Bir sırt çantasıyla çıkmıştım yola. Birkaç defter, cüzdan, iki üç tane de takı, kıyafetlerimin arasındaydı. Bileklik ve yüzük takmayı çok severdim. Öyle gösterişli şeyler değillerdi ama sade ve rahat kıyafetlere şıklık katıyorlardı. Pek çoğunu geride bırakmıştım. Oğuz Bakırcıoğlu beni beş parasız, tüm imkânlardan mahrum halde kapıya koymamıştı elbette. Yanlarından ayrılacağımı söylediğimde bile para teklifinde bulunmuştu. Eşyalarımı alabileceğimi, ne zaman istersem geri dönebileceğimi hatırlatmıştı. Yaptıkları tüm iyiliklere teşekkürüm sonsuzdu ama daha fazlasını kabul edemezdim. Doğum günü hediyesi motorumu ve birkaç parça eşyamı alıp hikâyemin peşine düşmüştüm. Kırgın ve inançsız bir kalple yola çıkınca ardımda kalanları gözüm görmez olmuştu.
Çantamın içindeki dağınıklığı düzenledim. Bir şekilde burada kalmayı başarırsam yeni kıyafetler almam gerekecekti. Fermuarı kapattım. Sen hakikatten anneni haberdar et de, o mesele kolay. Yatağın üstünde duran defterimin üstünde parmaklarımı gezdirdim. Gonca Saraç hakkında bir sürü şey not etmiştim. Adresler, birkaç telefon numarası yazılıydı. Yetimhane kayıtları, kendini anneannem olarak tanıtan kadının adı bile buradaydı. Beni anneme getiren bilgileri yanımdan ayırmıyordum. Hepsini bir delil olarak kullanabilirdim.
Geçmişe dair detaylar kopuktu, herkes bildiği kadarını anlatmıştı. Bir şekilde annemi bulmuştum ama öğrenmem gereken çok şey vardı. Hikâyenin tamamını bilen birileriyle konuşmam gerekiyordu. Defteri kapatıp çantama koydum. Derin bir nefes alıp kaldığım odanın duvarlarına bakındım. Buraya ait değildim. Yanında olmam gereken kişiyle konuşamamıştım ve her an gitmeye hazırdım. İnsanın az yükü olunca adımları hızlı oluyordu. Ben her an yolcuydum.
Telefonum çalınca toparlandım. Aras arıyordu. Benim en büyük destekçim, aynı zamanda amcamın oğlu. O kapıma gelip gerçeğime dair bir iz bulduğunu söylemeden önce annesinin öldüğünü, babasının terk ettiğini sanan bir kızdım. Sık sık seyahatlere çıkıyordum. Çiftlikte vakit geçiriyor, meseleyi kabullendiğimi zannediyordum. Aras öyle olmadığını gösterdi bana. Birlikte geçmişe yolculuk yaptık. İzleri takip ettik ve kimselere sezdirmedik. “Alo” dedim özlemle. Beni uğurlarken ardımdan el sallayışı geldi aklıma.
“Yağmur, nasılsın? Arayıp rahatsız etmek istemedim ama en fazla bu kadar dayanabildim.” Onun da beni özlediği ses tonundan anlaşılıyordu.
“İyiyim” diye cevapladım yalnızca. “İyi yaptın aramakla. İhtiyacım vardı.”
“Ne oldu? Yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?”
“Sanırım…”
“Açık ol lütfen. Endişelendirme insanı.” Sabahın erken vaktinde Gonca Saraç’ı endişelendirdiğim yetmiyormuş gibi şimdi de Aras’ın canını sıkıyordum. Oysa benim adıma o kadar heyecanlıydı ki! Yakınlık kurduğum insanın yanında gardımı böylesine indirmem acayipti. Üzüntümden bahsetmek yerine kafaları karıştırıyordum. Ne halledebiliyordum meseleyi, ne uzak durabiliyordum. Seher teyzeye otoriter tavırlarından dolayı teşekkür etmeliydim. Maazallah çok yakınlık gösterseydi sevgi arsızı olur çıkardım. Dışarıdan bir gözle o halime baksam, Yağmur nerede, diye sorardım. Ona ne yaptınız?
“Aras, hâlâ konuşamadım onunla. İki gündür yan yanayız ama tek kelime edemedim. Oysa yola çıkarken bir dakika bile beklemek azap gibi geliyordu. Şimdiyse dilim tutuluyor. Kendimi korkak hissediyorum. Cesaretim tükeniyor.” Sesim sona doğru kısıldı. Aras da hemen konuşmadı. Ne duymayı beklediğimi ben de bilmiyordum. Sadece dertleşiyorduk işte. Aras bu vazifeyi layıkıyla yerine getirirdi. Kız kuzenlerimle kurmadığım bağı onunla kurabilmiştim. İki yaş büyüktü benden ama yaş farkını hiç dillendirmezdik. Ne zaman bir araya gelsek keyifli vakit geçirirdik.
“Kolay bir durumun içinde değilsin Yağmur. Kabullenmen, sindirmen gereken gerçekler vardı ve sen daha kendin bunlarla yüzleşmeden yola çıktın. Tanımadığın bir kadına, sırf annen olduğunu öğrendiğin için sığınmaya gittin.”
“Hata mı ettim?”
“Hayır, sadece üzüldüğün şeyin bu durumun normali olduğunu anlatmak istedim. Öz veya üvey, geride bir aile bıraktın. Araştırıp adını, adresini öğrendiğin kadının huyunu suyunu bilmiyordun bile. Arafta sayılırsın şimdi. Yeni bir başlangıç da denilebilir. Kimliğini, memleketini aradığını söylerdin hep.” Bir nefes sesi duydum. Sonra güldüğünü anladım. “Toprağına yağmur olacaksın demiştim sana.”
“Öyle…”
“Ama yağmak da kolay değil. Şemsiye açanların, kaçanların içinden bulmalısın seni seveni. Ve verimsiz topraklara rağmen yaşamaya çalışan çiçekler için direnmelisin. Bu gün konuşamadığına üzülme, akşam, yarın, sonraki gün… Annene güvendiğin zaman bütün düğümler çözülecek. Her ne kadar aksini iddia ettiysen de kollarından koparıldığın kadın sana yabancı.” Son cümlesiyle, söylediği tüm cesaret verici sözlerinin üstüne bir perde çekti sanki. Haklıydı ama acıydı işte. Anneme yabancı olmak… “Onu tanı Yağmur. Sevsin seni. Zaten senin gibi bir kıza kayıtsız kalamayacaktır. En fazla bir hafta mühlet veriyorum. Sarmaş dolaş bulacağım sizi. Bundan eminim.”
“Öyle mi dersin?”
“Tabi ki, hiç şüphem yok. Oradaki durumları pek bilmiyorum ama birbirinize mesafeli olmanız normal. Konuşamadığın için üzülme. Kendiliğinden çözülecektir düğümler. Sindirerek yaşa. Bir dahaki görüşmemizde gülümsüyor ol. Hem yüz yüze konuştuğumuzda sana soracak sorularım var.”
“Ne gibi sorular?”
“Filmlerde anne kız birbirini bir bakışından, kokusundan falan tanır ya. Yakınlık hisseder… Öyle şeyler oldu mu diye soracağım.” Bu sefer gülme sırası bendeydi.
“Türk sineması hikâyesi mi bu Aras? Ben mana yüklerim ancak Gonca Saraç’ın bakışlarına. Aksi halde kadın uzun sürmeyeceğinden emin olduğu bir misafirliğin sonlanmasını bekliyordur.”
“Öyle deme. Seni bir kez tanıyan yanından ayırmak istemez.”
“Bu durum farklı. İltifat edip durma lütfen. Gülesim geliyor, ciddiyetim bozuluyor.”
“Gülmekten zarar gelmez. Bu arada… İltifatlara yalan karışır Yağmur. Sana karşı dürüst oldum. Hâlâ da öyleyim. Vardığın yerde hikâyen olmasa seni yollar mıydım sanıyorsun? İki gündür bir kahve içemedik diye nasıl acılar çektiğimi bilemezsin.” Karşı duvara bakıp meseleyi abartmasına güldüm. Sık sık yurt dışına çıkıyordu. Normalde de sürekli görüşen bir ikili değildik zaten.
“Aras ya… Sen şımartıyorsun bu kızı böyle!”
“Seher teyze, sen mi geldin?” Ufak bir kahkaha attım. Şakalaşmamız bittiğinde telefonun ucundaki adama, bana destek olduğu için öyle minnettardım ki.
“Çok teşekkür ederim” dedim birden. “Hep yanımda olduğun, varlığını hissettirdiğin için çok teşekkür ederim sana. Kan bağımız olmasa da gerçek bir kardeşten ayırmadın beni. Ve ne kadar öyle hitap etmesem de abimsin sen benim. Bu zor günlerde seni arayabileceğimi bilmek çok güzel Aras Bakırcıoğlu.” Duygusallaştığımdan mıdır bilmem, Aras bir müddet teşekkürüme cevap vermedi. Hatta telefonu bırakıp gittiğini sandım sessizlik uzayınca. Neyse ki konuştu ve işi olduğu için acilen kapatması gerektiğini söyledi. Vedalaştık ve artık onun sayesinde yüzümde bir gülümseme vardı. Geçmişimin peşine düşen ve beni yüreklendiren Aras’tı. Şimdi de arayıp halimi soruyordu. Ona güzel haberler verebilmek istiyordum.
Telefonu yatağın üstüne bıraktım ve kalktım. Çantamı köşeye koyup kare şeklindeki koridora çıktım. Ortadaki boş alanda kızlar oyun oynuyordu. Kaldığım odanın karşısında, merdivenin yanında mutfak vardı. Az ve yeterli eşya olması çocuklara özgürce hareket etme imkânı sağlıyordu. Dışarısı ıslak olduğu için içerde ip atlıyor ya da plastik toplarıyla oynuyorlardı. Beni ilk fark eden Elif oldu. Eline top geçmesine rağmen yanıma koşup belime sarıldı. Bu minik kızın bana iyi davranması hem hoşuma gidiyor hem de beni hüzünlendiriyordu. Kısa siyah saçlarını okşadım hemen. Kaşlarına değen kâkülleri yuvarlak yüzünü çok sevimli gösteriyordu. Başını kaldırıp tatlı gözleriyle beni süzdü.
“Ne güzel olmuşsun” dedi. Beklemiyordum bu iltifatı. Üstümde ince V yaka siyah bir kazak ve koyu gri bir pantolon vardı. Günlük giydiğim kıyafetlerdi bunlar. Hatta misafir geleceği zaman Seher teyze daha şık kombinler yapmam için beni odaya gönderir, onun seçip ayırdığı elbiseleri giymemi beklerdi. Üstümdekileri yalnızca motor kullanırken giymem gerektiğini söylerdi. Zaten genelde evde durmuyordum. Bir ayağım hep dışarıdaydı. “Saçların da çok güzel. Uzun, dalga gibi.” Gülümseyip dizlerimin üstüne çöktüm. Neredeyse göz gözeydik artık.
“Bence senin gözlerin güzel görüyor Elif. Sıradan kıyafetler içindeki birine bile öyle güzel bakıyorsun ki, insan kendini prenses zannediyor.”
“Sen öylesin zaten” diye yanıtladı beni. Sonra da oyundan ayrılıp düzeni bozduğu için arkadaşlarından biraz sitem işitti. Kızlar beklemesin, bana da kızmasınlar diye hemen yolladım Elif’i. İsabetli bir karar almıştım herhalde. Çünkü birkaç dakika sonra beni de aralarına aldılar. Voleybol oynadığımı, yüzdüğümü, ata bindiğimi bilmiyorlardı. Ama o kare şeklindeki koridorda ağrıyan ayağıma rağmen hiçbir topu kaçırmamam, dahil olduğum takımın kazanması öyle hoşlarına gitti ki bir sürü soru sordular. Ben de spora ilgim olduğundan, geçmişte beni teselli eden pek çok hobiden bahsettim. Yarım saat öncesine kadar çocuk kahkahası duyulan evde şimdi meraklı bir sessizlik vardı. Halının üstüne oturmuş, bağdaş kurmuş beni dinliyorlardı. Köşede üst üste dizilmiş renkli minderlerden birer tane almıştık hepimiz.
Hepsinin gözlerine bakmak, meraklarını gidermek, sorularını yanıtlamak, hayallerini anlatmak için birbirleriyle yarıştıklarını görmek öyle keyifliydi ki masum yüzlerini seyrederken Gonca Saraç’ın ne kadar muhteşem bir şey yaptığına bir kez daha kanaat getirdim. Her biri ayrı anne babadan doğmuş, farklı fıtratlarda çocuklardı. Kaşları gözleri başkaydı. Ama aynı sığınma ihtiyacıyla bir arada, kardeşliği ve vefayı öğreniyorlardı.
“Atlar bizi ısırır mı?” diye sordu Aysima. Diğer kızlara göre biraz daha tombuldu. Bununla ilgili bir problemi olduğunu sanmıyordum. Hem çok tatlı gözüküyordu hem de yemeyi seviyordu. Çekik, ufak gözleri soru sormadan önce kısa bir an donuklaşıyordu. Sonra canlı bir şekilde omuzlarını dikleştiriyordu. Kızların bütün huylarını bu kadar kısa zamanda öğrenemezdim elbette. Ama çok belirgin özellikleri varsa iki günde keşfetmek mümkün oluyordu. Açık sayfa gibiydiler. Saf, zararsız duygularla yaklaşıyordular karşılarındaki kişiye. Mesela Zümra minyon, süslenmeyi seven bir kızdı. Ayşe gözlüklü, grubun çalışkanı ve uysal olanıydı. Sude’yi biraz sessiz ve ketum buluyordum sadece. Ya da haklı olarak benimle konuşmak istemiyordu. Belki tanıdıkça severdi.
“Atlar ısırmaz Aysima” dedim. “Onlar insanların arkadaşıdır. Duygularımızı hissedebilirler. Bizimle yakınlık kurabilirler. İyi davrandığımız müddetçe hiç zarar vermezler.” Bembeyaz bir atım vardı. Bulut koymuştuk adını. Onu hatırlayınca iç geçirdim. Dört aydır gitmiyordum yanına. Oğuz Bakırcıoğlu’nun ortağının çiftliğindeydi.
“Benim de arkadaşlarım var. Yakınlık kuruyoruz. Ve at değiller. Bir de ısırmıyorlar.” Bu sözlere gülmemek için alt dudağımı ısırdım ama suratımın kıpkırmızı olduğuna emindim. Zümra ve Ayşe büyük bir ciddiyetle onayladılar Aysima’yı. Sonra sınıftakilerden bahsetmeye başladılar. Konuşmaktan yorulmamıştım ama yerde oturmak ayağımın ağrımasına neden oluyordu. Kızların muhabbetini bölmek de istemiyordum. Etrafıma bakındım. Merdiven başına oturmuş Gonca Saraç’ı gördüm. Yüzünde bir tebessümle bizi dinliyordu. Ne kadar zamandır orada olduğunu bilmiyordum. Ahşap tırabzanın arkasında, üstündeki kahverengi hırkayla dikkatimi çekmemişti. Duvarların yarısı, merdivenlerle aynı renk panelle kaplıydı. Annem birbirine yakın tonların arasında kaybolup gitmiş gibi gözüküyordu.
Göz göze geldiğimizde ayağa kalktı. Ağır ağır indi merdivenlerden. Dizlerinin altında biten pileli bir etek giyiyordu. Saçlarını gevşek bir topuz yapmıştı. Hem yakınlık duyuyordum ona. Hem buradaki otoritesi ve gülümsemesine eşlik eden ciddiyeti sebebiyle herkes gibi saygılı bir mesafeyle yaklaşmak zorunda hissediyordum. Yanımıza gelip kızların dikkatini çekti. “Oyun oynadınız mı kızlarım?” Nasıl da içten… “Yağmur ablanızı daha fazla yormayalım. Hem sizin ders çalışmanız lazım. Osman öğretmen bir saat sonra gelecek. Onu beklerken verdiği kitapları okuyun bakalım. Size sorular soracak, biliyorsunuz.” Kızlar eğlencelerinin bölünmesinden pek hoşnut olmadı ama Gonca Saraç’a da bir şey diyemediler.
Yalnızca Elif biraz yanıma yaklaşıp hafifçe koluma dokundu. “Ama biz yukarı çıkarsak o gider” dedi Gonca Saraç’a. Gitmemi küçük âleminde büyütecek kadar beni seviyordu bu kız. Bu hakikat beni bir kez daha şaşırtınca elini tuttum.
“Bu gece de burada kalacağım ben.” Böyle söylediğimde yanakları kızardı, sevindi. Arkadaşlarının yanına geçti. Diğerlerinin de mutlu olduğunu görünce tebessüm ettim. “İyi dersler kızlar.”
“Teşekkürler Yağmur abla.” Hep bir ağızdan cevap verip sırayla yukarı çıktılar. Gonca Saraç’la yalnız kaldık.
“Çok sevdiler seni” dedi.
“Ben de onları sevdim.” Yerden destek alarak ayağa kalktım. Duvarın dibindeki küçük tabureye oturup dizlerimi sıvazladım. Yaşlı bir kadın gibi görünüyor olmalıydım. “Hepsi çok tatlı, meraklı.” Yaralı… Gonca Saraç da bir tabure alıp karşıma geçti.
“Anlattıkların ilgilerini çekti.”
“Belki bir gün onlar da böyle hobiler edinirler.” İyi okullara gönderilmiştim ve imkânlarından yararlanmakta serbesttim. Sevdiğim şeyleri seçme özgürlüğüne sahiptim. Gerçi Seher teyze at üstünde gün geçirip eve gelmemi pek sevmiyordu. Yüzme bir nebze daha hoş geliyordu kulağına. O da yüzerdi. Oğuz Bakırcıoğlu beni takip etmekte zorlandığını ama bir şeye ihtiyacım olursa kapısını çalabileceğimi söylerdi. Makul bir teklifti. Eşinin terbiye metoduna zıttı bu tavrı fakat ben seviyordum. Başımı merdivene çevirdim. “Hep burada mı kalacaklar? Farklı yerler görmek isterlerse ne olacak?” diye sordum. Sosyal faaliyetlere dahil olmak istiyorlarsa sınırlardan çıkmalılardı. Göktepe’de temel ihtiyaçların karşılanacağı dükkânlar, yazlık olarak kullanılabilecek evler vardı ama eğitim açısından yetersizdi.
“Şimdi ilkokul çağındalar” dedi Gonca Saraç. “Burada ufak bir okulumuz var. Gidip geliyorlar. Daha doğrusu muhtarın ayarladığı ufak bir servisle kapıya kadar bırakıyoruz çocukları.” Gözünü bir an bile çocukların üstünden ayırmıyordu. Melek ablaya yardımcı olan bir isimden daha söz ediliyordu. Henüz görmemiştim onu ama burada kaldığını söylemişlerdi. Osman ve Nil de titizlerdi bu konuda. “Yaşları ilerledikçe eğitim almaları için onlara destek olacağız. İmkân sağlayacağız. Her biri gözümüzün önünde büyüse de…” Düşünceli bakışları yerdeki halıyı taradı. “Ayrılık zamanı gelecek. İsterlerse şehirdeki yatılı yurtlarda kalabilecekler. Daha önce bir iki çocuğumuz kendi tercihleriyle İstanbul’a gittiler. Bir oğlumuz da zengin bir iş adamının himayesinde. Gayet başarılı, eğitimini tamamlıyor. Ziyaretimize gelir ara sıra.”
“Vefalıymış.”
“Öyledir… Buradaki pek çok çocuk öyledir. Onları buraya getirenler ya komşuları, ya da hasta nene dedeleri. Kimisi de yarasını sarana dek emanet etti yavrusunu, sonra el ele çıktılar bu evden. Yani bu toprağın çocukları hepsi. Kapımızı çalanların ricası, çocukları memleketinden koparmadan büyütmek. Biz de elimizden geldiğince bu çatı altında onlarla ilgileniyoruz. Bazı günler anne babalarının mezarlarına götürüyoruz. Ninesi yaşayanlar el öpmeye gidiyor. Sen ne şartlarda büyüdün, neler düşünürsün bilemem tabi. Ama eğitim kadar yuva sıcaklığı da önemli bu çocuklar için. Belki belli bir müddet bir takım imkânlardan mahrum kalırlar. Spor faaliyetleri yaptıramayız, sık sık sinemaya götüremeyiz ama iyi birer insan olsunlar diye uğraşıyoruz. Bir an bile boyunlarını bükmesinler, ruhları dik birer birey olsunlar istiyoruz.” Başını dış kapıya çevirdi. “Bu ev bu sebeple var. Umarım hep amacına hizmet eder.”
Çocukları sosyal faaliyetlerden mahrum bıraktıklarını iddia etmemiştim ama aklımdaki soruların bir kısmına cevap olduğu için bu konuşma, üstüne söz söylemedim. Ben bir buçuk yaşındayken evlat edinilmişim. Oğuz Bakırcıoğlu’nun Fransa’ya gitmesi gerekiyormuş ve Seher teyze de onunla seyahate çıkacakmış. İstanbul’da teselli buluyormuş ama yabancı bir ülkede evlat hasretinin ağır basacağını biliyormuş. Bu sebeple evlat edinmeye karar vermişler ve beni yanlarına almışlar. Altı yaşıma kadar Fransa’da kaldıktan sonra bir yıl da Amerika’da yaşadık. Tüm bu süre zarfında pek çok yer gördüm, pek çok insanla tanıştım. Gönderildiğim kreşlerde yabancı dil konuştum. Seher teyze de evdeki eğitim ve terbiyemle ilgilendi.
Türkiye’ye yaz aylarında iki haftalığına gelirdik. O zamanlarda da sürekli gezerdik. Kapadokya, Trabzon, Mardin, Bursa, böyle pek çok şehri gördüm… Sonra İstanbul’a yerleştik. Büyük, bahçeli, havuzlu bir evimiz vardı. Okulumda Oğuz Bakırcıoğlu’nun adı saygıyla anılıyordu. Tüm bunlara rağmen, bir nebze de nankörlüğümden utanarak, yukarıdaki kızları kıskandım. Gözüm kaldı Gonca Saraç’ın yanında büyümüş olmalarında. Ruh diye sayıklayan, önce duyguları doyuran kadının başkalarına dağıttığı şefkatini kıskandım. Bana hiç kalmadı sandım.
“Umarım her şey gönlünüzce olur” dedim sadece. Mahrumiyetlerimizi omuzladım. Biraz nefes almaya ihtiyacım vardı. Ayağa kalktım.
“Sabah bana bir şey söyleyecektin. Komşu gelince yarım kaldı.”
“Şey… Ben diyecektim ki… Bu gece de burada kalmam sorun olur mu? Bunu soracaktım.” Hızlıca cevap verdiğim için rahatladım. “Gerçi kızlara kalacağımı söyledim ama…” Başkası benim evimde böyle davransa emrivaki yaptığını düşünürdüm. Neyse ki Gonca Saraç kibar bir kadındı da ters bir tepki vermedi.
“Olur” dedi. “Osman da motorunu getirecekti bu gün. Bir aksilik olmazsa yarın yola çıkarsın.” Kibar demiştim ya, nahif bir sesle yarına kadar mühlet veriyordu bana. Ona ayak uydurdum. Dudaklarımı zorladım ki tebessüm etsinler. Gözlerimin yorgunluğunu gizlesinler. Cam parçalarının kanattığı kalbimi teskin etsinler. Dik durdum yine de. Hak verdim karşımdakine. Öyle ya, anlayışla yaklaşacaktık birbirimize. Önce ben, sonra annem.
***
Her şeye rağmen gün boyu kızlarla çok eğlendik. Onları bilmiyorum ama uzun zamandır bu kadar çok gülmemiştim. Nil ve Osman da geldiğinde kızların gözleri parladı. Mesele oyun veya hikâye anlatmak olunca beni yabancı saymıyorlardı. Melek abla çekyatta oturup örgü ördü. O bile sorulan bilmeceleri bilmek için kafa yordu. Yanlış cevaplar, farklı telaffuzlar o kadar çoktu ki gülmekten oyun oynayamadığımız raddeye geldik. Osman’ın kızlarla olan iletişimi, onlara nazik ve sevecen davranması da bir arada olduğumuz müddetçe dikkatimi çekti. Yüzü gülüyordu, çocukların saçını okşuyordu. Sorularına cevap verip komik şakalar yapıyordu. Gonca Saraç ve Nil haklıydı galiba. Osman özünde iyi biriydi. Sadece yabancıları sevmiyordu.
Motorumu tamirden o getirmişti. Teşekkür etmeyi ihmal etmedim. Bir an önce gitmemi beklediğini bilsem de bunu hak ediyordu. Ters bir şey demedim. Bu ona da haksızlık olurdu. Gonca Saraç gibi o da gerçeklerden habersizdi. Ne niyetle olursa olsun yaptığı iyilikti. Aksi halde elimde kırık bir aynayla ayrılırdım buradan. Evet, ayrılacaktım yarın sabah. Geyve’ye gidecektim. Bir otelde kalacaktım. Bir kere yapılmayınca, hiç yapılamıyordu demek ki. Geldiğimde, yaralı halde yatarken söyleyebilseydim keşke. Sen benim annemsin, diyebilseydim. Niye bu kadar zordu?
Buradakilerin güven konusunda bir problem yaşadığı açıkça görülüyordu. Üstlendikleri emanetler yüzünden bu kadar titiz olduklarını düşünüyordum. Ama kibar tavırlarına rağmen gözlerinde yer etmiş o soğuk mesafe adımlarıma pranga vuruyordu. Senin yüzünden, diye haykırıyordu zihnim. Benden taraf olmadığına bile kızamıyordum. Belki de yalnız gelmemeliydim buraya. Seher teyze de yanımda olmalıydı. Kızını emanet aldık, sana teslim ediyoruz, demeliydi. Bunu yapardı. Kendine güvenen bir kadındı.
Acayip şey. Zaman geliyor senelerdir anne demediği kadının desteğine bile ihtiyaç duyuyor insan. Beni şefkate boğmadı ama annem bilip dolandım eteğinde. Bir güven kırıntısıyla avundum. Gerçi sonra tüm inancımı misliyle aldılar benden. Ama vardığım tadın damağımda kalan kısmını hatırlayıp durdum. Aras haklıydı belki de. Tanıdıkça cesaret bulacaktım. Gonca Saraç’ı seveceğimden, görür görmez boynuna sarılacağımdan emin çıkmıştım bu yola. Aksini düşünüyor değilim hâlâ. Fakat sarılamayacağım kadar uzağımda duruyor. Gözlerinde öyle bir mesafe var ki gülümserken bile herkesten uzağa dalıyor.
Şüpheden ırağım sanmıştım. Oysa hemen yanındaymışım. Annemin kollarını kalkmayacak kadar mesafeli, bakışlarını güvenmeyecek kadar kırgın bulduğumda anladım bunu. Sahiden, yarın gitmemde bir sakınca yoktu. Belki en başından tanışmalıydık. Kimseyi ürkütmeden, kendi yüreğimi acele belasına atmadan yapmalıydım. Sabrı tatmamış biri değildim. Yol görmemiş de değildim. Seher teyzenin yanında azimli ve çalışkan olmak sevilmek için yeterli bir sebepti. Ve bir zamanlar sevilmek için çok çabalamıştım. Yine yapabilirdim. Üstelik bu sefer yalnızca hakikat için…
***
Gece bitmek bilmedi ama sabah çabucak kapıya dayandı. Sinirlerimin bozulmaya başladığını hissediyordum. Sağlıklı düşünemeyeceğimi anladığımda bir iki gün buradan uzaklaşmanın iyi geleceğine kanaat getirdim. Kalkıp yatağımı topladım. Çantamı aldım ve odadan çıktım. Kahvaltıya davet ettiler. İstemedim, hemen gitmeliydim. Biraz sürat, biraz rüzgâr toparlanmam için yeterli motivasyonu sağlayacaktı. Gonca Saraç’a, Nil’e, Melek ablaya teşekkür ettim. Verdiğim rahatsızlık nedeniyle mahcup olduğumu belirttim. İyi bir ev sahibesinin kibarlığıyla kapıya kadar geçirdiler beni. O sıra kızlar da aşağıya indi. Hepsine tek tek sarılıp vedalaşmaya niyetlenmiştim ki ağlamaklı halleri sebebiyle duraksadım.
“Elif yok” dedi Ayşe.
“Çantası ve montu da odada değil” diyerek onu onayladı Zümra. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Hem de kimseye haber vermeden. Ben de çocuklar gibi cevap arayan gözlerle Gonca Saraç’a baktım. Duyduklarını idrak etmeye çalışıyor gibiydi. Bembeyaz olmuştu yüzü. Çenesi kaskatı kesilmiş, gergin çehresine sarsıcı bir şok dalgası yayılmıştı.
“Aman! Nereye gitti ufacık gız? Hiç de duymadık bir şey.” Melek abla telaşla ellerini birbirine vurdu. Aysima ağlamaklıydı.
“Çocuklar korktu” diye fısıldadım Nil’e. Belki dışarı çıkıp Elif’i aramak isterdi ama kızların yanında kalsa ve onlara moral verse daha iyi olacaktı. Sude Nil’in beline sarıldığı için yapmıştım bu çıkarımı. Ufak bir baş işaretiyle yukarıyı gösterdim. Hemşire mesajı aldı, kızları odalarına çıkardı. Melek abla yine söylendi.
“Bu serkeş babası götürmüş olmasın gızı!” Telaşlandığını görebiliyordum ama böyle davranmanın kimseye bir faydası yoktu. Mantıklı olmalıydık.
“Osman’ı ara sen” dedim çabucak. Yuvarlak sehpanın üstünde duran telefona koştu, numarayı tuşladı. Ben de dikkatli bir adımla Gonca Saraç’a yaklaştım. Titrediğini fark edebiliyordum. Endişesini, korkusunu bir gözyaşıyla gösteremeyecek haldeydi. “İyi misiniz?” diye sordum sesimi sakin tutmaya çalışarak. Korkuyordum. Elif’in kaybolmasından, annemin yıkılmak üzere olan ruhundan gelen çıtırtılardan korkuyordum. Yavaşça uzanıp parmak uçlarımla yüzüne dokundum. Dikkatini çekmeye çalıştım. Başarmış olmalıyım ki dolmaya başlayan gözlerini bana çevirdi. Uzun zamandır tuttuğu bir nefes vardı sanki. Biri boğazını sıkıyormuşçasına acı çekerek verdi. Sendeledi karşımda. Dizlerinin üzerine düşeceğinden korktum.
Kollarından tuttum ayakta dursun diye. Birer damla yaş düştü yanaklarına. Görmeye dayanamadım. Böylesine yakınındayken biraz daha yaklaşıp sarıldım. Bebeği kaçırıldığında Gonca Saraç’ı kim teselli etmişti? O kaçırılan kız, başka bir çocuk için annesinin yarasına sarılıyordu. Kan bulaşıyordu gömleğine. “Lütfen” dedim titreyen sesimle. “Lütfen ayakta kal. Sana ihtiyacımız var.” Beni duyabildiğinden emin değildim. Anlayabiliyor muydu, şoktan çıkmış mıydı bilmiyordum. Emanetler, evlatlar yıkıyordu annemin dağlarını. Kaybetmek yüzleştiği en büyük imtihandı. Bir müddet sonra sırtımda sıcak kollarını hissettim. Sarılmaktan ziyade, tutunma çabasıydı bu. Yetindim.
“Kızım” dedi kaybın en acı hatırasıyla. “Kızım gitti Yağmur. Yine aldılar benden…” Geldi, diyemedim. Kollarında işte, diyemedim. Elif’i de bulacaktık. Sağ salim getirecektik eve. Eğer zalim babasının yanındaysa çekip alacaktık. Gonca Saraç, küçük emanetine kavuşacaktı. Belki Gonca Saraç, kollarına tutunduğu kişinin kızı olduğunu bir gün anlayacaktı…
“Buradayım… Lütfen ağlama.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |