Osman yeniden söze girecekken, ki onu hiç böyle zorlanırken görmemiştim, Ayşe saklanan iki kişiyi buldu ve çığlık atarak duvara koştu. İkimiz de dönüp kızlara baktık bir anda. Az önceki sessiz atmosfer, yerini yenilginin ve zaferin çığlıklarına bıraktı. Aklım Osman’ın söyleyeceklerinde kaldı. Yeniden konuşmayacaktı. Cesareti kırılmıştı. Sırtını sıvazlayabildiğim günlerdeki kadar dostane ve sıcak bakıyordu. Ama ben eskisi gibi ne hissettiğini anlayamıyordum. Ona cesaret veremezdim. Çaresizdim ben de.
“Belki daha sonra konuşuruz” dedi. Sonra da sandalyeleri kenara dizdi. Onu seyrederken her türlü hayal kırıklığına alışmış gibi tepkisizdim. Sanki başka türlüsü, iyi bir ihtimal kolay ve ulaşılır değildi yazgımda. Kabullenmiştim. Her seferinde bir darbe daha iniyordu yüreğime. Nasıl oluyorsa her seferinde biraz daha susuyordu dilim. Ayakta öylece dikilmem kısa sürdü. Derin bir nefes aldım. Kızların hazırlanmasına yardım ettim. Bu akşamın çabuk bitmesini istiyordum. Annem de geldi ardından. Nil ve Ruşen teyzeyle vedalaştık. Rukiye nine erkenden yatmıştı. Onu göremedik. Firuze teyze ve Osman da bizimle çıktı bahçeden. Meydana kadar bir müddet yan yana yürüyecektik. Sokak lambasının aydınlattığı Arnavut kaldırımlı sokaklar sessizdi. Saat o kadar geç olmadıysa da zaten Göktepe akşamları gürültülü bir yer değildi.
Elim ufak rüzgârlara siper olarak giydiğim ince yağmurluğun ceplerinde, önüme bakarak yürüyordum. Annem Firuze teyzeyle konuşuyordu. Büyük bir alışveriş listesi hazırlamaktan söz ediyorlardı. Fazla kulak kabartmadım. Kızlar kazananlar ve kaybedenler olarak oyunun detaylarını gözden geçiriyorlardı. Ufak tefek kahkahaları kırık kalplere teselli olacak cinstendi. Nasipleniyordum ben de. Osman sol tarafta bir duvarın dibinden yürüyordu. Birkaç adım arkamızdaydı. Bazen dönüp bakasım geliyordu. Yan yana sohbet ettiğimiz akşamların hatırları canlanıyordu zihnimde. Yetinmek zorunda olduğumu biliyordum.
Ama her nasılsa bakışlarının bir ok gibi sırtıma isabet ettiğini hissediyordum. Yanına gitseydim rotamızı değiştirelim, birlikte yürüyelim, içimizi dökelim, diyebilseydim kabul eder miydi teklifimi? “O kadar cesur değilim” diye mırıldandım. Kötü şeyleri geciktirmenin uykuma ve huzuruma mal olacağını biliyordum. Yine de aynı göğün altında, sessizce yürüyebilmek hediye edilmişse bize, gürültü yapmayacaktım.
Meydana vardık. “Hadi hayırlı geceler size.” Firuze teyze neşeli bir sesle kızlara el salladığında on tane el havalandı aynı karşılığı vererek. Ben de ufak bir tebessüm ettim kenardan. Annemle sarıldılar. “Osman öğretmeniniz sizle gelecek” dediğinde annem gerek olmadığını söyledi. Kalabalıktık, her yer aydınlıktı ve yedi kişiydik. Hoş bir akşam yürüyüşü yapabilirdik.
“Ben yine de geleyim Gonca abla” dedi Osman. Çoktan önümüze geçmişti bile. “Köpekler var etrafta. Kızlar korkar belki, yanınızda durayım.” Göz ucuyla bana baktı kısa bir an. Sonra beşli grubun arasına dahil oldu.
***
Kızlar uyuduktan sonra odadan çıktım. Hepsi için yorucu bir gündü. Yastığa başlarını koyduklarında gözleri kapanmıştı hemen. Benim açımdan muhteşemdi bu. Bir an önce aşağıya inip yatağa uzanmak istiyordum. Melek abla evindeydi. Annemle kalacaktık. İdare odasında alışveriş listesi hazırlıyordu. Hafta sonu merkeze gidip eksikleri alacaklardı. Giderleri, faturaları da kayıt altına alması gerektiğinden masa başında epey vakit geçirmesi gerekiyordu.
Esneyerek merdivenleri indim. Mutfağa gidip bir bardak su içtim. Sokak lambasının turuncu ışığı aydınlatıyordu içeriyi. Ampullerimize tüm gece boyunca uyku izni vermiştik. Perdeyi çekip pencerenin kenarındaki sandalyeye oturdum, dizlerimi karnıma çektim. Sessizce mutfakta oturmanın, loş ışıkta dinlenmenin hoşuma giden bir yanı vardı. Suyumu yudumlarken Rukiye ninenin sözleri geldi aklıma. Yanıyordu bir ülke. Susuzdu toprak. Sabır ve dua telkin etmişti yaşlı kadın. İnancımın, ruhumun eksik kaldığının farkındaydım. Defalarca olmuştu. Ama kimseden böyle kısa ve tesirli bir nasihat duymamıştım. Rukiye ninenin içinde yanan ışıkları, cahil bir kızla paylaşmasına minnettar olmalıydım aslında.
Suyu bitirince bardağı masaya bıraktım. İdare odasının kapısının açıldığını duydum. Birkaç dakika sonra annem geldi yanıma. “Burada mıydın?” dedi kısık sesle. “Su içecektim ben de.” Güldüm belli belirsiz.
“Bu gün herkesin içi yanmış anlaşılan. Herkes suya muhtaç” diye cevap verdim. Elbette anlık bir susuzluktan daha fazlasından bahsediyordum. Raftan bardak alıp sürahideki sudan doldurdu. Geçip karşıma oturdu. Bardağı masaya bıraktı içmek yerine. Bir fırtınayı haber veren bakışları kısa bir an gezindi yüzümde.
“Göktepe’de bir yangın var Yağmur. Dumanı semayı sardı” derken düşünceliydi. “Kokusu ulaştı herkesin burnuna.” Elimden hiçbir şeyin gelmediği o noktada, bırakmıştım kendimi. Yangın sol yanımdaydı. Savrulacak kül kalmayana dek devam edecekti ve ben şu saatten sonra yalnızca seyredebilirdim. Yağmurum yetmemişti alevleri söndürmeye. Daha büyük yüklü bulutlara ihtiyacım vardı. Tüm Göktepe’nin buna ihtiyacı vardı.
“Toprak sabredecek, yağmur gelecek” diye mırıldandım. Elbette bu sözler annem için fazla bir şey ifade etmiyordu. Söyleyecek bir şey bulamadı. Bacaklarımı yere indirip hızlıca sandalyemi anneme yaklaştırdım ve öne doğru eğildim. Bu ani tavrım kadını şaşırtmıştı. Derin bir nefes aldım. “Hastaneye gittiğimiz gece, Osman birini sevip sevmediğimi sordu.” Bir çırpıda söylediklerim karşısında irkilerek geri çekti başını.
“Ne? Anlamış mı? Nasıl? Ne dedin peki?” Turuncu ışığın aydınlattığı yüzde karmaşık ifadeler görüyordum. Annemin aksine ben sakin bir acelecilikle o talep etmeden meseleyi anlatıyordum.
“Seviyorum, dedim.” Bir an delirmişim gibi baktı yüzüme. Birkaç gün önce telaştan her yeri dağıtan kız gibi davranmıyordum çünkü. Sözlerimi idrak edince hızlıca ellerimi tuttu. Konuşmak için dudaklarını aralıyor, sonra susuyordu. Ne de olsa içime atmamam konusunda beni uyaran oydu. Neticeyi merak ediyordu. Omuz silktim. “Hiçbir şey söylemedi. Sonra da doğru düzgün konuşmadı benimle” dedim. “Muhtemelen neyi kastettiğimi anladı. Uzak durmanın daha iyi olacağını düşündü.” Olabildiğince açık konuşmaya çalışıyordum. Bir yandan da kabullendiğimi, zaten sürecin böyle işleyeceğini bildiğimi göstermek istiyordum anneme. Fakat ne yazık ki ayağıma pranga vuran hayal kırıklığının sesi öte mahalleden bile duyulabilirdi.
“O yüzden mi böyle davranıyordu akşam yemeğinde?” Arkasına yaslanıp düşünmek için duraksadı. “Hali başkaydı… Bakmadı hiç yüzüne…” Benimle konuşmadığını, zihnini toparlamaya çalıştığını görebiliyordum. Bu yüzden bekledim. Nihayet gözlerime bakabildiğinde “bu yüzden susuyordun” dedi. Acı bir gerçekle yüzleşmenin ağırlığı sesine yansıdı. Gerisini getiremedi ama anladım. Buruk tebessümüm dolan gözlerimi saklayamadı. Annen diyecekti ki Yağmur; Osman seni dost gördü, başka türlü yaklaşmadı. Kabul etmedi cümlelerinin devamını dinlemeyi. Uzak ve sessiz durmayı tercih etti. Sen bundan çekiniyordun. Büsbütün kaybetmekten korkuyordun. Kaybettin…
“Göktepe’de bir yangın vardı anne. Rüzgâr esip durdukça harlandı. Osman’a ulaştı alevi. O ne bu yangına ateş, ne pervane olmak istedi.” Gülümsedim metanetle. Başımı salladım. “Ama ben yağmurum. Yağmur gibi sevmek istiyordum. Öyle de yapacağım. Söndüreceğim bu yangını.” Ben mi başlattım? Fark eder mi? Kanatlarımı yaktı.
“Yağmur…” Sesinde evi yanan birinin çaresizliğini taşıyan annem adımı bir dua gibi söyledi. Çekinerek uzattı elini yanağıma. İnançlı bir kadından sabır telkini almıştım. Eskisi gibi hoyrat ve dağınık hissetmiyordum. Yüzümü okşayan şefkatli eli tutup avuç içini öptüm.
“Teşekkür ederim” dedim gülümseyerek. “Araf yangınından kurtulmam için elinden geleni yaptın. Bilmeni istiyorum, eskisinden daha iyiyim.”
“Çok daha iyi olacaksın” derken bunun olması için elinden geleni yapacak kadar kararlı gözüküyordu.
***
“Ben ne bileyim Melek abla” diye sızlandım. Bir saattir idare odasını temizlemeye çalışıyordu. Ben de rızamla üstlendiğim faturaları kaydetme görevini yerine getirmeye uğraşıyordum. Ama elinde toz beziyle bir avcı gibi oradan oraya dolaşan bir kadın yüzünden yarım saatlik işi bitirememiştim. Masadan kaldırıyor, sandalyemi çekiştiriyor, dosyaları raftan indiriyor, toz çıkartıp hapşırmama neden oluyor, pencereyi açıp rüzgârı içeri davet ediyor, bu sayede ufak fişlerin uçuşmasına sebebiyet veriyordu. Her seferinde başının hizasına kaldırıp gözlükleri olmadan okumaya çalıştığı bir kâğıdı atıp atamayacağını soruyordu. En sonunda sabrım tükenmişti.
“Sen rahat rahat bitir temizliği” dedim geri kalan işi sonraya erteleyerek. “Ben sonra gelirim.” Dirseğimin içini ağzıma siper ederek iki kere daha hapşırdım. Nefes borumun karıncalanmaya başladığını hissediyordum. Yanımda ilaç yoktu. Bir koşu eve gidip odamdan almak için dışarı çıktım. Temiz bahar havası, uçuşan polenler gibi zarar vermiyordu bana. Ama bahar demek çiçek demekti, polen demekti. Birbirinden ayrılamazlardı. Yine de masmavi berrak göğün altında, gözlerimi kamaştıran güneş ışıklarıyla yürümeyi seviyordum. Göktepe’de baharı yaşamak da güzeldi.
Bahçeye girdiğimde evin kapısını açık buldum yine. Gülümsedim buna. Hem sürekli gelip gidişim, hem annemin bahçesini sık ziyaret etmesi nedeniyle eve de bahar doluyordu. Sulanan gözlerimi parmak ucumla kurulayıp içeri geçtim. Salonun kapısı hafif aralıktı. Firuze teyzenin sesini duydum. Öğleden önce gelecek kadar önemli bir mevzu mu vardı, yoksa annemi rüyasında mı görmüştü? Bir gecede bu kadar özlemiş olamazdı ya. İlacı içtikten sonra sorardım.
Burnumu çekip odama gitmeye niyetlendiğimde Firuze teyzenin Osman’dan bahseden sesindeki sıkıntıyı duydum. Ne bir adım ileri gidebildim, ne geri. Kaldım öylece. Etik bir davranış değildi ama dinlemek istedim. “Bizim oğlanın bir sıkıntısı var Gonca’m…” Kalbim hızla atmaya başladı. Sözlerinin anne sezgisinden öteye gitmemesini umdum. “Birkaç zamandır böyleydi, sorardım ama cevap vermezdi. Son iki gündür iyice değişti hali. Sen de gördün, dün akşam sofrada nasıldı tavırları. Yağmur’a da ters davrandı. Allah biliyor, önce bizimkiler küstüler sandım. Hani olur ya, huzursuzluk çıkar. Bizim oğlan çok dert eder böyle şeyleri. Genç bunlar, anlaşamaz, bir meseleden tartışmışlardır, normaldir diye düşündüm. Eve gelince girdim odasına, geçtim karşısına sormak için.”
Nefesimi tutmuştum. Osman konuştuysa, ben de neler olduğunu duyacaktım. Ama Osman konuştuysa… Firuze teyze durdu. Görmesem de soluklandığını anlayabiliyordum. Dün hangi duyguları yaşamışsa, bu gün sesine yansıyordu. Endişe, merak, öfke ve… “Sordum ne bu halin diye. Yağmur’la mı küstünüz, dedim. Önce şaşırır gibi oldu. Sonra bir sorun olmadığını söyledi. Ama bırakmadım peşini. Beni tanıyorsun Gonca’m, içim dışım bir. E Osman da öyleydi. Yüreğim ağzımda dolaşıyordum kaç zamandır…” Hüzün.
“Biraz sakin ol, çok yıpratıyorsun kendini” dedi annem metanetle. Şu yüreğimi zapt edemeyişim onu da zor durumda bırakıyordu. Dostundan gerçekleri saklıyordu. Acaba hiç kızıyor muydu bana? İleride kızacak mıydı? Tek kelime söyleyemezdim, buna hakkım yoktu tabi ama öyle bir güven vermişti ki, kızmayacağına emindim neredeyse.
“Sakin olmaktan başka bir şey gelmez zaten elden.”
“Osman ne söyledi sana?” Nefesimi tutmaktan kalp atışlarımın düzensizleştiğini, yanaklarımın kızardığını hissediyordum. Boğazımda karıncalar dolaşıyordu. Yeniden hapşırmak, olmasını isteyeceğim son şey bile değildi.
“Gonca’m, Osman bir kızı sevmiş.” Bir an kulaklarım uğuldadı. Duyduklarımdan emin olmak için saniyeler içinde kırk kere yokladım aklımı. Hafızamın taze kısmı aynı şeyi tekrarlayıp durdu. Osman bir kızı sevmiş. “Ama kız başkasını seviyormuş.” Karşı duvara diktiğim bakışlarımı, başımı bir milim bile oynatmadan salonun kapısına çevirdim. Ne oluyordu Göktepe’de? Nasıl bir muammanın içine düşmüştük biz? Kimdi Osman’ın sevdiği ama başkasını seven kız? Gamze geldi aklıma. Zaten o bizi ziyaret ettikten sonra olan olmuştu. Demek öğretmenin gönlüne biri düşmüş… Dağ değildi kalbim ama göğüs kafesimi acıtacak kadar sarsıldı. Elimi sağ tarafımdaki duvara yasladım destek almak için. “Kızın adını söylemedi. Önemi yokmuş artık.”
“Ne diyeceğim bilemedim” diyen, şaşkın annemdi. Bize akıl sır erdiremiyordu artık. “Yani… Bunca zaman gönlü kimseye ısınmayan Osman birini sevmiş. Ama kız başkasını seviyormuş öyle mi?” Firuze teyzenin ağlamaklı bakışlarla başını salladığını görür gibi oldum. Başım dönüyordu. “Çok… Üzücü olmuştur Osman için. Nasıl olmuş peki? Kıza söylemiş mi hislerini? Biriyle mi görmüş?”
“Yok, kız habersizmiş bizim oğlandan. Osman dedi ki, hazır olduğumda konuşacaktım. Sonra kızın bazı tavırları bizimkinin aklına başka bir şey getirmiş. Birini mi seviyorsun, diye sormuş. O da, evet birini seviyorum, demiş.” Bu tanıdık hikâyedeki replikler yüzünden narkoz yemiş gibi sersemdi başım. İnce pamuk ipliklerine düğüm atarken hepsini birbirine karıştırmış, boğazıma dolamış ve kendimi boğmuş olmalıydım. Yirmi üç yıllık kendimden beklerdim bunu. Sakarlıktan değil, telaştan. Aksi halde bu saçma olay örgüsünün bir açıklamasını bulmak zordu. Her şey koca bir yanlış anlaşılma silsilesiydi.
Kendime gelmem için polenler seferber oldu. Sert bir hapşırıkla bedenim sarsıldı. İçerdekiler konuşmayı bırakmıştı. Burada dikildiğimi görmeleri umurumda bile değildi. Bir delilik hâkim olmaya başlayınca aklıma, ufak bir sırıtış kondu dudağıma. Saniyeler geçmeden annemi buldum karşımda. Esip gürleyen rüzgârlardan, gençlik fırtınalarından nasibini alan kadın konuşulanların ne kadarını duyduğumu merak ediyordu elbette. “Nasıl bu seviyeye geldim bilmiyorum ama” dedim gittikçe büyüyen bir sırıtmayla. “Tahmin edemeyeceğim kadar aptal olduğumun farkına vardım...”
Başını sol yana eğdi. “İkiniz de birbirinizden betersiniz” diye fısıldadı yorgunca. Ama bir tebessüm vardı dudağında ve gözlerimdeki heyecanın ilk şahidiydi annem.
***
“Osman’ı görürsen Elmalı Sur’da olduğumu söyle anne” diyerek evden ayrılışımın üstünden kısa bir zaman geçtiğinde önümdeki son yokuşu çıktım. Annem bu ismi ilk kez duyuyordu ama ne önemi vardı ki? Osman biliyordu. Uzun zamandır gelmediğim sığınağımın kapısına vardığımda kalakaldım öylece. “Ne olmuş buraya?” diye fısıldadım kendi kendime. Başka bir yerdeydim sanki. Eski çit kapı onarılmıştı. Canlı, mavi bir renge boyanmıştı. Yanına ahşap bir levha konulmuştu. Üstünde bu büyülü yerin adı yazıyordu. “Elmalı Sur… Kim yapmış bunu?” Senden başka kim biliyor? “Osman!”
Ahşap levhanın üstündeki beyaz harflere dokundum parmak uçlarımla. Benim saklı bahçemi bambaşka bir yere çevirmişti öğretmen. Emindim o olduğundan ama habersizdim hamlelerinden. Burası ikimize de ait değildi. Sahibini tanımıyordum. Bizi yakalayıp kapı dışarı etse haklıydı. Yine de hep burada yaşamış gibi hissediyordum. Sanki Elmalı Sur benimdi, bizimdi. Çit kapıyı kolayca açtım. Önceden gıcırdar, yere sürtünürdü. Gülümsedim bu kolaylığa. Hep oturduğum ağacın altında dört kişilik bir masa ve plastik sandalyeler vardı. Dallarına fenerler asılmıştı. Akşam ne güzel görünürdü burası. Güneşin altında bile insanın neşesini tazeleyen bir canlılık göze çarpıyordu.
Yabani otların temizlenip bir kenara yığıldığını fark ettim. Ağacın altında durup oturmak için sandalyelerden birini çektiğim sırada yere bir kumaş kütlesi düştü. Aceleyle krem rengi kumaşı almak için kollarımı uzattığımda, biraz inceleyerek bunun bir file olduğunu fark ettim. Yanılmamak için birazını masanın üstüne serdim. “Voleybol filesi bu…” Kafam karışıyordu. Kalbimden bahis açmıyordum bile. Buzdan, incecik bir tabaka üzerinde yürüyordum sanki. Buzun altı uçurumdu. Güneş tüm yakıcılığıyla tepemdeydi. Adım atmazsam düşecektim. Yürürsem, düşecektim.
Elmalı Sur diye sığındığım bahçenin en temiz, en süslü hali karşımdaydı. Osman’dan başkası yapmış olamazdı. Osman annesine birini sevdiğini itiraf etmişti. Sevdiği de hasta yatağında içini birkaç kelimeyle açmıştı. Yanlış anlaşılmıştı. “Ah!” Verdiğim derin nefesten sonra elimi kalbimin üstüne koydum. Yorulduğunu haykırırken yeniden heyecanlanıp koşmaya başlıyordu yüreğim. Kabullendiğime dair söylediğim tüm yalanlar ve metanetim, karşıma dikilmiş gülümsüyordu. Bir rüzgâr esti, gözlerimi kapattım.
Birinin otları ezerek yürüdüğü ilişti kulağıma. Terk edilmiş bahçenin sahibi değildi elbette. Burayı karanlıkta bile oturulacak hale getiren Osman’dı. Kaçıp dururken kendi rızamla çağırmıştım onu. Karşılamam, hoş geldin demem gerekir miydi? Gerçi şimdi ev sahibi oydu. Gizli sırrımı süslemişti. Arkama döndüm yavaşça. Öğretmen aramızda iki adımlık mesafe kalınca durdu. Yaprakların gölgesine sığınarak güneşin ışığından korunuyordu. Ve gözlerindeki tereddütlü merakı daha net görebiliyordum. Uzunca bakmak istedim gözlerine. Çünkü yüreğinde ne varsa oradaydı ve kaçmaya çalışırken hiçbir şeyin farkına varamamıştım.
Osman’ın gözleri, meğer nasıl da haykırıyormuş. Bir sırrın yükünün sıkıntısıyla kıvranıyormuş. Huzursuzluğu, diline izin verilmemesindenmiş. Hep başka türlü sanan kalbim bile durmuş öğretmeni izliyordu. Herkes kadar sevilmekti zannım. Dostluğun merhametli gülümsemesiydi aklıma düşen başka ihtimalleri kovan. Heyecanlı hisleri büyümeden durdurmak isteyişim bundandı. Uzak kalmayı öyle başarmıştım ki, konuşmak için adım atacak öğretmeni bile engellemiştim. Bilemezdim… O da beni bilemedi. Geç mi kaldık? Bence yağmur tam zamanında yetişti.
Sessizliğim uzayacak gibi olduğunda, öğretmen boğazını temizledi. “Ufak bir sürpriz hazırlamak istemiştim” dedi eliyle çevreyi göstererek.
“Çok güzel” diye karşılık verdim. “Hem çok beğendim, hem çok şaşırdım. Başka bir yere geldiğimi zannettim.” Gülümsemek istiyordum aslında. Ama insan göğüs kafesini döven bir kalbe sahipse, yüzüne her ifadeyi yerleştirmekte başarılı olamıyordu. “Ne zaman yaptın bunca şeyi?” Ensesini kaşıdı biraz mahcup.
“Fazla zamanımı almadı. Çok bir şey değil aslında. Oturulacak hale getirdim sadece.” Masanın üstündeki fileye baktı göz ucuyla. “Zemin düz, belki voleybol oynamak istersin diye düşündüm. Tabi, İstanbul’daki gibi olmazdı ama en azından biz bize eğlenirdik…” Benim için çabaladığını öğrendiğim her an birkaç saat önceki kararlı, metanetli duruşumu sellere teslim ediyordum. Hayır, bir dakika bile Osman’dan uzak kalmayacaktım artık. “Ama yapamadık işte.” Gözlerinde nadiren gördüğüm umutsuzluk yeşerdi yine.
“Neden beni buraya getirmedin ki?” diye sordum.
“Tamamlamak için uğraştım aslında. Fileyi de takacaktım. Sonra sen kaza yaptın. Omzunu incittin. O halde buraya gelemezdin.” Seninle dağ başına da gelirdim Osman.
“İyileştiğimde söyleyecek miydin peki? Yoksa yine buraya sığınmak istediğim bir günde kendim mi görecektim?” Buruk bir gülümseme kondu dudağına. Sırrın hırpaladığı adam gözlerime bakamadı.
“Bilmiyorum” dedi. Derin bir nefes aldım. Tereddütle bir adım attım öne doğru.
“Dün bana bir şey söyleyecektin Osman. Yarım kaldı konuşmamız.” Üsteliyordum, bunun farkına varıyordu. Kaçmıyordum ve susmak konusundaki iradesini zorladığım için kaşları çatılmıştı.
“Önemsizdi” diyerek geçiştirmeye çalıştı. “Gonca abla senin burada beklediğini söylediği için geldim. Yarım kalan konuşmayı tamamlamak için mi çağırdın beni?” Başımı salladım. “Ben aslında… Dün biraz keyifsizdim. Sofrada sana yaklaşım tarzım yanlıştı. Bunun için özür dileyecektim. Hepsi bu.” Sorgularcasına tek kaşımı kaldırdım. Söyledikleriyle yetinmeyecektim ve yüzümde gezinen bakışları bunun farkına vardı. “Ne duymak istiyorsun ki?” dedi şikâyetçi bir çocuk gibi. Dilinin ucuna yığılan kelimeleri zor zapt ediyordu.
“Keyifsizliğinin sebebini.”
“Öğrenince ne değişecek? Düzeltebilecek misin Yağmur?” Öyle olmasını istiyordu.
“Düzeltmek için elimden geleni yaparım.” Başını iki yana salladı kabullenmeyerek. Birkaç saat öncesine dek öğretmenin çaresiz yüreğini taşıyordum ben de, tanıyordum onu. Ama artık teselli bir adım ötemizdeydi. Parmaklarım, kalbimin aksine o kadar hafif hareketlendi ki bir rüzgâr esseydi daha kuvvetli tesir ederdi. İkimiz de derin bir nefes aldık.
“Keşke elinde olsaydı, verirdin çareyi. Biliyorum seni, Kaf dağında deseler dermanım gider alırsın. Ama değil.”
“Nerede peki?” Sakin sorularıma kaçamak cevaplar verirken canı yandı. Osman’a merhamet yakışıyordu. O yanımızdayken güvende hissediyorduk. Sözü samimi, sevgisi içtendi. Her ne kadar bir başlığın altına koymayı beceremediysem de sevgisini, beni sevmişti. Uzanıp elimi kalbine koydum. “Benimki burada” dedim. Ben Osman’ın hassas kalbiyle alay edecek değildim. Sanki bunu bildiğinden, bir an bile tereddüt düşmedi bakışlarına. Şaşırdı, bekledi, idrak etmek için elime baktı. Sonra eskiden çok sevdiği bir şarkıyı rastgele bir dükkânda duymuş gibi heyecanlandı.
“Ama sen dedin ki…” Elimi çektim ritmi bozuk kalbin üstünden. Yangınını söndürmek için diğer avcumun içine koydum. Başımı salladım öğretmenin gözlerine bakmayı sürdürürken.
“Birini seviyorum, dedim. Artık sonuna geldiğimi, susmanın beni öldürdüğünü hissediyordum o gün. Sen de gördün gözlerimde kalbimin izlerini ve sordun. Evet, sevdiğim ama ulaşamadığım biri vardı Osman. Sendin… Karşımdaydın, aramızda görünmez engeller vardı. Ama sen kim olduğunu sormadın, ben ismini söyleyemedim.” Heyecanla karışık bir adım attı öne doğru. Sanki az önceki mesafeden sesini duyuramayacaktı.
“Ben sormayı, engelleri aşmayı istedim Yağmur.” Günlerdir uyumamış birinin yorgunluğu döküldü sesinden. Koşturup durmuş, evin yolunu kaybetmişti sanki. Osman neyse ben de oydum. Kaybetmemek için dokunmamıştık. Ama yanmıştık. “Sonra sen birini sevdiğini söyleyince ben hayal kurmayı bile bıraktım. Kapattım sana gelen yolları.” Güldü daha öncesinde yasakmış gibi özgürce. Ama ilk kezmiş gibi hasretle. “Şimdi de deva sende diyorsun. Yağmur sen bana ne yapıyorsun böyle!” Buruk bir tebessüm etmekten alamadım kendimi.
“Sen de aynısını yaptın bana. Masum değilsin öğretmen. Rotamı şaşırttın. Ben bakışlarını inkâr ettim, sen sözlerimi başkasına verdin. Öyle yasak koyduk ki kendimize, ihtimal vermedik başka türlüsüne.” Nefesimi tutup etrafa bakındım. Yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. “Artık konuşmalıyız, öyle değil mi? Dürüst ve açık sözlerini duymaya ihtiyacım var.”
Kaf Dağı değil, Osman’ın yüreği saklıyordu devamı. Bendeki onundu. Ondaki benimdi. Bunca zaman kendimize bir kâbusu yaşatırken pervaneyi kınayan bakışlarımız utanmalıydı. İsteyerek düşenlere, yanmaya gidenlere akıl verecek kadar toy gönlümüz, önündekini görmemek için gözlerini kapatıyordu ısrarla. “Şu dakikadan sonra bir saniye bile durdurmazsın dilimi” dedi Osman. Gülümsedik derin bir nefes alır gibi. Yağmur gibi, bahar gibi sevmek istiyorduk… İşaret parmağını sol yanına götürdü. “Söyleyeceği o kadar çok şey var ki.”
“Hepsini dinlemek istiyorum Osman.”
“Seni sevdiğini söylemek için çırpınıp duruyordu onca zaman. Artık kurtulacak prangalarından…”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |