Güne, dün akşam hiç yaşanmamış gibi başlamaya kararlıydım. Erken uyandım, sıcak bir duş aldım. Osman’ı açık bir sayfa gibi dolaşmakla itham ederken, ben her şeyi belli ediyormuşum haberim yokmuş. Ayna karşısında saçımı tararken en doğal gülümsemeleri yakalamaya çalışıyordum. Annem dikkatli bir kadındı. Henüz kim olduğumu bilmiyorken bile derin bakışlarıyla beni incelerdi. Kalbimi harekete geçiren hislerimi fark etmesini garipseyemezdim. Ama başkası anlamamalıydı. Annem sırdaşım, destekçimken bir başkası böyle anlayışlı bir şekilde sessizliğini korumazdı.
Tüm bu sebepler omuzlarımı dikleştirmeme neden oldu. Birkaç hafta öncesinde nasılsam, bundan sonra da öyle olmalıydım. Hayatı olağan akışında yaşarken, kimselere belli etmeden Osman’dan uzaklaşmalıydım. Öyle ki, kendime bile sezdirmeden yapmalıydım bunu. Aramıza bir mesafe girmeliydi öğretmenle. Ve bu mesafe kimsenin kalbini kırmamalıydı. İki dostun keyifli gülümsemesini soldurmamalıydı.
Lacivert bir gömlek, siyah süveter ve aynı tonda siyah, dizimin bir karış altında biten eteğimi giydikten sonra saçlarımı gevşekçe bağladım. Normal olacağım diye güzel olmuştum yanlışlıkla. Aynanın karşısına geçtiğimde bunu fark edince gülümsedim. Farklı gözüküyordum. Annemle alışverişe çıktığımızda aldığım kıyafetlerdendi üstümdekiler. Dolabıma yeni parçalar ekleniyordu ve kendi rızamla yavaş yavaş yenilikleri kabulleniyordum. Pantolon ve kazak ikilisinden bazen uzak durmam gerektiğini söylerken haklı olan Seher teyze geliyordu gözümün önüne. Haklılık payı vardı. Yine de cemiyete giren bir İstanbul hanımefendisi gibi giyinmem çok zordu. Bana ortalama bir tarz lazımdı. Ne bir salon kıyafeti, ne hoş gözükmeyen bir dağınıklık…
Üstümdekiler hem rahat hem de şıktı. Zamanla pek çok şey değişirdi ve kıyafetler de buna dahildi. Göktepe’ye ayak uydurmaya başlıyordum. Buradakiler gibi oluyordum yavaş yavaş. Süveter, yelek de giyiyordum. Gömleği şık buluyordum. Ufak detaylardı bunlar. Ama öyle sızmışlardı ki hayatıma, bu gün aynada şık bir genç hanım görebiliyordum. Kısmi değişiklikler bir araya geldiğinde, bir bütünü olduğundan daha farklı kılıyordu.
Dün fırtına kopmamış gibi gülümserken evden çıktım. Hoş bir görüntünün, insan ruhu üstünde iyi bir tesiri vardı şüphesiz. İçimdeki yıkıntıyı süpürmeyi ne kadar başarabildiğimi bilmiyordum. Fakat dışarıdan her şeyin yolunda olduğuna dair izlenim verebilecektim. Hatta biraz fazla yolunda… Kızlar kahvaltıda beni görünce bir yere gitmek için hazırlandığımı sandılar. Melek abla bile onlarla birlikte bir sürü soru sordu. Bunu iltifat saydım.
Sonrasında kızları uğurladık. Birkaç eksik almak bahanesiyle yürüyüş yapmak için dışarı çıktım. Hafif serin rüzgârlar esse de bahar süratle geliyordu. En güzel sabahların tadını çıkartmak istiyordum. Osman okulda, Nil sağlık ocağındaydı. Kaçmaya niyetlendiğim bir tanıdık yoktu etrafta. Haksızlık ediyorsun, diye yakınıyordu içimdeki ses. Tüm bu güzel havaya, hoş kıyafetlerime, gülümsememe rağmen susmuyordu ya… Sinirleniyordum. Hiçbir şey olmamış gibi davranarak yalnızca etrafındakileri kandırıyorsun. Kendine, yalan söylediğin herkese haksızlık ediyorsun.
“Peki, ne yapayım?” diye sızlandım etrafta kimsecikler yokken. “Var mı mantıklı bir çözümün?” Cevap vermedi. Sustu, oturdu bir köşeye. O da biliyordu, bir çözüm duymak istiyordum. Ama bazen durmak gerekirdi. Mesele büyümeden susmak gerekirdi. Gözlerime hüzün perdesi çekildi caminin yanında Hâkim amcayla karşılaşana dek.
Babacan bir tavırla kucakladı beni. Kahvaltı için ekmek almaya çıkmış. Kese kâğıdına sarılmış sıcak ekmekler mis gibi kokuyordu. Kolumdan tuttu, tüm itirazlarıma rağmen evine götürdü. Henüz kahvaltı etmemiştim, yürüyüşten döndükten sonra bir şeyler atıştıracaktım. Osman’dan kaçarken onun evindeki sofraya oturmam günün ilk sürpriziydi. Hâkim amca sert duruşunun ardındaki o şefkatli babayı benden esirgemiyordu. Yol boyunca sohbet etti, güldü, gördüklerine selam verdi.
Kahvaltı sofrası bahçedeydi. Bahar havasının tadını çıkartmak istiyorlardı belli ki. Firuze teyze beni görünce sıkıca sarıldı. “Ne güzel olmuşsun böyle” dedi yüzüme düşen bir perçemi geri çekerken. İşte, ne normal bir gün olduğunu, ne de özel bir gün olmadığını iddia edebiliyordum. Gülümsemekle yetindim. Osman okuldaydı. Bir servis daha açtılar benim için. Zeytin, peynir, reçel gibi kahvaltılıklardan oluşan mütevazi bir sofraydı. Firuze teyze başka bir şey hazırlamayı teklif ettiyse de her şeyin yeterli ve çok güzel olduğunu söyledim. Zaten habersiz gelmiş sayılırdım. Bir de benim için yorulmasına gerek yoktu.
Kahvaltıyı sohbet eşliğinde ettik. Çaylar bittikçe dolduruyordum. Firuze teyze memnun oluyordu. Hem rahat olmamdan, onlardan çekinmememden hem de çay tazelemek gibi ufak bir eylemle aileden biriymişim gibi davranmamdan. Firuze teyze, kızı olmasını da istermiş. Annem de beni kendi evladı gibi görebileceğini, çünkü Osman’ı kendi çocuğu gibi sevdiğini belirtirmiş her seferinde. Belki geçmişte bu güzel anıları yaşayamamıştık. Fakat şimdi elimizde imkân vardı ve hayalleri gerçekleştirebiliyorduk. Yüzüme baktıkça dalıp gidiyorlardı. Sebebi buydu, anlayabiliyordum.
“İnsanın senin gibi güzel, maharetli bir kızı olması lazım yanında” dedi doldurduğum çayı içerken. Beni içten sevdiğini biliyordum fakat mahcup oluyordum. Hem öyle maharetli de değildim. Sevdiğinden işte… Güzel görüyor.
“E var işte, kız bizim zaten.” Hâkim amca ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra güldü.
“Öyle tabi” dedi Firuze teyze ama bir iç geçirdi. Arkasına yaslandı. Koyu kahverengi gözleri bir müddet etrafta dolaştı. Ne düşünüyordu kim bilir? Fakat çok da merak etmedim. Annem gibi değildi o, uygun bir dille söylerdi aklındakini. Öyle de yaptı. “Kızlar gittiğinde yalnız kalacağız ama…” Hâkim amca bu ciddiliği net olmayan üzüntüye karşın kaşlarını çatıp omuzlarını dikleştirdi. Bakışlarını yüzüme diktiğinde konuşmaya katılmamak için ağzıma attığım lokmayı zor yuttum.
“Nereye gideceklermiş kızlar! Kimseyi bir yere yollamıyoruz. Değil mi Yağmur evladım?” Başımı salladım bir asker gibi. Ah Firuze teyze, karıştırıyorsun ortalığı. Sahiden, nereden çıkıyordu bu laflar? Karşımda oturan kadın kocasına bu işlerden hiç anlamayan cahil biriymiş gibi baktı. Bu tavrına gülesim geldi ama tuttum kendimi. Aralarında hep saygı vardı ama genelde fikir ayrılığına çok düşerlerdi. Seneler süren hasret onları daha sakin ve kavgadan uzak insanlara dönüştürmüşse de arada atışıyorlardı. Eh bu da dünyanın en normal şeyi olsa gerekti.
Firuze teyze eliyle beni gösterirken “kız hep annesinin yanında kalacak değil ya, elbet bir gün sevecek birini, evlenecek” dedi. Bu mesele beni en çok sıkıp bunaltanlar listesinin başındaydı artık. Ve Firuze teyze gibi biri oğlundan sonra elbette benim de mürüvvetimi kafasında tasarlayacaktı.
“Dururum annemin yanında” diyerek araya girdim zar zor. Kendini savunmaya çalışan bir çocuk gibi gözükmüş olmalıydım. Hâkim amca gür bir kahkaha attı.
“Gördün mü kız ne diyor?” Fikrini desteklediğim için mutluydu. Firuze teyzeyi güldürdü bu neşesi. Kadın bir bana bir de kocasına baktıktan sonra bizimle uğraşılmayacağını düşünmüş olmalıydı ki sustu. “Hem başka bir durum olsa… Hani olmaz da…” İmalı bir bakış attı bana. Şu şakayla karışık babacan tavırları komiğime gidiyordu. Karıştığından değil, sıkıcı meseleleri geçiştirmek için huysuz tarafını kullanıyordu. “Delikanlı önce benden izin alacak. Elimi öpecek. Boyunun ölçüsünü alacağız, sonra düşüneceğiz.”
“Rahat bırak kızı” diye sitem etti Firuze teyze. Hâkim amca bıyık altından gülerken bana bakıp göz kırptı. Ah, içim öyle dağınıktı ki. Bu insanlar her şeyden habersiz konuşuyorlardı. Sevdiğim kişinin oğulları olduğunu bilmiyorlardı. “Yağmur annesiyle hasret gidersin” dedi Firuze teyze. “Mutlu olsunlar, hayallerini gerçekleştirsinler. Teselli bulsunlar, ben daha bir şey istemem.” Şefkatle gülümsedi.
“Ha şöyle… On sene sonra konuşulacak mevzuyu şaka yollu çocukların aklına sokmanın bir manası yok.”
“On sene… Çocuk?” Firuze teyze yeniden bir iç geçirdi. Bu, ben sana laf anlatamayacağım adam, demek oluyordu. “Sen oğluna da böyle nasihatler veriyorsun anladığım kadarıyla?” Mevzu beni bunaltan kısma gelince kalktım. Biraz hızlı ve dikkat çekici olduysa da sofrayı topladım. “Rahatça çay içiyorduk be yavrum.” Öğlen eve yetişmem gerektiğini söyledim. Teşekkür ettim her şey için.
“Bir gün de bize gelin.” Davet kısmı da bittiğinde gitmek için hazırdım. Firuze teyze kapıya kadar yanımda yürüdü. Bir şey söyleyecek gibi baktı yüzüme. Merak ettim ben de. “Bir şey mi var?”
“Bizim oğlan hakkında… Belki sen bilirsin.” Bakışlarımı kaçırdım konuya girecek olan kadından. Osman hakkında özel bir şey bilmiyordum ama biri beni bilecek diye ödüm kopuyordu. “Son günlerde geç geliyor eve. Hep sizin yanınızda da değil, biliyorum. Merkeze gidiyor, alışveriş yapıyor ama ne aldıklarını görüyoruz elinde ne de nereye götürdüğünü biliyoruz.” Arkasına dönüp Hâkim amcaya baktı. “Babası biliyorsa da söylemez bana. Sen biliyorsan… Yani eğer seninleyse?”
“Değil” dedim başımı iki yana sallayarak. Osman niye benimle olacaktı? Firuze teyze geçmişteki ümitlerini mi sürdürüyordu yoksa? Sevinir miydi zannettiği gibi bir durum olsa? Kısa bir an durup yüzümde gerçeği aradı. “Bilmiyorum, haberim yok.”
“Peki yavrum. Anne olarak endişelendim sadece. Allah korusun, fena bir şey olmasın da…” Durgun sesinde ufak endişe kırıntıları sezdiysem de Firuze teyzeye yardım edemezdim. “Osman gizlisi saklısı olan bir çocuk değil. Az çok tanımışsındır. Aklında bir şey varsa söyler. Söylemezse de bil ki… Aman ağzımı hayra açayım. Tuttum seni de. Hadi annene selam söyle yavrum.” Vedalaşıp yanından uzaklaştım.
***
Eve gittiğimde annemle karşılaştık. Kızları bekliyor olmalıydı. Dışarıda zaman geçirmek için rotamı biraz değiştirmiştim, yolum uzamıştı. Yanımda telefon da yoktu. Merak etmişti haliyle. “Hâkim amca kahvaltıya davet etmişti de” dedim ayakkabılarımı çıkartıp kenara koyarken.
“Telefonunu yanına al bir dahaki sefere.” Huzursuz görünüyordu. Yanına yaklaştım. Karşısında gardını indirdiğim, sırları yok saydığım kadının gözlerine bakmakla yetindim. O endişelerini belli etti, ben her şeyin üstesinden gelmek için çabalayacağımı anlattım. Sessizce. Zile basıldığında, henüz hiç konuşmamışken kapıyı açtık. Kızlar girdi içeri, Osman da gelmişti. Selam verdiler, sarıldılar. Sonra Ayşe önde, diğerleri arkada merdivenleri çıktılar. Çantalarını bırakacak, ellerini yıkayacak, üstlerini değiştirip mutfağa ineceklerdi.
Osman alt kattaki banyoyu kullanırdı genelde. Üstündeki ince, koyu lacivert yağmurluk kabanı çıkarmadan ayakkabılığın yanında beklediğini fark edince dönüp ona baktım. İlk kez karşılaşmıyorduk ama yüzünde öyle bir ifade vardı. Tek kaşımı kaldırıp ufak sorular yerleştirdim gözlerime. Kısa bir sürede toparlandı. “Şey… Farklı gözüküyorsun” dedi. Önce üstümdekilere, sonra anneme baktım bu farklılığın hangi manada olduğunu anlamaya çalışarak. İyi mi, kötü mü? “Hoş… Güzel… Yani, kötü değil. Kabalık etmek istemezdim.” Bir öğretmene göre fazla kekelemişti. Yine de bunun üstünde duramazdım çünkü annem buradayken ve henüz bu sabah bambaşka kararlar almışken yanaklarımın kızardığını kimsenin görmesini istemiyordum.
Kayıtsız bir tavır takınmaya çalışarak “teşekkürler” dedim. Sonra da orada dikilmeyi bıraktım, annemin yanından hiç yüzüne bakmadan geçtim ve mutfağa girip Melek ablaya yardım ettim. Beş dakika içinde kızlar geldi. Futbol turnuvası için oluşturulan takımlar hakkında konuşuyorlardı. Gülümseyerek dinliyordum hepsini. Dinliyormuş gibi yapıyorsun Yağmur. Karşında oturuyor öğretmen, bir kez bile başını kaldırıp bakmıyorsun. Neyin korkusu yerleşmiş gözlerine? Merak eder belki. Peki annen? Sahte gülümsemeleri, yapay çiçekleri gerçeğinden ayırt edemeyecek bir kadın mı?
Yapmak zorundaydım. İçimdeki isyanı bastırmak zorundaydım. Uzak duruyordum. Gerekirse daha fazla uzaklaşırdım. Nereye? İki gün önce Efe’yle konuşmuştuk telefonda. Beni çok özlediğini ve artık görüşmek istediğini söylemişti. Bir ay önce ziyaretime geldiğinde hasret giderdiysek de, artık odama dönmem için fazlaca ısrar ediyordu. “İstanbul’a” diye mırıldandım elimdeki kaşığı bırakırken. Yeni bir aydınlanma yaşayınca açıldı gözlerim.
Kızlar beni duymamıştı. Fakat anneme yakalanmıştım. Osman’a da öyle… Fevri kaçışlarla dolu bir hayat yaşadığımı biliyorlardı. Bir gün onlardan kaçmak isteyeceğim akıllarına gelir miydi? Benim değil, kesinlikle değil… Bu yoğun düşünce akışı zihnimi yoruyordu. Henüz birkaç kaşık içtiğim çorba kâsesini önümden ittirip ayağa kalktım. Kızların sohbeti koyuydu. Beni fark etmediler bile. Melek abla da mutfaktan çıkana dek yaptığım şeye anlam veremediği için kaçışım kolay oldu. Annem arkamdan gelmeyecekti, biliyordum. Osman’ınsa bunu yapmak için bir sebebi yoktu.
Koridora çıktığımda ufak sehpanın üstündeki cep telefonu çalmaya başladı. Osman’ındı. Yanından geçip gidecektim ama ekrandaki ismi görünce duraksadım. Gamze arıyordu. Öğretmen çabucak gelip telefonu aldığında yüzüme baktı kısa bir an. Firuze teyze sorularına Gamze’de cevap bulacaktı belli ki. “Açsana” dedim zoraki bir gülümsemeyle. “Bekletme arkadaşını.” Sanki benden bir komut bekliyormuş gibi başını salladı. Aramayı yanıtlayıp odaya geçti ve kapıyı kapattı. Ne bekliyordum ki? Ne yapıyordum? Sadece saçmalıyorsun… Dünyanın geri kalanının beni azarlamasına hiç gerek yoktu. Bu vazifeyi iç sesim sayesinde fazlasıyla yerine getiriyordum.
***
Gece yuvada kaldım. Kızlarla vakit geçirdim. Annemden de kaçtım. Onu üzüyor muydum? Belki kendimi üzdüğümden de çok. Ama alışmak zorundaydık. Hayat her zaman tek bir doğruda ilerlemediği gibi, hep aynı tepkileri de veremezdik. Aslında her gece, yarın daha iyi olabileceğinin hayalini kuruyordum. Sabaha enerjik başlıyordum. Sonra yıkılıyordum. En kötüsü de başkası değil, bunu kendime ben yapıyordum.
Gün yine aynı başladı, aynı devam etti. Kıyafetlerimdeki ufak değişiklikleri ortadan kaldırdım. Motor için uygun bir pantolon ve rüzgâr ciğerimi delip geçmesin diye deri ceketimi giydim. Biraz dolaşmak, sınırların dışına çıkmak istiyordum. Belki böylesi iyi gelirdi. Bu sefer anneme etrafta gezineceğimi ve telefonumu yanıma aldığımı söyledim. “Dikkat et” dedi. Sesindeki can sızlatan tınıyı duymamış gibi yaparak gülümsedim.
“İstersen gel, seni de gezdireyim” diye şakalaştım teklifimi reddedeceğini bilerek. Derin bir nefes alıp yanağımı okşadı.
“Çok uzaklaşma. Canımsın sen benim.” Sanki unuttuğum bir şeyi hatırlatmak istiyordu. “Kendine dikkat et Yağmur.” Yinelediği sözlerinde, yüreğimi korumaya niyetlenen kadının sevgisini gördüm. Sarıldım kısaca. Yalanlarıma kanmayacaktı hiçbir zaman.
***
Sağ ve solda ekilmeyi bekleyen arazilerin eşlik ettiği yola çıktım. İlk amacım zihnimi dağıtmaktı. Kolay olmayacaktı. Akıllanmayacaktım, oturup yüzleşmeyecektim. Bunun cezasını da böyle çekecektim. Rüzgâr göğüs kafesime çarparken tekerler asfaltın üzerinde kayıp gidiyordu. Uzun zaman olmuştu motorla böyle bir geziye çıkmayalı. Özlediğimi fark ettim. Hız, kontrolsüzdü. Yolun boş olması, motorun hızlanması, rüzgâr, akıp giden düşünceler kontrol kavramını ortadan kaldırıyordu. Kısmen tehlikeliydi. Büyük ölçüde… “Bir şey olmayacak” diye mırıldandım. “Bir şey olmayacak…” Bir kez daha, bir kez daha…
Hız ivmesi arttı. Rafa kaldırdığım zevkler yeniden ruhumu sarmaya başladı. Gerçekten gülümsedim bu sefer. Ne yazık ki mutlu bir insanın, tertemiz gülümsemesi değildi yüzümdeki. Aksine, yüz çevrilesiydi. Bir iki traktör geçti yanımdan. Tarlada belli belirsiz insan silüetleri gördüm. Gözlerime iğneler batıyordu. Fren icat edilmemiş gibi sürüyordum. Belki de annem sezmişti yanıma aldığım tehlikeyi. Hiç onaylamayacağı kadar hızlanıp, beni dünyanın sonuna kadar götürebilecek bir enerjiyle sürüyordum. Dikkatli olmam için yaptığı tüm uyarılar bu yüzdendi. Beni bu kadar iyi tanıyor muydu?
Kendime kızdığımı da bilmeliydi o zaman. Onda iki ihtimal bana yeter sanıyordum. Artık üç diye sayıklıyordu ruhum. Eksik hissetmenin tadı damağımda dolaşıyordu yine. Oysa Göktepe’de güzel bir bahar vardı. Bu sefer kendi mutsuzluğumu ellerimle hazırlıyordum. Ellerim titredi. Motor sarsıldığında irkilerek yola odaklandım. Hızı düşür… Beynimin verdiği komut bilmem kaç kere tekrarlandı zihnimde. Eğlencenin dozunu kaçırma. Hızı düşür…
Parmaklarım hareketlendi frene basmak için. Aylardır olmadığım kadar aptaldım. Düşüncelerin içinden çıkamadığımda hep böyle saçmalıyordum. Ne bir dağ gezisinde, ne bir süratli motorun tepesinde ölmemiştim. Şimdi de ölmeyecektim. Üstelik annem evde bekliyordu. Güzel günlerin hayalini kuruyorduk. Saçma takıntılarım, keyifli anlara leke sürüyordu. Ben masum eğlenceleri amacı doğrultusunda kullananlardan değildim. Kimsesiz, emanet ve fazlalık bir çocuktum senelerce. Artık öyle değilsin. Seni çok seven bir annen var. Bir kez daha kadının canını yakma. “Niyetim canını yakmak değil anne. Özür dilerim. Kayboldum sadece. Nasıl bir canavara kontrolü bıraktığımı anlayamadım.”
Hızı kontrollü bir şekilde düşürmekti niyetim. Başım dönüyordu. Tarlanın, göğün ve asfaltın rengi birbirine karışıyor, ucu dağılmış bir fırçanın güzel bir resmi mahvedişini resmediyordu. Terledim, parmaklarım titredi. İlk kez motorun üstündeyken korktum. Ve bir hata yaptım, yolun boş olmasından faydalanarak gözlerimi kapattım.
Sert bir korna sesi irkilmeme neden olduğunda direksiyon hâkimiyetimi kaybetmiştim çoktan. Üstüme doğru gelen arabaya çarpmamak için kenara geçmek isterken motoru tarlaya sürdüm. Büyük ölçüde hızı düşürmüştüm. Yine de otların arasına savrulmaktan kurtulamadım. Motor bir yana savruldu ben bir yana. Sert toprağa çarpan bedenimin pek çok noktası acıyla sızladı. En kötüsü de midem bulanmaya devam ediyordu. Dönen tekeri, karşıdan gelen aracın sahibini, otları, gökyüzünü görebiliyordum gözümü açtıkça. Ama sakinleşmek için olduğum yerden kıpırdamıyordum. Sere serpe yatıyordum toprağın üstünde.
“İyi misin bacım? Bir şeyin var mı?” Orta yaşlı adam telaşla yanıma oturdu. Elimi kaskıma attım çıkartmak için ama canım yanınca durdum. “Dur, hareket etme. Kırık çıkık vardır belki. Ambulansı arayacağım ben.” O da korkmuştu.
“İyiyim ben” dedim. “Kaskı çıkartır mısınız? Sert düşmedim, korkmayın.” Yüksek ölçüde ne yaptığımı bilmiyordum. Ama nefes almaya ihtiyacım vardı. Seneler önce bir mezar başında nasıl başım döndüyse, yakın bir zamanda annemin yaşadığını öğrendiğimde nasıl zemin ayaklarımın altından kaydıysa öyle dönüyordu dünya. Kendime kızıyordum. Parmaklarıma dolanmış masum pamuk ipliklerini birbirine karıştırıp korkunç bir kargaşaya sebebiyet verirken bir an olsun, hiç mi aklım başımda değildi?
Adam korktuysa da ısrar ettiğim için dikkatlice kaskı çıkardı. Sürekli beni kontrol ediyordu. Başımı toprağa koydum. “İyiyim” dedim yeniden. Elimin üstünde ufak sıyrıklar vardı. Onun haricinde kesik veya kırık bir uzvum yoktu. Mide bulantım geçmeye başladığında doğruldum. Sol kolum çok ağrıyordu hareket edince. Sırtım, bacağım sızlıyordu. Ama ilk kez başıma gelen bir olay değildi bu. En azından attan düşmemiştim. Kıyaslama yapacak olsam, bu koşarken düşmek gibiydi. Göktepe’ye ilk geldiğimdekinden çok daha sertti tabi.
“Bacım, kalk bir hastaneye gidelim” diye ısrar etti adam.
“Hiç gerek yok abi. Ben bilirim kendimi, bir sıkıntı yok.”
“Bari evine bırakayım.”
“Giderim ben, fazla uzak değil zaten.” Sabır taşı olsa, çatlatırdım muhakkak. Adamın da kaşları çatıldı.
“Bununla mı gideceksin? Bacım şu haline bir bak ya! Sürmeyi bilsen bari. Doğru söyle babandan mı kaçırdın?” Kaç senelik arkadaşımı yaramaz çocuk gibi kaçırmakla itham ediliyordum. Gözlerimi kıstım.
“Motor bana ait” dedim kararlılıkla. Üstüm başım toza batmamış, her yanım hasar almamış, yüzüm kireç gibi olmamışçasına dik tutuyordum başımı ama ne fayda! “Bir akılsızlık ettim, kabul. Ama bu ilk kez olan bir şey değil. Korkmaya lüzum yok.” Avuçlarımı toprağa koyup kalkmaya çalıştım. Canım çok yandı ama ayaklarım yere basınca derin bir nefes aldım.
“Anne babana acı, genceciksin bacım. Bir eğlence uğruna üzme insanları.” Doğru söylüyordu. Hatalı olduğumu biliyordum. Acı bir tecrübeyle kendime gelmiştim ama bir daha yapmayacaktım.
“Kaldırıp yola koymama yardım eder misiniz?” Adam derin bir nefes alıp dediğimi yaptı. Göktepe’ye kadar ağrıyan uzuvlarımı susturacak bir kararlılıkla dik durdum. Gözlerim doldu. Düşmenin gurur kıran yanı da canımı yaktı. Küstüğün biriyle aynı sofrada yemek yemek gibiydi bu. Yavaş sürdüm. Sanki arkadaşımla vedalaşıyordum. Zaten vedalardan korktuğum için düşüp duruyordum. Ve artık kabullenmenin zamanıydı. Zor anları atlatacağım süreçlerde telaş tüm zihnimi bir sis bulutu gibi sarıyordu. Tek başıma bir odada kalıp sadece duvarları seyretmediğim müddetçe başıma iş açıyordum.
Motoru Göktepe’deki ustaya bıraktım. Kapıdan çıkarken dönüp arkama bakmadım bile. Savaş sonrası silahını bırakan yenilmiş bir asker gibiydim. Üstüm, başım, saçım, ruhum darmadağınıktı. Kendime yenilmiştim. Kartopu kadar masum bir sevgiyi, kaygılarla dolu bir çığa dönüştürüp altında ezilmiştim. Nankör olmadığımı savunurdum ama belli ki vefasızdım. Dükkândan uzaklaşırken motoruma veda bile etmemiştim. Onu bir daha almayacaktım. Henüz kimse bilmiyordu.
Yine aynı mide bulantısı baş gösterince bir ağacın altına yaklaşıp derin nefesler almaya başladım. İç kanama geçirmiyordum. Stres yüzünden olmalıydı. Bastırılan duygulara verilen istemsiz tepkilerden biriydi bu. Terleyen alnımı silmek için kolumu kaldırdığımda hissettiğim keskin acıyla yüzümü buruşturdum. Kendimi yatağa bırakmak ve saatlerce uyumak istiyordum. Bunun için önce eve gitmeli, sonra da kimseye görünmeden temizlenerek odama girmeliydim. Annemle bile karşılaşmak istemiyordum. Onu üzmeye hakkım yoktu. Şefkatine sığınarak bencillik etmeyecektim.
Anneme anlatacak bir şeyim, açıklamam, savunmam yoktu. Ahmaklık ettiğimi söylemek bahane değildi. Ama onun birçok sorusu, hayal kırıklığı olacaktı. Kızının yüzleşmelerden korkan bir aciz olduğunu görecekti. Düzeltemediğini, kendini kandırdığını anlayacaktı. Tüm bu düşünceler sinir uçlarımdan mideme akın ederken istifra ettim. Bu beni öyle yordu ki, biraz uzaklaşıp kendimi yere bıraktım. Elim yanan boğazımda geziniyordu. Yatağıma yatmak istiyordum.
Bu halde yürüyemezdim. Kimseyi arayamazdım. Osman geldi aklıma. Arasam gelirdi aslında. Ama kim bilir neredeydi? Kaç gündür de işi olduğunu söylemişti annesi. Hafta sonu misafiri vardı. Dün de aramıştı Gamze. Belki de onunla birlikteydi. Belki de Firuze teyzenin hayalleri gerçekleşecekti. Bir gün el ele gelip herkese güzel haberi vereceklerdi. Düşünme bunları. Sen iyi ol önce. Annen bekler. Ona sarılacağın güzel günler pek çok merhem sürecek yaralarına. İçimdeki ses ilk kez kızmak yerine bana destek olunca şaşırdım. Sonra gülesim geldi bir an. Dudağımın kenarı kıvrıldı. Gözlerim doldu.
Başımı eğmeden önce görüş alanıma giren bir çift spor ayakkabı tanıdıktı. Beni kaldırmaya mı gelmişti? İyileşmek istiyordum aslında. Evime dönmek de istiyordum. Elini uzatsa tutardım. Ben onu aramadan duymuş muydu sesimi?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |