Kızların yanından erken ayrıldım. Annem onlarla birlikte uyuyacaktı. Hepsi çok yorulmuştu. Merdivenleri inerken sondan ikinci basamağa gelince durdum. Bu sefer muzırlıktan değil, ufak bir hatırayı canlandırma isteğinden atladım. Salondaki koltukta oturan Seher teyze başını çevirip arkaya baktı birden. Gülümsediğini gördüm. Ben de karşılık verdim ona. Sonra da hızlıca yanına gittim. Saati fark etmeksizin, uyku kaçırma ihtimalinden korkmadan Türk kahvesi içebilenlerdendi. Önündeki fincan yeni getirilmişti.
“Sen de içmek ister misin?” Başımı salladım olumsuz anlamda. Ben de yorgundum. Uykumun kaçmasını istemiyordum. Karşısındaki geniş üçlü koltuğa oturdum. Krem rengi bir pantolon, zarif bir gömlek giyiyordu. Hafif makyajlı, bakımlı yüzünü açığa çıkartan saçlarını düzleştirmiş, omuzlarından aşağı salmıştı. Aldığı yaşlar güzelliğinden ve asil duruşundan pek bir şey eksiltmiyordu. Sanki hiç görüşmesek ve on yıl sonra karşılaşsak, onu yine bu haliyle bulacaktım.
Kahvesinden bir yudum aldı. O da kısa bir an beni inceledi. Her zamanki gibi bir kot pantolon ve mevsime uygun rahat bir tişört giymiştim. Hırka niyetine kullandığım ince gömleğimi odada bırakmıştım. Ama bununla ilgilenmiyordu şimdi. “Mutlu görünüyorsun” dedi.
“Öyleyim.” Gülümsedim kendimden emin.
“Sevindim.” Sınırları, mesafeleri ve hisleri perdelemeyi yanında öğrendiğim kadın samimi ve yumuşaktı şimdi. Dünya kadar konuşulacak şey vardı ama Seher teyzeyle ne paylaşabileceğimi bilmiyordum. Bu evin her köşesinde bir hatıram geziniyordu. Sessizce oturup onları seyredebilirdim. “Kızlar rahat etmiştir umarım?”
“Evet, hem rahatlar hem de mutlular. İlk gün onlar için güzel geçti.”
“Güzel… Burada oldukları sürece keyif almalarını istiyoruz. Ben ve… Baban.” Oğuz Bakırcıoğlu’na baba dediğimi biliyordu. Merak ediyordum, ona anne demediğime alınıyor muydu? Ben hâlâ bunun cevabını alamamıştım. “Bizim göremediğimiz bir eksik olursa sen söyle. Onları iyi tanıyorsun. İhtiyaçlarını temin etmek için yanımıza gelmen yeterli.”
“Teşekkürler Seher teyze, bu çok nazik bir davranış. Kızların bu tatili güzel hatırlayacağından eminim.” Kibar bir gülümsemeyle karşılık verdi yalnızca. Yine fincanın tabağa değen sesini duydum.
“Sen nasılsın, neler yapıyorsun?” Üstünkörü anlattım Göktepe’yi. Gün içinde neler yaptığımı. Sorumluluk bilincimin fazla geliştiğinin farkına vardı. Hassas emanetlerle yaşıyorduk. Kızların ruh dünyalarını az çok keşfedebiliyordum. En çok anlayış göstermesi gereken de bendim. Ortak bir kaderimiz vardı hepsiyle. Etkinliklerden, yarışmalardan ve ödüllerden bahsettim biraz da. Osman’ın adını sık telaffuz etmem gerekiyordu. Kalbimde minik kuşlar kanat çırpıyor, ses tellerime dokunuyorlardı.
Adı geçtiğini hissetmiş gibi mesaj attı Osman. Her akşam muhakkak iyi geceler dileklerini iletiyordu. Biriyle konuşurken telefona bakmak etik değildi belki ama dayanamayıp mesajı açtım. Ufak bir gülümseme peyda oldu dudağımda. Sonra salonda biriyle daha oturduğumu hatırlayıp telefonu kapattım. Seher teyze kahvesini bitirmişti. Bir bacağını diğerinin üstüne atmış, ellerini de kucağında birleştirmişti.
“Öğretmen mi?” diye sordu. Fazla belli ediyordum hislerimi. Sabahtan beri dilimden düşmeyen isim, elbette mesaj atan kişiydi. Başımı salladım yavaşça. “Sanırım senin için daha fazlası.”
“Göktepe’de çok fazla şey buldum” dedim. İki kadının dertleşmesiydi bu. O yüzden açıktım. “Annemi, hikâyemi, gerçek doğum günümü, dostlarımı… Bunun yanı sıra öğretmene olan hislerim daha farklıydı.” Anladığını belli edercesine gülümsedi. “Uzun bir süreçti ama güzel bir noktaya vardık.”
“Gülümsemenden belli.” Sevmişsin, gözlerinden belli. “Pek çok insanla tanıştın. Cemiyetlerde bulundun. İş toplantılarına gittin. Bir kere bile birinden hoşlandığını söylemedin. Hayat boyu yalnız yaşamaya niyetin vardı sanki.” Omuzlarını kaldırdı kabullenerek. “Demek ki nasibin Göktepe’deymiş. Gönlünün aradığını orada bulmuşsun.” Güzel bir tespitti. Çok değerli şeylerini kaybeden insanlar her şeye değer veremiyordu. Yüzeysel yaşıyorlardı duygularını. Göktepe’ye adım atmadan önce böyleydim. Etrafımda dolanan onca insana dönüp bakmıyordum bile. “Ben de tanışmak isterim Osman öğretmenle. En kısa zamanda.”
“Olur, en yakın zamanda görüşmenizi isterim ben de.” Seher teyzeyle yakınlığımıza bir isim vermek bu gün bile zordu benim için. Ama ben eksiklerimi tamamladığım, aradığımı bulduğum için tatmin olmuş bir ruhla oturuyordum karşısında. Artık hayat daha değerli, hisler daha önemliydi. Buna karşın Seher teyze de daha samimi ve ilgiliydi. Ona anne dediğim zamanların sıcaklığı yeniden geziniyordu aramızda. O sıcaklığın miktarı kalbimde gizliydi.
O da aynı şeyleri düşünüyor olacak ki “benimle paylaştığın için teşekkür ederim” dedi. “Seninle karşılıklı oturmak, her şeyi bir kenara bırakıp hayatın akışı hakkında sohbet etmek güzeldi.” Kaygılar, kurallar ve endişeler yokken demek istiyordu. Her şey gerçekti. “Ve yeniden evde olmana çok seviniyorum. Bilmiyorum ne kadar ifade edebileceğimi. Ama yukarıda hep bir odan var. Büyüdüğün bahçede oyunların geziniyor. Biz Göktepe’dekilerden farklı olsak da kalpsiz bir aile değiliz. Yanımızda büyüyen ve bizi ailesi olarak gören bir bebeği unutmadık, unutamayız da…”
Seher teyzeden bunları duymak biraz duygulanmama neden oldu. Belli bir zaman sonra insanın aklında yalnızca iyi anılar kalıyordu. Bu bahçe, bu ev benim hem kavgamdı hem de sığınağım. Gidecek başka yerim yoktu. Anne bildiğim kadından başka kimsem yoktu. O kötü değildi, farklıydı. Eğer o zamanlar bir gerçeğim olsaydı farklılığını kabullenebilirdim. Ama başkaldırmıştım işte kendimce. “Ben de sizi unutmadım” dedim. “Geçmişimde, başarılarımda, seyahatlerimde ve anılarımda sizlerden parçalar var. Hepsinden ziyade, yirmi üç yaşıma kadar ev bildiğim yer burası. Karşılıklı pek çok şey yaşandı. Fakat neticede, karşılıklı oturup düzene giren hayatlarımız hakkında sohbet edebiliyoruz.”
“Haklısın.”
“Ama bir şeyi merak ediyorum.” Konuşmanın dürüst seyrinden faydalanıp cesaretimi topladım. Seher teyze de oturuş pozisyonunu değiştirip koltukta biraz daha öne kaydı. Parmaklarını birbirine kenetlemiş bekliyordu. Boğazımı temizledim. “Sana anne demeyi bıraktığımda…” Burukça gülümsedim. “Neler hissettiğini merak ediyorum aslında.” Seneler sonra ilk kez sormuştum bu soruyu. İçimde ukdeydi. Dikkatli bakınca Seher teyzenin de cevap vermeye hevesli olduğunu fark ettim.
“Annelik bana geç verilen bir hediyeydi. Seninle deneyimledim. Annemden gördüğüm kadarıyla, hislerimle, doğru bildiklerimle yaklaştım sana. Bir düzen kurduğumuza inanıyordum. Ta ki İstanbul’a dönene dek. Seni kimin doğurduğu önemli değildi, sonuçta bizim kızımızdın ve öyle davrandık. Ama akrabalara, çevreye göre öyle değildi. Çocuklarının yanında konuşmuşlar, sana da duyurmuşlar. O günler gerçekten zordu. Seninle iletişim kurmak, içinde bulunduğumuz durumu anlatmak bir müddet sonra imkânsız göründü gözüme. Bizim gibi düşünebilmen mümkün değildi zaten. Biz kaç yaşında kocaman insanlardık ve sen ufacıktın. Hayatını değiştirecek bir gerçekle karşı karşıyaydın. O gerçek, her şeyin yalan olduğuydu. Eline doğruları da veremezdik, çünkü bildiğimiz başka bir şey yoktu.”
Bu kısmı benim hikâyemdi. Defalarca konuşma fırsatımız olmuştu. Seher teyzenin ufak bir girizgâh yaptığının farkındaydım. Bu yüzden dinlemeye devam ettim. “Bana ilk teyze dediğinde, hiçbir şey düşünemedim. Karşımda yabancı birini buldum sanki. Anneliği hak etmeyişimin intikamı alınıyordu benden. Verilen ve kıymeti bilinmeyen hediyemi kaybediyordum.” Gözlerinden sesine bulaşan derin hüznü gördüm. Çocukken farkına varmadığım, kendi üzüntümden başkasını düşünmediğim, sonra da sormadığım kederli bir meseleydi bu. “Artık özgürdün, büyümeye başladığında seçimi sana sunmuştuk ve beni bir teyzen, yakının olarak görmek istersen buna karışamazdım. Yanımızda oluşunla yetinmem gerektiğini düşündüm. Öyle ya; gitmemişsen bizi sevdiğine inanabilirdim.” Bunu bir kez de benden duymak istiyor gibiydi.
Yerimden kalkıp yanına gittim. Bu çok uzun yıllardır yaptığım bir şey değildi ama Seher teyzeye sıkıca sarıldım. Dürüst olduğu, bana beslediği sevgiyi azaltmadığı ve kararıma saygı duyarken beni görmezden gelmediği için bir teşekkürdü bu. Tanıdık parfüm kokusu burnuma doldu. Geri çekildim. “Ben hep sevdim sizi, nefret etmedim hiç. Sadece korkmuş, kırılmış, kendini yalnız hisseden bir çocuktum. Bir rotam, inancım, hevesim yoktu o dönem. Ama kastım bir kadını anneliğinden vurmak değildi. Hatta Efe doğduğunda çok sevindim. Çünkü sen anne olmayı hak ediyordun. Samimi, gerçek bir bağa ihtiyacın vardı. Sızlayan vicdanımın sesini, Efe’nin ağlayarak sana sarılması bastırdı.”
Seher teyzenin indireceği bir gardı olmadığını düşünürdüm. Hayat onun için fazla etkileyici unsurları barındırmazdı. Karşımdayken bu fikrimi yalanladı. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Elimi tuttu. “Bunları duyduğuma sevindim. Senin hislerinde samimi, dürüst bir kız olduğunu biliyorum Yağmur. Sen de benim hissetmediğim bir şeyi dışa yansıtmayacağımı biliyorsun. Seninle aramızdaki bağ… Ablan, kardeşin, annen… Nasıl görmek istersen… Hepsinde samimiydim. Şüphen olmasın.”
“Yok” dedim. “Hiç şüphem yok.”
“Küçük yaşında seni kocaman bir yalnızlıkla yüzleştirdiğimiz için özür dilerim Yağmur. Konuşmayı bile kucağımda öğrenen bir çocuğa evlatlık olduğunu söylemem kolay değildi. Süreci daha iyi yönetmeliydim. Üzgünüm…” Bakımlı elleri elimi okşadı. Bazı hususlarda ona hak verdiğimi, onun bir takım üzüntülerimi değiştirmek istediğini biliyordum. Ama evvelinden bir karar verip zamana bırakmıştık. Şimdi de aklımızda kalanlarla yüzleşmiştik ve rahatlamış hissediyordum. “Efe bambaşka benim için.” Gülümsedi ama yüklerimi atmanın verdiği bir duygusallıkla benim gözlerim doldu bu sefer. “Ama bir kız çocuğu annesi olmanın tadını hiç unutmayacağım.” Yanağıma bir damla yaşın süzülmesine engel olamadım.
“Unutturmayacağım” dedim kısık bir sesle. “Sana yeniden anne diyebilir miyim?” Hep bu anı beklemiş gibi bir an bile tereddüt etmeden başını salladı, sonra da boynuma sarıldı. Anne demek dilimde bir azap değildi artık. İçi dolu bir şefkatti. Sıcak kollardı. Her kadın aynı değildi. Ama her annenin yüreğinde şefkat gizliydi. Buz dağlarına hapsedilenler vardı. Harlı alevlerle erirlerdi ancak, erişmek zordu. Kimisi yağmur gibiydi, bulut gibiydi. Yağardı cesur ve cömertçe. Kimisi toprak gibiydi, koskoca baharın annesiydi.
Bu noktaya gelene dek pek çok kez düşmüş, kırılmış, ağlamış olsam da hikâyeme ve gerçeğime ulaşmıştım. Yol da önemliydi benim için. Ama Oğuz Bakırcıoğlu’nun netice odaklı sözlerine pay vermek zorunda kalıyordum şu noktada. Bana yeniden bir şans yazılmıştı. Bazen kendi kabahatim yüzünden sıkıntı çekmiştim. Yine de merhamet bulmuştum karşılığında. Seher teyzenin, Oğuz Bakırcıoğlu’nun da bunu hak ettiklerine inanıyordum.
Gerçeğe ulaşmak için herkesi arkamda bırakıp çıktığım eve, Seher teyzeye anne diyerek dönmüştüm. Yanımda beş kızla ve gerçek annemle gelmiştim. Ne bıraktıklarım eskisi gibiydi ne de ben. Sevgi iyileştirirdi. Ben iyileştikçe diğerlerinin bana yaklaşması kolaylaşmıştı. Güven miktarı, muhabbet derecesi sorgulanırdı tabi. Ama herkes aynı olmazdı. Bunu çok önceden anlamış, hayat kurallarına yazmıştım. Çok daha huzurlu uyumuştum.
***
Ertesi gün akşam yemeğinden önce kızlar havuza girdi. Ben kenarda durup dinlenmeyi düşünüyordum ama boğulma tehlikesine karşın yanlarında durdum. Bahçe hiç olmadığı kadar neşeliydi. Kızlar bütün bir yıl ders çalışmanın ardından kaygısızca eğleniyorlardı. Havuzdan ilk çıkan Aysima’ydı. Suda durmak acıktırıyordu ve bu konuda en hassas olanımız oydu. Sızlanarak kıyafetini değiştirdi. Yanımıza bile uğramadan mutfaktaki “hamarat ablaları” ne pişirdiklerini görmek için ziyaret etti. Onlara böyle söylüyordu yemeklerini beğendiği için.
Ardından diğer kızlar da üstlerini değiştirdiler. Hepsine yardım ettim. Islak kıyafetleri küvetin içinde sıkıp yıkanmaları için makineye koyacaktım ki Yüsra abla elimden aldı. Kendi vazifesi olduğunu söyledi. Bu tip sorumluluklara alışmıştım ve birine emanet etmek aklıma bile gelmemişti. Oysa büyük bir evdeydik ve aylar önce bu işleri Yüsra ablaya bırakırken dönüp bakmıyordum bile.
Akşam yemeğini epey iştahlı yedik. Oğuz Bakırcıoğlu yarın arkadaşının yatıyla Boğaz’a açılmayı teklif etti. Reddedilmedi. Annem biraz tedirgin oluyordu. Zahmet vermek istemiyordu. Daha dikkatliydi. Rahat hissetmediğinin farkındaydım. Hem yormaktan, hem de minnet altında kalmaktan çekiniyordu. Şimdiden çiçeklerini özlemiş olmalıydı. Benim ve kızların hatırına İstanbul’da bulunduğunun farkındaydım. Yalnız kaldığımızda bunun hakkında bir bahis açacaktım.
Sunulan ikramların hiçbiri ne minnet içindi, ne de Oğuz Bakırcıoğlu gibi birine zahmetti. Yapmak istemediği hiçbir şeyi yapmazdı zaten. Ben İstanbul’un pek çok nimetinden henüz küçücükken faydalanmıştım. Bu kızlardan bile ufaktı yaşım. Onların da görmesini istiyordum. Bu ülkenin çocuklarıydılar. Sırf anne babaları yok diye büyük büyük dedelerinden miras kalan bir denizden mahrum büyüyemezlerdi. Elinde olan, olmayana verdikçe ve paylaştıkça çocuklar geleceğin iyi yetişmiş nesillerini oluşturacaklardı.
***
Üçüncü gün kızlara söz verildiği gibi Boğaz’a açıldık. Kaptan, beyaz elbiseleriyle miniklerin dikkatini çekti önce. Hepsiyle ilgilendi kibarca. Sude’nin başına şapkasını koydu. Ayşe dümene geçmek istedi. Sonra denizi seyretmek için güverteye çıktılar. Yat, büyük sayılmazdı ama konforluydu. Krem rengi koltuklarla döşenmişti güvertesi bile. Köpükleri, mavi suları, denizanalarını ve martıları seyrettik birlikte.
Annem yanımda otuyordu. “Çok mutlular” dedi başıyla kızları göstererek. “Bütün yıl bunu konuşacaklar, arkadaşlarına anlatacaklar.”
“Bunu hak ediyorlar.”
“Öyle…” Sonra insan fıtratının acayipliğini konuşmak ister gibi başını bana çevirdi. “Sence Göktepe’ye dönünce daha fazlasını isterler mi? Elde edemezlerse bu onları huzursuz eder mi?” Bunu uzunca düşünmek gerekirdi. Dudağımı büzdüm.
“Bilmiyorum. İnsan fazlasını görünce yetinmeyi unutabilir. Bu bir bakıma yeni kazançların kapısını açar. Kötüye kullanılırsa nankörlük olur. İyi açıdan bakmalıyız bence. Mevcut imkânları kullanmak hayatı güzelleştirdiği, renklendirdiği gibi ufku açıyor. Hayalleri süslüyor. Aynı zamanda çalışma azmi de veriyor. Ufak bir örnek” dedim parmağımla kendimi göstererek. “Onda iki niyetiyle geldim Göktepe’ye. Sonra Osman’ı da kattım bu ihtimallere.” Bu acayip sırrımı ilk kez onunla paylaşıyordum.
“O ne demek?”
“Yani tüm dünyada, bir sürü insanın arasında yalnızca sen ve ben olacaktık. İkimiz. Onda iki ihtimal dedim buna.” Güldü, hoşuna gitmişti. “Sonra Osman’ı da kattım. Onda üç oldu” dedim biraz mahcup.
“On olmasının özel bir sebebi var mı?”
“Sayı sayabildiğim on parmağım var çünkü” diyerek ellerimi kaldırdım. Ufak bir kahkaha attı. Onun mutlu olmasını çok istiyordum. Oturup seyredebilirdim gülen, sıcacık gözlerini. “İlk geldiğimde, kızlara sunduğunuz imkânlardan bahsetmiştin, hatırlıyor musun?” Ciddileşti ve kısa bir an düşündükten sonra başını salladı. “Belki çok fazla maddiyat yoktu elinizde ama en büyük ihtiyaçları olan sevgiyi, şefkati sizde buluyorlardı. Güvendelerdi, eğitimlerini tamamlıyorlardı. Anne babanın yokluğunda, bir çocuğa sağlanabilecek en güzel imkânlar bunlar anne. Ve siz hayatınızı cömertçe onlarla paylaşırken bir an bile düşünmediniz.”
Bunları ona hatırlatıyordum çünkü Göktepe’ye dönünce kızlara zengin eğlenceler, lüks etkinlikler sunamayacağının bilincindeydi. “Onlara verebileceğin en büyük hediye annelikti” dedim. Daha iyi bir hayat endişesine kapılmasın diye. Bunu zenginliği arkasında bırakmış biri olarak samimiyetle söylüyordum. “Bir yuvaydı, sevgi dolu bakışlardı. Hepsini yaptın. Gönlünü ferah tut.” Onay bekleyerek baktım gözlerine. Onu bu kadar iyi anlamış olmama sevindi. Başını salladı usulca.
***
Akşam çimlerin üstünde oturuyorduk hepimiz. Odamda eski bir bilmece kitabı vardı. Onunla oyalanırken dinleniyorduk. Ne yıldızlar Göktepe’deki gibiydi, ne baharın temiz rüzgârları. İstanbul bambaşka bir dünyaydı sanki. Hem büyülüyor, hem de bir yerleri özlememe neden oluyordu. Kızlar esnemeye başlayınca annem “hadi yatağa” dedi yumuşak bir sesle.
Aysima arkadaşlarından sonra hareketlendi. Yine bir noktaya bakıyordu. Soru soracağını anladım. Başını kaldırıp birden yüzüme baktığında da emin oldum. “Yağmur abla, senin kaç tane annen var?” Yarınla ya da bilmecelerle ilgili bir soru bekliyordum. Bu şaşırmama neden oldu. Seher anne, diyerek dilimi alıştırdığımı duymuşlardı elbette. Gonca Saraç da öz annemdi. Aslında kızlara göre bunun tam tersi olması daha mantıklıydı çünkü kocaman bir bireyken gelmiştim Göktepe’ye. Seher Bakırcıoğlu’nun öz annem olmasına daha sıcak bakıyordular. Büyüdüklerinde iyice anlayacaklardı.
“İki” dedim daha fazla beklemeden. Annemden sonra Seher anneme baktım. Zümra elini Aysima’nın omzuma koydu. Bir iç geçirdi.
“Bizim bir tane bile yok.” Bunu dünyanın en normal şeyi gibi söylemişti. Ama kırgın ve üzgün olduğunu görebiliyordum. Kalkıp minik bedenine sarılmak istedim, ilk aklıma gelen şeydi bu. Eğlendiklerini zannederken bir anda bu gerçekle yüzleşmeleri hepimize ağır gelmişti.
“Hey” diyerek dikkatlerini çektim. Geç olsa da toparlandım. “Biz kardeşiz sizinle. Beni de aranıza aldığınızı unuttunuz mu yoksa?” Önce Elif olumsuz anlamda başını salladı, sonra diğerleri. Kısa bir an yan yana oturan iki kadına baktım. Artık zamanı gelmişti. Beş kişiden de özel bir kelimeyi duyacaklardı. İzin veriyorlar mıydı? Gözlerinde bir itiraz görmedim. “O zaman benim annelerim, sizin de anneleriniz.” Annem başını salladı, Seher anne gülümsedi. Kızlar oldukları yerden kıpırdayamadılar. Ne demek istediğimi anlamaya çalışır gibi birbirlerine baktılar. “Gonca anne ve Seher anneye sarılmayacak mısınız? Onlar teyze yerine anne kelimesini söylemenizi istiyorlarmış.”
Bahçenin az önceki sakin ve uykulu havası dağıldı birden. İki annenin bir sürü kızı oldu. Ve bir sürü kız, anne kelimesine yabancılıktan kurtuldu.
***
Dördüncü gün dönmeye karar verdik. Oğuz Bakırcıoğlu’na göre yapılacak bir sürü eğlenceli şey vardı. Ama annem misafirliğin fazla uzamaması taraftarıydı. Ona katılıyordum. Sonuçta kızlar için tatil olsa da herkesin olağan hayat akışı devam ediyordu. Eğlenmeye Göktepe’de devam etmeliydik. Ve Göktepe’de bizi bekleyen sabırsız bir öğretmen vardı. Günde iki kez arıyor, sürekli mesaj yazıyordu. Uygun düşse onu da getirmek lazımdı yanımızda. Ama hak vermeden edemiyordum. Ben ki tek başıma İstanbul’a gelmek yerine kızları da yanıma katmıştım. Osman da haklıydı.
Kızların çantaları hazırdı. Birkaç saat sonra araba gelecekti. Oğuz Bakırcıoğlu gitmemize engel olamıyordu ama araba konusunda itiraz kabul etmedi. Biz de son bir iyiliğe sesimizi çıkartamadık. Annem hem Seher anneye, her seferinde seher teyze diyesim geliyordu ama içimden düzeltiyordum, hem de Oğuz Bakırcıoğlu’na nazik bir şekilde teşekkür etti. Annem ve yanında büyüdüğüm aile nezih bir sohbet ortamının parçasıydılar. Seher anne, sosyetenin kasıntı kesimiyle de görüşürdü. İkiyüzlü davranmazdı ama cemiyette herkesle oturup konuşulurdu. Annem gibi sıcak, samimi ve güvenilir biriyle tanışmak nefes almak gibi hissettirmiş olmalıydı.
Bu fikrimi sesli söylesem, annem abarttığımı savunurdu. Hayır, Seher anneyi tanıyordum. Gerçek bir ev sahibesi kimliğinin yanında bir arkadaş gibi yaklaşıyordu anneme. Fikirlerini soruyor, planlarını dinliyor ve sohbet ediyordu. Bunu en yakın arkadaşı diye nitelendirdiği insanlara bile nadiren yapardı. İşte bu yüzden abartmıyordum. Mutluydum ve rahatlamış hissediyordum.
Zile basıldığında merdivenin sondan ikinci basamağını atlamıştım. Yüsra abla kapıyı açtı. Efe’yi bekliyorduk. Çantasını almak için koşturan Elif’i uyardığım sırada gelene dikkatimi vermemiştim bile. “Selam” dedi benim için mazide bir hatıra olan ses. Kulaklarımda minik şimşekler çakılmış gibi başımı gelene çevirdim. Kış ayında bana veda eden Aras’tı. Saçları biraz daha kısa, yüzü aydınlık, kıyafetleri spor. Ne karşılık verebildim, ne hareket edebildim.
Seher anne kalktı, karşıladı Aras’ı. Gözü bana takılan genç adam, annemle de selamlaştı. Kızlar hep tanışmak istedikleri kişiyi karşılarında bulmuşlardı şimdi. Aras hepsiyle selamlaştı. Güler yüzü, kibar ve eğlenceli tavırları tam da anlattığım gibiydi. Hayallerindekinden farklı biri değildi. “Gerçekten çok uzunmuş” diye fısıldadı Ayşe. Duyuldu tabi. Ben hariç herkes güldü. Salonda Aras’la selamlaşmayan tek kişi bendim. Adım atmak istiyor muydum? O gelir miydi? Ne yapmalıydım, hiçbir şey bilmiyordum. Kısa bir an yardım diler gibi baktım annemin gözlerine. Ama bu hem çocukça, hem de manasız bir hareket olduğundan hemen toparladım kendimi.
Birkaç adım attım öne doğru. Aras da karşıma gelip durdu. Ufak, eskisi gibi samimi bir gülümseme kondurdu dudağına. Gözlerine bakamıyordum. Eğer orada, bahsettiği hisler yaşıyorsa ne yapabileceğimi bilmiyordum. Uzattığı elini görünce kısa bir an nefesimi tuttum. “Merhaba Yağmur. Hoş geldin.” Ufak bir an hareketlendi parmaklarım. Elini sıktım.
“Hoş buldum” dedim kısık bir sesle. Seher anne aramızda olanları biliyordu muhakkak. Bu fazla sessiz anı sonlandırmak için bizi oturmaya davet etti. Tekli koltuklardan birine geçtim. Kızlar annemin yanında, Aras ve Seher anne de bir koltuğun iki ucunda oturuyorlardı.
“Amerika’da olduğunu sanıyordum?” Seher teyze sessizliği dağıtmaya kararlıydı. Aslında bıraksa kızlar yapardı ama onlar büyüklerin konuştuğu ortamlarda sohbeti başlatan olmazlardı. Hele yabancı bir yerde… Bu konudaki terbiyelerini çok beğeniyordum.
“Dün gece geldim. Annem tatlı konuklarınız olduğunu söyleyince de uğramak istedim.” Bu tatlı iltifat kızların hoşuna gitti. “Siz nasılsınız Gonca hanım? Sizi gördüğüme de sevindim.”
“İyiyim Aras, teşekkür ederim. Umarım senin de keyfin yerindedir.” Annem Aras’ı ilk gördüğünde nasılsa şimdi de öyleydi. Mesafeli ve kibar… Uzaktan bakan bir göz olduğu için mi böyleydi? Şimdi ben de uzaktım Aras’a. Ve bakınca çocukluğumun neşeli günlerini görüyordum. Herkes sırayla birbiriyle konuşuyordu ve sıra bana gelecek diye tedirgin olmaya başlamıştım. Bir köşede oturup susmak da kötü hissettiriyordu. Sonuçta Aras her şey normalmiş gibi davranıyordu.
İş güç, Amerika’daki düzen bir müddet sohbeti sürdürdü. Yine bir sessizlik oldu. Aras’ın boğazını temizlediğini duydum. Başını bana çevirdi hem yeni görmüş gibi, hem de hep salonun bir parçasıymışım gibi bakarak. “Sen neler yapıyorsun Yağmur? Umarım memnunsundur hayatından.”
“Hayatımdan memnunum” dedim. “Göktepe’yi ve bana getirdiklerini seviyorum.” Gözlerine bakmaya cesaretim vardı şimdi. Geçen bunca zaman içerisinde beni kalbinden atmasını, kendine güzel bir hayat kurmasını ve amcasının üvey kızını güzel hatıralarla anmasını istemiştim hep. Yabancılığımıza üzülecektim. Ama bu Aras’ın gerçekleşmeyecek bir hayali içinde büyütmesinden daha kötü değildi.
“Çok sevindim.” Sesi neşeliydi, bakışları sakin. Bittiğini kabullendiği noktada insan hem samimi oluyordu hem de dingin.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |