Karlı bir sabaha uyandık. Gece boyu yağan kar toprağa beyaz bir örtü gibi serilmişti. Henüz okullar tatil edilmemişti ama kızlar yarın okula gidemeyeceklerinden emindiler. Geçen yıl öyle olmuş. Ve okul bahçesinde arkadaşlarıyla çok eğleneceklerinden bahsettiler eldivenlerini takarken. Kar, temizlemişti sanki yüreklerindeki korkuyu. Kartopu yapmaktan, kardan adam için en büyük topu yuvarlamaktan söz ederek okula gittiler. Bense o kadar keyifliydim ki. Kayak yapabilir, kızların oyununa katılabilir, doyasıya eğlenebilirdim. Uzun süren hareketsiz günlerimin acısını çıkartabilirdim.
Öğlene kadar birkaç işle oyalandım. Annem de benimleydi. Mutfakta Melek ablaya yardım etti, kızlar için kurabiye yaptı. Vitamin olsun diye taze portakal suyu sıktı. Ben o sıra önemli bir işle meşguldüm. Sonra kızlar geldi, öğretmenleri de onlarla birlikteydi. Bahçeye girdikleri an saklandığım çalının arkasından başımı çıkartıp hazırladığım kartoplarını onlara fırlatmaya başladım. Hain bir saldırıydı ama o kadar eğlenceliydi ki saniyeler içinde savaş alanına dönen bahçeden kahkahalar yükseliyordu. Annem ve Melek abla bile kapıya çıkmış, saldırımdan kurtulmak için çantalarını kenara bırakan kızlara gülerek bakıyorlardı.
Bir tane de Osman’a attım. Aslında Aysima’ya atacaktım ama Osman küçük kıza siper oldu. Öğrencilerine kumpas kurduğum için benden intikam alacaktı. Ağır ağır eğilip büyük bir kar kütlesini bir araya toplamaya başlarken bir yandan da yüzüme bakıyordu. Bu biraz tedirgin hissettirdiyse de savaşın tadını çıkartacağım için seviniyordum. Kartoplarım azalmıştı. İki elime de alıp Osman’ı engellemek için fırlattım. Bozuntuya vermedi ama avuçlarının arasındaki kütle büyüyordu. Saklandığım çalının arkasından çıktım. Yeniden cephane hazırlamam lazımdı. Siyah kabanına yapışan beyaz kar tanelerini silkelemek için bile durmuyordu rakibim.
Yumuşak bir kar kütlesinin yanına doğru koştururken korktuğum başıma geldi. Tam olarak başıma geldi çünkü Osman dağdan düşen çığ kadar ağır bir kütleyi kafama fırlattı. Yumuşak ve derin bölgeye geçtiğimi fark etmeden kara basınca da dengemi kaybedip beyaz örtüye serildim. Zaten annemin boynuma sardığı atkı yüzünden zor hareket ediyordum. Montum da kabaydı. Hal böyle olunca öğretmenin darbesinden kaçamadım. Kızlar hep bir ağızdan zafer çığlığı atınca boynumu kaldırıp baktım. Osman’ın yanına dizilmişler, intikamları alındığı için gülümsüyorlardı. “Hainler” diye mırıldandım.
Osman eserini izlemeyi bırakıp yanıma geldi. Elini uzattı kalkmama yardım etmek için. “Adil bir savaştı” dedi. “Ödeştik.” Bir kez daha kayıp düşmemek için siyah eldivenli elini tuttum. Benimkileri annem vermişti ve koyu yeşildiler. Ayağa kalktığım sırada Osman’ın yüzünde beliren barış gülümsemesine karşın ben haince sırıtıyordum. Bir omzunu tutup ayağına çelme taktım ve dengesini bozup düşmesine neden oldum.
“Şimdi ödeştik öğretmen.” Bu gün koca bir ekibe saldırı yapmak için epey hızlanmıştım. Şöyle bir zafer gülümsemesini hak ettiğimi düşünüyordum ama kızlar öğretmenlerini yerde bırakmadılar. Sırtımda minik kartoplarını hissedince arkama döndüm. “Savaşa devam!” diye bağırdım. Eğlence son hız devam etti. Kızların kahkahası bahçeyi dolduruyordu. Komşumuzun da duyduğuna emindim. Ama o yalnızca korku çığlıklarına tepki verirdi. Olsun, ona da teşekkürümüz sonsuzdu.
***
Kızlar yan yana çekyata dizilmiş, dizlerine de battaniye örtmüşler sıcak sütlerini içiyorlardı. Ben annemin yanındaydım. Osman tekli koltuktaydı. Burunlarımızın ucu kıpkırmızıydı. Öğle eğlencesinin tadı damağımızdaydı hâlâ. “Yarın da kayak yapalım” dedim. “Bizim yokuştan çok güzel kayılır. Kızak mı? Tabi kızağımız yok ama büyük poşetlere otururuz.”
“Bir yerinizi inciteceksiniz evladım” diye uyardı annem. Kızların ufacık olduğunu unutuyordum bazen. Ben pek çok kez kayak merkezine gitmiş, epey de eğlenmiştim. Onların da benim gibi heyecanlanacağını sanıyordum ama şartlarımızın tamamen farklı olduğunu unutuyordum. Haylazlığı sebebiyle uyarılan bir çocuk gibi sustuğumda Osman’ın bıyık altından güldüğünü fark ettim.
“Bir şey olmaz Gonca teyze, lütfen kayalım.” Elif yalvaran bir sesle konuştuğunda gülme sırası bendeydi. Gördün mü, manasında kaşlarımı kaldırdım. Sude de parmak kaldırdı heyecanla.
“Ben de kaymak istiyorum. Dikkat ederiz. Bir yerimiz acımaz.” Benzer sözleri diğer kızlardan duyunca gururla baktım hepsine.
“İşte benim muhteşem cesur ekibim” dedim coşkuyla. Annem herhangi bir itirazda bulunmayınca teklif kabul edilmiş oldu. Ayşe, sütünden bir yudum aldı ve Osman’a baktı.
“Öğretmenim, siz de gelin lütfen. Ben kaymayı bilmiyorum, Yağmur ablam öğretecek. Siz biliyor musunuz?” Arkadaşlarına baktı destek almak ister gibi. “Bilmiyorsanız size de öğretir Yağmur ablam. Bize bir sürü şey öğretti derste.” Kızlar da başlarını sallayıp onu onayladılar. Osman yerinde doğruldu.
“Ablanızın engin tecrübelerini sizinle paylaşması çok hoş kızlar. Ben kaymayı biliyorum. Hem kayak takımım, hem de afili bir kızağım var. Tabi ki yarın eğlencenize katılırım.” Kızlar bu bilgiden çok memnun oldular. Öğretmenlerinden detay almak için bir sürü soru sordular. Ben araya girmeden dinledim. Osman’a dair pek çok şeyi yeni öğreniyordum. Neleri sevdiğini, hobilerini bilmiyordum mesela. Benim kadar açık yaşamıyordu hayatını. Zamanının çoğunu kızlara ayırıyordu. Başka bir yaşamı yokmuş gibi görünse de kendince zevkleri vardı ve onu dinlemek hoştu.
Annem yatma saatinin geldiğini haber verene dek sohbet ettik. Sonra kızları yatırdık. Yarın için heyecanlı olsalar da yorgundular ve uyumaları gerekiyordu. Biz de üst kattaki ufak salonun ısıtıcısını kapatıp aşağı indik. Orası genelde kullanılmazdı, aşağıda dururduk ama bu gece zevkli olmuştu oturmak. Osman eve gitmek için montunu giyinirken pencereden dışarı baktım.
“Yağış devam ediyor” dedim. “Dikkatli ol.” Bir iç geçirip yanıma geldi. Sokak lambasının sarı ışığı altında hızla yerdekilere kavuşmaya çalışan kar tanelerine baktı.
“Sence kurtlar beni yer mi?” Bunu öyle mahzun sormuştu ki ciddiyetle yüzüne baktım bir an.
“Kafalarına kartopu atıp yere yıkarsın ve sonra da kaçarsın” dedim korku hikâyesi anlatır gibi. “Ama hızlı olman lazım, var gücünle koş. Aksi halde…” Başımı iki yana salladım.
“Eh ne yapalım. Mezar taşıma, kahramanca öldü yazın bari.”
“Olmaz, kurtların da bir onuru var. Dağ gibi adamı yıkmışlar, haklarını yiyemem.” Bu cevap Osman’ı memnun etmedi.
“Ama onlar beni yiyecek” dedi huysuzca. Geri çekilip yüzüne baktım. Bu kadar gergin hikâye yeterliydi. Kimsenin zarar görmesine gerek yoktu. Aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını çattı. “Dağ gibi miyim gerçekten?” Omuzlarını dikleştirip başını geri çekerek kendini görmeye çalıştı. “Sadece bunu yaz olur mu? Dağ gibiydi yaz. Babam çok gururlanır.”
“Tamam” dedim. “Kocamandı yazacağım. Bir de kurtlardan korkardı.”
“Ama sen de köpeklerden korkuyorsun.”
“Osman hadi evine git…”
***
Kahvaltıda epey kalabalıktık. Firuze teyze, Nil ve Osman gelmişti. Ruşen teyze de bizimle olmak istemişti ama annesi bu karda dışarı çıkamazdı. Herkes oturduğunda ben son olarak peynir tabaklarını masanın iki yanına koydum. Her şey tamamdı. Melek abla kızların tabağına birer tane haşlanmış yumurta koydu. Sütleri ılıktı. Firuze teyze de sıcak börek getirmişti. İnsanın iştahını açan bir sofradaydık. Kilo alıyordum üstelik. Bunu durdurmam gerektiğini de biliyordum ama duramıyordum.
“İyi doyurun karnınızı. Enerjiye ihtiyacınız olacak” diye uyardım kızları. Ne demek istediğimi anladıklarında yumurtadan pek hoşlanmayan Ayşe bile yemeğe odaklandı. Çayıma şeker koyup karıştırırken telefonum çaldı. Uzun zamandır melodisini duymadığım için benim olduğunu anlamam uzun sürdü. Osman’ın arkasındaki plastik sebzeliğin üstüne koymuştum. Uzatmasını rica ettim. Oğuz Bakırcıoğlu mu arıyordu acaba? Öğretmen, benden önce gördü arayanı. Kaşlarını çatar gibi olduğunda içime bir sıkıntı düştü. Hızlıca telefonu alıp ekrandaki yazıyı okuduğumda şaşırdım.
“Hayırdır bu saatte?” diye mırıldandım.
“Bir aksilik mi var Yağmur? Kimmiş?” Aramayı sonlandırıp yerimden kalktım.
“Sorun olduğunu sanmıyorum anne, şaşırdım sadece. Bizim arkadaşlardan biri. Ben bir cevap verip geleyim.” Kapıya doğru bir iki adım atmıştım ki yeniden çaldı telefon. “Sabırsız” diye söylendim ve açma tuşuna bastım. “Alo, Bora?”
“Nihayet, neredesin sen ya? Arayıp sormuyorsun anladık da, biz aradığımızda aç bari.” Hiç değişmeyen rahat tondaki sesi bir an yabancı geldi kulağıma. En son geçen yıl görüşmüştük. Bora’nın ablasıyla arkadaştık. Kayak yapmaya giderken Bora da bizimle gelmişti. Daha doğrusu bizim ekibe kayak merkezi organizasyonunu ayarlayan oydu. Kendisi de arkadaşlarıyla yakındaki bir otelde kalmıştı.
“Sana da günaydın” dedim koridora çıkarken. “Hayırdır bu saatte? Tedirgin olmalı mıyım aradığın için?”
“Hayır, mutlu olmalısın. Geçen yılki ekiple toplanıp kayak yapmaya gidelim diyoruz. Sen de Sakarya’daymışsın. Kartepe’de buluşalım bu gün.” Geçen yıl epey eğlenmiştik, hatırlıyordum ama böyle ani bir plana verilecek olumlu cevabım yoktu.
“Siz Sakarya’da olduğumu nereden öğrendiniz?”
“Aras’tan. Onu da aradık ama yurt dışındaymış. E geliyorsun değil mi? Olumsuz cevap duymak istemiyorum. Çok eğleniriz Yağmur. Ablam da gelecek, iyi anlaşıyordunuz siz.” Bora benden iki yaş küçüktü. Ama yerinde duramayan maceraperest bir yapısı vardı. Babası da zengindi. Elinin altındaydı her imkân. Böyle olunca istediği etkinliğe katılır, yaşça büyük olanlar da onun varlığını sorgulamazdı. Hatta geldiği için mutlu olurlardı. Umursamaz, rahat, kaldığı yerin konforundan faydalanan biriydi. Çevresindekiler de ondan faydalanırdı.
Söylediği gibi ben ablasıyla arkadaştım. Bora’nın parası aklımın ucundan geçmezdi. Zaten Oğuz Bakırcıoğlu maddi anlamda güçlü bir adamdı ve benimle paylaşmaktan hiç çekinmemişti. Benim düzenli bir işim yoktu. Yine de şirket toplantılarında veya yurt dışından gelen ortakları ağırlarken tercümanlık yapıyordum ve bu şekilde kazanç elde etmek iyi hissettiriyordu. Resmi işleri sevmiyordum. Ama teklif edildiğinde reddetmiyordum ve üstüme düşen vazifeyi en güzel haliyle yerine getiriyordum. Seyahat, aktiviteler maddi imkân isteyen şeylerdi. Sırtımı evlatlık olduğum aileye dayamıyordum bütünüyle. İsteklerimi elde etmek için çabalıyordum.
“Hayır” dedim fazla düşünme gereği duymayarak. “Şu sıralar meşgulüm. Başka bir etkinliğe katılamam. Size iyi eğlenceler. Ablana da selam söyle.” Teklifini reddetmemden memnun olmadı. Bir sürü soru sordu, ikna etmeye çalıştı ama başaramadı. Göktepe’den ayrılmak istemiyordum. Sevmek mahremdir, demişti annem. Burası mahremimdi. Kızları Bora gibi biriyle tanıştırmak istemezdim mesela. Hassaslıktan yoksun olan bir karakterle karşılaştıramazdım onları.
Geçen yıla ait anıları geride bırakmıştım. Yeni bir ekibim vardı ve ne el ne göz değsin istiyordum onlara. Osman gibi iyi kalpli, merhametli birinin olgunluğu dururken karşımda geçmişimdeki bazı insanlardan rahatsızlık duyuyordum. Bora’nın ses tonundan anlaşılıyordu yeni kararlarımı önemsemediği. Aras beni rahatsız etmemesi için biraz durumumdan bahsetmiş telefon konuşmasında. Ama karşısındakinin anlayışlı ve ince biri olmadığını unutmuştu herhalde. Eğlendiğimiz kadar vardık Bora’nın hayatında. Bu gün itibarıyla çıkmış oldum. Kaybetmiş hissetmiyordum. Yüzümde yaptığım tercihten dolayı memnun bir gülümsemeyle sofraya oturdum.
“Aras abi mi?” diye sordu Zümra. Soldu gülümsemem. Kızların Aras’la tanışmak istediğini biliyordum. Onları anlıyordum da. Çikolatayla kendini sevdirmiş, benim de anlattığım güzel hikâyelerle meraklarını uyandırdığım biriydi. Ama gelmeyecekti. Ben hazır değildim. Anneme baktım göz ucuyla. Biri daha vardı bu masada, sırrımı paylaşan. Onunla göz göze gelmeye cesaretim yoktu. Bana baktığını biliyordum. Soğumuş çayımdan tatsız bir yudum aldım.
Ayşe arkadaşının kulağına yaklaşıp “Bora, dedi ya” diye fısıldadı. Ama öyle sessizdik ki hepimiz, duyulmuştu sözleri.
“Evet” dedim kendimi toplayarak. “Bora, benim arkadaşım. Maceraperest bir kişiliği vardır. Sürekli bir şeyler yapmak ister. Bu gün de bir kayak tesisine gitmeyi teklif etti. Ablasıyla da iyi anlaşırız. O da gelecek. Geçen yılki gibi bir organizasyon düzenlemiş. Beni çağırmak için aramış.” Kızların nefesini tutup vereceğim cevabı beklediklerini görünce başka bir ihtimal düşünmelerine hayret ettim. Osman’a baktım gayriihtiyari. O da çatalını avcunun içine almış yüzüme bakıyordu. “E reddettim tabi. Benim daha sağlam bir ekibim var, dedim.”
Tercihim kendim için olduğu kadar kızlar için de önemliydi. Elif yerinden kalkıp boynuma sarıldı. Arkasından Aysima geldi. Tabağında yemek varken başka şeyle ilgilenmeyen bir kız bunu yapıyorsa, gerçekten duygulandığına inanabilirdim. Sude olgun bir hareketle başını sallayıp “çok güzel bir tercih bu Yağmur abla” dedi.
“Sizler tarafından takdir görmek benim için de hoş” diye karşılık verdim mahcup bir gülümsemeyle. Böyle mutlu bir günde duygusal konuşma yapmaya niyetim yoktu aslında ama içimden birkaç söz söylemek geldi. “Siz benim ailemsiniz kızlar” dedim. “Sizinle samimi, hoş vakit geçiriyorum. Paylaşmayı öğreniyorum. Güvenmeyi, sevmeyi tadıyorum yeniden.” Gözlerim lafımı dinlemeyip Osman’a kaydıysa da bir an, katı bir otoriteyle minik tebessümlere çevirdim onları. “Yanında en çok eğlendiğim, güldüğüm, sevindiğim insanlar sizlersiniz. Benim için kıymetlisiniz.” Diğerlerini gösterdim ufak bir el işaretiyle. “Hepiniz… Göktepe hayatımın en özel anlarını saklıyormuş sinesinde. Nasibimde buraya dönmek varmış, bu yüzden o kadar çok şükrediyorum ki. Hiç tanımamış olsaydım sizi…” Anneme baktım bu sefer.
“Kocaman, eksik bir hayatım olacaktı. Hiç dolmayacaktı boşluğum. Sizlerden mahrum kalacaktım. Sizin ne kadar değerli ve samimi insanlar olduğunuzu söylemekten çekinmeyeceğim. İyi ki kesişti yollarımız. İyi ki bu gün bu sofrada birlikteyiz. Hislerimi ancak bu kadar anlatabileceğim sanırım. Lafı dolandırmadan, içi dolu sözlere sığdıracağım sevgimi. Hepinizi gerçekten çok sevdim.” Ne zamandır yanlarındaydım, ilk kez böylesine açıkça duygularımı ifade ediyordum. Hepsi de yüzlerinde bir tebessümle beni dinliyordu. Annem haklıydı belki de. Bu sevgi sözleri kalp atışımı hızlandırmış, yanaklarımı kızartmıştı. Anlatmak kolay değildi. Kalbi ortaya sermekti doğrudan.
Kızlardan, annemden, Nil’den veya Firuze teyzeden bir cevap duysam gülümser geçerdim. Fakat Osman hazırlıksız yakaladı beni. “Ben de…” dedi. Sonra saçma bir şey söylemiş gibi toparlandı. Tüm gözler ona çevrilince dikleştirdi omuzlarını. Boğazını temizledi. “Yani biz de sana karşı aynı duyguları besliyoruz. İyi ki bizimlesin.” Resmi bir konuşma yaparcasına özenle seçtiği kelimelerinden oluşan konuşması kısa sürdü. Sonra başını eğip çatalına bir sürü peynir batırdı ve hepsini ağzına atıp çiğnemeye başladı. Ne ben sevmediğim insanlar için yalancı, samimiyetsiz bir konuşma yapardım ne Osman buna karşılık verirdi. Hislerime gerçek karşılıklar bulmak annemin yanında uyumak kadar güvenliydi.
***
Gün boyu o kadar çok eğlenmiştik ki geçen saatlerin farkına varamamıştık. Eve döndüğümüzde hava kararıyordu. Hasta olmalarından korkup kızların üstünü bir an önce değiştirdiler. Sıcak çorbalar içildi, battaniyeler ve hırkalar sahiplerini buldu. Benim aklım hâlâ yapamadıklarımdaydı. Osman’ın kayak takımını kullanmıştım. Kızları kızağa bindirmiştik. Komşumuzu epey rahatsız ettiğimize de emindim. Ama bir daha ne zaman böyle güzel bir fırsat geçecekti ki elime!
Çorbama bol bol limon sıkan annem bakışlarıyla çabuk içmemi tembihledi. Hasta olmayayım diye bir sürü uyarı yapıyordu. Düşünülmek güzeldi ama endişelenecek hiçbir şey yoktu. “Hep böyle kıpır kıpır mıydın sen?” diye sordu yalnız kaldığımızda.
“Müsait zemin bulduğumda” dedim. “Tabi bu gün daha canlı olduğumu itiraf edebilirim. Uzun zamandır farklı bir şey yapmamıştım. Herhangi bir spor ya da etkinlik yoktu programımda. Şu birkaç gün epey iyi geldi. Kontrolü kaybettim sanırım.” Güldüm ellerimi hırkamın ceplerine koyarken. Yuvada, üst kattaki salondaydık. Kızlar uyumuştu. Benim de uykum vardı aslında ama oda sıcacıktı. Perdeyi açmıştık. İnce ince yağan karı seyrediyorduk pencereden. Bir annem, bir ben… Uykuya feda edilemeyecek güzel anlardan birindeydik.
“Hiç sıkılmayacak mısın burada?”
“Nasıl yani?”
“Ne bileyim, kar eriyecek. Bahar gelecek, yaz güneşini göreceğiz. Gördün Göktepe’yi. Eski hayatında sana verilen imkânların hiçbirini sağlayamayız burada. Sürekli bağdaş kurup kutu oyunu oynayacak bir fıtratın da yok, bunu görebiliyorum. Arkadaşların arayacak bu gün olduğu gibi. Sen de gitmek isteyeceksin belki. Ve tüm bunlar çok normal. Yargıladığımı sanma. Sadece anlamaya çalışıyorum. Bir gün burası sana dar gelirse, gitmek istersen…” Ne yaptıysa da cümlesinin sonunu getiremedi. Sonra buruk bir gülümsemeyle baktı gözlerime.
Yerimden kalkıp yanına oturdum. Annemde teselli bulduğum pek çok an oluyordu. Ama unutmamak gerekirdi, o evladının yokluğuyla sınanmış bir kadındı ve içinde hâlâ kaybetme korkusu vardı. Sızlayan, izi kalan yaralarla yaşamaya çalışıyorduk biz. Ellerini tuttum sıkıca. Dizinin dibindeydim şimdi. “Çoğu zaman arayışlarıma eğlence dedim ben. Üstüme geldi dört duvar, bir dağa tırmandım. Öfke vurdu başıma, topa vurdum. Kabıma sığamadım, dörtnala at koşturdum. Anlıyorsun ya, eksik yanlarımı güzel anlarla örtmeye çalıştım. Ama artık arayanlardan değilim. Buldum ben anne. Seni, gerçeğimi, hikâyemi ve kimliğimi buldum. Artık yersiz yurtsuz hissetmiyorum. Evet, pek alışkın değilim aynı yerde uzun süre durmaya. Belki bir gün birlikte seyahate çıkarız. Yazın çevredeki eğlenceli mekânları keşfederiz. Bunun umutsuzluğunu yaşamıyorum hiç.
Her şeyden önce ihtiyacım olan, beynimi kemiren şüphelerden kurtulmaktı. Sonra dinlenmeliydim. Vardığım yerin kapısında yaralıydım, soluk soluğaydım. Biraz nefes almalıydım. Ardından tanımalıydım sizi. Sevmeliydim tüm kalbimle. Ve inan tüm bunlar öyle büyük maceralardı ki benim için, başka şeyleri gözüm aramadı. Bu gün Bora çağırdığında gitmek istemedim. Kızların neşeli kahkahalarından mahrum kalmaktan korktum. Senin bakışların titriyor uzak kalma ihtimalimize karşın. Ben de aynı dertten mustaribim. Ama endişelenme artık. Seni temin ederim. Dünyada pek çok güzel şeyin tadına baktım. Hiçbiri seninle yan yana oturmaktan kıymetli değil.”
“Güzel kızım benim, güzel Yağmur’um. Ah ben seni nasıl seviyorum, gün geçtikçe nasıl bağlanıyorum bir bilsen…”
***
Güneş defalarca gösterdi kendini, dünya arkasını döndü vakitlice. Pek çok şey oldu. Elif’in babası ve yanındaki iki kişi hapse atıldı. Karlar eriyince Efe geldi. Oğuz Bakırcıoğlu da uğradı birkaç kez. Ufak, imalı bir bakışla Aras’ın Türkiye’ye dönmeyi düşünmediğini de söyledi laf arasında. Seher teyzeye selam gönderdim buna karşılık. Bir gün ziyarete gideceğime söz verdim.
Yuvada geçirdiğim zamana karşılık ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar maaş alıyordum. Bir bakıma rahatlatıcıydı çünkü annemden para isteyemiyordum. Belki de bunu fark ettiği için resmi evrakları önüme koyup imzalamamı istemişti. Nil, doktordan çok sık bahseder oldu. Göktepe halkının çok sevdiği Fırat da bir kişiyi ayrıca seviyor gibi görünüyordu. Annem böyle özel meseleleri dillendirmese de ben yeni bilgi almaktan çekinmiyordum.
Kızlar güvende olduğu için Osman daha rahattı. Bunu yanımdayken sıkça dile getiriyordu. Onunla sohbet etmekten keyif alıyordum. Bazen geçen zamanı fark etmeyince hayal kırıklığına uğruyordum. Arkasından bakarken de böyle hissettiğim için utanıyordum. Günler geçtikçe bir sele kapıldığımı daha net görebiliyordum. Geç uyanacağım tatlı rüyalara dalmaktan da kendimi alıkoyamıyordum. Dostluk diyordum adına. Daha başka diye fısıldayan kalbimi azarlıyordum. Ki ben ne zaman sol yanımdakini dinlesem yalpalardım. Mantığa ihtiyacım vardı.
O da diyordu ki bu sefer; Yağmur, sen daha önce böyle hissetmedin. Böyle ince, merhametle, merakla bazen endişeyle ama en çok da sevgiyle yaklaşmadın kimseye. Dostluk tatmadığın lezzet değil, arkadaşlıktan öte bir yolun var Osman’a. Ya ismini koy. İnkâr edip kimseyi yorma. Ya reddet büyük bir kararlılıkla, bir daha asla arkana bakma. İki ihtimale de cesaretim yoktu. Bazen kayıtsız davranmayı, Osman’ı sıradan bir arkadaş gibi görmeyi deniyordum.
Sonra bir hoş bakışı, bir samimi tebessümü sarsıyordu dengeleri. Ve gün sonunda korkuyordum. Ona gitmekten de, ondan gitmekten de. Kendimle ufak adımlarla yüzleşiyordum. Her seferinde yeni bir parıltı keşfediyordum içimde. Kaçamayacağım, görmezden gelemeyeceğim kadar büyümesinden korktuğum hislerin mutlu mesut yaşadığına şahit oluyordum. Konuşulacak kadar göze batmasınlar diye tembihliyordum hepsini. Acayipti, insan beden ölçüsünü bilir rahatça kıyafet alırdı ama şu sol yanındakinin bir kalıbı yoktu, en azından birinin içeri girmesine müsaade edene kadar.
Bir yanım böyle dalgalı ve karmaşıkken de geçti günler. Gece birkaç saat uykumdan feda ettim düşünmek için. Ama gün içinde kendimle barışık, kızlarla mutluydum. Öğretmene bir şey sezdirmediğime de emindim. İçimden geldiği gibi kibar, eğlenceli ve sevecen davranıyordum yine. Çünkü o da öyleydi. Ben kendimi ürkütüyorum diye bir anda değişmem daha fazla dikkat çekeceğinden farklı hiçbir şey olmuyor gibi devam ediyordu hayat.
Hâkim amca hapisten çıktı. Göktepe’ye döndüğünde şenlik başladı. Ne çok seveni varmış meğer. Firuze teyze kendini tutmaya çalışsa da gözyaşlarına hâkim olamadı. Neşeli kalabalık dağılınca bahçede karşı karşıya geldiler. Artık fotoğraflardaki kadar heybetli ve genç değildi Hâkim amca. Ama Firuze teyze ona ilk kez karşılaşmış da yüreğine sevgisinin ateşi düşmüş gibi baktı. Bu dakikadan sonra aile mahremiyeti açısından orada durmamak lazımdı. Ben ve yanımdaki birkaç kişi çıktık. Kendimi tutamayıp geriye baktığım bir an, sevenlerin kavuştuğunu gördüm. Birkaç damla firar ettiyse de gözümden, bu mutlu gün hatırına sırada bekleyen gözyaşlarını durdurdum.
Osman’ın neşesine diyecek yoktu. Şimdi daha bir dik yürüyordu Göktepe’de. Yüzünde yine o ciddi ve vakur ifade vardı. Ama mutlu olduğunu, gönlündeki ferahlığı gözlerine bakan anlardı. Göktepe’de pek çok kayıp vermişti insanlar. Çokça hasrete tanık olmuştu yollar. Ölenler, gidenler ve kaybolanlara rağmen bu sene bir anne yavrusuna, bir çocuk da babasına kavuşmuştu. Belki balkonda çamaşır asan bir teyze yüzümde her an peyda olan gülümsemelere pek bir anlam veremezdi. Fakat benim için öyle kıymetliydi ki. Basit görünen eylemlerin, dile dolanmış hoş kelimelerin anlamını yaşatarak dolu dolu söylemek coşku kavramıyla da yeniden tanıştırıyordu beni.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |