29. Bölüm

29- KIRMIZI ÇİÇEK

Zehra
yesilkutuphane61

Bu bölümü geçen gün yayınladım zannediyordum. Meğer taslağa almış...

***

İnsan yeter zannederdi. Annemi görsem yeter, mutlu olsam yeter, sevdiğime kavuşsam yeter. Ama bir noktada hep daha fazlasını isterdi. Onda iki diye çıkmıştım bu yola. Şimdi bir parmağımı daha kaldırıyordum. Onda üç diyordum. Osman da hayatımın kopmasını istemeyeceğim bir parçasıydı. Göktepe’de gökyüzüne sevindiğim için bakıyordum, kaçmak için değil. Yıldızların daha parlak, güneşin daha neşeli olduğunu savunuyordum. Biliyordum tabi, her şey aynıydı. Değişen bendim, bizdik…

Yuvada yeterince çocuk yokmuş gibi aralarına karışırken son zamanlarda eksilen heyecanımın yerine yenilerini koyuyordum. Kapıları açtığımda karşılaşmaktan korkacağım kimse yoktu. Sofraya oturduğumuzda bakışlarım kaçışmıyordu etrafa. Dostlarım eksilmemişti. Aksine, Göktepe’de bağlar daha da sıkılaşmıştı. Haber Hâkim amcanın kulağına gittiğinde, en az Firuze teyze kadar sevinmişti o da.

“Seni benden isteyeceklerdi de burnunu sürtecektim damadın. Neyse bir o eksik kalsın” diyerek gülmüştü yanına gittiğimde. Nasıl bir sele kapılmıştım, kendimi başka insanlara sarılırken bulmuştum, açıklaması zordu. Alışması zaman alacaktı elbette. Küçük dünyam baharda heyecan çiçekleri açıp duruyordu. Bahçemde adım atacak yer kalmayana kadar da böyle sürecekti anlaşılan. Sevmek sade bir kavramdı benim için. Gülümsemek kadar saf, sığınmak kadar güvenliydi. Anneme olan duygularım gibiydi.

Osman’a kapılırken en çok da onun bu özellikleri büyütmüştüm içimde. Güvenli bir liman saymıştım onu. Bir gün düşsem, sığınsam omzunu açardı bana bir yuvanın kapısı gibi. Öyle de oldu. Yürüdüğüm buzun üstünden çekip aldı beni. Her karşılaştığımızda daha büyük bir sevgiyle gülümsedi. Onunla zaman hem vardı, hem yoktu. Eskiden de sohbetlerimiz bittiğinde üzülürdüm. Bu günlerde de saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varamıyordum.

“Ben seni epey evvelinden seviyormuşum öğretmen” demiştim son yürüyüşümüzde. Öyle aydınlanmıştı ki yüzü, akşam vakti bile fark edebilmiştim. Fazla süslü kelimelerim yoktu. Onun yanında mutlu ve huzurlu olduğumu söyleyebiliyordum çoğunlukla. Aslında sürekli konuşmaktansa ufak gülümsemeler, anın getirdiği hoş davranışlar beni daha çok etkiliyordu. Doğal ve içten gelen sevgiyi temsil ediyordu. Osman’la ilişkimiz de böyleydi.

Henüz yeni bir süreçti. Ama adım atmıştık ya, bu bile yeterliydi benim için. “Ben demiştim” diyen ve hayattan aldığım dersi defalarca tekrar ettiren annem yine en büyük destekçimdi. Minik bir kız gibi dizinin dibine oturup saçlarımı okşamasına müsaade ettiğimde tüm yorgunluğum akıp gidiyordu parmaklarından. Mutluluğuma duacıydı sürekli.

“Birlikte oldukça” diye ekliyordum hep. Kalabalıkta annesinin eteğini tutan o çocuktum yirmi üç yaşımdaki halimle. Kardeşlerim de vardı. Beş tane hem de. İnsan doğurmadığına annelik yapabilir mi diye sormuştum anneme. Bir gün cevabını alabileceğimizi söylemişti. Evet yapabilirdi. Ona bakınca görebiliyordum; o hepimizin annesiydi. Kocaman kalbiyle, hasretleri dindirecek ve kırgınlıklara şifa olacak gülümsemeleri taşıyan kızları bağrına basıyordu. Eski Gonca Saraç değildi. Okşadığı her başta kendi kızının hayaline özlem duymuyordu artık. Çünkü yanındaydım.

Günlerimiz bulutlarla süslü gökyüzü gibi geçiyordu. Annem bahçesine yeni çiçekler dikiyordu. Elleri toprak içindeydi çoğu zaman. Ben kızlarla ilgilenmekle yetiniyordum. Kırmızı bir burun ve sulu gözlerle dolaşmak keyifli değildi. Ama top oynayabilir, ip atlayabilir ve saklambaçta bütün kızları ebeleyebilirdim. İşletme okumuştum fakat yeniden tercih etme hakkım olsaydı çocuklarla ilgilenebileceğim bir bölüm seçerdim. Elif, Ayşe, Zümra, Sude ve Aysima bana bir sürü şey öğretmişti. Çocukluklarına katmışlardı neşemi.

Öğretmen olmadığı zamanlarda Osman’ı da yanımıza alıyorduk. Belki küçükken bir arada duramamıştık, oyunlar oynayamamıştık. Ama artık birlikteydik. Şen kahkahalarımız bahçeden taşıyordu. Kızlar sevinçle koşup bize sarılınca yorgunluğumuz kaybolup gidiyordu. Gözlerinde yalan görmediğim öğretmen, incitmeyecek eğlencelerle öğrencilerini eğlendirirken durup onu seyretmek en büyük zevkimdi. Sanki elleri ulaşıyordu kalbime. Okşuyordu nazikçe.

Elmalı Sur’da voleybol oynayabildik tamamen iyileştiğimde. Burası sahiden özel bir yerdi ve kimseyi çağırmadık. Tek rakip adayım Osman’dı. Filenin iki tarafında durup kazanma kaygısı olmadan topa vuruyorduk. Şaşırtıcı derecede iyi oynuyordu. Refleksleri kuvvetliydi, odaklanıyordu ve eğlencenin yanı sıra maç heyecanını da yaşatıyordu. Sonrasında da yanımızda getirdiğimiz limonatadan içiyorduk.

“Sana dair pek çok şeyi merak ediyorum aslında” diyerek sohbet başlattım iki gün önce. “Pek çok şeye elin yatkın, gençsin ve zevklerin var. Hayatını çok güzel bir işe adamışsın. Ama senin de sevdiğin, hoşlandığın şeyler var. Torbadan çıkartır gibi önüme koyuyorsun bunları. Sonra şaşırıp kalıyorum.”

“Keşfedilecek yeni bir ülke gibiyim. Ömür boyu sıkılmazsın yanımda. Her an yeniden tanışırsın benimle.” Peçeteyle alnındaki teri sildi. Yanaklarımız kızarmıştı. Tek kaşımı kaldırdım.

“Tek tek mi sorayım, hepsini anlatmak mı istersin? İkincisi daha zahmetsiz olacak…” Ufak bir kahkaha attı. Firuze teyzenin taklidini yaparken hiç zorlanmıyordum.

“Gelin kaynananın toprağındanmış derler, doğruymuş.” Üstüme alınmaya niyetlenmediğim sıfatlar yüzünden dikkatim dağıldı. Gelin olmak bu serüvenin bambaşka bir parçasıydı. Ve hayalimde bile alışamıyordum, üstlenemiyordum bu sıfatı. Tabi, yeni bir pürüz çıkartmayacaktım. Bunun için herkes fazlasıyla sabrını tüketmişti. Ve ben de tüm hata haklarımı kullanmıştım. Artık bundan sonrası, benim iflah olmaz bir şımarık olduğumu tescillerdi. Değildim ve eğer yüzleşmem gerekiyorsa yüzleşecektim. Ama erkendi. Bir müddet bunu savunabilirdim. Firuze teyzeye kalsa hemen söz, nişan yapılmalıydı. Taraflar birbirini seviyorken, annem de rızasını vermişken pek de uygun olmuyordu böyle adını koymadan devam etmemiz. “Ne oldu, durgunlaştın?”

Omuz silktim. Limonatamdan bir yudum aldım. “Hâlâ garip geliyor böyle gelin kaynana gibi ifadeleri kullanmak.” Bu büyük bir problem değilmiş gibi rahatça oturdu.

“Alışırsın evlenince.” Sanki evlilik büyük bir değişim değildi!

“Osman aklındakileri pat diye söylemesene!”

“E yalan değil ki. Hayatımın en güzel gerçeği! Niye lafı evirip çevireyim? Bal gibi de, evleniriz diyeceğim.” Gözlerimi kıstım. Madem bu kadar rahattı, biraz telaşlanmasında fayda vardı. İşaret parmağımı kendime doğrulttum.

“Sordun mu sen bana; evlenir miyiz, diye?” Afalladı birden. “Ben hatırlamıyorum öyle bir şey.”

“Ama… Seviyoruz ya birbirimizi. Birlikte yol yürürüz, dedik. En güzel hislerimizi paylaşıyoruz. Elmalı Sur gibi büyülü bir bahçemiz de var…” Mutluluk için tüm koşullar hazırdı Osman’a göre. Kesinlikle itirazım yoktu ama gardımı indirmedim. Ondan farklı değildi düşüncelerim. Sessizliğim nedeniyle iyice dikleştirdi oturuşunu. Gözleri bir şey arar gibi etrafta dolaştı. “Evlilik teklifi etmediğim için mi öyle dedin?” Bilemeyeceğim, der gibi başımı eğdim. Kafama takmadığım meselelerde Osman’ın birden telaşlanması, kıyamayacağım noktaya geldiğinde dursam da, biraz hoşuma gidiyordu. “Ben onu düşünemedim ki Yağmur. Akışa bıraktık, mutluluğu tattık diye herhalde, aklıma gelmedi.”

“Tabi, öyle ama” dedim yalancı bir durgunlukla. Bu rahatlığım gerçek düşüncelerimi paylaşmadığımdandı. Aksi halde endişeliydim, böyle bir şeyi istemek söyle dursun dile getiremezdim bile. Üstelik Göktepe’de bana gelin nazarıyla bakıldığı için farklı bir kimlikle yaklaşıldığı doğruydu. Ve manidar bakışların hedefi olmaktan hoşlanmıyordum. Çoğu zaman birileriyle karşılaşmak bile istemiyordum bu yüzden.

Ya biz kadınlar hassastık, ya erkekler bu süreçte daha az göz önünde bulunduruluyordu. Karşıma geçip rahatça konuşan öğretmeni de arada bir sarsmak iyi olacaktı. “Her kız bir evlilik teklifini hayal eder. Mesela birkaç fikir vermemi istersen…” Merak ve ciddiyetle başını salladı. Bu noktadan sonra gülmemek için kendimi fazla zorlamam gerekecekti. “Eyfel Kulesi’nin altında teklif edebilirsin… Kapadokya’da balon kiralayabilirsin… Boğazda yat da olabilir. Köprüye yansıtırsın teklifi…”

Her yeni fikirde şaşkınlığı artıyor, rengi bir ton atıyordu. Daha fazla tutamadım kendimi. Gülmeye başladım. Dalga geçtiğimi anlayınca rahatlar gibi oldu ama biraz bozuldu. Kahkahalarıma eşlik etseydi çok sevinirdim. Nihayet durduğumda nefes nefeseydim. Gözümdeki yaşı parmağımın ucuyla sildim. “Gerçekten istediğini bilsem, imkânları zorlardım Yağmur” dedi ciddiyetle. “Ama sen kelimeleri anlamlarıyla, eşyayı anısıyla, eğlenceleri sevdiklerinle yaşayan bir kızsın. Örnek verdiğin tekliflerin hiçbirini hayal edecek değilsin. Elbette hepsi çok güzel. Ama senin için farklı…”

Bu kadar eğlenmek yeterdi. Dirseğimi masaya, çenemi de avcuma yasladım. “Beni bu kadar iyi tanımana sevindim öğretmen” dedim. “Senden böyle beklentilerim yok. Hislerime karşılık vermen, elimi tutman en güzel teklif zaten. Mutlu olayım diye her şeyi yapıyorsun. Hem huzurluyum, hem güvendeyim senin yanında. Hiçbir şaşaa, mal mülk böyle sevindiremez beni. En büyük eksiklerimi sizde tamamladım geldim geleli. Siz de eksiktiniz, özlemleriniz vardı ama elimden tuttunuz. Hayatımı güzelleştirdiniz.” Bir iç geçirdim. “Bunlar her dakika şükredebileceğim nimetlerken daha fazlasında gözüm yok.”

Bir müddet gözlerime baktı. Konuşmak yerine bunu yapmasını seviyordum. “O zaman evleniyoruz?” dedi tek kaşını kaldırıp. Derin bir nefes alıp etrafıma bakındım.

“Var mısın bir maça daha?” Gülerek başını salladı. Osman’la her şey güzeldi. Yaz tatiline yaklaşıyorduk ve daha fazla şey yapabilecektik. Piknikler, geziler, kızlar için eğlenceli aktiviteler şimdiden planlanıyordu. Çoğu zaman yerimde duramayışım annemin elini ayağına dolaştırsa da şikâyet etmiyordu. Kızlar okuldayken onu da yürüyüşe çıkartıyordum. Kendini pek çok şeyden mahrum bıraktığını biliyordum ve artık bunu değiştirmek istiyordum. Cuma günleri babamın mezarına gidiyorduk. Bir kadının kalbindeki bitmez sevgiye şahit olurken, hiç tanışamadığım babamı özleyerek dakikaları geçiriyordum.

Bu gün burada olsaydı annem dillendirmediği acısını sol yanında taşımaz, ben de evlenip annemi yalnız bırakmaktan çekinmezdim. Zaten yalnızdı senelerdir. Kavuşmuştuk ve arkamı dönüp gitmek istemiyordum. O bununla ilgili hiç konuşmuyor, olayları zamana bırakıyordu. Ben de ona ayak uyduruyordum.

Vedalaşmadığım eski dostumun sözü ediliyordu son günlerde. Osman “bizim bahçede motorun” dediğinde kararımın kesin olduğunu söylemiştim. Kendi rızamla motorumu bırakmam elbette kolay değildi. Özlüyordum ama bir daha sevdiklerimi korkutamazdım. Bir daha kontrolü kaybedecek kadar da içime atmayacaktım zaten. Bir müddet daha uzak duracaktım motordan.

***

Bir Çarşamba, öğleden sonra ben odamdayken Nil geldi. Yine telaşlıydı, yine koşturmuştu. Odaya öyle bir girdi ki gökten düştüğünü zannettim. Kucağımdaki dergiyi yatağa fırlattım. Nefes nefeseydi. Yanıma oturdu. Ancak burnuma doğrulttuğunda farkına varabildiğim bir çiçeği koklamam için uzattı. Son anda geri çekildiysem de hapşırdım. “Ne oluyor ya!”

“Çiçek aldım” dedi ben burnumu çekerken.

“Onu görüyorum da, niye suratıma doğrultuyorsun? İlk kez mi çiçek görüyoruz?” Bana dünyanın en kaba insanıymışım gibi baktı o an. Kırmızı çiçeği bir kez daha koklayıp yatağın üstüne koydu. Hayalperest bir tebessüm vardı dudağında. “Hm anladım… Çiçeği biri vermiş sana. Tahmin etmek zor olmasa gerek. Fırat bey mi?” Başını aşağı yukarı salladı sertçe. Sonra yatağın üstünde bağdaş kurdu ve bayılacakmış gibi gözükürken ilişkilerine dair her şeyi anlattı. Duyduklarımın hiçbiri beni şaşırtmamıştı çünkü aralarında konuşulması gereken bariz hisler vardı. Tüm Göktepe de bunun şahidiydi. Sürecin uzamamış olması da sevindiriciydi.

“Çok güzel kokuyor Yağmur…” Bir saatin sonunda bu cümleyi bilmem kaç kez duymuştum. Bir dal kırmızı çiçek, nice anlamlar barındırıyordu içinde. Nil heyecanı geçene dek sürekli bunu tekrarlayacaktı belli ki. Seviniyordum, benim de yüzümü güldürüyordu. Birden merakla bana baktı. “Senin alerjin var. Osman sana ne veriyor çiçek yerine?” Mutlu olacağım pek çok an, büyülü bir bahçe ve muhabbet dolu bir kalp…

“Ufak kavanozlarda çilek reçeli getiriyor” dedim.

***

Kızlar karnelerini alıp geldiklerinde, hepsi için bir hediye paketi hazırlamıştık. Notları çok iyiydi. “Sonsuz gururlanma hakkımız oldu” dedim gülerken. Bir demet papatya gibi gözüküyorlardı. Hediyelerini açarken de çok heyecanlılardı. Yeni birer tişört, toka ve bileklik hepsini memnun etti. Bu tip merasimleri, özel günleri seviyorlardı. Sıraya girdiler hepimize sarılmak için. Anneme, Firuze teyzeye, bana, Osman’a ve Melek ablaya.

“Zor bir yıldı, büyükler de mi birbirine sarılsa?” diye bir fikir attı ortaya Osman. Firuze teyze kocaman açtı kollarını.

“Doğru söylüyorsun benim akıllı oğlum” dedi. Önce bana, sonra anneme sıkıca sarıldı. Kendisine sıra gelmesini bekleyen öğretmenin bu ufak oyundan zevk aldığı anlaşılıyordu. Annemin ardından Melek ablaya sarıldığımda yanıma yaklaştı. Mesafemizi korurduk yalnızken bile. Şimdi insan içinde bana sarılmayı düşünmüyordu herhalde? Hem de annesine, anneme sarılmadan önce. “Gel, gel…” Firuze teyze hızlıca önüme geçip kollarını oğlunun boynuna doladı. Seveceğim diye öyle sert vuruyordu ki sırtına öğretmenin acıyla yüzünü buruşturduğunu hepimiz görebiliyorduk. Bence bu Firuze teyzenin oğluna çektiği bir ihtardı.

Geri çekildi. Hayal kırıklığına uğramış oğlunu kolundan tutup kenara ittirdi. “Kocaman sarıldım sana. Bu iki gün yeter vallahi.”

“Teşekkürler” diye mırıldandı öğretmen. “Ama keşke gücünün hepsini bana harcamasaydın.” Melek abla bıyık altından güldü.

“Gel Osman’ım, ben sarılayım sana.”

“Yok, abla sağ ol. Doydum ben.” Bana küskün bir bakış atmayı da ihmal etmedi bu sırada. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Omuz silktim halının desenlerini izlemeye koyulurken.

“Ne doyması, bir sürü yemek yaptım. Hadi geçin mutfağa. Kızları da çağırayım…” Aceleyle merdivenlere koştu. Biz de mutfağa geçtik. Sofra çoktan hazırdı. Her çeşit yiyecek vardı bu güne özel. Yalnızca Aysima değil, bütün kızlar sevinecekti. Birkaç dakika sonra koşturarak geldiler, yerlerine oturdular. “E hadi, şenlik başlasın!”

***

Telefonu kapattıktan sonra annemin yanına gittim. İdare odasındaydı. “İstanbul’dan davet geldi” dedim. “Beni, seni ve kızları çağırıyor Seher teyze. Sana sormadan cevap vermek istemedim.” Bir an düşündükten sonra elindeki kalemi bırakıp kalktı ve karşımda durdu.

“Sen ne yapmak istersin?”

“Aslında… Efe’yi ziyaret etmek niyetindeydim. Seher teyzeye de sözüm vardı, geciktiriyordum biliyorsun. Ama siz gelirseniz içim daha rahat olur. Hem kızlar İstanbul’u görür. Gezerler, bir farklılık olur…”

“Gitmek istiyorsun yani?” Başımı salladım. Yüzüne düşen bir perçemi kulağının arkasına attı. “Osman’la da istişare edelim o zaman” dedi son olarak. Öğretmen, toplu olarak uzaklaşma fikrimizi garip buldu önce. Kızlar için güzel olacağından, endişe etmemesinden bahsettim. Seher teyze pek çok hazırlık yaptığını söylemişti. Eğer kabul edersek araba da göndereceklerdi. Tek başıma gitsem otobüs kullanırdım ama kızlar yanımdayken kafama göre davranamayacağımı biliyordum.

“Çok kalacak mısınız?” diye sordu öğretmen. Henüz hiçbir şey belli değildi. Konuşma bittiğinde ve annem gittiğinde “özleyeceğim” dedi. “En çok da seni…”

***

Uzun bir aradan sonra büyüdüğüm evde olmak garip hissettiriyordu. Hiçbir eşya değişmemişti ama hayatım öyle başkaydı ki artık. Seher teyzenin cana yakın tavırları kadar farklıydı içinde bulunduğum an. Kızları, annemi ve beni hoşça karşıladılar. Efe Göktepe’ye geldiği için kızlar onu da tanıyordu. İlk saatlerde hiçbir yabancılık yaşanmadı bu yüzden. Evde çalışanlar aynıydı. Beni gördüklerine sevindiklerini söylediler. Valizlerimizi odalarımıza çıkardılar. Benim odam aynıydı. Hiçbir değişiklik yoktu.

Annem duvardaki fotoğraflara, raftaki madalyalara baktı. Büyüdüğüm yerdeydi. Bana sunulan imkânlar için mutlu olsa da bir hastalık gibi nükseden hasret gözlerine doldu. Pencerenin önüne geçtiğinde arkasından yaklaştım, sarıldım. Yanağımı omzuna yasladım. Bir müddet sessizce durduk öyle. Zaman geri gelmiyordu. Öyle olsaydı, annem beni bir dakika bile kucağından bırakmazdı. Artık bir çaresi bulunamayacağını, anı yaşamanın ve geleceğe odaklanmanın en büyük çözüm olduğunu biliyorduk.

Kızlar hem evi, hem de odalarını beğenmişlerdi. Zaten Oğuz Bakırcıoğlu’nu seviyorlardı. Onun evinde olmak, özel bir davet almak hepsinin hoşuna gidiyordu. En çok da havuz hakkında soruyorlardı. Yarın hava güneşliyse havuza girebileceklerdi. Seher teyze hepsi için uygun kıyafetleri hazırlayacaktı. Sofraya çağırıldıklarında, gayet saygılı ve kibarlardı. Osman görse, hepsiyle gurur duyardı. Masaya konulan yemekler hem gıdalı, hem de çocukların seveceği türdeydi. Ardımda bıraktığım ev değildi burası. Ama güzelleşmişti.

Seher teyze ve annem, sakince konuşma özelliğine sahip iki kadın sohbet ediyordu. Efe kızları güldürecek şeyler söylerken Oğuz Bakırcıoğlu benimle muhataptı. İş hakkında konuşuyorduk. Keyifli bir yemekti. Telefonum çalana dek bir takım şirket meselelerini dinledim. “Pardon.” Osman aynı gün içinde ikinci kez aradığında, engelleyemediğim bir tebessüm yayıldı yüzüme. Müsaade alıp kalktım. Hangi odanın boş olacağını bildiğimden, ayaklarım doğruca merdivenin yanındaki kapıya yöneldi. İkinci basamak, bir hatıra gibi bana göz kırptı. “Alo.”

“Yağmur, nasılsın?”

“İyiyim Osman, sen nasılsın?” Biz bu konuşmayı üç saat önce de yapmıştık. Ama sesi özlem doluydu.

“Ben de iyiyim. Nasıl gidiyor?” Güldüm. Hiç içinde tutmayı beceremiyordu. Sıkılmıştı besbelli. Kızların sesinden de mahrumdu, onunla voleybol oynayacak bir rakipten de.

“Çok mu özledin bizi?” dedim doğrudan konuya girerek.

“Evet… Göktepe boşaldı sanki. Çok kalmayın Yağmur. Birkaç saat sonra kuraklıktan ölebilirim.”

“Mezar taşına…” Sözümü kesip lafı ağzımdan aldı.

“Yağmursuzluktan öldü yazın. Bu olur.”

“Uzun bir süre daha ölmezsen sevinirim Osman. Döndüğümde kanlı canlı karşımda ol.”

“Üzülür müsün?” Gözlerimi tavana kaldırdım. Arada liseliler gibi davranıyorduk herhalde.

“Hayır” dedim kararlılıkla. “Evlenmem seninle.”

“Bu daha kötü” diye söylendi. “Tamam, yaşamaya çalışacağım. Kendinize iyi bakın.”

“Selam söyle Firuze teyzeme, Hâkim amcama…” Telefonu kapattığımda bir müddet karşı duvarı seyrettim. Osman her seferinde gelip bir rüzgâr gibi esiyordu. Saçlarımı dağıtıyor, alerjime dokunmayan çiçeklerin kokusunu taşıyıp gidiyordu. Derin bir nefes alıp toparlandım dakikalar sonra. Tekrar yemek masasına döndüm. Kızlar çoktan kalkmıştı. Kapısı açık bahçeye çıkmışlar, Efe abilerinin bisikletini sürmeye çalışıyorlardı. Sude ve Ayşe şezlonglara uzanmış güneşleniyordu. Burada çok eğleneceklerini hissediyordum. Benim kâbuslarıma şahit olan bu ev, kızları mutlu edecekti.

Sofrada annem, Seher teyze ve Oğuz Bakırcıoğlu kalmıştı. Seher teyzeyle karşılıklı oturuyorduk. Annem yanımdaydı. Oğuz Bakırcıoğlu da baş taraftaydı. Ağzıma bir patates attım kaldığım yerden devam etmek için. Fakat Oğuz Bakırcıoğlu “kimmiş arayan Yağmur?” diye sorunca yeniden yemeye ara vermek zorunda kaldım.

“Osman öğretmen. Tanışmıştınız siz zaten.” Başını salladı ağır ağır. Seher teyzeye baktım göz ucuyla. O Osman’ı görmemişti hiç. Belki yeni aldığım kararları onlarla da paylaşırdım ilerleyen saatlerde. Ne kadar önem verirlerdi bilmiyordum ama saygı duyacaklarına emindim. “Kızları sormak için aramış da” dedim sessizlik olunca. Annem manidar bir tebessüm etti. Hep daha fazlası olduğunu bilirdi. Yanımdaki adam da merakını giderememişti henüz.

“Başka ne dedi?”

“İyi bir tatil geçirmemizi diledi.” Yalancı bir gülümsemeyle bakıp gözlerimi kıstım. Benden o kadar kolay laf alamazdı.

“Osman, ilgili ve kızlara hassas davranan bir öğretmen belli ki Oğuz” diyerek araya girdi Seher teyze.

“Tabi, öyledir” dedim başımı sallayarak. “Her gün okuldan sonra kızlara ders çalıştırır, ilgilenir. Merhametlidir aynı zamanda.” Annem de beni desteklemek için buna benzer sözler söyledi. Seher teyze gülümsedi. Bunu daha fazla yapmaya başlamıştı. Ve ona yakıştığını itiraf etmeliydim.

“Umarım bir gün tanışırız. Merak ettim Osman öğretmeni.” Henüz tanınmadan sevilmesi bile beni mutlu ediyordu. Hem herkese anlatasım vardı Osman’ı, hem de saklayasım. Göz ucuyla Oğuz Bakırcıoğlu’na baktım. Duygularını maskeleyen o tebessümü yerleştirdi yine dudağına.

“Tanışırsınız, iyi çocuk” dedi.

Bölüm : 03.01.2025 13:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...