Osman beni öyle kötü bir halde bulmuştu ki, önümde diz çöktüğünde bir müddet gördüklerinin doğru olup olmadığını tarttı. “Yağmur, ne oldu sana? Ne bu halin?” Sonra ardı arkası kesilmeyen sorularını sıraladı. Benimse tek bir sorum vardı.
“Beni nasıl buldun?”
“Bir iş için buradaydım” dedi önce. Sonra “ne önemi var, kalk hastaneye gidiyoruz” diyerek kollarımdan tuttu. Gözlerine baktım. Benden uzak dur Osman. Ya da hep yakınımda ol Osman…
“Bana bir iyilik yap olur mu?” Başını salladı ama gözlerinden okunuyordu sabırsız telaşı. Aklı fikri hastaneye gitmekteydi. Benim de inadım tutmuştu işte. Gitmek istemiyordum. “Eve götür beni. Kimselere görünmeden.”
“Asla olmaz!”
“Lütfen…” Sustu bir müddet.
“Ben sana bu kötülüğü yapamam” dedi çaresizce. Güldüm belli belirsiz.
“Ben çok daha kötülerini yaptım Osman. Sen bana yardım edeceksin şimdi.” Ayağa kalktı. Kötü görünüyordu. Güler yüzlü dostumu üzüyordum.
“Beni kandırıyorsun” diye sitem etti. “Şu haline baksana, Gonca abla ne yapacak seni görünce? Bana yakışacak mı seni yeniden yaralı bir halde bırakmak? Anlamıyorsun nasıl korktuğumuzu! Sadece kendini düşünüyorsun. Bencillik bu!”
“Biliyorum! Tüm bunları biliyorum!” Her şeyi mahvetmenin siniriyle yalpalayarak da olsa ayağa kalktım. Gözlerine baktım kararlılıkla. Benimkiler bulutluydu. Onunkiler korkulu. “Hatırlatmana gerek yoktu öğretmen.” Yanından geçip gideceğim sırada kolumdan tuttu yavaşça. İzin alırcasına bir adım atıp destek almam için başımı omzuna yasladı. Bilmiyorsun, senden kaçtım, sana tutuldum. Tüm bunları bilmiyorsun.
Ağır adımlarla arabanın yanına kadar yürüdük. Sonrası beş dakikalık yoldu zaten. Çatık kaşlarıyla yolu izleyen adama baktım arabadan inmeden önce. “Aklım sende kalacak, bunu bil” dedi ciddi bir sesle. Şüphem yoktu.
“Dert etme. Yarına bir şeyim kalmaz.” Çatık kaşlarının gölgelediği gözlerini çevirdi yüzüme.
“Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum” dedi. “Tüm bu olanların sebebi ne? Bir şey var, inkâr edemezsin Yağmur.”
“Öğrenmek ister misin?” Başımı koltuğa yaslamış halde bekledim bir müddet. Osman sabır gösterebilecek bir adamken, acele etmemi istediğini okuyabiliyordum yüzünde. “Seni çok üzsem, hayal kırıklığına uğratsam… Yine böyle değer verir misin bana?”
“Bu ne biçim bir soru?” diye sordu şaşkınca. Kemerini çıkartıp bedenini iyice benden tarafa çevirdi. Ben istifimi bozmuyordum. Dalganın üstünde bir sal gibi salınıyordu zihnimde kelimeler. Hâlâ kontrolü sağlayabildiğimi iddia edemezdim. “Açık ol Yağmur. Ne demek istiyorsun? Seni üzen bir şey mi var? Aslında… Ben de seninle bu konuyu konuşmak istiyordum. Son zamanlarda daha farklısın sanki. Ve açıkçası benimle ilgili bir şey olduğundan şüphelenip duruyordum. Seni üzecek bir şey yapıp yapmadığımı sorgularken buluyordum kendimi. Eğer benim bir kabahatim varsa…”
“Osman.” Adını söyleyerek durdurdum onu. “Sen çok iyi bir adamsın. Kabahatin de yok.” Derin bir nefes alıp yerimde doğruldum. “Benim kafam karıştı biraz. Kimseyle alakalı bir durum değil. Yarına geçmiş olur.” Sağ elimi kapı koluna attığımda, Osman sol elimi tuttu. Canım yanınca yüzümü buruşturdum. Öne doğru eğilip beni kontrol etmeye çalıştı. Çektim elimi. İstemiyordum, bunalıyordum işte. “Gideceğim” dedim huysuz bir sesle. Öğretmene söz hakkı bırakmadan indim arabadan. Hiç arkama bakmadan eve girdim.
Kapı açıktı. Annem arka tarafta yine bahçeyle meşgul olmalıydı. Ona görünmediğime seviniyordum. Doğruca banyoya gittim. Ayna karşısında gördüğüm yüze acıyarak baktım. Üstüm başım toz içindeydi. Boğazımda acı bir tat geziniyordu. Hemen sıcak bir duşa girdim. Bacaklarım, kollarım ve sırtımda morluklar vardı. “Ne hale geldim durduk yere” diye sızlandım. Saçımı kurutup odaya geçtiğimde kendimi yatağa bıraktım.
Yorgun ve halsizdim. Midem bulanıyordu. Gözlerim kapanıyordu. Sırtım yumuşak zemine değince dinleneceğimi ummuştum. Kolumda gezinen ağrı canımı yakıyordu. Hız, motor, yol, kaza… Kavramlar halinde dolanıyorlardı zihnimde. Uykuya dalacağım sırada kapı hızla açıldı. Yerimde sıçradım. Annem gelip yatağın kenarına oturdu. Yüzü kıpkırmızı, kaşları çatıktı. Dokunmak, kontrol etmek istiyordu ama korkuyordu. Öğrenmişti muhakkak. Osman’dan mı? Muhakkak.
“Dikkat et demiştim” derken sesi beklemediğim kadar yüksek çıktı. Sıktığı çenesi titriyordu. Uykum silinip gitti güçsüz omuzlarımdan. Doğrulup sırtımı yatak başlığına dayadım.
“Anne iyiyim ben” dedim inançla. “Osman mı söyledi?” Öyle bir bakıyordu ki yüzüme, öfke görüyordum gözlerinde. Kimden öğrendiğine de, boş tesellilerime de bir önem vermiyordu.
“Ne yapmaya çalışıyorsun Yağmur? Derdin ne senin!” O sakin ve anlayışlı kadın yoktu karşımda. Oysa şu an çok muhtaçtım dinginliğine. Karşılık verecek mecalim kalmamıştı. Kabahatimi biliyor, her an bunun utancıyla yüzleşiyordum zaten.
“Kontrolü kaybettim” dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. “Ama önemli bir şey yok. Yarına düzelirim, bir şeyim kalmaz.” Bu ezberlenmiş teselliler iyice gerdi annemin sinirlerini. Ayağa kalktı, ellerini saçına geçirdi. Mümkün olsa öfkesini onlardan çıkartırdı. Bir müddet odaya bakındıktan sonra gözlerini üstüme dikti.
“Ne bu gün, ne yarın… Hiçbir şeyin düzeleceği yok Yağmur! Duydun mu? Sen toparlanmadıkça, saklanmaya devam ettikçe, kaçtıkça, korktukça hiçbir şey düzelmeyecek. Kendini kandıracaksın bu çocuk tesellileriyle. Tüketeceksin ruhunu. Kimse de sana yardım edemeyecek. Engellerin, sınırların tüketecek seni ve… Kimse sana yardım edemeyecek!” Tüm mesafelerime, sınırlarıma, sırlarıma, üstünü örttüklerime isyan edercesine yineledi cümlesini. Haklıydı, doğruyu söylüyordu. Ben de aksini savunmuyordum zaten. Kendine yenilmiş, annesini hayal kırıklığına uğratmış, öğretmeni üzmüş, bedeni yara bere içinde kalmış bir kız olarak mutlu muydum sanki?
Ayaklarımı yere koydum. Kaldırdım başımı. Benim de kaşlarım çatıktı. “Kimsenin yardımını istemiyorum zaten!” diye karşılık verdim. “Halledebileceğim kadarını yüklendim. Zaman ve sakinlik istiyorum. Kimsenin kapısını çalmadım, yardım dilenmedim. Hatta sizi üzecek diye meselelerin üstünü örtmeye çalıştım ama…” Tek nefeste öfkeyle söylediklerim yüzünden yüzümün kızardığını hissedebiliyordum. Terleten bir mide bulantısı baş gösterdi yine. “Eşeleyip duran, rahat bırakmayan sizsiniz!” Yüzleştiğimiz gece kendimi savunurken bile böyle sert davranmamıştım anneme. Büyük bir deprem olmuştu sanki. Artçı sallantılar devam ediyordu. Bana dokunduklarında boğulduğumu hissediyordum.
Yardım edemeyecekleri bir gerçekti. Çünkü ben müsaade etmiyordum. Sandıkları kadar gönül ferahlatan çözümler üretmiyorlardı. Öyle olsa bile benim için çok büyük adımlardı yapmamı istedikleri ve ben açıkça korkuyordum, çekiniyordum! Osman gibi açık yürekli, Nil gibi sevecen, annemin gençliğindeki gibi girişken değildim ben. Doğduğumdan beri kaybediyordum. Ve bu korkuyu içimden söküp atamıyordum. Hayatta atacağım her büyük adımda hortlayan bir karabasan gibi çöküyordu üstüme. Kabuğuma çekiliyordum.
Annem bir şey diyemedi. Gözlerindeki öfke sönüyordu. Ben buraya kimseye yük olmaya gelmemiştim. Gonca Saraç bir anne olarak titiz yaklaşıyor, beni korumak istiyordu belki. Ama bu yöntem, bu kalabalık, bu çok sevme hali afallamama neden olmuştu. Halim ortadaydı. Beceremiyordum. En ufak bir fırtınada boynunu kırmıştım gonca güllerin. Bülbül müydüm? Kanım mı boyamıştı annemin yapraklarını?
“Sana ulaşmaya çalıştım sadece” dedi düz bir sesle. Bu anı yaşadığımıza inanamıyordum. Onu kırdığıma, kendime olan kızgınlığıma ve anlatmazken anlaşılma çabası içine girmemin beyhude oluşuna katlanamıyordum.
“Ben sana geldim zaten anne. İçimi açtım sana, söyledim. Zaman istedim. Bu ilk değil. Benim ilk felaketim değil. Bir şekilde ayağa kalktım. Yalnızdım, zamana yaydım. Dinlendim, bazen kaybettim, bazen kazandım. Ama ilk kez böylesine yalpaladım.” Kalbime koydum elimi. Hararetli bir konuşma yüzünden ritmi bozulmuştu. “En çok yanında olmak istediğim insanlardan bile yalnızlık rica ediyorum bazen…” Sesim titredi. “Özür dilerim… Pek çok şeyin üstesinden geldiğimi zannediyordum. Ama yapamamışım işte.” Kendime olan kırgınlığım yağmur gibi akıp gidiyordu sesimden.
Annemin dik duruşunu bozdu cümlelerim. Kırdım onu suçu yokken. Nereye koyacağını bilemediği elleri uzanamadı saçlarıma. Bu değildi niyetim. Daha fazla berbat etmek için çabalamıyordum. Düzgünce anlatsaydım da dinlerdi, tek istediği buydu zaten ama bağırmıştım. Bir hafta öncesine, saçımı okşadığı ana geri dönemez miydik? Şimdiden pişmanlık duymaya başlamıştım sözlerimden. Evet, yalnız kalınca düzeleceğine inanıyordum. Evet, buna rağmen anneme ihtiyaç duyuyordum. Suçlu olan bendim, böyle dalgalandığım için. “Anne” dedim kısa bir sessizlikten sonra. Özür dileyecektim kelimelerim yüreğine ağırlık yapmasın diye.
“Sen yatıp dinlen” diyerek çıktı odadan. Kolumdaki ağrı, midemdeki bulantı yaptığım hataların verdiği acının yanında sönük kaldı. Başımı yastığa koydum. Yanaklarım ıslanıyordu. Uykuya dalana kadar, dakikalarca annemin dönmesini bekledim. Kastım benden uzaklaşması değildi. Bu güzel insanlar karşısında iyi yapamadığım her şey yüzünden utanıyor, çekiniyordum sadece hepsi bu. Ve çok sevince kaybetmekten korkuyor, hatamı gözümde büyütecek ve dikkat çekici bir hale getirecek bir hamleyle kaçıyordum. Bir hastalıktı ruhumda. Onca yıl aile ve yalan arasında mekik dokumuş bir kız için olası bir durumdu. Ama ne annem, ne de Osman bu kötülüğü hak ediyordu.
***
Alnımda biriken ter damlalarının verdiği rahatsızlıkla gözlerimi araladım. Midemdeki bulantı o kadar şiddetliydi ki lavaboya bir an önce gitmem gerekiyordu. Hava kararmıştı. İstemeyerek de olsa yataktan kalkıp banyoya gittim. Biraz ağrı ve huzursuz sancıyla istifra ettim. Rahatladığımı düşünerek odaya geçtim tekrar. Başım dönüyordu. Strese bağlamıştım ama zehirlenmiş olabilir miydim? Bozuk bir yiyecek yememiştim. Farklı bir şey de yoktu sofrada. Olsa herkese dokunurdu. Yüzümü yastığa gömdüm. Sol kolumdaki ağrı, bacağımdaki sızı kazayı hatırlatıyordu sürekli. Zihnim bulanıktı. Uykuya dalacakken “anne” diye sayıklarken buldum kendimi. Neredeydi o? Sahiden bırakıp gitmiş miydi? Üstesinden gelebileceğini söylemiştin… İç sesim vazifesinin başına geçince sustum.
Saatler ilerlerken bir kez daha kalktım. Bu seferki daha kötüydü. Koridora çıktığımda kapının önünde duran annemle karşılaştım. Fakat şaşkın yüzüne birkaç saniye bakabildim. Hemen banyoya attım kendimi. Kilitlemediğim kapıdan içeri girdi. Yanıma yaklaşıp alnımı tuttu, saçımı geri çekti. Beni o halde görmesini istemezdim ama müdahale edemedim. Sırtım ağrıyordu zorlanmaktan. Bittiğinde elimi yüzümü yıkadım. Annem de yardım etti, yüzümü kuruladı. Tek kelime etmiyor, soru sormuyor, yalnızca beni ayakta tutacak kadar yanımda duruyordu. Sanki sınırlarıma saygı duyuyor ama annelik vazifesine karışmama izin vermiyordu. Zaten ben de beni yalnız bırakmasını istemiyordum.
Odaya geçtiğimizde ışığı yaktı. Gözlerim kızarmış ve şişmişti. Yatağa yatmadan önce annem yorganımı kenara çekip bekledi. Bir çuvalı bırakır gibi yattım yerime. Başımı yastığa koyduğumda bir kez daha kalkmamayı umuyordum. Üstümü örttü. Her hareketini seyrediyordum. Yüzüme bakmıyordu. Saçımı okşamadı. Yalnızca elimin üstündeki kızarıklıkları ve taşlara çarptığım için oluşan çizikleri görünce yüzünü buruşturdu. Vücudumun geri kalanındaki morlukları göstermemekle iyi etmiştim anlaşılan.
“Anne” dedim boğazım acımasına rağmen. Huzursuzdum fazlasıyla. Tanıştığımızdan bu yana geçen aylar içinde bağlanmıştım ona. Bir anda kendini çekmesi, kutuplarda bir gece vakti yalnız kalmışım gibi hissettirmişti.
“Fırat beyi arayacağım.” Konuşmama izin vermiyordu ve bunu öyle bir soğukkanlılıkla yapıyordu ki insan tek bir kelime daha söyleyemiyordu.
“İstemiyorum” dedim kaşlarımı çatarak. O da aynısını yaptı. Bana küsmüştü, kızgındı. Barışmadıysak benim için uğraşmasını istemiyordum. İstiyorsun… “Uyursam geçer.” Yine o ezber sözler. Bu sefer annem üstelemedi. Yalnızca sabır niyetine derin bir nefes almakla yetindi. Sonra ışığı kapatıp odadan çıktı. Ufak bir yardım teklifini reddettikten sonra yalnız kaldığım için hayıflanmaya hakkım yoktu. Ama hayıflanıyorsun. “Sus artık” diye mırıldandım. “Başımı şişiriyorsun.”
***
Gece saat on ikide dördüncü kez kalkınca annem karar verme hakkımı elimden aldı. Üstüme montumu giydirdi. Osman arabayla kapıya geldi. Hastaneye doğru yola çıktık. Annem, başımı yaslayacağım bir omuzdan mahrum etmiyordu beni. Gecenin bu saatinde, tüm direnişime rağmen ilgileniyordu yine de. Ama konuşmuyor, saçımı okşamıyordu. İstemeye hakkım olmadığını bildiğimden talep etmiyordum. Eğer yapsaydı, çok isterdim. Osman aynadan bize bakıp soru sormasa, arabada çıt çıkmayacaktı. Endişeleniyordu o da. Öğretmeni yorduğuma da utandım.
Acilden giriş yaptık. Doktor şikâyetlerimi sorarken Osman benden önce konuşuyordu. Kazayı da söyledi. Hiçbiri nasıl olduğunu bilmiyordu. Bu vesileyle öğrenebileceklerini zannediyorlarsa da yanılıyorlardı. Anlatmayacaktım detaylarıyla. Ama sonra doktorun istediği tetkikler gözümde o kadar büyüdü ki “hiç gerek yok, başımda kask vardı, hızımı da düşürmüştüm” dedim. Annem yan bir bakış attı. Özrümün kabahatimden büyük olduğunu, sabrını zorladığımı ima ediyordu.
Bir ara “kime çekti inadı?” diye söylendiğini duydum. Bana da sorabilirdi. Tabi bir cevabım yoktu ama benimle konuşmasını beklerdim. Doktorun istediği tetkikleri yaptırdık. İç kanama geçirmiyordum. Kırık çıkık yoktu. Omzumda ezilme ve vücudun pek çok yerinde morarma vardı. Ağrı kesici krem yazdı. Esas problemim mide bulantısıydı. Tekrar acil müşahede odasına geçtik. Kendimi taşıyamayacak haldeydim. Osman yanıma geliyor, koluma giriyordu. Oturduğumuzda başımı omzuna yaslıyordum. Bir adım geride, gölgem gibi dolaşıyordu.
Hemşire hanım serum takmak için kolumu açtığında ben yorgunluktan kızarmış gözlerimle beyaz led ışıkları seyrediyordum. Suçunu bilen çocuklar gibi sessiz ve mahcuptum. İğne koluma battığında canım yandı ama önemsemedim. Annemi buldu bakışlarım. Onu daha ketum gösteren bir ifadeyle dudaklarını sıkmış, kolumu gözüne kestirmişti. Böyle gergince neyi seyrediyordu? Başımı kaldırıp baktığımda çirkin görünen morlukları fark ettim. Belime kadar örtülmüş pikeyi koluma doğru çekip morlukları kapattım. Ne yaptığımı anladı. Arkasını dönüp ilerideki koltuklardan birine oturdu.
“Bir de kime çektiğimi merak ediyordu” diye söylendim. “O da inatçının teki.” Osman da aramızdaki gerginliği fark etmişti. Normalde gözünü üstümden ayırmayacak olan kadın, şimdi dönüp gidiyordu. Öğretmen gelip yanıma oturdu. Bir müddet solgun yüzümü seyretti. Hastane sıcak değildi ama bunaldığımı hissettim. Başımı başka yöne çevirdim hafifçe.
“Bütün bunların sebebi, Gonca ablayla aranızda bir problem olması mı? Yoksa bütün bunlar oldu diye mi Gonca ablayla aranızda bir problem var?” Gayet sakindi karşımda. Her zamanki gibi sırlarımızı paylaşmak için hazırdı. Dostane bakışlarında tedirginlik geziniyordu. Bir iç geçirdim.
“Her ne olduysa epey kabahatliyim Osman. Battıkça batıyorum. Düzeltmeye çalıştıkça dağıtıyorum.” Gözlerini yüzümden çekmiyordu. Herkes dostuna böyle sıcak, şefkatli bakar mıydı? Yaklaşmak için uğraşır mıydı? Hatasına sabreder miydi? Osman’ın bir gülüşüydü kafa karıştıran. Neticede tüm kabahati üstlenen de bendim. “Hiçbir şey düzelmeyecekmiş gibi hissettiriyor. Her şey karmakarışık oldu yine.” Elinde imkân olsa çözerdi. Zorlukları göğüsleyebileceğini ima edercesine omuzlarını dikleştirdi.
“Belki de sorunun kaynağına inmelisin Yağmur. En başta yanlış olan neydi, bunu bulmalısın. O düzelince gerisi de hallolur. En başta yanlış olan neydi?”
“Ben” dedim düşünme gereği duymayarak. “Sevmekle yeni tanışan, eline yüzüne bulaştıran, acemi adımlar atan ve bin kişinin karşısında şarkı söylemek için sahneye çıkacak bir kızın telaşıyla oradan oraya koşturan Yağmur…” Bu benzetmeye ufacık bir tebessüm etti. Aslında kendimi yargılarken adil olduğumu düşünüyordum. Ama Osman öyle bir bakıyordu ki kalbimi okşuyordu sanki. “Benim kalbim yanlış Osman.”
“Oysa ne de güzel bir kalbin var Yağmur.” Bunu öyle yumuşak, öyle inanarak söyledi ki uyumadan önce masal dinlemeyi manasız bulan ben, Osman’ın sesinden saatlerce hikâyeler dinleyebileceğimi sandım. Sanki ben yalancıydım. Osman beni daha iyi tanıyordu ve doğruları söylüyordu. “Hepimizin acemilikleri, korkuları var. Ama bir aradayken, telafi edilmeyecek boyuta ulaşmayan hatalar düzeltilebilir. Kaldığımız yerden gülümsemeye devam edebiliriz.”
“Hep umutlu konuşuyorsunuz. Sen, annem… Peki, telafi edilmeyecek şeyler olsa? Ben de hep bunu düşünüyorum.”
“Sen kabahatlerin en büyüğünü işlesen de Gonca ablanın kızısın. Annenin yanından ayrılamazsın. Kimse evladını bırakmaz. Küser, kırılır ama bırakmaz. Hele de sizin gibi seneler sonra kavuşmuşlarsa.” Uzağımda oturan anneme baktım. Bu ilk küsmemizdi. Bir daha tekrarlanmasını istemeyeceğim kadar kötüydü. Saçımı okşamazken kendimi böylesine eksik hissediyorsam, ayrılsam ne hale gelirdim kim bilir. Sahi, anneler kızlarını hiç bırakmıyordu. Etrafa bakındım. Genelde gençlerin başında anneleri bekliyordu. Belki çok defa tartışıyorlar, anlaşamıyorlar ama eve birlikte dönüyorlardı.
Ben on yaşımdan beri fazlalık olduğumu hissetmiştim evimde. Diğerleri hata yapınca annelerinin eteğine sığınabilirlerdi mesela. O şansı kaybettiğimi düşünür yerimden kıpırdamazdım. Kimseye sığınmazdım. Ya koşar, ya oyun oynardım üzüntümü unutmak için. Çocuk aklımla; kapıya konulduğum, sokaklarda bir başıma dolaştığım kötü hayaller kurar kendimi üzerdim. Unutuyordum şimdi yirmi üç yaşında, gerçek annesinin yanında yaşayan bir birey olduğumu. Osman doğru söylüyordu. Ne olursa olsun anneler ve evlatlar ayrılmazdı.
“Peki ya siz?” diye sordum. “Annem ne olursa olsun beni bırakmaz. Ama Göktepe bu kadar yüce gönüllü olur mu? Mesela sen… Bir kabahatim olsa affeder misin beni? Yine sırdaş olur muyuz?”
“Bu gün kendini suçlamaya kararlısın anlaşılan. Ve bir şey olduğuna eminim artık. Eğer ima ettiğin kabahatin ne olduğunu söylersen sana cevap vereceğim Yağmur. Söyle bakalım…” Tıpkı bir öğretmen gibi konuştuğunda ciddiyetim dağıldı. Biraz da Osman’ın sevecenliğine sığındım. Sırrım ağırdı, beni darmadağın etmişti. Öylece söyleyemezdim.
“Çalışmadığım yerden sordunuz öğretmenim.”
“Üzülerek sıfır vereceğim evladım.”
“Acımasızsın” dedim gülerek.
“İpucu verirsen puanını yükseltirim.” Başımı salladım iki yana. Bir müddet sessiz kaldım. Dudağımın kenarında asılıydı hâlâ solgun bir gülümseme. Osman kalkıp gitmemişti. Günlerdir yan yana oturup konuşamamıştık. Onu bilmiyordum ama ben onu özlemiştim. Kaçıp da en sonunda kapana kısılacağım aklıma gelmezdi. Dik durabileceğimi zannediyordum. “Uykun var mı?” diye sordu. Evet dersem giderdi. Ondan gitmek için çabaladığım tüm anlara ihanet ettim.
“Yok.” Memnuniyetle gülümsedi. “Bir şey mi anlatacaktın” dedim konu açmış olmak için. Dudağını büküp omuz silkti.
“Aslında öyle özel bir şey yok aklımda. Seninle sohbet etmeyi seviyorum. Bilmiyorum ne kadardır oturup konuşmadık. Özledim…” Kan dolaşımımın hızlanması serumu şaşırtır mıydı? Sık kullanılan kelimeler, içi dolu ve gerçek anlamlarına ait olduğunda benim için öyle kıymetli oluyordu ki. Demek Osman da özlemişti benimle sohbet etmeyi. Onun dürüstlüğünü daima bu yönde hatırlıyordum işte. Özlediyse, kızdıysa, sevdiyse söylerdi. Kızdığını bilirdim, özlediğini söylemişti. Sevseydi de söyler miydi? Sever miydi?
“Sevmek kocaman bir mahremiyet olduğu kadar kalp sıkıştıran bir heyecandır aynı zamanda. Kaçamadığın, gidemediğin ve sıkışıp kaldığın anlardır. Adı yoktur bazen, sonra konulan isimler yüklerini de getirir beraberinde. Bu sebeple sevmediğini söylemek ile sevdiğini itiraf etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Sevmek, sevmemek kadar basit olsa hangi insan dilinin ardına saklardı sözlerini? Kim inkâr ederdi yüreğini?”
Böyle söylemişti annem. Osman için de geçerli miydi bu sözler? Ben kabullenmekte zorlandığımı, mahrem tuttuğumu itiraf edebilirdim kendime. Dilimizin arkasına saklanan sözleri bir delilikle ortaya saçmak gerekirdi aslında. Derin bir nefes almakla yetindim. “Sence sevmek zor mu?” diye sordum merakla.
“Sevdiğine bağlı” dedi düşünmeden. “İmkânsızsa zor, ulaşılmazsa acı, kavuşulsa gönül rahatlığı. İnsanına göre değişir. Ama sevmek; başlı başına coşkulu bir yenilik, her kalbe uğraması gereken bir his!” Sonra bir umut dalgası hücum etti bakışlarına. Çok sevmiş gibi konuşuyordu. Peki kimi? “Sanırım zor olan insanlar” diye mırıldandı derin bir nefes eşliğinde.
“O zaman başka şeyleri sevelim. Annem çiçekleri seviyor, ben reçelleri, sen?” Osman istediği cevabı alamayınca duraksadı bir süre. Düşünceli gözleri serumda gezindi.
“Başka şeyler hayatın süsü. Annen seni çiçeklerden çok seviyor. Sen reçelleri ondan çok seviyorsun. Ben… Ben de ailemi ve dostlarımı nesnelerden daha çok seviyorum. Evet, bazıları zor fakat bence zor diye sevmekten vazgeçmemeli insan. Kıymetli şeyleri elde etmek için yol meşakkatli oluyor bazen. Ama kim dönmüş yolundan? Bu sevgi kavramına da haksızlık değil mi? O gelip yerleşsin kalbine, sen kov. Güzelliğine ilişmeye hakkımız var mı? Bize verilen en güzel hisler bunlar.” Başını iki yana salladı. “Ne olursa olsun yitirmek istemem.” Sevmekle bir meselesi vardı Osman’ın, belli. Ama şimdi beni ikna etmeye çalışmıyordu. Sol yanında dalgalanan hisleri paylaşıyordu. Yağmur benim en iyi dostum…
“Bazen çok sevmek yoldan dönmeyi gerektiriyor Osman. Bence bu, sevgiyi saf ve kıymetli yapar. Aynı zamanda diğer güzel duyguları korur.” Onun umudu vardı. Benim kaygılarım. Haksız da sayılmazdım. Günler sonra yanında kendimi bulduğum adam, gözlerime bakarak başkasına olan sevgisinden bahsetse akan serum kanımda donardı herhalde. Ki Osman’ın sesinde sevginin adımları geziniyordu. Son günlerde daha başkaydı gülüşü. Bir okul arkadaşı olmalıydı buna sebep.
“Ulaşılmamış sevgiyi mi kıymetli bulursun sen?”
“Şartlar ne olursa olsun, sevgi kıymetlidir” dedim bu soruya karşın. “Ulaşılmasa bile…” Yaşatmaya çalıştığı gülümsemesi soldu gittikçe. Hep kavuşamamaktandı bahsim. Osman umutluydu. Sevdiği, hayaller kurduğu biri mi vardı yoksa hiç yanmamış mıydı? Boğazını temizledi. Bir müddet etrafta dolaştırdı bakışlarını. Sonra hafifçe bana doğru eğildi.
“Sevdiğin ama ulaşamadığın biri mi var Yağmur?” Böyle bir soru duymayı beklemiyordum. Ama bu umutsuz aşık tablosu annemden sonra Osman’ın da dikkatini çekmişti işte. İnkâr ettiğimde her şeyi elime yüzüme bulaştırıyordum. Doğruyu söylesem, bir kere açık yürekli olsam ne olurdu? Denemeden bilemezdim. Zaten perişan haldeydim. Üstelik dertleştiğim kişi Osman’dı. Tanıdığım en güvenilir, en dürüst insan. Ona yalan söylemek gelmedi içimden.
“Evet” dedim gözlerine bakarak. “Sevdiğim biri var.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |