Sabah ezanı okunurken eve döndük. Bir müddet şebeke suyu içmemeyi önerdi doktor. Mevsim geçişlerinde görülebilen hassasiyetlerden biriymiş benimki. Tahlillerim temiz çıkmıştı. Büyük bir problem yoktu. Kazadan kaynaklı bir yara bere de oluşmamıştı vücudumda. Omzuma dikkat etmem gerekiyordu yalnızca. Kırılmadığı için şanslıydım. En çok hasar alan nokta orasıydı. Ufak tefek ağrılar için krem ve ağrı kesici yazmıştı reçeteye. Gün içinde temin ederdik. Gerçi ben kullanmaya gerek olduğunu düşünmüyordum. Uzun bir uyku beni kendime getirirdi.
Yolculuk beni zamanda geriye götürmüştü. Yine hastaneden dönüyorduk. Osman sürüyordu arabayı. Gonca Saraç sessizce yolu seyrediyordu. Ben hasta olandım. Erken bir sabah vaktiydi. Oysa ne çok şey değişmişti. Gonca Saraç, annemdi artık. Bana küs olsa da başım omzundaydı. Osman sevdiğim adamdı. Gece, birini sevdiğimi söylediğimde bir bahaneyle yanımdan kalkmış, kapının önünde beklemişti. Bakışlarımı okuyabilmiş miydi? O birinin, ulaşması zor ve tehlikeli olanın kendisi olduğunu anlayıp kaçmış mıydı? Sadece kafa karışıklığı görmüştüm yüzünde. Ve bunu uzunca düşünemeyecek kadar dağınıktı zihnim.
Eve döndüğümüzde doğruca odama gidip yattım. Ayakta durma yetimi kaybetmiştim sanki. Epey uyudum. Aklımda birkaç saat uyuduktan sonra öğretmenlik yapacak Osman ve yorduğum annem vardı.
***
Saatler süren ama hiç yetmeyecekmiş gibi gelen bir uykunun ardından gözlerimi araladığımda duvardaki saate baktım. Öğlen ikiydi. Boş midemin üstünde koydum elimi. Sırtımda kasılmalardan dolayı ağrı vardı. Kolum ve bacağım da aynı haldeydi. Yine de dünkü gibi kötü hissetmediğime şükretmeliydim. Ev çok sessizdi. Annem gitmiş miydi acaba? Bir kapı, mutfaktaki tabak tencere sesi bile duyamıyordum. Uyuyordu belki de. En çok da onun hakkıydı. Toparlanınca ilk işim onunla konuşmak olacaktı. Hep anlayışla yaklaşan, sınırlarımı koruyan ama bana ulaşmak için çabalayan kadına beni rahat bırakmasını söylerken gerçekten aklım başımdan gitmişti herhalde.
Kalkabilecek kadar kendimi toparladığımda yorganı üstümden atıp ayaklarımı yere bastım. Bomboş vücudumu yönlendirmeye çalışan başım dönüyordu. Kapıya kadar yürümeye cesaret edemedim o an. Susamıştım aslında, kurumuştu boğazım. Annemden yardım istemeye cesaretim yoktu. Kimse sana yardım edemeyecek! Sözleri yankılandı odanın duvarlarında. Düşürdüm omuzlarımı. Bir iç geçirip oturmaya devam ettim. Tüm bunların kendi kabahatim olduğunu biliyordum. Daha önce kendi kabahatlerinle baş başaydın, hallettin Yağmur, yine halledersin. “Ama bu sefer annem var” diye mırıldandım. “Tek değilim, paylaşmayı öğrenmeliyim.”
Birkaç dakika sonra kapının açıldığını duyunca halıyı seyretmeyi bırakıp hevesle başımı kaldırdım. Annem girdi içeri. Ufak bir tebessüm ettim elindeki tepsiyle yanıma yaklaşırken. “Ne zaman uyandın?” dedi yüzüme bakmadan. Çalışma masasının üstüne bıraktı tepsiyi. Yoğurt çorbası yapmıştı. Ben yalnızca getirdiği bir bardak suyu içmek istiyordum.
“Çok olmadı.”
“Karnını doyur, ilaçlarını içersin.”
“Kim aldı ilaçlarımı?” Sohbet etmeye çalışıyordum. Ayakta öylece beklemesin, yanıma otursun ve yüzüme baksın istiyordum. Zaten düzgün olan peçeteyi düzeltti oyalanmak için.
“Osman aldı sağ olsun.” Bir kez daha eczaneye mi gitmişti? Çok yormuştum Osman’ı. Kocaman bir teşekkür borcum vardı öğretmene. Cevap vermedim anneme. Sandalyeyi çekti oturmam için. Dikkatlice kalkıp sandalyeye oturdum. Suyu alıp çabucak içtim. İçim yanmıştı, çölde kalmış gibiydim. Bir sürahi daha olsa içerdim ama kendim kalkıp almadıkça annemden isteyemezdim. Tepemde dikiliyor, sessiz otoritesiyle beni kontrol ediyordu. Bana sorsa şefkatini ve gülümsemesini tercih ederdim. Aç olmama rağmen çorbayı içmek istemiyordum. Mideme ağır geleceğini biliyordum. Elim kaşığa gitmedi bir türlü. Yan bir bakış attım anneme. İtiraz etsem daha kötü bir hale getirirdim her şeyi. Bunun da farkındaydım.
O da halimi anladığından herhalde, odadan çıktı. İstediğin yalnızlık işte… Böylesini istemiyordum. Her ne kastettiysem, ne saçmaladıysam pişmandım. Kolumu masaya koydum, alnımı üstüne dayadım. Gözlerim dolmuştu. Yutkundum toparlanmak için. Birden masada bir hareketlilik olunca başımı kaldırdım. Annem bir sürahi su getirmişti. Bardağa doldurdu içmem için. Sandalyeden kalktım. Zar zor ayakta duruyordum. “Benimle konuşmayacak mısın hiç?” diye sordum. Eğer gözlerime baksa, nasıl üzgün olduğumu görürdü. Ben onunkileri yakalayamasam da aynı halde olduğunu biliyordum.
“Konuşuyorum seninle Yağmur. Yemeğini yemeni, ilacını içmeni söylüyorum.”
“Bu yeterli değil, biliyorsun.” Bakışlarımı buldu gözleri. Mahcubiyetimi gördüğüne emindim. O kısacık anda her ne düşündüyse, istifini bozmamaya kararlıydı. Hafif çatık kaşları, içinde biriken şefkati gölgeliyordu.
“Ben senin annenim” dedi bu gerçeği kendine de hatırlatarak. “İhtiyaçların için hep daha fazlası elimde bulunsun diye çabalarım. İyi ol diye uğraşırım.” Başımı salladım. Benim için yapamayacağı fedakârlık yoktu. Ben de onun için yapardım. “Ama sunduğum merhemi kullanmazsan yaralarına ulaşamam. Saklanırsan istediğini sana veremem.”
“Seninle öyle konuşmak istememiştim” dedim buna karşın. Sesimi sarmıştı pişmanlık. Ben saklanmayı iyi bilen bir çocuktum. Şimdi annemin beni görmesini istiyordum.
“Söylediklerin yüzünden sana kızgın değilim Yağmur.” Kırgınsın… “Üzülmeni istemediğim için konuştum seninle ama fazla ileri gittim sanırım.”
“Hayır, anne öyle değil…” Beni anlamasına, destek olmasına her zaman ihtiyacım vardı.
“Ama sana kızgınım, hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok.” Sebebini bilmesem bile mahcubiyetle yandı yanaklarım. “Beni üzmeye hakkın yoktu. Sırf kafanı dağıtacaksın diye böyle tehlikeli bir yola çıkmana gerek yoktu! Dönemeseydin… Kontrolü tamamen kaybetseydin…” Sesi titredi. Yüreğinde bir ağırlık varmış gibi yüzünü buruşturdu. “Üzüldüğünde, öfkelendiğinde, kaçmak istediğinde topa vurduğunu, ata bindiğini, dağa tırmandığını, ne bileyim… Aksiyon gerektiren ama tehlikenin eşlik ettiği bir sürü şeyi yaptığını söylemiştin. O zaman bile yüreğim titremişti. Bu kız canının kıymetini bilmiyor, iyice korumak lazım diye geçirmiştim aklımdan. Ama artık yapmazsın diye düşünüyordum. Hayatına bunları sokmanı gerektirecek bir şey olmaz zannediyordum.” Başına bir sancı saplanmış gibi işaret parmaklarını şakaklarına bastırdı.
Bakışlarına sıcaklık katan göz rengi solgundu. Sebebi bendim. Ölümün soğukluğunu tatmış birine yeni bir imtihan hazırlıyordum istemeden. “Ben evladımla imtihan oldum zaten, tam yirmi üç sene! Sende birazcık hatırım varsa acı bana.” Titreyen elini kalbinin üstüne bastırdı. “Sana bir şey olursa, çok yaşamayacağım Yağmur. O kadar gücüm yok benim.”
“Özür dilerim” diyebildim sadece. “Seni bu ağır yükün altında bırakmayacağım anne, söz veriyorum. Üzmeyeceğim seni bir daha.” İçinde bulunduğumuz durumda ne kadar güvenilir olduğum tartışılırdı. Sürekli halledeceğini, iyi olacağını söyleyen bir kızdım ben. Annem artık bana inanmıyordu. Yorulmuştu.
“Çorbanı bitir Yağmur” dedi geri çekilerek. “İlaçlarını getireceğim.” Boğazımdan geçer miydi bu saatten sonra lokmalar. Gözümden birkaç damla yaş akarken sandalyeye oturdum. Sessizce ağlayarak çorbayı içtim. Tatsız tuzsuzdu dilim. Hiç kabahati olmayan bir kadını üzmüştüm. Sırf kaygılarım beni boğduğu için patlak vermişti kalbimdeki zehir. Motorun hızı, tarlaya savrulmam yetmemiş gibi bir de eve gelince yükseltmiştim sesimi. Yaptığım mantıksızlığın sonucunun ölüm olabileceğini gören annemin telaşına, benden uzak durmasını söyleyerek karşılık vermiştim.
Ben sahiden sevmeyi bilmiyordum. Seher teyzeye anne demeyi bırakan da bendim, Aras’ı sevmek yüzünden suçlayan da. Sevdim diye Osman’dan kaçan da bendim, korkum harlanıyor diye annemin kalbini kıran da. Kaybetmeyi hak ediyordum bu saatten sonra. Bir bardak su içtim gözlerim hâlâ ıslakken. İçimdeki şu yangın geçmek bilmiyordu.
***
Kızlar ziyaretime geldi. Yanlarında öğretmenleri de vardı ama genç adam kapıya yakın duruyor, halıyı seyretmeyi tercih ediyordu. Bir kere nasıl olduğumu sorduktan sonra konuşmak şöyle dursun yüzüme bile bakmamıştı. Kalbimde buz gibi rüzgârların estiğini hissettim. Sevdiğim biri var. Bu cümle girmişti aramıza. Bir adam yüzünden annemi üzmeme kızmıştı belki. Ya da ulaşamadığım, kendime yasak ettiğim kişinin kendisi olduğunu anlamıştı. Ve hiçbir şey sormadan gitmişti. Ben dostluğun sınırlarını aşmıştım. Osman dostluğun hatırına bile bakmıyordu yüzüme.
Çenemi sıkmaktan dişlerimin ağrıdığını geç fark edecektim. Çünkü ağırıma gidiyordu içinde bulunduğum durum. Ağlamayayım diye kalbime sert hükümler veriyordum. Sancılar içinde kıvranıyordu. Ve yanımda beş çocuk oturuyordu. Hepsi benim iyi olduğumu görmek, moral vermek için buradaydılar. Birinin elinde çiçek, diğerinin elinde boncuk bileklik, diğerinde şiir, resim vardı. Hepsi bana verilecek hediyelerdi. Memnun ve mutlu gözükmek için tüm çabamı harcarken nasıl çaresiz hissettiğimi kimseye anlatamayacaktım.
Evin sessizlikten kurtulması bir yandan hoşuma gitmişti. Annemin kırgın uzaklığı daha az gözüme battı kızlar yanımdayken. Önce hasta ziyaretinde olduklarının bilincindeydiler. Sakin ve ağırbaşlı sorular sorarak oturdular. Dakikalar geçince ve sandıkları kadar kötü bir halde olmadığımı görünce her zamanki gibi canlandı tavırları. Neşeli sorularını, kendilerince komik ve maceralı anları anlatmalarını dinledim. Elif yanımda, Aysima ayakucumda, Zümra ve Ayşe karşıdaki iki kişilik koltukta, Sude de çalışma masasının önündeki sandalyede oturuyordu.
Sevimli misafirlerimin ruha iyi gelen şifalı gülümsemeleri, içtiğim ilaçlardan daha tesirliydi. Kapıda dikilmeyi sürdüren öğretmenleri artık gitmesi gerektiğini söylediğinde ona dönüp bakmadılar bile. Odam, onlar için en az anılarım kadar farklıydı. Kutu oyunları, eşyalarım, duvardaki çerçeveler dikkatlerini çekiyordu. Bir iki kere gelmişlerdi, çok değil. Bu meraklarını daha çok arttırıyordu. Annem kızlara ikram edecek bir şeyler hazırlamak için mutfakta zaman geçirdiğinden yanımıza uğramadı.
Öğretmen odadan çıkmadan önce bir kez gözlerime baktı. Korkaklık etmedim, gözlerimi çekmedim uzağımda olsa da sevdiğim bakışlarından. Kısmen dürüsttüm dün gece. Osman ufak ipuçlarını birleştirip okların kendisini gösterdiğini düşündüğü için böyle kaçaksa, büyük bir metanetle kabullenmeliydim yıkımı. Eğer bu aklına gelmemişse başka bir nedenden ötürü, kazaya sebebiyet verecek tavırlarımdan dolayı mesela, uzaksa benden bunun için herkese bir özür borcum olduğunu biliyordum.
“Kendine dikkat et Yağmur. Çok yorulma” dedi veda ederken. Yalnızca başımı salladım. Arkasını dönüşünü, bıraktığı boşluğu seyrettim. O sıra kızların bana bir şey anlattığının farkında değildim. Sonrasında kitaplarımla, kutu oyunlarıyla oyalandılar. Gerçekten keyif alıyorlardı. Bahar havası iyice hâkim olmuşken Göktepe’ye, kızlar da bir farklılık arıyorlardı. Yazın eğlenecekleri pek çok aktivite bulacaktım onlara. Canlarının sıkılmaması için elimden geleni yapacaktım. Önceleri eğlencelerine katılmak fikrini besliyordum ama bu günlerde yalancı gülümsemeleri tüketmekle meşguldüm.
Eve mis gibi bir koku yayıldığında annemin elmalı kurabiye yaptığını anladım. Kızlar için mi hazırlamıştı, ben seviyorum diye mi? İkinci ihtimali daha çok sevsem de bana kırgın olduğunu bilirken lokmalar boğazımdan geçmiyordu. O yüzden heveslenmedim. Mutfağa sofra kurmuştu. Hoş bir çay saati ikramı yapacaktı kızlara. O sırada Nil ve Firuze teyze de ziyaretime gelmişti. Fırtına bulutlarının bir anlığına müsaade edip toprakla güneşi buluşturması gibi, güler yüzleri sıcacık etmişti evimizi.
Firuze teyze, annemin yıllar önce söylediği sözleri unutmamıştı. Beni kendi kızı gibi bağrına basıp endişelenirken samimiyetinden zerre şüphem yoktu. Yerimden kalkıp onlarla birlikte mutfağa gittiğimde sandalyelerden birine oturdum. Hâlâ biraz başım dönse de önemsemedim. Güçten düşen vücudum sarsılmaya müsaitti. Omzum ağrıdığı için boynumu hareket ettirmekte zorlanıyordum. Kolumu karnıma çekip sabit pozisyonda tuttum. “Annemin çok selamı var” dedi Nil. “Müsait bir vakitte o da uğrayacak. Bu arada…” Güldü alayla. “Nazara geldiğini söylüyor.” Ahmaklığımı örtecek makul bir bahaneydi aslında. Sonra ciddileşip uyaran bir bakış attı bana. “Bu arada, motorunu dükkânda gördüm” dedi imalı bir sesle. Kazayı en az hasarla atlattığına şükret, der gibiydi.
Dükkân sağlık ocağına yakındı. Nil’in de yolunun üstündeydi. Görmüş olması normaldi ama annemin yanında durumun vahametini dillendirmeye ne gerek vardı? Kısa bir an kaşlarımı kaldırdım susması için. Kurabiyeden bir ısırık alıp arkasına yaslandı. Annelerin yanında durmaktan onlara benzemişti. Merhametinden, iyi yüreğinden yaptığını biliyordum. Bulunmaz bir kız kardeşti. Ama şu birkaç gün anneme kendimi affettirmem lazımdı. Haliyle motorumun kırılmış, çizilmiş parçaları adımlarımı baltalayacaktı.
“Çocuğum, tehlikeli böyle şeyler. Kullanmayın bir daha” diyen Firuze teyzeydi. Bakışlarımı gerginliği yüzünden okunan, hakkımda konuşmamaya yemin etmiş gibi susan ve kızlara ikramda bulunan annemden çekmedim.
“Sürmeyeceğim bir daha” dedim söz verir gibi. “Motoru da eve getirmeyeceğim.” Annem kısa bir an baktı bana. Yüzünde ufak bir memnuniyet kırıntısı gördüğüme emindim. Ama geçip giden ve bana yetmeyen bir andı. Önüme tabak koyup yerine oturdu. Verdiklerini yemeyecektim. Firuze teyzenin saçımı okşayıp bana şifa duası etmesini dinledim.
***
Kızlar gittikten sonra odalarımıza geçtik. Ev sessizleşti yine. Özür dilemem annem için bir şey ifade etmiyordu. Tıpkı benim gibi zamana ihtiyacı vardı ve çok özlesem de düşünmesi için yanına yaklaşmayacaktım. Bir anda boynuma sarılmayacaktı. Osman söylemişti kaza geçirdiğimi. Nil, motorun kötü durumda olduğunu ağzından kaçırmıştı. Ben bir gece hastanede yatmıştım. Annemin içinde büyüttüğü korku konusunda ona haksız muamelesi yapamazdım. Birkaç gün içinde her şeyin yoluna girmesini umuyordum yalnızca.
Elime kremi alıp dolabımdaki aynanın karşısına geçtim. Sağ elimle masaj yaparak sol omzuma krem sürmem gerekiyordu. Aynadaki görüntü pek iç açıcı değildi. Yüzümü buruşturdum. Mosmor olmuştu sırtımın arka tarafı. Kolumdakileri geçiştirebilirdim ama bu kötü gözüküyordu. Tek başıma yapmam biraz zor olacaktı. Yine de sağ elimin işaret parmağının ucuna bir miktar krem sürüp omzuma ulaşmaya çalıştım. Boynum öyle ağrıdı ki hasar gören bölgeye dokunmaya cesaret edemedim. “Çok canım yanıyor” diye sızlandım. Hız seviyesini arttırırken aklımdan ne geçiyordu acaba? Ah, pek çok şey…
Tam vazgeçmiştim ki kapı açıldı usulca. Annem gelmişti, yanıma uğramaz sanıyordum. Bir an şaşırdıysam da toparlanıp yatağın üstündeki hırkayı aldım ve giydim. Kollarımı, omzumu açıkta bırakan atlet, gözlerindeki sıcaklık sönen kadından saklayamıyordu beni. “Kapıyı çalmadan girdim ama” dedi aceleci tavrımı seyrederken.
“Sorun yok.” Gülümseyip niye geldiğini söylemesini bekledim. Yatağın üstüne bıraktığım, kapağı açık kreme baktı.
“Sürebildin mi?” diye sordu. Zorlu bir imtihandaymışım gibi hissettim. Gözlerimi kıstım elimde olmadan. Yalan söylemek istemiyordum. Ama aciz görünmek de hoşlandığım bir şey değildi. “Yapamadın” dedi sonra. Biliyordum, der gibiydi sesi. Başımı salladım uysalca. “Otur…” Eliyle yatağı işaret edince sesimi çıkarmadan oturdum. Arkamda kalan kremi eline aldı. Hırkayı yavaşça indirdi omzumdan. Bir an nefesini tuttuğunu hissettim. Dönüp arkama bakmaya cesaret edemedim.
Daha fazlasını görmek istiyordu. Hırkayı tümüyle çıkarınca kaza izlerini aşikâr etti. Bir hafta öncesinde böyle bir şey yaşansaydı saklardım, görmesine izin vermezdim. Ama şimdi yakınımda olmasına ihtiyacım vardı. Sevginin adım atmakla ilerlediği, güvenin yaraları göstererek tesis edildiği anlardan birindeydik. Sevdiklerim üzülmesin diye sakladığım her can sızısı, gün gelip bomba gibi patlıyordu dilimde. Daha fazla yakıyordum canlarını. Hakkım yoktu. Teslim olmayı öğrenecektim. Ellerim çatladığı için, beni hiç tanımazken krem veren kadın yine arkamdaydı. Yine deva vardı parmaklarında.
Sessizdi bu sefer. Gözlerine bakacak cesareti topluyordum. O da ensemde, omzumda dokunmaya kıyamayan parmaklarını gezdiriyordu. Henüz kremi bile sürmemişti. Ne düşünüyordu acaba? Halime acıyor muydu? Yoksa yaptığım hata yüzünden içinde öfke mi biriktiriyordu? Sadece bana sarılmasını, sırtımı şefkatli sinesine dayamayı istedim o an. Olmadı… Dönüp arkama baktığımda yaşlı gözlerini gördüm. Kaşlarım çatıldı. Açık avcuna düşmüş gibi duran kremi sürmek yerine halime bakıp ağlıyordu ve bu canımı daha çok yaktı.
Hafifçe yatağın kenarına kaydım. Hırkayı giyebilirdim tekrar ama vakit kaybetmek istemedim. Annemin yüzüne uzanıp yanağındaki yaşları sildim. “Ağlama lütfen” dedim fısıltı gibi çıkan bir sesle. Kıpkırmızıydı gözleri ama öyle sessiz ağlıyordu ki, gören sakince oturduğunu zannederdi. “Kötü bir şey yok.” Bana inanması için ne gerekirse yapardım. Her zaman sıcaklığıyla kalbimi ısıtan bakışları yüzümde dolaştı. Bu sefer acıyla kıvranıyorlardı.
“Sana bir şey olsaydı ne yapacaktım ben!” Bu bir soru değildi. Yakarıştı adeta. Hesabını veremeyeceğim bir kabahatti. Sözlerimin tesirsiz kalacağını bildiğimden, yaklaşıp boynuna sarıldım. Şu kısacık zamanda bile çok özlemiştim kokusunu. Biz onca zaman nasıl ayrı düşmüştük, nasıl hasret çekmiştik? Bir gün bile dayanamıyordum artık.
“Bir şey olmayacak” diye mırıldandım. “Başka bir hata yapmayacağım.” Ne olur inan bana… Bir müddet sessizce durduktan sonra çekildi kollarımdan. Burnunu çekip elinin tersiyle yanaklarını sildi. Ben bir an bakışlarını bulmak için çırpınırken o ketum dudaklarını birbirine bastırıp nefesini düzene koymaya çalışıyordu.
“Dön arkanı” dedi çatallı sesiyle. “Süreyim şu kremi, rahat uyursun.” Başımı iki yana salladım.
“Sabaha kadar gözüme uyku girmeyecek, kıvranıp duracağım” dedim acımasız bir hissizlikle. Elime hançer alıp boğazıma dayamışım gibi baktı bana. Dikkatini çekebildiğime sevinmiştim. “Çünkü seninle aynı çatı altında böyle uzak olmaktan daha çok canımı yakan bir şey yok. Hiçbir merhem geçiremez bunun sancısını.” Buruk bir tebessüm yerleşti dudağına. Yutkundu kelimeleri toparlayabilmek adına. O kısacık anda bir kez daha kendime öfkelendim annemi ağlattığım için.
“Sen beni çok seviyorsun” diye başladı söze. Umutla başımı salladım. “Ben seni, senin yüreğindeki tüm sevgilerden çok…” Yorgun gözlerinden, kısık sesinden taştı yüreği. Kalp atışım hızlandı yeniden. Sol yanımdaki tonlarca yük yavaşça kalkıyordu sanki. “Yirmi üç sene sonra kavuştuk. Birlikte öğrenmeye çalıştık. Ben anneliği, sen de birinin kızı olmayı. Evladı sineye saklamak sonradan öğrenilecek şey değil. Sarıp sarmalamak, şefkati altın tepside sunmak kelimelere sığacak bir yeti değil.” Nefesi titrediğinde durdu. Gözlerimden hiç ayırmıyordu ıslak bakışlarını. Ben de hem hasret gideriyor, hem dinliyordum.
“Emin olduğum, korkmadığım, tereddüt etmediğim tek şey seni canımdan bir parça sayıp sevdiğimdi. Ama eksiklerin farkındaydım.” Fiziksel bir acı çekermiş gibi buruşturdu yüzünü. Zira söylediklerinin keskin bir bıçaktan farkı yoktu. “Seni tanımadığımın, neyi sevip neyden uzak durduğunu bilmediğimin, neyin seni üzdüğünü, neyin sevindirdiğini yaşayarak öğrenmek zorunda olduğumun farkındaydım. Bu kadar geç kaldığım için bir gün beni suçlarsın, yanımdan kaçarsın ihtimali de vicdanımı yoklayıp durdu bir müddet.” Sinesine sığınıp uyuduğum gecelerde, benim için yemekler hazırlayıp hayallerini anlattığı saatlerde bu yorucu düşüncelerle mi cebelleşiyordu?
“Hiç bilmiyordum anne…”
“Seni endişelerimden saklamak benim vazifem çünkü.”
“Ama ben seni hiç suçlamadım. Kaçmayı bırak, senin yanında olmak için can attım hep.” Bunu zaten bilmesi gerekirdi. Kaç kere söylemiştim. Yalnızca senin mi korkuların var Yağmur? Sen mi eksik sayıyorsun kendini? Bir tek sen misin düzeldiğini sanıp en ufak fırtınada yıkılan? Sadece sen misin sevdiğini koruduğunu düşünürken susup geceleri uykusuz geçiren? Değilmişim. Bu kanayıp duran yaraların içinde ölürken hepimiz birbirimizden kaçıyormuşuz. Gülüyormuşuz kaygısızca…
“Tüm bunlara rağmen her gün, her an şükrettim. Mucize gibi geldin hayatıma. Ama kafan karıştığı, telaşlandığın, korktuğun için kendine böyle zarar verebileceğinle geç yüzleştim. Seni konuşmaya, içindekileri paylaşmaya teşvik ederken tek amacım derin bunalımlara girip bir zarar görmemeni istememdi.” Başını iki yana salladı umutsuzca. “Daha kötüsü oldu. Payıma düşen acıyı aldım. Sana dokunmak ve uzak durmak arasındaki o cehennemin kokusu burnuma geldi. Yağmur…” Elime uzanacakken durdu. Gözüne yine yaşlar doldu. “Ben ne yapacağımı bilmiyorum kızım.”
Bahsettiği cehennem arafın ta kendisiydi. Kararsızlık uçurumuydu. Düşsen ölmezdin, kalsan yanardın ama dönemezdin. Kalplerimizi atmıştık bir çukura. Nasıl kurtulacaktık? Annem bilmiyorken ben doğruyu nasıl görecektim? Daha iyi anlayabiliyordum şimdi. Mesele Osman’a olan hislerimi saklamam kadar ufak değildi. Hemen her üzücü meselede saklanıp kendi içimde halletmeye çalışırken, bana ulaşmaya çalışan kadının önüne set çekmemdi. Bunun da aşılabileceğine dair umudu olan annem, kazayı öğrendikten sonra sabrını yitirmişti. Çünkü bazı olaylar hayatın dönüm noktasını oluştururdu. Ve bazı dönüm noktalarından geri dönüş olmazdı.
Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Sanki daha önce hiçbir kararı tek başıma almamıştım da karşımdaki kederli kadından medet ummaktan başka çarem yokmuş gibi bekliyordum. Başımı eğdim mahcubiyetle. Gözyaşlarım akıp giderken annem gibi sessiz, içimdeki fırtınaya rağmen dirayetli durabilmeye çalıştım. Annesini, babasını, babamı, evladını kaybetmiş, gözyaşına aşina olmuş bu kadının karşısında toydum yine de.
“Haklıydın” dedi dakikalar sonra. “Bazen sevdiklerimiz için, iyi olsunlar diye onlardan uzak durmalıyız.” Koca bir gemiyi kıyıya bağlayan halatlardan biri kopmuştu. Çeliğin gürültülü metalik sesi yankılandı beynimde. Başımı kaldırmaya cesaret ettiğimde, annemin ciddiyetle yeni bir karar aldığını gördüm. “Osman’dan uzak durmaya kararlıysan, zihnini toplamaya ihtiyacın varsa ve bunu Göktepe’de yapmak sana ağır geliyorsa İstanbul’a gidebilirsin. Yaz tatilinde gideceğini konuşmuştuk ama tarihi öne çekebilirsin.”
Duyduklarımı algılayabilmek için boş gözlerle yüzüne baktım. Gitmemi mi söylüyordu? Ziyaret için İstanbul’a gitmekle, bir hata yaptım diye evden ayrılmanın ne kadar farklı olduğunu ayırt edemiyormuş gibi kayıtsızdı cümlesi. “İyiliğin için” dedi sonra. Sesi boğuk çıkmıştı. Sandım ki ölmeden önce konuşabilmek için son nefesini kullanıyordu. Ne yazık ki benim bunu yapacak gücüm bile yoktu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |