Telefonumdaki cevapsız aramaları kontrol ettiğimde gördüğüm isimler beni şaşırtmadı. Yalnızca Seher teyzenin de bana ulaşmaya çalıştığını öğrenmek bir an duraksamama sebep oldu. Aldığım kararları desteklemekle evlat edindiği kıza büyük bir iyilik yapmıştı. Ona büsbütün sırtımı dönemezdim. Mesafeli bir kadın olması, kötü biri olduğu anlamına gelmiyordu. Müsait bir vakitte Seher teyzeyle konuşacaktım. Şimdi ıslak çimleri seyretmenin, temiz havayı içime çekmenin tadını çıkartmak istiyordum. Evin önündeki banklardan birinde oturuyordum. Osman çocuklarla ilgileniyordu. Gonca Saraç evine gidip üstünü başını değiştirecekti. Döndüğünde konuşurduk muhtemelen. Bana dair pek çok şey sorardı. Bunca işinin gücünün arasında bir de tanımadığı hasta bir kızla ilgilenemezdi uzun süre. Aileme ulaşmaya çalışırdı.
İki ihtimal vardı. İlki ona karşı dürüst olup her şeyi anlatmaktı. Kendimi buna hazırlıyordum elim kalbimde. Zordu ama en doğrusuydu. İkinci ihtimal de iyileşme sürecini bahane edip burada kalacaktım, zaman kazanacaktım. Sabrı, geçmişimin izini sürerken öğrenmiştim. Anne diye gösterilen mezar taşlarıyla konuştuğumda metanetli olmam gerektiğini anlamıştım. Babamın hepimizi terk eden bir hayırsız olduğu söylenmişti. Her şeyin bir yalan olduğunu duyduğumda ise dik durup hikâyemin peşinden gitmek için yola çıkmıştım. Can sızlatan heyecanlarım vardı fakat kabul edileceğime dair bir şüphem yoktu.
Bir müddet sonra yine telefonum çaldı. Ekranda gördüğüm isim, dün de birçok kez aramıştı. Oğuz Bakırcıoğlu. Artık kaybımı bulduğumu söylemeliydim belki de. Açma tuşuna basıp telefonu kulağıma yaklaştırdım. “Nihayet” dedi derin bir nefes vererek. “Niye açmıyorsun telefonu? Düşmanın mıyım?”
“Bilmem.” Ben bu adama inanıp senelerce baba demiştim. Evlatlık olduğumu öğrendiğimde küçüktüm. Zor da olsa bir şekilde kabullendim. Büyüdükçe anne babamı merak ettim. Önceleri cevaplamadı. Sonra beni evlat edindikleri yetimhaneyi arayıp ebeveynlerimi bulacağımı söyledi. Vefat etmiş annem, dilersem mezarı başında dua edebilirmişim. Babam hiçbir zaman eve dönmemiş zaten. Bir kimlik vermemiş, soyadını adımın yanına koymamış.
Belki biyolojik ailemden ulaşabileceğimiz kimse yokmuş ama Oğuz Bakırcıoğlu bana hep sahip çıkacakmış, yanımda olacakmış. Endişelenmemeliymişim. Eğer istersem bana bakamayan anneannemi ziyarete gidebilirmişim. İnandım ona. Gerçekler bir gün gün yüzüne çıkana kadar sözünü dinledim. Kucağında gözümü açtığım, sevinçlerimi paylaştığım, doğum günlerimi kutladığım, tatillere gittiğim insanlara her zaman saygım ve sevgim vardı. Kimliksiz bir çocukken bile asi değildim. Çekindiğimde, korktuğumda ve üzüldüğümde bile saygısızlığa sapmamıştı tavırlarım. Çünkü karşımdaki insanlar da saygısız ve kaba değillerdi.
“Buldun mu aradığını?” Bir zamanlar baba dediğim Oğuz Bakırcıoğlu’nun sesinde alay sezince kaşlarım çatıldı.
“Buldum” dedim büyük bir gururla.
“Tanıdı mı seni?”
“Ben… Bir takım aksilikler oldu. Hemen konuşamadım. Ama çok iyi bir kadın.”
“Tam da beklediğim gibi. Kendine yeni bir sayfa açmıştır. Gencecik kız oldun, karşısına çıktığında tanıması mümkün değildi zaten.” Evden ayrılmadan önce de bana bu sözleri söylemişti. Kulak asmamıştım. Yine dinlemeyecektim onu. Kendince, her tepkiye karşı hazır olmam için beni uyardığını sanıyordu.
“Eğer kahırlı bir hayat geçirmemişse, kendine güzel, gülümseyebileceği bir sayfa açmışsa ben bundan memnun olurum. İnsanların acı çekmesinden hoşlanan biri değilim. Sana baba dedim ama bu konuda benzemiyoruz. Senin gibi değilim ben.” Kısa süreli bir sessizlik oldu aramızda. Yüzünü göremiyordum, tepkilerini ölçemiyordum. Oğuz Bakırcıoğlu kendini kontrol etmeyi, ortama ve kişiye göre konuşmayı iyi bilen bir adamdı. Büyük yalanı ortaya çıkınca bile büyük bir tepki vermeyişi, takdire şayandı. Eh, ben de öğrenmiştim ondan birkaç taktik.
“Beni gaddarlıkla suçlayamazsın.” Hayır, yapabilirim.
“Benden gerçeği sakladın.”
“Kaçırılıp yetimhaneye bırakıldığını nereden bilebilirdik? Seni bırakan o yaşlı kadın kızının öldüğünü söylemiş. Ortada ne sana ne ailene dair bir kimlik, nikâh, isim bile yoktu. Kendi gözünle gördün, ücra bir köy. Nereden bilebilirdik Allah aşkına! Bizim de oyuna geldiğimizi niye anlamıyorsun? Zannımızca kucağımıza aldığımız çocuğa dair her şey resmi ve usulüne uygundu. Senelerce de bu böyle devam etti. Sana kötü davranmadık. Her ihtiyacını karşıladık. Prestijli okullarda okuttuk. Küçük yaşta evlat edinilen çocukların senin yaşadığına benzer problemler yaşadığını öğrendik. Küçük bir çocuk için kolay değildi öğrendiklerin. Süreci kolay atlatman için profesyonel destek almanı sağladık…”
“Nankörlük ettiğimi hatırlamıyorum” diyerek sözünü böldüm. Manevi ihtiyaçlarıma el uzatmadıklarını hatırlatmadım. “Annemin öldüğünü söyleyip beni yabancı birinin mezarı başında bekletmektense, öğrendiğin an gerçeği anlatabilirdin. Sana güveniyordum, ağzından çıkacak sözlere inanıyordum çünkü benim iyiliğimi istediğini zannediyordum. Ama sen sadece kendi itibarını, karının mutluluğunu düşündün. Misal; bir çocuğunuz olmuyordu, beni gördünüz, tatlı buldunuz ve aldınız. Seneler sonra bir oğlunuz oldu, artık sıkı tutmaya çalıştığınız davranışlarınızı gevşetmekte bir sakınca yoktu. Değil mi?”
“Böyle düşünmene üzüldüm. Seher seni hep sevdi.”
“Ona saygı duyuyorum” dedim yine düz bir sesle.
“Bazı şeyler zor, gerçekten çok zor. Koruman gereken bir ailen olunca beni anlarsın. Ve ben seni de ailemden gördüm, seni de korudum. Bu yeni gelişme, senelerce saklanmış bir sır değildi. Ben de senin kadar kandırıldım. Ama öğrendikten sonra da ne kadar saklı tutmam gerekirse tutardım. Beni anlamadığını biliyorum, suçlamıyorum da. Belki bir gün yüz yüze konuşuruz. Ve karakollarda, adli tıp köşelerinde sürünmediğin, magazin haberlerinde adın geçmediği, yanlış ihbarlarla kafan karışmadığı için de gönlüm rahat. Her şeyin yolunda olduğu, eğitimini tamamladığın bir hayat yaşadın.”
“Eksiktim!” Keşke yıllar önce fotoğrafım boy boy yayınlansaydı da her mecrada, annem beni bulsaydı. “Ayrılmak kadar kavuşmak da zor, kaybettim pek çok şeyi. Bana sunulan imkânlara teşekkür edebilirim ama teselli bulamam anlıyor musun? Beni koruduğunu zannederken eksik bıraktın, yalana attın. Her şey yolundaymış gibi davranmayı bırak!”
“Sadece yanında olduğumu göstermeye çalışıyorum. Sen kabul etmesen de, arkanda bir desteğin var. Geri dönersen kapım hep açık olacak. Bunu bil.”
“Eğer bana gerçekleri anlatsaydın, bir gün geri dönebilirdim.” Oğuz Bakırcıoğlu’na hesap sormak zordu. Sert, şiddet eğilimli bir adam olduğu için değil. Çok iyi, merhametli biri gibi görünebildiği için. Tartışma anlarında sakin gözüküp, ince ve manalı kelimelerle rakibini alt edebildiği için. Bu sebeple, kaçırılmış bir çocuk olduğumu ne zaman öğrendiğini bilmiyordum. Ya en başından beri her şeyi biliyordu. Ya da beni yabancı mezarların başına götürüp getirdikten sonra bilgi sahibi olmuştu. Adı duyulmuş bir iş adamıydı. Göz göre göre suç işleyeceğini sanmıyordum. Anneannesi tarafından, bakılamadığı gerekçesiyle yetimhaneye bırakılmış bir bebeği evlat edindiğini düşünüyordu belki de. Seneler sonra sır perdesi aralanmış olmalıydı ve o da gerçeği saklamayı tercih etmişti.
Sıkıntılı bir nefes verdim. Konuştukça kafam karışıyordu. “Eğer bir aksilik olursa beni ara Yağmur. Eğer o kadın… Yani annen gerçeği kabullenmezse…”
“Niye kabullenmesin ki? Senelerce beni aradığına, kızını bulma umuduyla her kapıyı çaldığına eminim. Böyle kötü düşünceleri aklından çıkart ve bir daha dillendirme. En azından benimle konuşurken yapma.”
“Peki, sen nasıl istersen. Şimdi kapatmam gerekiyor. Bir daha aramalarımızı göz ardı etme lütfen. Kardeşin de seni çok merak etti.” Tüm yalanların içinde beni gerçekten seven kişi kardeşim Efe’ydi. Gözlerim doldu onunla vedalaşmadan evden çıktığım aklıma gelince.
“Tamam” dedim. “Ben onu ararım.” Sonlandırdık görüşmeyi. Bana bir kötülük yapılmıştı. Kimliğim elimden alınmıştı. Öfkeliydim sebep olan herkese. Kimin parmağı karışmışsa hesap sormak istiyordum. Ama her şeyden önce Gonca Saraç’la yüzleşmeliydim. Beni kaybettiği günü, sonrasını anlatmalıydı. Telefonu elimde evirip çevirirken bahçe kapısından içeri giren genç bir kız gördüm. Orta boylu, beyaz tenli ve güzeldi. Elindeki ufak çantayı sallayarak canlı hareketlerle yürüdü ve yanıma geldi. Yuvarlak yüzüne yakışan büyük gözleri yeşilden maviye süzülen renkteydi. Derin bir nefes alıp gülümsedi ve elini uzattı.
“Selam, ben Nil. Dün gece seni bulduğumuzda baygındın. Şimdi iyi gözüküyorsun. Tanışmak için güzel bir sabah değil mi?” Gülümsedim, diğerlerinden farklı bir güne uyandığıma emindim. Elini sıktım.
“Ben de Yağmur. Tanıştığımıza sevindim. Ve teşekkür ederim.” Omuz silkip etrafına bakındı. Duvarın dibinde olan plastik sandalyeyi alıp geldi ve karşıma oturdu. Tek kişi koca bankı işgal ediyordum.
“Teşekküre gerek yok. Bu benim görevim.” Gözleri ayağıma kaydı.
“Burkulmuş” dedim kısaca.
“Daha kötüsü olmadığına sevindim. Umarım tez vakitte iyileşirsin. Bu arada motorunun da aynası kırılmış. Biraz da çizilmiş.”
“Ah motor…” Aklımdan çıkmıştı tamamen. Yol arkadaşıma ihanet etmiş gibi hissettim birden. “Nerede şimdi?” diye sordum.
“Celil dayıya götürdü Osman.”
“Ne zaman? Benden çabucak kurtulmak için her şeyi yapıyor bu adam da.” Sesli düşünmüştüm aslında. Nil ufak bir kahkaha attı.
“Erken kalkar o” dedi. “Çalışkandır, işini çabucak halleder. Ve eğer mesafeli davranıyorsa üstüne alınma. Yabancılara pek alışık değildir ama iyi biridir.” Başımı salladım yalnızca. Bakkalı, okulu, sağlık ocağı, tamircisi olan bir mekândaydık aslında. Küçük bir yer de sayılmazdı. Gezginlerden, misafirlerden izole bir köyde değildik. Osman hepsinden kaçıyor olmalıydı. Kendi küçük çevresiyle mutluydu ve yine bunu umursamadığımı fark edince omuz silktim. “E anlat bakalım. Nerden geldin, nereye gidiyorsun?”
“İstanbul’dan geldim.” Kısa bir sessizlik oldu. Henüz tanıştığım insanlara sırlarımı açacak değildim. Ama ne yazık ki sormakta, merak etmekte haklılardı. “Arkadaşlarımla buluşacaktım” dedim. “Yolum buraya düştü işte. Sonra ben de düştüm…” Manidar bir gülümseme kondu yüzüme. Nil de güldü.
“Arkadaşların buralı mı?”
“Biri burada, Sakarya’da yaşıyor” dedim üniversitedeki kızlardan birini hatırlayarak. Hem yalancıydım hem de doğru söylüyordum. Neyse ki Nil kendi dikkatini dağıtmayı başarıyordu. Heyecanla atıldı.
“İstanbul’dan Sakarya’ya motorla mı geldin? Baya iyi! Ben cesaret edemem şahsen. Başım döner. Düşeceğimden korkarım. Gerçi… Biraz da haklıyım herhalde.” Halimi kastediyordu.
“Damdan düştüğüm için bu haldeyim” diyerek uyardım.
“Bundan sonra dikkatli ol, aman. Ve motorun gelince bir kere de beni bindir. Tozu dumana katalım.”
“Anlaştık.” Nil samimi bir kızdı. On dakika içinde göstermişti bunu. Kaygısızca konuşuyordu. Tanıştığımıza gerçekten sevinmiştim. Sanırım ben bu toprağa ait olan şeyleri sevmeye meyilliydim. Osman hariç.
***
Evde beş kız vardı. İlkokula giden beş miniğe yuva açmıştı Gonca Saraç. Ayşe, Zümra, Aysima, Elif, Sude’yle tanıştım. Beni ziyarete geldiler. Yabancı ve yaralı birini görmek ilgilerini çekmişti. Epey soru sordular. Hepsi birbirinden tatlıydı. Yan yana oturduklarında, insan çiçek bahçesine girmiş gibi hissediyordu. Ve bir yandan da buruk bir gülümseme peyda oluyordu dudaklarda. Anne babaları yoktu. Burada kardeş bildikleri yaşıtlarıyla, onlara sevgi vermek için uğraşan kişilerle yetinmek zorundaydılar. İçlerindeki boşluğu, merakı ve özlemi anlayabiliyordum. Onlar bunu dillendiremeyecek kadar küçüklerdi ama gözlerine baktığımda kendi muğlak çocukluğumu görüyordum.
Buraya arkadaş ziyaretine geldiğimi öğrenince, Gonca Saraç ailemi aramakta ısrar etmedi. Gideceğim bir yer olduğundan, gezmeyi sevdiğimden öyle özgüvenle bahsediyordum ki özgür bir birey imajı çizmekte zorlanmadım. Ki rol yapmadığımı fark etmem de uzun sürmedi. Zaten bahsettiğim gibi yaşıyordum. Buradakiler benim aksime biraz telaşlı ve korumacıydı. Annemdi karşımdaki kadın. Soruları koruma içgüdüsüyle soruyordu ve halimden memnundum.
Öğle yemeğinde pişirdiği çorbadan içtim. Çocukların arasında oturdum ben de. Onlarla nasıl ilgilendiğini, sohbet ettiğini gözlemledim. Yüzünde bir tebessüm vardı daima. Çocuklar onu çok seviyordu. Aynı zamanda da saygılıydılar. Burada otoriter bir yönetici konumundaydı Gonca Saraç. Bulaşık ve temizlikle ilgilenen Melek abla hanım diye hitap ediyordu anneme. Ama siz demiyordu. “Gonca hanım, sen de şuraya oturuver. Gonca hanım, sen yemek yedin mi?” Tatlı bir şivesi vardı. Pek sevecen biri gibi gözükmüyordu ama işini iyi yapıyordu. Onun da Göktepe’de yaşadığını öğrendim. Gonca Saraç hanımına hep dua ettiğini söyledi.
Osman da burada doğup büyüyenlerdenmiş. Gönüllü olarak çocukların ders çalışmasına yardım ediyormuş. Hafta içi de Göktepe’deki okulda öğretmenlik yapıyormuş. Pek sevmemiştim onu ama yaptığı takdire şayandı. Nil de sağlık ocağında hemşireydi. Bir sağlık sıkıntısı yaşansa hemen onu arıyorlardı. Kızlar da Nil hemşireyi çok seviyorlardı. Yaralı ve onlara muhtaç olduğumdan mıdır yoksa merak uyandıran bir yabancı olduğumdan mı bilmem, her gelen buraya dair bir şey anlattı. On gündür birlikteydik sanki. Elif bulduğu her fırsatta yanıma geliyordu. İlgisini çekmiştim herhalde. Arkadaşları oyun oynarken bile yanımda durup sorular soruyordu. Buradan ayrılan, bir aileye kavuşan ya da büyüyüp okula giden birkaç isimden bahsetti. Sessizce dinlemekle yetindim. Gonca Saraç’ın bir evladı yoktu yanında ama bir sürü çocuk onu anne gibi görüyordu.
Büyük bir yetimhane değildi burası, evdi hatta yuvaydı. Yüzlerce çocuk sesi duyulmamıştı bahçesinde. Bir avuç insan ve bolca sevgi vardı. Bu küçük beldede, korunaklı bir kalede gibiydiler. Bunu Elif söylemişti. Babasının kızgın ve hırçın bir adam olduğundan ama buraya gelemediğinden bahsetmişti. Annesi yoktu. Onu özlüyordu ama Gonca teyzesini de çok seviyordu. Dikkatimi çeken bir şey de kimsenin Gonca Saraç’a anne diye hitap etmemesi olmuştu. Tüm çocuklar teyze diyordu ona. Oysa, o kelimeyi duymayı hak ediyordu.
***
Gece yine aynı odada yattım. Melek abla yanımdaki boş yatakta uyudu. Biriyle aynı odayı paylaşmak pek keyifli değildi açıkçası. Yine de bulduğuma razı olmalıydım. Güneş doğduğunda da çok sevindim çünkü saatlerce tavanı seyretmekten bunalmıştım. Kalkıp sessizce üstüme bir hırka aldım. Dikkatli adımlarla, ayağımın üstüne basmamaya çalışarak dışarı çıktım. Dış kapı güvenlik açısından kilitliydi. Pencerelerde korkuluklar vardı. Elif’in de dediği gibi burası bir kaleye benziyordu. Aslında çok şirin, iki katlı müstakil bir evdi. Dışı pembe boyalı, bahçesi birkaç meyve ağacıyla süslüydü. Ekim ayındaydık, havalar soğumaya başlamıştı ama tüm fırtınaya rağmen sığınılacak güvenli bir limandı burası.
Hırkamın fermuarını çektim, saçlarımla kulaklarımı örttüm. Rüzgâr esiyordu. Yerler ıslaktı yine. Gece yağmur yağmıştı. Biraz yürümek istiyordum. Bahçe kapısından çıkıp etrafa bakındım. “Köpek yok” diye söylendim. Bahçe duvarına yakındım. Topallayarak yürüdüğüm için destek alıyordum betondan. Epey uzun sayılacak bahçe korkuluklarının arasından sarmaşıklar, çiçekler ve güller salınıyordu. Islak yaprakları elime değiyordu. Göktepe’nin girişinden epey ilerideydik. Masalsı bir sokağı andırıyordu birbirine uzak iki katlı evler. Kaldırıma dökülen yapraklar yolun eğimli kısmında ufuğa ulaşmaya çalışan gemilere benziyordu.
Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Gri bulutlar yolcuydu. Güneşin rengine bürünmüyorsa da çiçekler, hâlâ çok güzel gözüküyorlardı. Hızlı yürüyemiyordum. Bu güzel manzaranın tadını çıkartmak vazifesini üstlenmiştim. Yuvanın karşısındaki arazi boştu. Arazinin yanında tek katlı, şirin bir ev vardı. Onun karşı çaprazında da köpeği olan adam yaşıyordu. Kuş bakışı, evlerden oluşan bir üçgen görünürdü muhtemelen. Ama hepsinin manzarası açıktı. Mahremiyet açısından evlerin arasındaki mesafe de yeterliydi.
Tek katlı evin önündeki arazide durdum. Evlerin çatılarını seyrettim. Yüksek bir mevkide bulunmak iyi hissettiriyordu. Sanki tüm sırlarımı haykırabilecektim. Beni yalnızca bulutlar duyacaktı. Kuşlar gülümseyecekti halime. Yine de hayallere kapılmadan usulca seyre devam ettim. Bir rüzgâr esti, saçlarım dağıldı. Burnum buz gibi olmuştu. Üstümdeki hırka inceydi. Eve gitmek için arkama döndüm. Bahçe kapısına omzunu yaslamış Gonca Saraç’ı beni izlerken görmeyi beklemiyordum. Göz göze geldik. Demek evi burasıydı.
“Günaydın” dedi. Şapşal bir gülümsemeyle el salladım. “Erkencisin?”
“Uyku tutmadı.” Uzaklık yüzünden sesimizi yükseltmek zorunda kalıyorduk. Topallayarak eve doğru yaklaştım. “Hava çok güzel” dedim “manzara da öyle.” Elimle gösterdiğim yere baktı dalgınca. Bıraksaydım düşünecekti, görecekti manzarayla gelen geçmişi. Varlığımın engeline takıldı zihni. Gözlerini yüzüme çevirdi.
“Gelsene, çayım var. Yeni demledim, içeriz.” Sonra kenara çekildi. “Destek olayım mı?” diye sordu.
“Olur” dedim. Koluma girdi. Yürürdüm aslında, tek başıma ayakta dururdum. Ama ne zararı vardı ki anneme bir adım daha yakın olmamın? Ona yaslanmanın, kokusunu almanın, sıcaklığını duymanın ne zararı vardı? Çiçeklerle dolu bir bahçeden geçip evin önüne konulmuş sandalyelere oturduk. Gonca Saraç çiçekleri çok seviyordu belli ki. Düzenli bir kadındı. Şirin gözüken bu evin bahçesinde bile her şey yerli yerindeydi. İçeriyi de merak ediyordum. Eşyalarını, duvarları hangi renge boyadığını, çerçevelerdeki fotoğrafları, okuduğu kitapları görmek istiyordum.
Yavaş ol, diye uyardı beni zihnim. Karşındaki seni bir yabancı olarak görüyor. Ya şimdi aç ağzını konuş, ya da meraklı gözlerine sakin olmalarını söyle. Belli ki bu kadın tüm kırgınlıklarını toprağa gömmüş. Rengârenk çiçeklerin başını okşamış sonra. Sert davranamazsın, dalını kıramazsın açmamış goncaların. Hassas zamanların hatırına, kelimelerine özen elbisesi giydirmen lazım. Sabahın bu erken saatinde çayı demlenenin de uykusu az demek ki. Düşünmüş durmuş, kafası dolmuş belli ki. Anlarsın halinden. Üstelik o bihaber senin bildiğin gerçeklerden. Ya bitir bu ıstırabı, ya çıkartma sabır hırkasını.
Gonca Saraç içeride de oturabileceğimizi söyledi ama bahçede kalmak istedim. Çaylarımızı getirdi. Masaya koydu. Kendisi de karşımdaki sandalyeye oturdu. Çayıma bir tane küp şeker attım. Gülümseyerek aynısı yaptı. “Şeker kullanan nadir insanlardanız sanırım” dedi.
“Çevremde çoğu insan kullanmıyor. Tek kaldığımı düşünmüştüm.”
“Yok, hiç tek kalmayız. Bizden biri hep çıkar karşımıza.” Çay kaşığını kenara bıraktı. “Bir kere görüşecek olsak bile, kendimize benzeyen biriyle hep tanışırız. Bu da hayatın şekeri herhalde.”
“O zaman iki tane şeker katmış olduk hayata. Biri sizin, beri benim.” Onda iki…
“Öyle olsun. Gerçi biraz sert koşullarda tanışmış olduk ama vardır bir hayır.”
“Bence var” diye atıldım hemen. “Yani… Ben çok memnun oldum sizinle tanıştığıma. Çok sevdim burayı. Başta siz olmak üzere herkes çok içten, samimi. Bir yabancıya kapınızı açtınız, ilgilendiniz.” Etrafa bakındım heyecanla. “Evinizde çay ikram ediyorsunuz sabahın bu erken saatinde. İyi ki gelmişim diyorum hâlâ.” Mütevazı bir gülümseme peyda oldu yüzünde. Her insanın böyle davranacağını, yaralı birine yardım edeceğini düşünüyordu. Bense annemin böyle bir kadın olduğunu öğrenmenin gururunu yaşıyordum. “Kızlar da çok tatlı, çok sevimli. Hepsinin başka hikâyesi var ama aynı çatı altında birbirlerine kenetlenerek yaşıyorlar.” Bir hikâyenin peşine düşmüştüm ben. Bir sürü yeni öyküden haberdar olmuştum.
“Öyledirler” dedi Gonca Saraç. “Hepsi çok tatlıdır. Kardeş bilirler birbirlerini. Teselli bulurlar yan yanayken. Yalnız kalmak kolay değil. Hele bir çocuk için bu en zoru. Kalpleri küçücük. Şefkate ihtiyaçları var. Korkuları daha büyük. Dingin öğretilerle sakinleşmezlerse kâbuslara yenilirler.” Sesi titremeye başlayınca durdu. Çayından içti bir yudum. Kime üzüldüğünü anlayamadım. Yine de ümitle baktım gözlerine.
“Siz o korkulara teselli bulabilenlerden misiniz?”
“Bilmem” dedi kendi yarasına merhem bulamamış gibi. Bir buruk gülümseme vardı yüzünde. Çare aramaktan yorgun düşenlerin, ulaşamadıkça tökezleyenlerin, her fırsatta acıdan kıvrananların kederiydi bu. “Umarım birkaç çocuğa dokunabilmişizdir.”
“Bence öyle. Buradaki herkes sizi çok seviyor. Yani dün gördüğüm manzaradan bu çıkarımı yaptım.” Bana ayak uydurup hissettiği kederi dağıtmaya çalıştı.
“Birkaç hafta kalsan belki başka çıkarımlar da yapardın.” Gözlerini kısıp gizemli bir ton kattı sesine.
“Ne gibi?”
“Belki benim huysuz, geçimsiz bir kadın olduğumu duyarsın birilerinden.” Bu sözlere gülmemek için kendimi zor tuttum.
“Mümkün değil” dedim kendimden emin. “Ömür boyu yanınızda kalsam da hakkınızda kimseden kötü bir kelime duyacağımı sanmam.” Bu benim dilimdeki gizli duam olsun anne. Ömür boyu yanında kalayım. Kötü sözlere kulaklarımızı kapatalım. Birbirimizi tanıyalım. Seninle yeniden büyüyeyim ben. Korkularıma teselli bul. Başını hafifçe sağ omzuna eğdi, tebessüm etti.
“Ne acayip kızsın. İnsan iyi düşünürken böyle cömert olur mu hiç?”
“Acayip olmadığımı savunamam ama siz cömert davranılmayı hak eden bir insansınız. Sizi hiç tanımayan biri bile bir ev açtığınız onca çocuğu görünce aynısını söyler.”
“İyi madem, güzel düşüncelerini duyduğuma çok sevindim.” Omzunu dikleştirip yumuşak ifadesinin yerini ciddiyete teslim etti. “Ama henüz tanıdığın insanlara hep böyle yakın olma. Önce tanı, mesafeni koru. Sonra karar ver yaklaşıp yaklaşmayacağına. Sevecen bir kızsın. Dün çocukların yanında gördüm seni. Her seferinde, mutluluk kavramıyla ilk kez tanışıyormuş gibi gülümsüyordun. Fıtratın böyleyse hiç sorun yok. Ama ruhunda, kıyıda köşede kalmış bir boşluk varsa herkesin bunu görmesine izin verme. Ehli olmayan daha çok yakar canını, iyileşeceğin varsa da kalkamazsın düştüğün yerden. Tabi ben seni hiç tanımıyorum ama daha genceciksin. Tecrübeli, yaşı senden büyük bir ablanın sözleri say bunları.”
Dün, onun her hareketini seyretmiştim fırsat buldukça. Demek aynısını Gonca Saraç da yapmıştı. İnsan bir gülüşle kendini ele verir miydi? Uzağımda olsa da ruhumdaki boşluğu görmüştü. Bu koca deliği, yalnızca kendisinin doldurabileceğini bilmiyordu hâlâ. Evet, mutluluk kavramının gerçekliğiyle her seferinde yeniden tanışıyordum. Küçüklüğümden beri samimiyetleri, sevgileri sorgulayan ve kıyaslayan biriydim. Çocukların arasında kendimi kaybetmiştim yalnızca. Bir de anneme mesafeli davranmak istemiyordum. Hepsi bu.
Aile fotoğraflarından, büyük etkinliklerden eksilmiştim ben. İş yemeklerinde gayet kibar bir şekilde gülümseyebiliyordum. Oğuz Bakırcıoğlu ve Seher teyze insanların karşısında benim mesafelerimi aşmak isteyen bir çabayla daha samimi davranıyorlardı. Bu bile dünyamda yalan ve gerçek arasındaki uçurumu açıyordu. Her geçen gün daha boş bakıyordum. Anlamsız geliyordu birileriyle yakınlık kurmak. Güvenmenin sonu acıydı çünkü. Bu çıkarımları yapmıştım yaşamdan. Bunun böyle olmadığını, insanın düşse de kalksa da iyi duygularla kendi dünyasını güzelleştirebileceğini söyleyen bir kadın yoktu çevremde. Gerçi Seher teyze bunu yapmak istemişti birkaç kez. Ama ona inanmak için de bir sebebim yoktu. Annem olduğu ve gerçekler ortaya çıktıktan sonra da elimi tuttuğu günlerin hatırına gülümseyebiliyordum yüzüne. Bunu herkes yapabiliyordu. Ve kimse gerçeklik kaygısı gütmüyordu. Veya onların gerçeklerine kayıtsızdım. Yalan gözlüğü taktığımdan itham edip duruyordum herkesi.
Ruhtaki boşluklardan, samimiyetlerden, mutluluktan, yabancılardan bahis açıldığında kelimelerim tükenirdi. Tam da Gonca Saraç’ın beni uyardığı nokta yüzünden duygularım konusunda kimseyle konuşmazdım. Ehli olmayan deşerdi yaramı. Nazik adımlar atmazdı. Annemin bana ilk nasihatinin en büyük yaram olması da acayipti. Yağmur Bakırcıoğlu’nu tanımıyordu. Ama bir gülüşüne, derin uçurumlar hakkında bahis açıyordu. Aynı güvensizlikten mustariptik demek.
“Umarım haddimi aşmamışımdır” dedi sessizliğim uzayınca. Yüz ifademi toplamak bile aklıma gelmemişti. Zorla da olsa gülümsemeye çalıştım. Öyle olmadığını bilmeliydi. Onu dinlemeye ihtiyacım vardı. “İstanbul’dan kalkıp gelmişsin buralara. Tek başınasın, motor üstündesin. Allah etmesin, geçen gün olanlardan daha fazlası gelebilirdi başına. İyi niyetli olmayan insanlarla karşılaşabilirdin. Çok şükür, hiçbiri gerçekleşmedi. Ama bu temkinli olmayacağın anlamına gelmiyor. Anne babana da haber vermedik. Biz böyle endişelendiysek onların neler hissedebileceğini bile tahmin edemiyorum. Bir aramak, iyi olduğunu söylemek yetmez. Onlar sıkıntını hissediyorlardır belki de. Huzursuzlardır.” Sıkıntımla kapına geldiğim için mi böyle yaralı bakıyorsun anne?
“Niyetim karışmak değil Yağmurcuğum. Aksine, seni sevdim. Başına bir şey gelmesinden endişe ettim diye içimi açtım sana.” Uzanıp masanın üstündeki elimi tuttu. “Pırıl pırıl bir genç kızsın. Güvende olmanı çok isterim.” Bana kucak açarsan güvende olurum zaten. “Seninle tanıştığıma da çok memnunum, yolunun buraya düştüğüne de. Hayatıma katılan bir şeker de sen oldun. Seni böyle güler yüzle, hikâyelere kulak kabartacak bir merakla etrafa bakınan güzel bir kız olarak hatırlayacağım. Öyle kalman için, kimsenin senin şekerlerini elinden almaması için dua edeceğim.”
“Teşekkür ederim” diyebildim onca sözden sonra. Anlatacaklarım onunkinden fazlaydı. Ama Gonca Saraç konuştukça ben susuyordum. Beni hatırlayacağını söylerken, gideceğimi ima ediyordu. Onun gözünde bir daha gelmeyecek bir yolcuydum. Haklıydı, bu yolcu kendine güvenip iki kelam edememişti. Ne görmek istiyordu da gerçekleri anlatmak için bekliyordu? Gonca Saraç’ın hayatına girmek istiyorsun Yağmur. Onu mutlu, güler yüzlü bir kadın olarak buldun. Bu; şehirden uzak, şirin, sakin beldede düzenini kurmuş halde gördün. Kayıplarınla kapısını çalmaktan, ağlamaktan, ağlatmaktan korktun. Seni bağrına basacağına eminsin. Unutmamıştır evladını, biliyorsun. Adımlarının bir yerde sabit kalması neden? Anne derken dilin dönmüyor diye mi utanıyorsun? Öğretir o sana. Yeniden başlar seninle. “Yapar mı sahiden?”
“Neyi?” Gonca Saraç’ın gözlerine bakıyordum düşüncelerim sözlere döküldüğünde. “Neyi yapar mı? Anlayamadım…”
“Yeniden başlar mı?” diye sordum. Çenem titriyordu, soğuktan olduğunu savunacaktım. Ağlamak istiyordum, kederden diyecektim. Gonca Saraç beni anlamıyordu. Yerinden kalkıp yanıma geldi. Yüzümün sağ tarafına düşen bir perçemi eliyle geri itti. Yok etmek için burada olduğum mesafelere yenildik yine. Saatler geçse, okşasa saçlarımı, yüreğimi sarmalasa yine de tahmin edemezdi hüznümün nedenini. Yine de bilemezdi karşısındaki kızın kimliğini. Hoş, beni yabancı sayıp bunların hiçbirine niyetlenmezdi. Annemi çağırmayı teklif ederdi yine. Beni ona teslim edip, himayesindeki çocukların kâbuslarına teselli bulurdu.
“Anlayamadım ki Yağmur.” Gülümsemek için kendini zorladı. “İyi misin sen? Kötü oldun sanki. Konuştuklarım yüzünden mi, kırdım mı seni? Af edersin…” Kendinde kabahat buluşu yüreğimi sızlattı. Kapıya kadar dayanmış, inatçı bir gözyaşı yanağımı ıslattı. Ne hakkım vardı acısını dindirmem gereken bir kadının canını yakmaya? Kendime gelmeliydim. Hızlıca geri çekilip elimin tersiyle yanağımı sildim. Tam o sırada bahçe kapısının dışından gelen köpek sesi kurtarıcım oldu. Gülmeye çalıştım alaycı bir şekilde.
“Şu köpeği diyorum, yine salmışlar. Koşturmaca işte… Yeniden başlar bu gidişle.” Kalktım ayağımın ağrısını umursamadan. “Ben gideyim, tuttum sizi de kusura bakmayın. Çay için teşekkürler.”
“Estağfurullah, rica ederim” dedi ama ne halimi anladı ne de anlam verebildi. Niye konuşmadın, diye sitem etti iç sesim. Niye fırsatın varken bu sessizliği değerlendirmedin? Burada kalman için bir bahanen, bir nedenin yok. Yabancısın ve bu durumu değiştirme imkânı da yine sendeydi. Gecikiyorsun Yağmur. Bir insan ne kadar şefkatli olursa olsun, bir yabancıya uzun süre tahammül etmez. Güvenmez! Sana bu nasihatleri veren kadının şehirden, insanlardan izole olmuş bir halde yaşam sürdürürken sarf ettiği sözlerden farklı düşüneceğini, bir kızın sınırlarını daha fazla aşmasına izin vereceğini mi zannediyorsun? Geciktikçe zarar göreceksin.
Bir sıcak temasla uçuşup giden mantığımın sert uyarısıyla neredeyse irkildim. Ben yabancı değilim, diye haykırmak istedim. Ardımda bıraktığım kadın benim annem. O da yakında öğrenecek. Gücenmeyeceğiz birbirimize. Anlayacağız tüm bekleyişlerin, yavaş da olsa atılan adımların nedenini. Elim bahçe kapısının soğuk metalindeydi. Yine devreye girdi mantığım. Sabırlı da olsalar gitmeni bekliyorlar. Hakikati gizledikçe, varlığının bir ehemmiyeti de yok onların gözünde. Derin bir iç çektim. Az önceki ağlamaklı halim üstümdeydi yine. Bin defa hakkın var, kabulüm sözlerin. Ama anla; yalnızca seninle çıkmadım bu yola. Bir elimi mantık tutuyorsa diğerini kalbim tutuyor. Ne olur anla, kalbim yıkılmamak için elimi tutuyor. Yükü ağır besbelli, ürkütemem onu. Dayanamaz, dayanamam. Mühlet isterken yüzüm kızarıyor. İçimdeki korkaklığı sen yüzüme vursan da o bir teselli bekliyor.
Köpek bir kere daha havlayınca bitirdim zihnimdeki konuşmayı. Gonca Saraç’ın dikkatini çekiyordum. Ve madem yalnızdık, madem taşıdığım korkak kalbi eleştiriyordu mantığım ben bu karmaşık girdaba bir son vermeliydim. Kararlılıkla arkamı dönüp bir iki aksak adım attım. “Bir şey konuşmamız gerekiyor” dedim. “Size söylemem gerekenler var…”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |