26. Bölüm

26- SEVMEK BAHANESİ

Zehra
yesilkutuphane61

Saatlerdir dizlerimi karnıma çekmiş oturuyordum yerde. Odanın bir köşesine savurduğum sırt çantasına kayıyordu gözlerim. Dolabın açık kapağı, kıyafetlerimin yolculuğa hazır olduğunun haberini veriyordu. Taze anılarla duvarlarını boyadığım oda, henüz sahibi gitmemişken bürünmüştü sessizliğe. Duvar saatinin tıkırtısından başka ses yoktu gecede. Sahi, gecenin kaçıydı? Vazgeçme zamanıydı herhalde. Hem de sevmek bahanesiyle.

Tek başıma oturup yıldızları seyrettiğim gece yanıma gelmişti annem. Anlamıştı halimden. Hatta öncesi de varmış, kendimden habersizken bile görüyormuş bakışlarımı. Ben ise önce ihtimalleri, sonra gerçeği inkâr ederken olabildiğince dik başlıydım. Nasihat dinlemeyecek, bildiğimi okuyacak, biri yardım etmeye çalışırsa durduracaktım çünkü sözde kimseye zarar vermek istemiyordum. İstanbul’a gitmek bile geçmişti aklımdan.

Annem beni kovmuyordu, istediğimi yapıyordu. Ve bunun bu kadar acıtacağını hiç düşünmemiştim. Osman’a bencil dediğimde sadece boşboğazlık etmiştim ama o aynısını bana söylerken haklıydı. Bencilin tekiydim. Gitmek istemiyordum, annemden uzakta iyi olmayacaktım. Seher teyzenin benden vazgeçtiğini düşündüğümde bile böyle yanmamıştı canım. O zaman gurur yapıp sesimi çıkartmamıştım. Ve senelerce anne kelimesini ağzıma almamıştım. Bazı bağlar öyle bir kopardı ki yeniden bir araya gelemezdi insanlar.

“İzin vermeyeceğim” diye mırıldandım soğuk bir sesle. “Koparıp atmayacağım aramızdaki bağları.” Saatler sonra söylediğim ilk şey buydu. Yerimden kalktım. Uyuşmuş uzuvlarım, vakit, annemin uyuyor olması umurumda değildi. Zaten kabahatim hep geç kalmaktı. Odadan çıkıp annemin odasının kapısını açtım. Dikkatli ve yavaş olmaya da çalışmamıştım üstelik. Korkarak uyanacağını akıl edecek kadar mantıklı davranmıyordum. Gözlerim boş yatağı bulunca afalladım. Başımı çevirdim pencerenin önündeki tekli koltuğa. Annem orada oturmuş, aniden odasına girişimin sebebini sorgulayan endişeli gözlerle bana bakıyordu. “Uyumamışsın?”

“Bir şey mi oldu Yağmur?” Yerinden kalkmaya yeltendiğinde hızlı adımlarla yanına gidip önünde diz çökerek oturdum. Başımı kaldırdığımda göz göze gelebiliyorduk ve ben epey kararlı bakıyordum.

“Gitmek istemiyorum” dedim aceleyle. Yüzünden bir rahatlama ifadesi geçti. Ama bir aksilik olmadığından mı, yoksa gitmeyeceğimi söylediğimden mi bilemedim. “Beni gönderme. Hani vazgeçmeyecektik birbirimizden?” İradeyi bana bırakmasına rağmen, onu ikna etme çabasındaydım.

“Ben seni göndermiyorum ki… Bir çıkış yolu arıyorum sadece. İnsan evladından vazgeçmez Yağmur.” Duymak istediğim şefkat yeniden tomurcuklanıyordu sesinde. Ellerini tuttum.

“Yol bu değil. Ben de öyle sanıyordum ama anladım, değil anne. Özür dilerim seni kırdığım için. Üzmek istememiştim, aksine herkes mutlu olsun diye uğraşmıştım. Yanlış yapmışım. Anne ben kimseye böyle bağlanmamıştım. İstediğim zaman kapıyı çekip çıkardım. Ne çok sevmeye, ne kopmaz bağlara alışmıştı yüreğim. Göktepe’de, senin yanında buldum hepsini. Kaybetmek istemiyorum yeniden…” Sağ elini çekti elimden. Saçıma uzandı parmakları. Aşinaydık bu harekete, bir gün mahrum kalsak özlüyorduk.

“Gitmek çözüm değil.” Başını salladı. “Ama sen bunu kendi dilinle söylemesen, ben sana anlatamazdım Yağmur’um. Hırpaladın kalbini bunca zaman. Sonra bedenin zarar gördü. Hepsini seyrettim ama düzeltemedim. Çarpıp gitmeye alıştığın kapılar yüzüme kapandı. Bunlara içerlemiyorum, kimsesizliğinden ve yalnızlığından kalan alışkanlıklar olduğunu biliyorum. Ama iyi olduğunu görmek zorundayım. Hangi toprakta yeşerecekse güllerin, seni oraya götürürüm Yağmur. Yanmaz mı ciğerim? Perişan olurum. Sonra derim ki, kızımın yüzü gülüyor. Yara bere içinde değil elleri. Elbet iyileşecek. Güzel bir hayatı olacak.” Buruk tebessümüne eşlik eden sözleri umut vermedi bana. Aksine hüzünle doldu gözlerim. Başımı annemin dizlerine koydum.

“Ne olacaksa senin yanında olsun. Burada güleyim, burada ağlayayım, burada güzel bir hayat kurayım. Benim ilk kez bir evim oldu anne… Hata yapıyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum ama gidemem buradan. Sen yardım et bana, yeniden öğret. Söz çıkmayacağım lafından dışarı. Zarar vermeden sevmeyi öğreneceğim. Kaçmayacağım da…” Ufak bir çocuk gibi ısrarla özür dileyip annemden güven isterken yeniden on yaşında olduğumu hissettim. Küçükken böyle ağlayıp özür dilediğimi hatırlamıyordum. Uslu olduğumdan değil, kimseye güvenip sığınmadığımdan.

Anneme baktım soran gözlerle. Bozacak mıydı sessizliğini? Derin bir nefes alıp yerinden kalktı ve tam önüme oturdu. Sırtını koltuğa yasladı. Sana inanıyor, belli. Seviyor üstelik. Kalbi bakışlarında atıyor. Dinmemiş bir hasreti var. Saatlerce izlese seni, geçmez yarası. Buna rağmen aylardır gülümsüyor. Yine yapabileceğine dair umudu da vardı. Tükenmiş değil ama yaralı. Senin kadar bilmiyor o da, senin kadar yeniden başlıyor. Senden daha fazla kaybetmiş üstelik.

Bir zamanlar sevmenin arkasına sığınıp arkamdan iş çeviriyorlar diye suçladığım insanlar düştü aklıma. Onlara mı benziyordum, içindeki fırtınayı bana yansıtmayan bu ketum kadına mı? “Sen de susanlardansın” dedim birden. Suçluyken itham eden kişi olmuştum. Ama öfkeli değildim, bir çeşit merak ya da farkındalık durumuydu bu. Annem de içine atan, ne düşündüğünü anlamakta zorlandığım, sormadıkça sıkıntısını belli etmeyenlerdendi. O bunu yönetebiliyor, benim gibi telaşla her şeyi dağıtmıyordu sadece. Ne farkımız vardı ki? Annesi de ona kızar mıydı bu yüzden? Belki de benden sonra böyle olmuştu.

Cılız bir gülümseme, ruhundaki yanıp sönen bir ışık gibi belirdi dudaklarında. “Kabahatimle imtihan oluyorum. Bunu mu kastediyorsun?” O da benim gibi öfkeyle veya hesap sorar gibi konuşmuyordu. Bu içimi rahatlattı.

“Hayır” dedim “birbirimizden güven ve sağlam bir ilişki talep ederken farkında olmadan duvarlar da örüyoruz. Bu davranışın anne kız kavramına özel bir şey olmadığının bilincindeyim. Yüreğimiz birbirimize açık, biliyorum. Ama bu gün bu noktadaysak, eksiklerimizle tamamen yüzleşmeliyiz. Ben hazırım düzelmeye…” Başımı salladım kararlıkla.

“Senelerce kimseye anlatmadım.” Derin bir nefes aldı. “Konuşmadım. Bunun seni geri getirmeyeceğini, çaldığım tüm kapılar yüzüme kapanınca anlamıştım. Suskunluğum bir alışkanlık olarak kaldı dilimde. Sesim kendime bile yabancıydı uzun süre.” Dudağının kenarı kıvrıldı. Gözlerine baksam ağlayacağını söylerdim, sesi ise gülümsüyordu. “Sonra bahar geldi ömrüme. Sen geldin. Bilmediklerimi öğrendim, unuttuklarımı hatırlamaya başladım. Genç kızım, sırdaşım…” Başını iki yana salladı. “Yaralarımızı kabahat diye birbirimizin yüzüne vuramayız biz. El ele veririz sadece.” Elimi tuttu. Öyle rahatladım ki bunu kendi rızasıyla yaptığı için. Saatler sonra nefes aldığımı hissettim.

“O zaman bırakmak yok?” Kolunu uzattı sarılmak niyetiyle. Beklemeden karşılık verdim. Yerim annemin yanıydı. Sol yanında, sinesinde gezinmeliydi başım.

“Yok” dedi. “Canımın bir parçasısın sen benim. Bırakmak yok.”

“Seninle uyuyacağım haberin olsun” diye mırıldandım. Güldü. Parmakları saçlarımda gezindi. “Çok özledim…”

***

Uyandığımda vakit öğleye yaklaşıyordu. Kocaman yatakta tek başıma uyuyordum saatlerdir. Annem erkenden kalkıp kızların yanına gitmişti. Ve dinlendiğimi itiraf edebilirdim. Bir ağırlık kalkmıştı ya yüreğimden, daha iyi hissediyordum. Fiziksel ağrılar unutulacak, önemsiz şeylerdi benim için. Ama kalp acısının izi hiç geçmiyordu. Esneyerek oturur pozisyona geldim. Gözlerimi ovuşturdum, dağılmış saçlarımı yüzümden çektim. Kalın, bordo perde odayı gündüz vakti bile karanlığa boğuyordu.

Kalkıp perdeyi çektim, camı açtım. Temiz bahar havasını soludum. İlk işim elimi yüzümü yıkamak oldu. Saçımı topladım sıkı bir topuzla. Bomboş midem ufak bir rahatsızlık hissettirince mutfağa geçtim. Sofranın üzerinde içi kahvaltılıklarla dolu bir servis tabağı vardı. Yaklaşıp baktığımda yanında ufak bir not kâğıdı buldum. Göz hizama kaldırıp okudum annemin büyük el yazısını.

“Senin için hazırladım. Uyanınca ye muhakkak. Ve hepsi bitsin…” Gülümsedim. Son birkaç güne rağmen yine beni düşünüyordu. Sözlerinde, bakışlarında ve şefkatinde samimiydi. Gerçi ona inanmam için tüm bunlara gerek yoktu. Ama ilgisi, beni düşünmesi de hoşuma gidiyordu. Tek başıma kalınca kahvaltı etmediğimi bilirdi. Hazırlamak için uğraşmazdım, bir sandviç yapardım genelde. Bunu sağlıklı bulmazdı. Kâğıdı yerine koydum ve oturup kahvaltı etmeye başladım.

İçim bir garipti bu sabah. İyi hissediyordum. Dün Osman’ın yüzüme bakmayışını saymazsam hayatımda başka bir problem yoktu. Annemle sorunları aşmak için bir yola girdiğimizin bilincindeydim ve dürüst davranmayı, açık olmayı denemekten çekinmeyecektim. En azından niyetim bu yöndeydi. Söz vermiştim, elimden geleni yapacaktım. Omzuma merhem süren ellerin hissettirdiği güvene sığınacaktım ve yaşadığı tüm zorluklara rağmen hâlâ gülümseyebilen annemi hayal kırıklığına uğratmayacaktım.

Doyduğumda kalktım ve tabağımı yıkadım. Epey acıkmıştım aslında. Yediğim miktar öyle az da değildi. Etrafıma bakındım. Yuvada olsam odaları süpürür, banyoyu yıkardım. Bu sefer de evime bir faydam dokunsun istedim. Kollarımı sıvadım ve süpürerek işe başladım. Sandığımdan zor oldu. Sol kolum beni epey zorluyordu. Ama hiç şikâyet etmedim, görmezden geldim ve yaklaşık bir saatin sonunda süpürme, toz alma ve ufak tefek dağınıklıkları toplama gibi işleri bitirdim.

Evin son haline bakınca gülümsedim. Epey alışmıştım temizliğe. İstanbul’dayken elimi sürmezdim. Zaten bu vazifeyi üstlenmiş birileri vardı. Artık kendi rızamla yapıyordum. Göktepe bana çok şey öğretmişti. Kızların ağır sorumluluğu burada kalmama yardımcı olurken, yeni beceriler kazanmama yardım etmişti. Son olarak tuvalet banyoyu yıkayıp rahatlatıcı bir duş aldığımda her şey tamamdı.

Kot pantolon ve gri bir tişört giydim. Üstüme de haki yeşil kare desenli bir gömlek geçirdim. Saçlarımı bağladım yine. Aynanın karşısına geçip kısa bir kontrol yaptığımda bir eksik ya da fazlalık göremedim. Hazırdım, evden çıkmaya da, kaçtıklarımla aynı sofraya oturmaya da. Ya onlar değillerse? Ya Osman yüz çevirirse? Çevirmedi mi zaten, diye yanıtladı iç sesim. Huzursuz olduğunu yansıtmadı mı sesine? Derin bir nefes aldım. “Olsun” dedim. “Ben onu dürüst bildim, öyle tanıdım ve güvendim. Beni reddedişini ve bunu net bir şekilde yapışını da kabullenebilirim elbette. Sandığımdan daha sancısız olacak…” Kendimle bu şekilde sesli yüzleşmek her şeyi daha kolay atlatacağımı hissettiriyordu. Sonra mantığım devreye girip benimle alay ediyor, kalbime gülüp geçiyordu. Bekledim yine aynısını yapmasını. Acayiptir ki sustu. Sözlerimi kabullendiğinden değil, annem gibi bana inanmayı bıraktığından.

***

Akşam toplanıp Ruşen teyzeye gittik. Boşnak mantısı yapmıştı. “Te gelin hepiniz yiyin” diye haber yollamıştı Nil’le. Artık herkes bahçesine sofra kuruyor, Göktepe’nin sakin bahar akşamlarının tadını çıkartıyordu. Benim için yeniydi bu atmosfer. Ama burada yaşayanlar için her yıl beklenen heyecanlardı. Kocaman, geniş bir ailenin parçası olduğunu hisseden yüreğim çırpınıyordu göğüs kafesimde. Sönmüş bir alevin dumanını soluyordum arada bir. Söndüğüne sevinmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Harlanıp daha çok yakmasın diye gözlerimi yıldızlara dikiyordum.

Kocaman bir sofranın etrafına dizilmiştik. Sevdiklerimleydim. Annem, kızlar, komşularım, arkadaşlarım ve tam karşımda oturan Osman… Sessizliğini koruyan öğretmene bakışlarım değecek gibi olduğunda, artık telaşla değil, sakince kaçıyordum. Dikenli bir gülü çekip koparmak yalnızca ellerimi parçalardı. Bir usulü vardı. Ya güle dokunmamak lazımdı, ki ben kokusunu almıştım bir kere. Dokunacaksam da temkinli olmalı, güzelliğiyle yetinmeliydim. Toprağına kastetmeden, yaprağını incitmeden sevmeliydim. Yağmur’dum ben. Öyle davranmalıydım.

Bu meseleyi dışarıda bırakırsam, sofrada kocaman bir neşenin hâkim olduğunu görebilirdim. Anneler mutlu, çocuklar güler yüzlüydü. Mantı lezzetliydi. İkinci kez yiyordum ve ilki de Ruşen teyzenin elindendi. Hâkim amca arkadaşlarıyla oturacağını söyleyip gelmemişti, Nil’in babası Ali amca da erkeklerin yanındaydı. Ama Firuze teyze bu ortamı kaçırmazdı. Rukiye nine kendi köşesinde, doyacağı miktarda yemeği yerken bizi dinliyordu. Sessizliğine bilge sıfatını yakıştırdığım gülümsemesi yine dudağındaydı. Bakışları karanlığaydı ama ruhu öyle aydınlıktı ki… Kim bilir ne kadar çabalamıştı o ışıkları yakmak için. Kolay olmadığını hissedebiliyordum.

Kalabalık sofrada Elif yanımda oturuyordu yine. Hiç vazgeçmiyordu bulduğu her fırsatta yaklaşmaktan. Alışmıştım ben de. Dönüp bakınca onu görmek yüzümü gülümsetiyordu. Bize, sevgimize ihtiyaçları vardı. Anne babaları yoktu. Bizden başka kimseleri yoktu şu hayatta. Sırf bu yüzden bile sevgileri katıksızdı. “Yağmur abla bana yoğurt verir misin?” dedi Elif. Yine kısık sesle, kulağıma yaklaşarak istemişti. Başımı sallayıp ortada duran yoğurt kâsesine uzandığım sırada öğretmen de aynı hamleyi yaptı. Kasıtlı bir hareket değildi, mantının yanında en çok tüketilen şeydi yoğurt.

Yine de kısa bir an afallamaktan alamadık kendimizi. Gülmeyi, bu hareketin üstüne şakalaşmayı çok isterdim. Fakat şimdi yalnızca huzurunu kaçırdığım, bakışları kaçak bir adam görüyordum karşımda. Kibarlığından ödün vermiyorsa da gerekmedikçe konuşmuyordu. Hızlıca çektim elimi. Sıramızı bekleyebilirdim. Bu kısacık anda da öğretmenle tesis ettiğimiz dostluğu özleyebilirdim.

“Alabilirsin” dedi kendi tabağına koyduktan sonra. Sesinde soğukluk yoktu, öfke sezmiyordum ama mesafeliydi. Sanki hiç haberimiz yokken bir anda uzaklaşmıştık birbirimizden. Hastanede benimle sohbet etmeyi özlediğini söyleyen adam neredeydi? Çok sevdiğim için, sevmediği için gitmişti. Hep bundan korkmuştum. Gerçekleşmişti işte. Osman karşımdaydı ama yoktu. Bir aradaydık ama özlüyordum sesini. Kâseyi masaya bırakmak yerine bana uzattı. Yüzüne bakmadan aldığım yoğurdu Elif’in yiyeceği miktarda tabağına servis ettim.

“Teşekkürler Yağmur abla” diye fısıldadı küçük arkadaşım.

“Afiyet olsun Elif…”

“Teşekkürler öğretmenim.”

“Afiyet olsun canım.” İstediği zaman güler yüzlü, samimi ve sıcak olabiliyordu işte. Canım… Bana gelince alabilirsin… Tamam, ben kabullendiğimi söylüyordum. Zaten başka beklentiler içine girmemek için de kendime telkinler veriyordum. Ama Osman’a ne oluyordu? Niye susuyordu? Ne anlamıştı, niye uzaklaşmıştı? Hislerimi üstüne alınmış, ağır bir yük olarak mı görmüştü? Beni boğan bu ihtimal kuvvetliydi. Annem gibi, kaza sebebiyle mi kızıyordu? Bu kadarına hakkı yoktu ki… Elimde olmadan ters bir bakış attım Osman’a. Yüzüne sert bir rüzgâr çarpmış gibi birden dikkatini bana verdi. Şu aklımdaki soruların bir tanesini cevaplamış olsa gam yemeyecektim. Hiçbir şey sormadan, söylemeden uzaklaşmıştı. Ben de kabullenmiştim. Yapamadığımı yapmıştı ne de olsa. İstediğimi vermişti bana. İstemiyordun ki…

Dikkatle baktığım için bir şey söyleme ihtiyacı duydu. Boğazını temizledi. Dudaklarını araladı. İlk geldiğimde, hastaneden dönerken bakışlarını yakaladığımda da aynısını yapmıştı. Kendi rızasıyla konuşacağı için bir an umutlandım. “Celil usta motoru tamir etmiş. Gelip almanı söyledi.” Hal hatır sormasını mı beklemiştim? Cevap istemediğini anlayabiliyordum. Hayal kırıklığına uğradığımın farkında olduğunu da biliyordum. Omuzlarım düşmesin diye öyle dik durdum ki, gece boyu bunun acısıyla iki büklüm yatacağımı hissettim. Neyse ki herkes kendi arasında bir sohbete dalmıştı. Kimsenin umurunda değildim. Biri hariç. Zaten yalnız kaldığımızda onun kucağına saklanacaktım.

“Almayacağım” diye geçiştirdim kısaca. “Onda kalsın, ne isterse yapabilir.” Vazgeçtiğim şey beni buraya getiren araçtı. Güzel anılarımdı. Hüzün değmişti ona da. Eskisi gibi kullanamazdım. “Yarın uğrayıp tamir parasını veririm. Ustaya da meseleyi izah ederim.” Açık yürekli diye tanımladığım adamın gözlerine bakınca yalnızca hüzün görüyordum şimdi. Kıymetlimi ufak bir dükkâna bırakıp hiç özlemeyecekmiş gibi umursamaz bir tavırla konuşuyordum. Ama öğretmen bunun benim için önemli bir mesele olduğunu anlayabiliyordu. Bir bitiş, bir başlangıç… Eğer dost olabilseydik, sorardı. Ya da bir akşam yürüyüşünde anlatırdım.

Soru sorulmadıkça konuşmadığımdan, ben söze girince büyükler arasında bir sessizlik oldu. Kaza meselesi de ağrılarım gibi tazeydi zaten. Artık motora binmeyeceğimi duymak, elbette diğerlerini mutlu edecekti. Anneme baktım göz ucuyla. Sevmek ve vazgeçmek arasındaki kopmaz bağı düşündüğünden mi gülümseyemiyordu? Ruşen teyze kendine has kelimeleriyle bir sürü nasihat sıraladı. Hiçbiri kaza anında yaşananlar kadar tesirli değildi ama sabırla dinledim. Meselenin özeti buydu aslında. Zarardan uzak durmak…

“Atlar vardı, eşekler vardı…” dedi sonra. Aklım Osman’ın başı önde sessizce yemek yemesine takılıyordu. Atı da eşeği de bir kenara bırakıp fırsatını bulduğum anda şu muammayı halletmek fikri, kabullenmekten daha ağır basmaya başlıyordu. “At sağlamdır, tehlikesi de yoktur öyle...”

“Ben attan da düştüm Ruşen teyze” diyerek bu tezini çürüttüm. “Kolumu kırdım, on gün de hastanede yattım.” Kadın yüzünü buruşturdu ve bir an duraksadı. Hevesini kırmıştım anlaşılan.

“İnsan düşmek isteyince…” Osman kendi kendine söylenince annesi dahil herkesin dikkatini çekti. Kim canını böyle yakmak isterdi ki? Rızamla yaptığımı mı düşünüyordu? Bu tavrı hak etmiyordum.

“Kontrolü kaybeden birine isteyerek yaptı diyemezsin Osman.” Sesim ortamın neşesini kaçıracak kadar gergin çıkmıştı. Annem iki sandalye öteden, sofranın baş tarafından sakin olmamı telkin etti.

“Bize kontrolü kaybettirecek şeyleri severiz hep…” Sevginin güzel, insanın zor olduğunu savunan adamdı Osman. Sevdim diye bana kızdığını hissettim. Nil şaşkınlıkla ağzındaki lokmayı çiğnemeyi bir an bıraksa da çabucak yutkundu.

“Hiç değişmedin Osman” diyerek araya girdi. “Küçükken de bisikletten düştüm diye benimle de dalga geçerdin. Biraz büyüsen keşke.” Her zamanki gibi Osman’a sataşmaya, ortamı neşelendirmeye çalıştı ama öğretmenden karşılık alamadı.

“Artık büyüdüğüm için düşene gülmüyorum zaten” dedi öğretmen. Başını kaldırmamaya ant içmişti sanki. Merhamet eder gibi gözüküyordu ama bana bir nebze olsun acıyor muydu acaba? Nil başka bir şey söylemedi. Osman’daki değişikliğin farkındaydı herkes gibi. Bana bakıp göz kırptı neler olduğunu anlamak için. Arkama yaslanmakla yetindim. Boğazımdan geçecek tek bir lokma daha yoktu sofrada. Öğretmen de çatalıyla bir mantıyı yakalamış, döndürüp duruyordu tabağında.

Rukiye nine adımı söyleyince omuzlarımı dikleştirdim. Su istedi benden. “İçim yandı Yağmur” dedi. Kalkıp temiz bir bardağa su doldurdum ve uzattığı yaşlı parmaklarına emanet ettim bardağı. Damadının yaptığı sedirin üstünde oturuyordu. Tekrar sofraya dönmek istemediğimden yanına iliştim ben de. Ağır ağır içti suyu. Bir yudum aldı, durdu. Üç kere aynısını yapıp bardağı benden yana uzattı. “Sular gibi ömrün olsun” diye dua etti.

Başka şey söyleyecek gibi olunca kalkmadım yanından. Elini kalbinin üstüne götürdü. “Bazen insanın içi yanıyor” dedi. O da Ruşen teyze gibi konuşuyordu ama anlamadığım kelime sayısı çok azdı. “Denizler dolusu su içse, insan rahat etmiyor.” Bu sözlerin sıradan sebeplerle söylenmediğini biliyordum. Bakışlarımı onun göremediği yıldızlara kaldırdım.

“Peki, ne olacak da sönecek bu yangın?” diye sordum. Güldü bir nefes verir gibi.

“Sabredeceksin, dua edeceksin, bir de tevekkül edeceksin.”

“Sonra düzelecek mi her şey?”

“Tevekkül eden adam sonrasına karışılmayacağını bilir” dedi bilge bir tavırla.

“Üzgünüm” dedim buruk bir tebessümle. “Cahil olduğum çok fazla konu var. Tüm bu söylediklerinin, nasihatlerin doğru olduğunu, insanın ruhuna iyi geldiğini biliyorum Rukiye teyze. Bazen keşke daha önce öğrenseydim diyorum. O zaman daha huzurlu geçerdi günlerim. Bu kadar çok yalpalamazdım…” Benim gibi büyüyen çocuklar, aileden gelen çoğu öğretiden mahrum kalırlardı. Kendi yollarını bulana dek pek çok şeyle yüzleşirlerdi. Kimisini doğru bulur hayatına alır, kimisinin yanlış olduğunu savunup kenara çekilirlerdi. Hayat yalpalanacak kadar uzun değildi oysa. Rukiye nine gibi inançlı ve karanlıkta bile ışık bulan kişilerin nasihatleriyle büyümek beni zarar kavramından uzaklaştırırdı.

“Geç değil ki. Umut var… Rahmet var… Kapılar açık Yağmur…” Başını ağır ağır salladı. “En iyi sen bilirsin bunu.” Anneme baktım. En iyi ben bilirim bunu… “Toprağın vazifesi tohumu saklamaktır. Duası sabırla beklemektir. Sonra yağmur gelir.” Elini omzuma koydu, yavaşça sıvazladı. Kendine has kokusu ulaştı burnuma. “Hadi yemeğini ye” dedi.

Sonraki birkaç saati Rukiye nineden duyduklarımı düşünmekle geçirdiğim için ortamın neşesini söndürecek hiçbir şey yapmadım. Gitmeye yakın hep birlikte etrafı toplamak istedik. Kalabalıktık ve ev sahipleri yeterince zahmete girmişti bizim için. Bulaşıklar halledildi. Son olarak ben sandalyeleri kenara çekmeye niyetlendiğimde Osman’ı buldum karşımda. “Ağır kaldırma” dedi tuttuğum sandalyeyi alırken. Bakışlarını benden kaçırmadığı kısacık anda ona söylemek istediğim şeyler vardı aslında. Hiçbir yük benden kaçman kadar ağır değil, diyebilseydim keşke.

Başımı sallayıp geri çekildiğimde öğretmenin sandalyeyi götürmesini bekledim. Ama gitmedi. Özür dileyecek gibi bakıyordu. Sanki kısacık zamanda pişman olmuştu uzaklığımızdan. Fark eder miydi? Cevabımı almıştım ben çoktan. “Şey…” Boğazını temizledi. “Seninle bir şey konuşmak istiyorum aslında.” Kızlar eğlencenin tadını çıkartıyor, saklambaç oynuyorlardı. Annemler içerideydi. Bahçede yalnızdık öğretmenle. Ara sıra dışarı çıkıp içeri girenleri saymazsak.

Sandalyeyi kenara bıraktı. “Beni tanıyorsun artık.” Nefes almasını zorlaştıran bir şey boğazına takılmış gibi duraksıyordu sürekli. O an gözlerimi kapatmak, duyacağım her şeye hazırlıklı olmak istedim. Parmak uçlarımım uyuştuğunu hissediyordum. Çünkü Osman’ın ne hakkında konuşacağını biliyordum. Eğer bu bir veda olacaksa, öğretmeni karanlıkta bırakamazdım. Bu yüzden metanetle karşılık verdim bakışlarına.

“Yağmur ben… Özür dilerim. Yemekte saçmaladım biraz.” Bunu anlamasına sevinirken yine de rahatlamış değildim. Tedirgince kaldırdığı kaşları nedeniyle alnında çizgiler oluşuyordu. Bu onu olduğundan olgun ve düşünceli gösteriyordu. “Ben düşüncelerimi pek içimde tutmayı beceremiyorum ve burada…” Elini kalbine götürdü. Orada bir yerim olmadığımı söyleyip, dostluk valizini elime verirse yıldızlarla kaplı bir göğün altında bir başıma kalacaktım. Samimiyetini gölgeleyen endişesi diğerlerine zarar vermekten kaynaklanıyorsa ben kimseyi üzmemek için elimden geleni yaptığımı savunacaktım. Nefesimi tuttum…

Bölüm : 26.12.2024 13:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...