibi sordu. Sahnede kazanan okulun adı söylendiğinde cevabını almış oldu. Çocuklar da velileri gibi ayağa kalktı. Alkışlamaktan ellerim kopsa durmazdım. Annem sevinçten sıkıca sarılınca kutlamaya ara vermek zorunda kaldım. Kızlar da birbirlerini kucakladı. Osman nihayet kendine gelmişti. Gürültülü sevince katıldı kocaman bir gülümsemeyle. Annem ona da sarıldı. Emeğin karşılığını almak hoştu tabi. Ama ben en çok bu masum çocukların hayatta güzel, eğlenceli anılara sahip olmasına seviniyordum.
Osman annemin kollarından ayrıldıktan sonra zafer sarhoşluğuyla kollarını açtı bana sarılmak için. Temkinli davranıp hafif bir hamleyle geri çekilmeseydim yaptığının farkına varması geç olacaktı. “Pardon” dedi mahcup bir halde. Utanmasını istemiyordum. Çok mutlu olduğu için karşısındakini gözü görmüyordu belli ki. Gülümseyerek elimi uzattım.
“Tebrikler Osman öğretmen. Sınıfın birinci oldu.” Hemen kendine gelip anneme baktı.
“Hepimizin ortak başarısı bu. Ve… Hiç böyle heyecanlanacağımı tahmin etmediğimi itiraf ediyorum artık.” Derin bir soluk verdiğinde güldürdü ikimizi de. Sonra coşkuyla diğer alkışlayanlara katıldık. Farklılık olsun diye çıktığımız serüvende bir de başarı kazanmıştık. İstediğim tam da buydu.
***
Çocukları, Osman’ın bildiği o kafeye götürdük. Hepsi ne yiyip içmek istediğini söylediğinde garson yanımızdan ayrıldı. Sahne heyecanlarından ve kazandıkları yeni deneyimden bahseden Sude’yle Ayşe’yi; Elif, Zümra, Aysima da hevesle dinliyordu. Ve zeki olduklarına dair övgüler yağdırıyorlardı. Oğlanlar kendi aralarında ufak bir parmak güreşine tutulmuşlardı ve içinde bulundukları ortam pek umurlarında değildi. Bir müddet onları dinledim, gülümsemelerine eşlik ettim ama gözüm durmadan Aras’la oturduğumuz masaya kayıyordu. Böyle mutlu bir günde ona dair en kötü anımı hatırlamak istemiyordum ama öyle tazeydi ki zihnime bir set çekemiyordum.
“Yağmur… Yağmur…” Annem koluma dokununca bana seslendiğini fark edebildim. Uzun bir dalgınlık değildi bu ama keyfimi kaçırmıştı. Medeni bir veda saydım Aras’ın gidişini. Keşke beni, gidecek kadar çok sevmeseydi. Kalbine söz geçirebilmesini isteyemezdim ondan. Ne zaman düşünsem bunun bencillik olacağıyla yüzleşmiştim çünkü. Zaman insana olgunluk ve mantık kazandırıyordu. Öfkeli değildim, içimde bir kırgınlık büyütmemeye çalışıyordum ama güvenim tamamen yıkılmıştı. Aras yaptığını bir suç saymazdı, duygularından emin bir karakterdi. Ben de onu suçlamamayı öğrenecektim.
“Efendim anne?”
“Osman fotoğraf çektirelim diyor buradan çıkınca. Ne dersin?” Osman’a baktım göz ucuyla. Haklı olarak bu günü hatırlamak istiyordu.
“Olur” dedim. “Tabi, bir sakıncası yok.” Tatlılarımız geldi, çocuklar meyve suyu istemişlerdi. Biz büyükler çay aldık. Keyifle yedik içtik, sohbet ettik. Bir miktar para ve plaket verilmişti okula. Plaket sınıfındı. Parayı uygun bir biçimde bölüştürüp çocuklara verecekti Osman. Sırtımı sandalyeye yaslayıp sağına soluna çocuk oturtmuş, kendisi heyecanlı, öğrencileri heyecanlı öğretmene baktım. Bu tekrarlanan bir iradesizlik haliydi ama kalbimi engellemediğimde öyle huzurluydu ki, mani olmadım. Eğitimi, çocuğu, insanı sevmek lazımdı öğretmen olurken. Böylece Osman gibi her anından lezzet alan eğitimcilerin etrafında yetişiyordu çocuklar. Ne mutlu öylelerine!
***
Dönüşte, tıpkı geldiğimizde olduğu gibi bir taksi tuttuk. Ben Osman’ın arabasında kızlarla, annem de takside oğlanlarla döndü. Göktepe’deki caminin önünde durduğumuzda Nil, cami cemaati, imam karşıladı bizi. Oğlanlar birinci olduklarını ilan ettiler. Herkes çok sevindi. Kışın soğuğunda bayram neşesi yayıldı etrafa. Melek ablaya, Ruşen teyzeye, Firuze teyzeye de haber vermek lazımdı. Gerçi bizden önce sevincimiz ulaşırdı kulaklarına.
Yuvanın önüne geldiğimizde kızlar sırayla arabadan indi. Oğlanları ailelerine teslim ettiği için annem de bizimleydi. Stresli bir yorgunluktan sonra artık dinlenebileceklerini bilen kızlar daha kaygısızdı. Gururlu hissediyorlardı. Gözlerindeki kıpraşan pırıltıları gece yıldız manzarasına eş değer sayardım. Fakat en güzel anları yakacak bir kibriti elinde tutuyormuş gaddarın teki. Eve doğru yürüdüğümüz anda bahçeye girdi. “Elif!” diye bağırdı. Çocukların ne denli korktuğunu tahmin edebiliyordum çünkü ben bile yerimde zıplamıştım.
Dönüp baktığımızda kendini babadan sayan adamı gördük. Osman kızları arkasına alıp öfkeyle ona doğru yürümeye başladı. Yanıma geldiğinde durdurdum onu. Adamın elinde bir bıçak vardı ve Osman onun yanına giderse muhakkak zarar görürdü. “Polisi ara” dedim anneme. “Kızları içeri sok.”
“Ayrılmayın bir yere! Bu gün alacağım Elif’i! Siz de karışamayacaksınız buna.” Gözü dönmüş gibiydi. Yine üstü başı perişandı ama sarhoş değildi. Böyle olunca daha ürkütücü görünüyordu. Başparmağını ve işaret parmağını birleştirip dudaklarına götürdü ve kulak tırmalayan bir ıslık çaldı. Arkasından iki tane izbandut gibi adam göründü. Yutkundum. Osman’dan epey iriydiler. Sıktıkları yumruklarını çözecek gibi durmuyorlardı.
Öğretmen canı pahasına Elif’i koruyacaktı. Elif’in babası ise gözünü karartmıştı, kızını almadan gitmeyecekti. Jandarmayı arayamıyorduk. Kısılmış, tehditkâr bakışların yuvası olan gözler çarpıştı önce. Osman yanımdan ayrılıp bir iki adım attı öne doğru. Korkmuyordu, onun yerine biz endişeleniyorduk. “Çabuk defolun gidin buradan” dedi sert bir sesle. “Elimden bir kaza çıkacak yoksa.” Bu Elif’in babasını güldürdü. Arkasındaki ikiliyi işaret etti başıyla.
“Bu ikisi senin pestilini çıkartır be! Kaza çıkacakmış elinden. Muhallebi çocuğu.” Hâkim amca gibi birinin oğluna söylenecek en son laftı bu. Arkasındaki adamlar uçar adımlarla yanına gelip sert yumruğuyla adamı yere deviren Osman’ı engelleyemedi. Kızlar korktu, ağlamaya başladılar. Osman hiçbir şekilde karşı koyamayacağı iki adamla karşı karşıyaydı şimdi. Yerdekine buruşturulmuş bir peçete nazarıyla bakıyordu. O an aklımdan bir sürü ihtimal geçti. En mantıklısı bağırarak yardım istemekti belki.
Arkamı dönüp anneme baktım. “Çabuk kızları içeri götür” diyebildim. Biz bir şekilde hallederdik ama onların hiçbir şeyi görmemesi gerekirdi.
“Sen de gel” dedi telaşla.
“Osman burada anne, bırakamam.” Onu koruyacak kadar kuvvetli değildim. Ama bir taş bile elime geçse o adamlara fırlatır, yine de öğretmeni bu zor durumda yalnız bırakmazdım.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |