Güneşli bir ikindi vaktinde mutfakta oturmuş meyve suyu içiyorduk. Kızlar etütten çıkmıştı. Oyun oynamadan önce dinlenmek ve sohbet etmek istediler. Osman da bu arada erkek çocuklarına bir futbol turnuvası düzenleyeceğini söyledi. Geçen yıl da yapmışlar, epey heyecanlı bir süreçmiş. Ve çok da eğlenceliymiş. Kızlar, bu hususta Osman’a pek katılmıyorlardı gerçi. Ama olumsuz bir cümle duymadım ağızlarından. Derslerinin hafifleyeceğine seviniyorlardı muhtemelen.
“Biz de voleybol turnuvası yapalım kızlarla” dedim aklıma gelen fikirle. Değişik bir deneyim olurdu. Kızlar da çok eğlenirdi. Osman da dahil hepsi kısa bir an yüzüme baktılar. İlgilerini çekebildiğim için memnundum. “Sınıf arkadaşlarınıza da haber veririz. Takım kurarız. Epey eğlenceli olur.”
“Oynamayı bilmiyoruz ki” diye yanıt verdi Zümra. Diğer kızlar da başlarını sallayarak onu onayladı. Bu dert edilecek en son şeydi. Karşılarında muhteşem bir takım kaptanı adayı vardı. Kendimden emin bir ifadeyle gülümsedim ve ayağa kalktım. Eski hareketli günlerimden kalan bir enerjiyle oturduğum yerden oyunun püf noktalarını tarif edemeyeceğimi düşünerek tezgâhın önündeki geniş alana geçtim.
“Ben size öğretirim çocuklar. Topa vurmayı bilin yeter…” Ben ilk voleybol oynamaya başladığımda spor hocamız böyle söylemişti ve gülmüştük. Oysa koldaki kuvvet merkezini yönetmek, parmak uçlarını vuruşa hazırlayabilmek gibi ufak detaylar en temel ve en lazım olan bilgilerdi. Öğrendikçe ciddileşmiştik. Kızlara da detayları göstermek için hayali bir topu havaya attım. Ellerimi havaya kaldırıyor, kızlara parmak uçlarımı, avuç içlerimi gösteriyordum. Ben kafamda başlattığım maçı bir dakikadan uzun süre devam ettirirken onlar gülerek beni seyrediyordu.
En sonunda tek kişilik maçı kazandım ve bir elimi yumruk yaparak havaya kaldırdım. “Şampiyon!” diye bağırırken diğer elimle de içi su dolu sürahiyi kaldırdım. Bu yanlış bir hareketti çünkü yüzüme su döktüm. Takım kaptanlığı adına onurumu zedeleyen bu hareketin görmezden gelinmesini isterdim. Acımasızca güldüler, Osman bile… Saçlarımı geriye atıp dik duruşumu bozmadan yerime geçtim. Nefes nefese kalmıştım. Ne vardı kendini bu kadar yoracak? İç sesimin sitemine yanıt veremedim. Kaptırmıştım kendimi, anlamadan.
Meyve suyumdan birkaç yudum alıp kızlara baktım beklentiyle. Eğleniyorlardı hâlâ ıslak olan yüzüme bakıp. Tişörtümün üstüne giydiğim ince, bol gömleğin koluyla ıslaklığı kuruladım. Artık pasaklı olduğumu kabul etme zamanım gelmişti. “E ne diyorsunuz kızlar? Var mısınız voleybol turnuvası yapmaya?” Açıkçası umutluydum ve olumlu yanıt vermelerini bekliyordum. İçten ve doğal bir anlatımla püf noktaları gözler önüne sermiştim.
Fakat hepsi aynı anda olumsuz anlamda başını salladı. “Bize göre bir oyun değil, istemiyoruz” dediler.
“Ama niye?” diye sızlandım elimde olmadan. Sonra kısa bir an nefesimi tutup, hür iradeleriyle özgürce fikirlerini paylaşan çocuklara ısrar edemeyeceğimi kendime hatırlattım. Ben seviyorum diye onlar da sevmek zorunda değildi. “Peki, saygı duyarım” dedim gülümseyerek. Osman’a yan bir bakış attım. Aslında yetişkinlere uygun bir cevap verip vermediğimi sorguluyordum. Anlamış olacak ki ufak bir tebessümle başını salladı. Neşem yerindeydi.
“İp atlayalım” diyerek ayağa kalkan Ayşe’yi takip etti kızlar. Evet, bu da eğlenceli bir aktiviteydi. Daha gürültüsüz ve rekabeti azdı tabi. Arkalarından bakmakla yetindim. Boş bardaklar kalmıştı masada. Bir de Osman vardı mutfakta. Son günlerde, yani benim içimdeki karmaşanın kendini belli ettiği zaman diliminde, öğretmenle yalnızca toplum içinde oturuyordum. Yalnız kalmıyorduk, yürüyüşe çıkmıyorduk, evine gerçekleştirdiğim ziyaretlerimi azaltmıştım. Genelde kızların programı hakkında konuşuyorduk. Kendi tercihimdi. Ne göze batıyordum, ne önlenemez duyguların esiri oluyordum. Osman’a gerçekten değer veriyordum. Onu kaybetmek en son isteyeceğim şeydi. Burada çok güzel bir düzen vardı. Herkes vazifesinin başındaydı. Kafa karıştıran kelimeler dökülmeyecekti dudaklarımdan. Aras’ın yaptığını yapmayacaktım. Bazı geceler, kanımın son damlasına kadar bunun için savaşabileceğimi düşünerek farkında olmadan yumruklarımı sıkıyordum.
Beyaz mutfak dolaplarına bakındım. Öğretmen de sessizdi benim gibi. Aslında çok şey konuşabilecek biriydim ama ne aklıma bir konu geliyordu, ne kelimelerim hazırdı. Bir dakikayı aşan gergin sessizlikten sonra Osman ellerini masanın üzerinde birleştirdi. “Bozuldun sanki sen?” Zihnimin içinde çarpışan bin türlü mesele vardı. Benim aklımı karıştıran mevzular başkaydı. Öğretmen, kızların gidişinden söz ediyordu. Alayla güldüm. Bir açıdan da rahattım. Hâlâ saklanabiliyordum.
“Ben fikirlere saygı duymasını bilen biriyim.”
“Biliyorum… Ama çok hevesli gözüküyordun. Voleybol oynamak mı istiyorsun?” Sesinde en ufak bir ima bile yoktu. Sahiden merak ediyordu. Aslında bazı hobilerimi özlüyordum ve arada yükselen heyecanımla bunu belli ediyordum. Osman gibi derin bakabilenler anlıyordu beni.
“Eğlenceli olabilirdi” dedim fazla hevesli görünmemeye çalışarak. Sonra derin bir nefes aldım. “Aslında hareketi seviyorum. Havalar da ısınıyor. Burada… Yani Göktepe’de pek çok etkinlik yapılabilir. Alan da müsait... Kızları teşvik etmek isteyişim de bundan. Biraz da kendi heveslerimi dillendiriyorum sanki.” Sessizce beni dinliyordu. Buradan ayrılmak, bir kez daha herhangi bir sebepten ötürü annemden uzak düşmek istemiyordum. Sorumluluklarımla, kızlarla mutluydum. Alışkanlıktan ve hareketi sevmemden olsa gerek, aklım biraz da yapamadıklarımda kalıyordu sadece. Gerçekten uzun sayılacak bir süre boyunca bu hislerimden kimseye bahsetmediysem de Osman, hep anlar gibi bakınca içimi dökmekte mahsur görmedim.
“Hak veriyorum sana” dedi düşünceli bakışlar eşliğinde. Basit ve konuşmayı sonlandıran bir cümleydi ama benim için yeterliydi. Anlayıştan fazlasını talep etmiyordum zaten. “Ben kalkayım o zaman… Babamla yapacak işlerimiz vardı.” Ayağa kalktı, masadaki bardakları tezgâhın üstüne koydu. Elini süngere attığında durdurdum onu.
“Hallederim” dedim. “Sen bırak.” Kollarını sıvamıştı ki teklifim imdadına yetişti. Melek abla yoktu bu gün. Zaten birkaç bardaktı, yıkardım.
“Görüşürüz o zaman.”
“Görüşürüz Osman.”
***
Elimde sıcak ekmeklerle fırından çıktım. Temiz havayı içime çektim. Hafif rüzgârlar esiyor, baharın gelişini müjdeleyen berrak gökten bembeyaz bulutlar geçiyordu. Eğer kızlar kahvaltı için beni bekliyor olmasaydı, uzun bir yürüyüş yapardım. Üstümde gri renkli bir eşofman takımı, ayağımda spor ayakkabılar vardı. Sabah sporu yaptığım günleri anımsadım. Derin bir nefes aldım geniş sokakta yürümeye başladığımda. “Artık daha tembelim” diye mırıldandım. “Egzersiz yapmıyorum ve sürekli anne yemeği yiyorum.” Bu gerçek yüzümü gülümsetti. Bir kısmı çukurlaşmış, çatlamış yolu seyrederken gözümün önünde en mutlu anlarım geziyordu. Yanımdan geçen birkaç teyzenin selamını aldım. Artık Göktepe’de iyice tanınıyordum.
Temel ihtiyaçların temin edildiği ufak bakkal sokağın sonundaydı. Kepengin demirine asılmış birkaç renkli topu geçip sola döndüm. O sıra Osman çıktı karşıma. Yalnız değildi. Daha önce tanışmadığımız genç bir kız yanındaydı. Selamlaşmamız gerekirdi ama aniden tüm motor becerilerimi durduran bir şaşkınlığın esiri oldum. Elimde ekmeklerle, her gün gördüğüm öğretmenin karşısında öylece kaldım. O benim aksime gülümseyebildi.
“Yağmur…” dedi keyifli bir sesle. “Günaydın.”
“Günaydın Osman” diye cevap verdim kendime gelince. Elimde olmadan yanındaki kıza bakıyordum. Osman bir adım geri çekilip bizi tanıştırdı.
“Gamze, Yağmur benim en iyi dostum.” Dostum… Evet, öyleydik. Dikkatimi kıza vermeye çalıştım, omuzlarım düşmemeliydi. Adı Gamze’ymiş. Osman’ın ortaokul arkadaşıymış. Normalde İstanbul’da yaşıyormuş. Ailesini görmeye gelince Osman’ı da ziyaret etmek istemiş. Tüm bu detayları manasız bir sıkılganlıkla dinledim. Dışarıdan bakan biri gereksiz bir soğukluğun üstüme çöktüğünü savunabilirdi. Ben de aynısını düşünüyordum. Herhalde sabah sabah yabancı biriyle tanışmak bünyemde aksi etki yapmıştı. Geldiğimden beri kabuğumda yaşıyordum. Birileriyle tanışmayı unutmuş olmalıydım.
“Ben gideyim artık” dedim. “Kızlar kahvaltıya bekler.” Hafta sonu olduğu için kahvaltıyı geç edecektik. Bir de burada oyalanmak istemiyordum. “Size de keyifli vakitler dilerim.” Yalancı! Gamze elini uzattı ve tanıştığına memnun olduğunu söyledi. Kibar hamlesine karşılık verdim. Siyah saçlı, beyaz tenli bir kızdı. Hemen hemen aynı boydaydık. Güzeldi de. Temiz havanın tadına varanların neşesi vardı yüzünde. Çocukluk arkadaşına da epey sevgi dolu gözlerle bakıyordu. İnsanın geçmişine dair hoş anılar bulması ve bunu yeniden yaşatması muhteşem bir şeydi tabi. Sol yanımdan da kalkmamıştım ama sebebini bulamadığım bir huzursuzluğun canımı sıktığını itiraf edebilirdim.
“Gamze’yle biraz yürüdükten sonra kızları görmeye geleceğiz” dedi Osman. “Gamze, Gonca ablayı tanıyor. Onu da ziyaret etmek istedi.” Bu gün bir yere gitme planımız yoktu. Yuva oradaydı işte, her gün olduğu gibi gelirdi, giderdi. Haber vermesini, belki de nezaketle misafir ağırlamaya engel teşkil edecek bir durum olup olmadığını öğrenmek istemesini bile eleştirdiğimi fark edince ayaklarıma kaçmak için komut verdim.
“Edin tabi…” diye mırıldandım. Zoraki bir gülümsemeyle Gamze’ye baktım. “Herkes çok memnun olur.” Osman hâlâ tebessüm ediyordu. Hayat boyu hep mutlu olmasını istediğim adamın şu tavrına sinirleneceğim aklıma gelmezdi. Sonra onlar yürümeye devam etti. Ben de yola koyuldum. Tam üç kere, tüm irademi masaya koymama rağmen, tam üç kere arkama baktım. Eve varana kadar kendimi defalarca azarladım.
Mutfağa girdiğimde yüzüm kıpkırmızıydı. Hem ayna, hem annem söyledi bunu. Ekmekleri verdim, sandalyeme oturdum. Kızlar gülüşerek sohbet ediyorlardı. Biraz kulak kabarttım mevzuya, belki dikkatim dağılır diye. Osman öğretmenin sınıfta anlattığı fıkradan bahsediyorlardı. Umutsuzca omuzlarımı düşürdüm. Kaçamıyordum, ne yana baksam Osman’ı görüyordum. Melek ablanın tabağımıza krep koymasını bekledim. Annem sofranın başına oturmuştu. Ben de solunda, pencerenin önündeki sandalyedeydim. Hafifçe yanaştı.
“Bir şeyin mi var güzel kızım?” diye sordu. Beni bilinmez ve tarifsiz duyguların pençesine atan her neyse ona bir kez daha kızdım. Ne cevap verecektim anneme? Daha yarım saat önce gülerek çıkmıştım evden. Karışmak istemem ama kendini toplaman gerekiyor artık. Ortada bir durum yokken gülünç duruma düşüyorsun. İçimde yankılanan bu uyarı sebebiyle irkildim. Haklıydı… Çarpık bir gülümseme kondurdum dudağıma.
“Niye sordun ki?” dedim omuz silkerek. “İyiyim ben…” Tabağıma peynir ve zeytin aldım. Annem gözlerini üstümden çekene dek ona bakmadım. O öyle sessiz ve kabullenmiş gözükürdü ama aklından türlü düşünceler geçerdi. Biri benim zihnimdekiyle uyuşan bir ihtimalse, yandığımın resmiydi. Kimseden değil, kendimden korkuyordum en çok. Sınırlarını aşmaya çalışan ve içimde büyüyen hisleri yargılıyordum. Dizginliyordum ve bunu yapmak zorunda olduğumu biliyordum.
Bir müddet sessiz kaldıktan sonra misafirimiz olduğunu söyledim. “Osman’ın okul arkadaşı gelecekmiş kızları görmeye. Fırından çıktığımda karşılaştık.” Anneme baktım. “Ayrıca seni de ziyaret etmek istiyormuş. Birbirinizi tanıyormuşsunuz. Adı Gamze…” Annemin yüzü aydınlandı birden. “Sevdiğin biri herhalde” dedim uysal sayılmayacak bir tonda. Sorgular bir tavır takındığımı fark edince ifademi yumuşatmaya çalıştım. “Adını duyunca mutlu oldun da…”
“Severim Gamze’yi. Uzun zamandır görüşmüyoruz ama önceden çok gelirdi Göktepe’ye. Osman’ın yakın arkadaşlarından biriydi. Özellikle hafta sonu bir arada vakit geçirirlerdi.” Yüzündeki samimi gülümsemeye karşılık veremiyordum. Öylece başımı salladım. Arkadaşlık güzel şeydi tabi. Benim de vardı bir sürü. Çok mu yakınlardı?
“Ne güzel…” diye mırıldandım. Kahvaltıma odaklanmak istiyordum. Ama annem sohbeti sonlandırmadı.
“Çok hoş bir kız. Ailesi de nezih insanlar. Aynı zamanda güzel ve akıllı.” Gamze’yi tüm bu iyi özellikleri için tebrik etmek gerekiyordu herhalde. Peki, karar makamı ben miydim? Tabi ki hayır. Duymak istiyor muydum? Kesinlikle hayır. Fakat sofrada sohbetin gidişatından memnun olan biri vardı. Annemin sağ tarafına oturan Melek abla kızlar duymasın diye öne doğru eğildi.
“Gonca hanım, madem bu kız senin anlattığın gibi hem akıllı, hem güzel… E buraya kadar da gelmiş. Eskiden de hep vakit geçirirlermiş. Bence Osman’la aralarında hususi bir mesele var.” Zorla yuttuğum lokma boğazıma tıkandı duyduğum bu sözlerden sonra. Kalbimin de bir sınırı vardı ve siperinden çıktı. İnkârı bıraktı. Kulağını Osman diye sayıklayan hislerime dikti.
“Ne demek istiyorsun?” dedim açık olması için. Melek abla dünyanın en basit meselesini bile anlamayan biri karşısındaymış gibi baktı bana. Akılsız değildim, ima ettiği şeyin gerçek olması ihtimali canımı sıkıyordu aslında. Bana ne oluyorsa! Sana ne olduğunu konuşsak ya…
“Belli ne dediğim. Evvelinden beri tanıdığı bildiği kız. E bir kötülüğü de yokmuş.” Sonra iyice kıstı sesini. “Belki de seviyorlardır birbirlerini.” Diyecek tek bir lafım yoktu. Bittiğini hissettim. Başlayan bir şeyden söz etmiyordum. İçimde kök salan, arkamı döndüğüm, sözünü etmediğim, dillendirmekten korktuğum hislerin yerin yedi kat dibine gömüldüğünü zannettim. Elimdeki çatalı masanın üzerine bıraktım. Mantıklı davranmaya ihtiyacım olan şu dakikalarda gardımı indiriyordum. Anneme baktım. Şekerini elinden düşürmüş çocuklar gibiydi yüreğim. Sevdiğini saklarken başı dikti. Peki ya acısını nereye gizleyecekti?
Annem soğuk bir sesle “bu mevzular bizi ilgilendirmez Melek hanım” dedi. “İncedir, hassastır. Bırak konuşmayı, düşünmek bile hatadır. Farkındayım Firdevs’le dertleşiyorsunuz arada bir. Onun derdi de oğluna bir yuva kurmak, biliyorum. Sen de bir anne gibisin Osman’a. İyiliğini istiyorsun. Ama bunca zaman ne ısrarın, ne çabaların bir faydası oldu. Gördün sen de. Rahat bırakmak lazım çocukları. Osman, Gamze’yi ne şekilde seviyor, bu onun bileceği mesele. Ve bizim bir yorum yaptığımızı duysa üzülür. İnan Gamze de üzülür. Ayıp olur ikisine de. Çocuğun yanına her yaklaşana bu nazarla bakmamak, her konunun sonunu evliliğe değindirmemek lazım… Ben senin niyetini biliyorum ama bir müddet sonra zarar verir bu düşünceler. Osman ters bir çocuk değil. Bunaldığını söyleyemez belki. Kırmak istemez bizi. Böyle anlarda bizim anlayışlı olmamız lazım.”
“Haklısın Gonca hanım. Cahillik ettim. Hiç de senin dediğin gibi düşünmemiştim…” Melek ablanın mahcubiyetine karşın annem mütevazi bir tebessüm etmekle yetindi. İnce ve hassas düşünmesinin yanı sıra yetişkin bireylerin hayatına saygıyla yaklaşması nedeniyle bir kez daha tebrik ettim onu. Sözlerinden ben de pay çıkardım. Sadece Osman’ı değil, Gamze’yi de düşünüyordu. Bu tip varsayımların her iki tarafa da zarar vermesi muhtemeldi ve hiç kabahati olmayan iki insanı hayal dünyalarımızda şekillendirip zan altında bırakmak hakikaten ayıptı. Sabahtan beri çatık olan kaşlarım düzelirken yanaklarım kızardı. Tüm bu karmaşayı içimde yaşadıysam da utandım.
Osman ve Gamze geldiğinde esas niyetim eve gitmekti. Ama iyi bir ev sahibi gibi misafiri ağırlamamın daha etik olacağını düşündüm. Aslında annemin ne yaptığımı anlamaya çalışan keskin bakışlarından kurtulmak ve Gamze’yi gerçekten tanımak için kaldım. Bu gizli hislerime, gizli bir özür de sayılabilirdi. Kimse için bir şey değişmezdi belki. Ama benim için önemliydi.
Evdeki ufak tefek işleri bitirdiğimizde misafirimiz geldi. Annemle birbirlerine sarıldılar. Gamze, kızlarla tanıştı. Ben de gayet kibardım. Hava güzeldi, bahçede oturduk. Gamze mesleğinden, İstanbul’daki hayatından bahsetti. Söz sırası gelirse konuştum. Osman’la yan yana oturuyorlardı. Ortaokul anılarını anlatırken keyifle gülüyorlardı. Dinledim herkes gibi. Bazen özendim bir arada geçirdikleri güzel günlere. Ama iç sesimin de beni yalanlamadığı bir anda art niyet gütmediğimi ve kıskanmadığımı tasdik ettim. Osman mutluydu ve Gamze’ye değer veriyordu.
Kendime neyi ispatlamaya çalışıyordum ki? Niye düşünüp duruyordum? Niye herkes gibi gülemiyordum? Artık kaçamayacağım bir noktada durduğumun farkındaydım. Bir gün Osman’ın yanındaki sandalyede hayat arkadaşı oturacaktı. Bu zamana kadar varlığıyla yetindiğim adamın sevgisi içimde büyüyüp, sessiz bir ormanda çığlık atacak kıvama gelmişken boğazımda bir yumruyla kurduğu yuvayı seyredecektim. Bu gün olmazsa yarın… Onda iki ihtimalle gelmiştim Göktepe’ye. Yeniden kafam onlarcasıyla dolmuştu.
Kalabalığın ortasında böyle ciddi bir yüzleşme yaşayacağımı hayal etmezdim. Benim hatamdı. Daha öncesinde alıp karşıma kalbimi, nedir senin bu çırpınışlarının sebebi, diye sormamıştım. O da dayanmıştı kapıma. Benden ve korkularımdan bıkmıştı. İntikam alırcasına haykırıyordu. Osman’ı sevdin, diyordu. Öyle arkadaş gibi değil, elini tutmak isteyecek ve bırakmayacak gibi sevdin. Dalgalandıkça sol yanın, inkâr ettin. Cezana razıysan, kalp çırpınmayı bırakacak. Ki yâre giden yolu kapanan yürekler bir daha eskisi gibi atmayacak…
Yaklaşık bir saat oturdular. Sonra herkesle vedalaştı Gamze. Kızlara yeniden görüşmek üzere söz verdi. Melek abla susmak için kendini zorladı ama gözleriyle Gamze’yi çok beğendiğini haykırdı defalarca. Sabah annem o güzel konuşmayı yapmış olmasaydı, içindekileri masaya dökebilirdi. Bunun kaygısını gütmedim. Üzüntü sonrası gelen bir yorgunluk vardı üstümde. Yarım gün bile sayılmayacak zaman diliminde gerçeğimle yüzleşmiştim ve konuşacak takatim kalmamıştı. Gamze’nin elini sıktım. Yüzündeki kayıtsız gülümsemeyle pozitif enerji yayıyordu etrafına. Gerçekten arkadaş olunacak biriydi. Osman şanslıydı.
***
Akşam sırtımda ince bir şalla bahçede oturdum. Bahar havasının yanında bulutsuz, tertemiz bir gökyüzü vardı. Yıldızlar ışıl ışıldı. Önce bir tanesini görüyordum. Dikkatli bakınca etrafında onlarcasını buluyordum. Birini sevince, diğerleri de kendini belli ediyordu. Yıldızların bu ufak oyununa minik bir gülümsemeyle karşılık verdim. Belli belirsiz, havadan hafif bir gülümsemeydi bu. İçim gökyüzüydü sanki, içim buluttu, içim geceydi. Oysa yağmurdum sadece. Çalıntı ismim kaderimin süsüydü. Dindiğime sevindiğim günlerin sona erdiğine sevinirken hüznün ayak seslerini duyar gibi oluyordum. Bu sessiz akşamda, annemin evinin bahçesindeyken, koskoca ve gürültüsüz Göktepe’de bile sol yanımdaki savaşı dindirmeye çalışıyordum.
Günün yoğunluğundan sonra yalnız oturmak iyi gelmişti. Kızlar mışıl mışıl uyuyordu şimdi. Nil yanlarındaydı. Hafta sonu kızlara söz veriyordu bazen, yuvada kalacağını söylüyordu. Bu değişiklik hepimizi memnun ediyordu. Bir zamanlar düşünmemek için koşturuyordum. Şimdi biraz düşünebilmek için sakince oturmayı istiyordum. Annemin evinin bahçesi müsaitti. Bahar geldiği için çıkardığı iki kişilik balkon koltuğu da saatlerce insanı misafir edebiliyordu.
Karanlıkta renkleri gizlenmiş çiçeklere baktım. Onların her anını görmek için sabırsızlanan bir kadının bahçesindeydiler. Nazlı bir edayla başlarını sallıyorlardı. Annem de bir evlat gibi narince ilgileniyordu hepsiyle. Mevsim çiçeklerinin renkleri her yanı kaplayacak diye neşeleniyordu. Bu meselelerden hiç anlamadığım halde gülümsüyordum heyecanına. Sevdiği her neyse, çevresini onunla donatmak isteği doluyordu içime. Kıpkırmızı burnuma, sulu gözlerime rağmen hem de.
Derin bir nefes aldığımda kapının önündeki lamba yandı. Yıldızların ışığıyla yetinen gözlerimi kıstım. Sarı ışığın altında annem belirdi. Elinde iki kupa vardı. Yine bitki çayı yapmıştı muhakkak. Rafı bitki çaylarıyla doluydu. Her birinin ayrı bir şifası vardı ve kullanmayı biliyordu. Bir keresinde enerji veren bir çayı saat on birde içmiş, gece yarısına dek gözüm açık yatakta beklemiştim. O saatlerde papatya, ıhlamur, melisa çayı tüketmem gerekiyordu. Annem kupalardan birini önüme koyup yanıma oturdu. Epeydir yalnızdım. Belki de bilerek yanıma gelmemişti. Fakat tatlı gülümsemesinden anlıyordum ki; bana ayrılan yalnızlığın sonuna gelmiştim.
“Teşekkürler” dedim sarı ışığa ufak bir bakış atarak.
“Rahatsız mı etti?” Arkasına dönüp benim gibi tepeye baktı.
“Yok, gözüm alışmıştı karanlığa. Işığa da alışır…” Derin bir nefes alıp arkama yaslandım. “Şimdi kelebekler, sinekler ışığa hücum eder.” Güldü bu haklı tespitime karşın. Havalar ısındıkça türlü mahlûkat çıkıp geliyordu ve aydınlığı çok seviyorlardı.
“Pervanenin mayasında ateş var. Âşık olmuş, yanacağını bilse de kavuşmak için kanat çırpıyor. Ateşse içine atlıyor, yanıyor. Böyle camla kaplı bir lambaysa başını vura vura güçten düşüyor.” Elimde olmadan yeniden ışığa baktım. Bu pervane masalının bir parçası olur muydum ben de?
“Hiç kavuşamıyor ama” dedim tüm pervanelerin yasını tutar gibi. Annem de sustu bir an. Başını göğe kaldırdı.
“Sevmeyi, engel varken bile vazgeçmemeyi anlatıyor insana… Yetmez mi?” İçime sinmiyordu bir şeyler. Neyin huzursuzluğunu güttüğümü de açıkça söyleyemiyordum.
“Kavuşmasa hasretinden, kavuşsa ateşin alevinden yanacak. Bu iki türlü de acıklı bir süreç. Bir araya gelmemelilerdi hiç. Birbirlerini görmeseler daha iyi olurdu sanki…” Pervanelere, ateşe, aşka ve sevmeye dair onca sözü, destanı, hissi ve gerçeği yok sayar gibi konuşmakla hata ettiğimi biliyordum. On ikinci sınıfta bir arkadaşım vardı. Mevlana’nın, Hafız’ın şiirlerini okurdu. Mest olurduk dinlerken. Peki ya ne bu halin? O zaman bir pervane değildim. Yanmak için koşmuyordum. Soluklandığımda, arkamı döndüğümde yanmıyordum. Ben Osman’ı görmemeyi tercih eder miydim? Yine gelsem dünyaya, yine onu bulmak isterdim. Öğretmeni tanıdığım için öyle mutluydum ki. Kalkmış bu cahil ve bencil halimle pervaneye akıl veriyordum. Sadece güçsüz hissediyorsun. Bu bir teselli miydi? Belki kabullenebilirdim.
“Sadece pervane ve ateş değil ki bu minvalde. Bülbül ve gül de var. Ne yapıp ne edip bir yanlarını hasretle kanatmışlar.” Bakışlarını yıldızlardan çekip yönünü bana çevirdi. Çayından bir yudum aldı. Bir yandan da vereceğim cevabı merakla bekliyordu. Gülecek gibi oldum. Omuzlarımı kaldırdım mahcup bir bakışla. En acayip fantastik bilgilerden bile konuşabilirdim ama bu meseleler hakkında pek bir bilgim yoktu. Halimi anlayınca yüzündeki tebessüm genişledi. Bakışlarındaki şefkat de öyle. “Derler ki gül beyazmış. Bülbül ise güle hayranmış. Bir dala çıkar, seyrine dalar, şakırmış…” Bir masal gibi anlattı gülün yapraklarına bulanan bülbülün kanını. Bülbülün sustuğu mevsimde benim de sesim kesildi. Zihnim allak bullak olmuştu. Keşke hiç bahis açılmasaydı şu mevzulardan. Karanlıkta otursaydık.
Ama annem gayet rahat gözüküyordu. Halimi anlamamış olmasına sevinirken, bir yandan da keşke bilseydi içimi diye düşünüyordum. Belki bu yanan, kan döken misallerin kalbimi tedirgin ettiğini anlardı. “Sen hangisi gibi seversin?” dedi birden. Önce konuşamadım. Ne ateştim, ne pervane. Ne güldüm, ne bülbül.
“Ben…” Yutkunma ihtiyacı hissettim. “Ben yağmur gibi sevmek isterim” dedim sonra. “Dingin, usulca ve baharlara gebe…” Buruk bir gülümseme kondu yüzüme. Güçsüzlükle veya korkaklıkla itham edilecek sevme şeklimden başkası bana ağır gelirdi. Sesime yansıdı kırgınlığım. “Ben yanmak, yakmak, bir kanın rengine boyanmak istemiyorum anne. Çünkü başka yangınlar…” Avcumu kalbime koydum. “Senelerce yaktı içimi. Viranelerde uyumuştu hislerim. Ömrümün bundan sonraki kısmında sevmek kadar güzel bir duygunun, böyle acıyla yoğrulmasını istemiyorum…”
Durduğumda annem cevapsız kaldı bir müddet. Sonra puslu bakışlarını karanlıktan çekti. “Yağmur’um, yüreği güzel kızım” dedi içtenlikle. “Dilerim seni, senin gibi dingin sevecek biriyle kesişir yolun. Dilerim ehline denk gelir kalbin. Seni nazlı bir çiçek gibi büyütemedim ben. Duam odur ki; sevdiğinden incinmeyesin…”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |