Melek ablanın gürültüyü duyması üzerine kapıyı açmasıyla kızlar içeri girdi. “Kızları odaya çıkar, kapıyı da kitle” dediğini duydum annemin. O sıra ayaklarımdan yere çivilenmiş gibiydim. Osman’ın yüzüne inen sert yumruğa şahit olmuştum ve hissettiği fiziksel acıya eş, ruhuma keder dolmuştu.
“Hain adam!” diye bağırdım. Elime geçen plastik tabureyi alıp kafasına fırlattım. Yumuşak bir yastık atmışım gibi tepkisiz kaldı, hatta benimle alay etti. Ne olurdu voleybola gideceğime dövüş sanatlarına gitseydim! Kara kuşağı alırdım, sonra da bu canileri pataklardım. Korkuyordum deli gibi. Elif’in babası kalkmış üstüme doğru yürümeye başlamıştı. Arkama dönüp baktığımda kapının kapanmış olduğunu gördüm. Tamamen rahatlayamazdım çünkü annem dışarıdaydı. Bu herif ona da zarar verecekti.
Çevrede savunma aleti olarak kullanabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Osman’ı dövmeye devam ediyorlardı. Elif’in babası üstüme geliyordu ve elindeki bıçağı sıkıca tutuyordu. Birkaç adım geri attım korkuyla. Ölmek değil de bu masumlara zarar gelecek olması kalp atışımın kulaklarımda yankılanmasına neden oluyordu. Annem koşturup yanıma geldiğinde beni kolunun arkasına aldı. Osman perişan haldeydi zaten. Bir de beni korumak isteyen kadının zarar görmesini mi seyredecektim?
“Sen mahvettin her şeyi!” Öfkeli ve tehditkârdı. Muhatabı annemdi. “Kızımı benden aldın!”
“Annen öyle istedi, biliyorsun. Bunu defalarca konuştuk.”
“Kes sesini!” Aramızda iki adımlık mesafe kalınca durdu. “Aynı şeyi zırvalama yine. Manyaksın sen! Ruh hastasısın. Al anası babası olmayanı, bas bağrına. Ulan babası olan kızın burada ne işi var!”
“Babası ayyaş, kumarbaz, dayakçı bir şeref yoksunu olduğu için Elif burada!” Annem öfkelenmişti. Eli titriyordu. Hakaret etmekten çekinmiyordu ama karşımızdaki adamın gözü dönmüştü. Aklımı kaçıracak gibiydim. Aldığı her sert darbede biraz daha güçsüzleşen Osman da gözümün önünde mahvoluyordu. Annem bir akılsıza laf anlatmaya çalışıyordu. Kızlar içeride korkuyor ve ağlıyordu.
“Sen kime şeref yoksunu diyorsun!” Boştaki elini öne doğru uzatmıştı ki hızlıca annemi kenara çektim. Böylece dokunamadı. Gerginlik had safhadaydı. Bu hadsizlik insanın tepesini attıran cinstendi. Bir kere yüzleşmiştik onunla. Yenilmiştim belki. Ama şimdi acemice davranamazdım. En iyi bildiğim şeyi yapıp sert bir tekme geçirdim bacağına. Bu onu bir müddet oyalardı. Acıyla eğilip darbe alan yeri tuttu.
“Sen de şeytansın” dedi dişlerinin arasından. “Örgütsünüz siz. Ama kuvvetimi size harcamayacağım!” Başını arkaya çevirip adamlara baktı. “Bırakın onu, un çuvalı gibi yatıyor. Şunları tutun. Ben kızı alacağım.”
“Korkak herif” diye bağırdım adamlar üstümüze doğru gelirken. “Anne kenara çekil…” Çaresizce komut verdim ama nereye kaçarsak kaçalım yakalanırdık. Hızlıca koşup ikisinin arasından geçebilseydim belki yola çıkar yardım çağırırdım. Meydanda değildik, bir tek köpeğin sahibi olan komşumuz vardı ve zavallı köpek bu herifler karşısında güçsüz kalırdı.
“Gel buraya” dedi biri. Sertçe kolumdan tuttu. Yumruk savurdum, vurdum, hatta iğrenç olsa bile elini ısırdım ama fayda etmedi. Bir adım ileri gidemiyordum. Annem daha sakindi. Sanki onlardan kurtulamayacağını biliyordu, kendini yıpratmıyordu. Gözlerim doldu. Osman yerde yatıyordu. Elif’in babası sürekli zile basıyordu. Kapıyı yumrukluyordu.
Derken kolumu tutan elin gevşediğini hissettim. Birkaç saniye içinde önce yanımdaki, sonra da diğer adam düşüp bayıldı. Şaşkınca annemle birbirimize baktık. Elif’in babası da bayılıp düşünce irkilerek geri çekildim. “Tam isabet!” Duyduğumuz ses bahçe kapısının yanındaki çalılıktan geliyordu ve komşumuza aitti. Elinde silaha benzer bir şey tutuyordu. Sert çizgilerin kapladığı yüzünde beceriksiz bir gülümseme vardı. Öyle sevimli görünmüştü ki gözüme, gidip ona sarılabilirdim. “Ne zaman sizin taraftan gelen bir gürültü duysam av silahlarımı hazırlıyorum” dedi Osman’ın yanında durup, kontrol etmek için eğilirken. Öyle şaşkındık ki kıpırdayamıyorduk. Yerdeki adamlara bakıyorduk. “Korkmayın, bayıldılar sadece. Vahşi hayvana kullanılır bu elimdeki. E buralarda da bulabildiğim tek vahşiler bunlar!”
***
Osman, haftalar önce yaralı halde girdiğim odada yatıyordu. Doktor içeride muayene ederken ben kapının önündeydim. Melek abla, annem, Nil yukarıda kızların yanındaydı. Koridoru arşınlıyordum. İçeri girmem mahremiyet açısından etik olmazdı. Ama doktor çağırsaydı bir saniye bile beklemezdim. Osman’ın o perişan hali gitmiyordu gözümün önünden. Jandarmaya teslim ettiğimiz adamlar eğer bayılmasalardı zapt edilemezlerdi. Direnirsek, ki aksini düşünmüyordum, bizi de o hale sokarlardı. Ama iyiydik işte. Kendini öne atan, şimdi de acı içinde yatan Osman’dı. “Of” dedim avuçlarımı yüzüme bastırırken. Dakikalar azap topluyordu zaman ağacından.
Yaklaşık on dakika sonra kapı açıldı. Doktor elinde çantayla dışarı çıktı. Hemen yanına koşup durumu sordum. Kırık çıkık yoktu ama epey darbe almıştı öğretmen. Ağrısı sızısı ve morluğu çoktu. Krem ve ağrı kesiciyi komodinin üstüne bıraktığını söyledi doktor. “İlaçlar uyutur, dinlensin” diye de tembihledi. Gitmeden önce Nil’i sordu. O yukarıda çocukları teselli ediyordu, kâbuslarını dağıtacak bir neşe kaynağıydı.
“Nil bu gün sizinle gelemez büyük ihtimalle. Ben sizi geçireyim Fırat bey.” Birkaç kez daha teşekkür ettim kapıyı arkasından kapatırken. Kabalık etmek istemezdim ama Osman’ı görmek için aceleci davranıyordum. Anlayışla karşılayacağını ummaktan başka temennim yoktu. Zaten hoş ve kibar biriydi. Böyle zor bir günde beni mazur görme inceliğinde bulunurdu.
Hemen odaya girdim. Osman sere serpe yatıyordu. Üstünde ince bir pike vardı. Yüzündeki kan temizlenince morluklar ortaya çıkmıştı. Gözünün altı, alnı şişmiş, dudağının kenarı yara bere içinde kalmıştı. Gözleri kapalı olduğu için en acıklı ifadelerimden birini takınmaktan çekinmedim. Kazağını çıkartmıştı doktor. Üstünde kısa kollu bir tişört vardı ve kollarının da darbelerden nasibini aldığını gördüm. Melek ablanın yatağına oturdum. Sessizdim bu ana kadar. Bir bulut kümesi gelip oturmuşsa da yüreğime, dinlenen yaralıyı rahatsız etmemek için kıpırdamamıştım. Fakat yatak gıcırdadı. “Tam da zamanıydı” diye söylendim.
Gergindim, en ufak bir ses veya hareket içimde volkanlar patlamasına neden oluyordu. Bir yandan da acizliğimi hissediyordum. Yüzleştiğim korku dağ olup çöküyordu omuzlarıma. Ne kolaydı, ne alışmıştım. Böylesiyle karılaşmamıştım. Yeniydi, tanıdık değildi. “Yağmur?” Osman yavaşça araladı gözlerini. Cılız sesi usul bir yağmuru davet etti. Boynunu çevirmeye çalışınca canı yandı. Yerimden kalkıp beni göreceği bir açıda yatağının kenarına oturdum. İki yastık vardı başının altında. “İyisin” dedi.
Beni düşünecek zaman mıydı şimdi? Aynada kendini görse tanıyamazdı. Sinirlerim yıpranmıştı iyice. Elimden geldiğince dişimi sıkıyordum ama ne yapsam durmuyordu gözümün yaşı. Elimde öğretmenin yaralı parmaklarını hissedince başımı kaldırıp baktım yüzüne. Onun yanında ağlamaktan çekinmiyordum. Üzmek istemiyordum sadece. Ama berbat bir günden sonra bir arada, yan yanayken de kederimi yine onunla paylaştığım için bir yanım rahattı. “Niye ağlıyorsun? Çok mu çirkin gözüküyorum?” Gülmek için kendini zorladığı sırada canı yandı.
“Sussana sen” dedim boğuk bir sesle. Şaka yapılacak zaman değildi. Üstelik ayna karşısına geçtiğinde cevabını alacaktı. Benden duymasını istemiyordum. “Canın yanıyor mu?”
“Turp gibiyim” diye fısıldadı. “Rengimden de anlaşılıyordur herhalde.” Elimi çektim, yanaklarımdaki ıslaklığı sildim.
“Osman lütfen yapma. Sen dalga geçiyorsun ama ben viran bir şehirle yüzleşiyorum her an. Seni üzmek istemiyorum fakat bu halin paramparça ediyor içimi. Nasıl unutacağız bu günü, nasıl iyileşecek yaralar, nasıl atlatacağız? Hiçbir şey bilmiyorum. Sadece ağlamak geliyor içimden. Yanlış ama seni böyle gördükçe duramıyorum. Kızların yanına bile çıkmadım.” Böyle anlarda Nil’in veya annemin durum yönetimini çok iyi yaptıklarını düşünüyordum. Osman’ı merak edip endişelenirken kimseye teselli de veremezdim. Onlar gibi dik durmayı başaramazdım. Eli bıçaklı bir caniyle yüzleşmişken, korkumu ancak bastırabilmiştim zaten.
Osman göğüs kafesine iğneler batıran bir nefes aldı. Yaralı olan oydu, ağlayan bendim. Bir an hatamın farkına varıp utançla başımı öne eğdim. “Bu kadar çok endişelenme” dedi dakikalar sonra. “Kızlara dokunamadıkları için öyle mutluyum ki. Adiler, korkuttu küçücük çocukları. Bunun hesabını sorabilmeyi isterdim sadece.” Bu isteğinde bariz bir keder vardı. “Şimdi yukarda emin ellerdeler. O şeref yoksunları da yakalanıp jandarmaya teslim edildi. Eğer istediklerini almış olsalardı, böyle rahat yatamazdım. İnan bana daha çok acırdı canım. Ama yüreğime sıkıntı olan bir şey var…” Bunu söyleyip sustuğunda merakla ona baktım. “Ağlamaya devam etmen tabi. Belki biraz gülümsersen epey mutlu biri olurum.”
Kazağımın kolunu yine bir havlu gibi kullandım gözyaşlarıma. “Osman, tanıdığım en acayip adamsın” dedim.
“İltifat mı bu? Biliyorsun istediğin zaman hiç çekinmeden iltifat edebileceğini söylemiştim. Rahatsız olmam.”
“Seni rahat ettirmek en büyük vazifemiz Osman bey.” Şakasına karşılık verdiğimde ufak ve kırgın bir tebessüm vardı dudaklarımda. Onun canı acıyacaktı. Gözlerindeki yorgun gülümsemeyle yetindim. “Ben çıkayım artık. Dinlen sen. Bir şeye ihtiyacın olursa… Buralardayım…”
“Ne güzel sohbet ediyorduk, gitmeseydin” diye ufak bir itiraz işitince, gözümle komodinin üstündeki ilaçları işaret ettim.
“Doktor, uyutur dedi. Dinlenecekmişsin.” Yerimden kalkıp son kez Osman’a baktım. Kızlar, annem, Nil, kısaca tüm Göktepe onun gibi birine sahip oldukları için çok şanslılardı. Ve ben de onu tanıdığım, gördüğüm, aynı yolda yürüyüp sırdaşlık ettiğim için göğsümden taşan bir his dalgasıyla mücadele etmek zorundaydım. Arkamı dönüp kapıyı açtığımda seslendi.
“Uzaklaşma fazla, buralarda kal” dedi. Gülümseyip başımla onayladım. Koridora çıktığımda annem ve Nil de aşağı inmişlerdi. Gözlerimin ve burnumun kızarıklığına tezat, dudağımda ufak bir gülümseme vardı. Annem yanıma yaklaştıkça hayra mı yorsa, ağlama nedenini mi sorgulasa bilemedi.
“Doktor kırık çıkık olmadığını söyledi. Ağrı kesici krem ve ilaç verdi” diyerek meraklarını giderdim.
“Durumu nasıl? Konuştun mu sen?” Nil’in sorusuna olumlu anlamda başımı salladım. O da telaşlıydı. Çatı altında gerginlik ve korku hâkimdi. Meğer Osman’a ne kadar güveniyorduk. O düştüğünde kendimizi savunmasız hisseder olmuştuk. Annem omzumu sıvazladı.
“Uyuyor mu? Bir görsek” dedi.
“Uyuduğunu sanmıyorum. Yeni ayrıldım yanından. Dinlenmesini söyledim. İlaçlar uyuturmuş.” Esas canımı sıkan sebebi sona bıraktım. Sesim de değişti hemen. “Ağrısı var, yaraları çok taze ve kötü görünüyor. Şaka yapmaya çalışıyor ama canı yanıyor belli. Bir de sıkıntıyı çeken benmişim gibi ağladım yanında, bunalttım biraz.”
“Girmeyelim o zaman” diye mırıldandı Nil.
“Siz kendinizi tutarsınız belki. Girme demiyorum yani…” O anda beklemediğim bir şey oldu ve Nil ağlamaya başladı.
“Onu öyle göremem, kendimi de tutamam ben. Daha çok üzerim arkadaşımı.” Annem Nil’in sırtını sıvazlayıp teselli vermeye çalıştı. Kısa sürdü akan gözyaşları fakat tesirliydi. Mutfağa geçip birer bardak su içtik. Tutuklanan eşkıyalar hâlâ tedirgin ediyordu bizi. Firuze teyzenin bir şeyden haberi yoktu. Yakında öğrenirdi gerçi. Köy meydanında jandarma arabası gören biri işin aslını duyar, Firuze teyzeye de yetiştirirdi. Yalnız kalmasın, bir korkuyla zarar görmesin diye Nil haberi ilk veren kişi olmak istedi.
Annem ve ben mutfakta yalnızdık. Sessizdik, arada bir sıkıntılı nefesler veriyorduk. Kızların uyuduğunu öğrendiğimden beri biraz daha rahattım. Elif diğerlerinden daha çok korkan, ayrıca vicdan azabı çeken çocuktu. Öyle üzülüyordum ki ona. Hava kararmıştı çoktan. Koridorun ışığıyla yetiniyorduk. Kara bir bulut dolaşıyordu zihnimizde. Ne tesellisini bulabiliyorduk, ne bir hırkayı atar gibi silkeleyebiliyorduk. “Firuze teyzen çok telaşlanacak” dedi annem. Sesi öyle yabancı gelmişti ki kulağıma, irkildim birden. Cevap vermedim. Öyle olacağı malumdu.
***
Osman’a bir hafta rapor yazdı Fırat bey. Çocukların karşısına öyle çıkmaması ve evde dinlenmesi daha iyiydi. Kızlar da dışarı çıkmak istemiyorlardı zaten. Keyifsiz ve sessizlerdi. En ufak bir sesten ürküyorlardı. Neşelensinler diye elimizden geleni yapıyorduk, sürekli oyun oynamaya çalışıyorduk ama faydası yoktu. Sarıldığımızda rahatlıyorlardı yalnızca. Bunu fark eden büyükler her fırsatta sinelerine sarıyordu minik bedenlerini. Etüt saatlerinde elimden geldiğince yardımcı oluyordum. Ders kitaplarını birlikte okuyor, bildiğim konuları anlatıyordum. Ufak ödevler de veriyordum. Böylece boş durmuyorlardı.
Melek ablayla mutfağa girip poğaça ya da kek yapıyorlardı. Bu onlara iyi geliyordu ve eğleniyorlardı. Ziyaretçimiz çoktu. Göktepe’nin çocukları her gün kapıyı çalıyordu. Ruşen teyze, Firuze teyze de geliyordu. Ben her gün Osman’ın yanına uğruyordum mutlaka. Bazen kutu oyunu götürüyordum. Zaman geçiriyorduk oynarken. Bazen yapboz yapıyorduk. Bazen de kitap okuyorduk. Çocukların durumunu soruyordu. Emin ellerde olduklarını söylüyordum. Derslerinden geri kaldıkları için tedirgindi.
“Merak etme” diyordum. “Karşılarında üniversite mezunu, akıllı zeki Yağmur ablaları varken hiçbir bilgiden mahrum kalmazlar.” Uzamaya başlayan sakallarını sıvazlayıp gülüyordu böyle dediğimde. Sanki korktuğu da çocukların bana maruz kalmasıydı. Bir keresinde “tıpkı istedikleri gibi kalp çizebiliyorum” dedim büyük bir özgüvenle. Parmaklarımı birleştirip çizdiğim kalbi Osman’a gösterdim. Kalbin tam ortasına hapsolmuştu yüzü. Yorum yapmadı, ben de hemen ellerimi birbirinden ayırdım. “Eğer bir gün dağa tırmanmak isterlerse çantalarına ne koymaları gerektiğini de anlatıyorum. Geçen gece merdiven tırabzanını kullanarak ata binmeyi gösterdim kızlara.” Bu onu endişelendirdi. “Korkma, ben bindim. Onlar seyrettiler. Ve kesinlikle bunu yapmalarını yasakladım. Ama çok eğlenceliydi. Keşke yapabilselerdi.”
“Gözüm arkada kaldı Yağmur. Bir an önce ayaklanayım en iyisi.” Bu kadar tedirgin olmasına gerek yoktu. Kızların korkularını defetmeye çalışırken aklımıza gelen en eğlenceli şeyleri yapıyorduk. Çerçevesini oluşturduğumuz yapbozun bir parçasını daha yerleştirirken omuz silktim.
“Kızlar gayet memnun hallerinden. Özledim de bari. İtiraf et. Bahanen ben olmayayım, gelmek istiyorsan gel” dedim umursamaz bir sesle.
“Fırsat vermiyorsun ki özlemeye. Her gün yanımdasın.” Bakışlarımı diktim suratına. Bıyık altından gülüyordu. Gözlerimi kıstım.
“Rahatsız mı oldunuz beyefendi? Gideyim madem. Sizi de kendi başınıza bırakayım. İyilik de yaramıyor. Sıkılma diye geldim, sitem işitiyorum.” Tehdidime karşın hemen geri adım attı. Birkaç hoş sözle teşekkür etti. “Zaten ben sana gelmiyorum” dedim aynı tutumumu sürdürerek. “Firuze teyzemin böreği çok güzel oluyor. Bereket versin, her gün de yapıyor.” Parmağımı burnuna doğrulttum. “Seni bahane ediyorum.”
“Bak şimdi gücendim” dedi başını kucağına eğerek. Komik gözüküyordu bu haliyle. “Bana kıymet verdiğin için her gün hiç aksatmadan geliyorsun sanmıştım. Demek her şey börekler içindi ha!” Sonra muzır bir gülümseme peyda oldu dudaklarında. “Anlaşılan o ki yalnızlığa terk edecekmişsiniz beni. Paranoyak kuruntularım böyle söylüyor.” Çok geçmeden neyi ima ettiğini anladım. Elimdeki yapboz parçalarını kazağına fırlatırken gülmeme mani olamadım.
“İyileşmişsin sen” dedim. “Kalk da işinin başına dön!”
***
Zor bir süreçti. Korku bir çocuk için yalnızlığın, güvensizliğin, huzursuzluğun aktığı çeşmeydi. Biz büyükler ne denli bir seli önleyebildik, gül tarlamızı harap olmaktan kurtardık bilinmezdi. Fakat elimizden geleni yapmıştık. Tekrar okula döndükleri, çantalarını sırtlarına takıp sohbet ederek arabaya bindikleri o anı görünce derin bir nefes almıştık. Hiçbirinin gözleri eksik baksın istemiyorduk. Ben ki ne anneydim, ne daha önce böyle bir sorumluluğu üstlenmiştim. Buna rağmen yürekten gelen bir samimiyetle mutlu olmaları için pek çok şeyi feda edebileceğimi biliyordum.
Tüm bu zaman dilimi içinde annemi özlemiştim. Ona sarılmayı, birlikte çay içmeyi ve az deneyimlesem de sarılıp uyumayı seviyordum. Kızlara teselli yetiştirmeye çalışırken biraz ayrı düşmüştük. Akşam Melek abla, Firuze teyze ve Nil yuvada kalmak istediklerini söyledikleri için ben de odamda uyuma fırsatını değerlendirdim. Mobilyalar ve birkaç kıyafetimin olduğu yere, güvenle odam diyebiliyordum. Hoş bir histi.
Akşam yemeğini kızlarla birlikte yedikten sonra etüt odasına çıktık. Bir müddet daha çalıştılar. Günlük okumaları gereken kitapları okudular ve sonra yataklarına geçtiler. Onlar uyuduktan sonra gidiyordum genelde. Böylece ayrı kaldığımızı fark etmiyorlardı bile. Annemle eve geçtiğimizde çay içmeyi teklif etti ama Melek ablanın demlediği çaydan fazlaca içmiştik. İstemediğimi söyledim. Bir müddet oturduk. Zaten saat geç olmuştu. Yatmak için odalarımıza geçtik. Yatağım buz gibiydi. Beş dakika kadar döndüm yatağın içinde fakat uyku tutmadı. Kalkıp koridora çıktım. Annemin odasından gece lambasının loş ışığı süzülüyordu. Kapıyı tıklayıp içeri girdim.
Seher teyzenin getirdiği albüme bakıyordu. Biz kaybettiklerimizi ararken birbirinden mahrum olma kabiliyetine sahip insanlardık. Yan yanayken sevgiyi fotoğraflarda arardık. Beni görünce gülümseyip yorganı kaldırdı. Ayırdığı boş yere geçtim hızlıca. Beş yaşında bisiklet sürerken çekilmiş fotoğraflarımın olduğu sayfa açıktı. “Ne kadar tombişim görüyor musun?” Başını salladı yüzündeki tebessümle. “Bombus arısı gibiyim.”
“O nedir?”
“Bir çeşit tombik arı.” Bu açıklama bilim dünyasını hayal kırıklığına uğratabilirdi fakat bir anne kız için yeterliydi.
“Çok tatlıymışsın” dedi annem iç geçirerek. “Şimdi de çok güzel bir genç kızsın. Bana kalsa saklamak isterim seni. Yeni bulmuşken hiç kaybetmeye niyetim yok…” Ses tonundan anladığım kadarıyla gizli bir ama vardı cümlenin sonunda. Doğrulup yatakta bağdaş kurdum. Tek kaşımı kaldırdım.
“Ama?” Gülmeye zorladı kendini. Söyleyeceği şeyin şiddetini hafifletmek istiyordu sanki. “Anne, ne oldu?”
“Bir şey olmadı kızım. Yani, birden aklıma geldi işte. Genç bir kızsın. Elbette günün birinde birini seveceksin. Yuva kurmak isteyeceksin. Normal bütün bunlar. Erken davranıp duygusallık ettim herhalde.” Elindeki albümü kapatıp komodinin üstüne koydu ve yatağa biraz daha süzülüp sırtını yastığa yasladı. Meselenin böyle yüzeysel bir duygusallık olduğuna inanmadım. Annem, olmamış bir şey için duygusallık yapacak bir kadın değildi. Firuze teyze gibi de konuşmazdı benimle. Ama yine de rahatlaması için birkaç şey söylemek istedim.
“Aklına böyle şeyler getirmene gerek yok. Çünkü benim böyle bir niyetim yok. Senin yanında çok mutluyum. Gerçek bir ailem var.” Yanağımı okşadı sevecen bir tavırla. Fakat gece lambasının aydınlattığı gözlerinde bir tereddüt gördüm yine de. “Anne sende bir şey var” dedim birden. “Hadi, anlat.” Bir süre yorganın kenarındaki iple oyalandı. Sonra boğazını temizleyip bana baktı.
“Birini sevsen, bana söyler misin?”
“Bu da nereden çıktı?” İyice şüphelenmeye başlamıştım artık. “Geçtiğimiz haftalarda seninle çok büyük sırlarımı paylaştım. Aras’ı anlattım dizine yatıp. Bunu söylediysem, birini sevdiğimi de söylerim herhalde.” Gülümsedi ama kısa bir an beni cahillikle itham ettiğini sandım.
“Ah benim yavrum” dedi. “Sevmek kocaman bir mahremiyet olduğu kadar kalp sıkıştıran bir heyecandır aynı zamanda. Kaçamadığın, gidemediğin ve sıkışıp kaldığın anlardır. Adı yoktur bazen, sonra konulan isimler yüklerini de getirir beraberinde. Bu sebeple sevmediğini söylemek ile sevdiğini itiraf etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Sevmek, sevmemek kadar basit olsa hangi insan dilinin ardına saklardı sözlerini? Kim inkâr ederdi yüreğini?” Omzuma düşen saçlarımın uçlarında gezdirdi parmaklarını.
“Birini… Sevip de söylemediğimi mi ima ediyorsun?” dedim kısık bir sesle. Nedense bahsettiği kalp sıkıştıran heyecanı tanıyordu yüreğim. Yepyeni bir histi bu ama tadına bakılmış, hoş ve ferah bir içecek gibiydi. Ama nasıl?
“Hayır, seversen paylaş diyorum. İstersen benimle, istersen onunla…” Gözlerimi kaçırdım. Sanki annem kime ne söylemem gerektiğini biliyordu. Bense aklıma gelen bir ismi kovmaya çalışıyordum. Hayır, yeri ve zamanı değil Osman. Senden söz etmiyoruz. Anne kız dertleşiyoruz.
“Öyle biri yok” dedim kaşlarımı çatıp. Çok daha kararlı ve kendinden emin görünmeyi ummuştum ama aksine ağzından çıkan söze inanmaya çalışan biri gibiydim. Annemin gözlerine bakıp ciddiyetle başımı salladım. Böyle yapınca ikna mı olacaktı? Ayaklarımı uzatıp başımı yastığa koydum ve yorganı alnıma kadar çektim. Uykum gelmişti. Sen ne ara bu kadar yalancı oldun Yağmur? Uyarmamış mıydım seni, burada dürüst olman konusunda?
Yanımda ufak bir kıpırtı oldu. Annem yorganı yüzümden çekti sevecen bir ifadeyle. “Boğulacaksın” dedi. Sonra ışığı kapatıp yerine yattı, beni sinesine sardı. Saçlarıma bir öpücük kondurdu. “Güzel kızım benim” diyerek iyi bir gece diledi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |