Elmalı Sur’daydık. Bir saat sonra güneş batacaktı. Akşam serinliği vardı havada. Osman önündeki kâğıda birkaç akrabasının adını yazıyordu. Ben İstanbul’daki ailemi davetli listesinin başına eklemiştim. Zaten başka kimsem de yoktu. Ailem de, varlığım da, hikâyem de Göktepe’deydi. Ama Osman’ın akrabası, halası, teyzesi ve kuzenleri vardı. Çoğu Sakarya’da değildi ve birçoğuyla tanışmamıştım. Nişan pek de sade olacağa benzemiyordu. Osman için mutlulukken benim için bir sürü insanla tanışmak demekti. Kendimi hazırlıyordum. Akrabalarının gayet tatlı insanlar olduğunu söyleyen öğretmene güvenmeyi tercih ediyordum.
Masanın üstüne ellerimi koyup parmaklarıma baktım. İki tanesini kenara ayırdım. Mutluluğun sadece onda ikide olduğuna inanıyordum. Ama daha fazlası vardı. Gülümsedim. “Şimdi ben bunca insanı nereye sığdıracağım?” diye mırıldandım. Öğretmenin dikkatini çekti kendimce konuşmam.
“Merak etme, Gonca ablanın evinin bahçesi geniş. Bir karışıklık olacağını sanmıyorum. Yuvanın bahçesinde de yapabiliriz istersen nişanı? Yani bana kalırsa başka ihtimaller de değerlendirilebilir. Sade olsun dedin diye Göktepe’de…”
“Osman, bir dur…” diyerek böldüm sözünü. “Başka bir şeyi kastediyordum.” Elindeki kalemi bırakıp merakla beni beklemeye başladı. Parmaklarım masanın üstündeydi hâlâ. “Bak… Buraya gelirken yalnızca anneme kavuşmak vardı aklımda. Tüm ihtimaller elenmiş, yalnızca onda iki kalmıştı. Sonra sen girdin hayatıma. Onda üç oldu. Bu kadarla da kalmadı, kızlar, Firuze teyze, Hâkim amca, geride bıraktığım insanlar ve tüm Göktepe… Bir sürü sevdiğim insan var ve benim hepsine ayıracak kadar parmağım yok.” Ciddi olmasa da benim için bir problemdi bu. Tüm bu telaşın içinde tam olarak neyi düşünmeliydim bilmiyordum ama sanırım bunu düşündüğümü de herkese söylememeliydim.
Osman kısa bir an yüzüme baktıktan sonra birden sesli bir kahkaha attı. Gözlerimi kısıp kaşlarımı çattım. “Dalga geçme, ayıp” diye söylendiysem de durumu komik bulduğu ortadaydı.
“Bak” dedi sonra. Ama nefes almadan konuşamazdı. Bu yüzden soluklanıp yüzüme baktı tekrar. “Ben, sen ve Gonca abla…” Başparmağıyla üç parmağıma dokundu. Abaküsle çocuklara saymayı öğreten bir öğretmenden farkı yoktu şu anda. Ama içimdeki ses Osman’ın bu meseleyi halledebileceğini söylüyordu. “Geriye kaldı yedi parmak. Sevdiğin herkesi koymak için yeterli değil. Bu yüzden şöyle yapacağız.” Sol elimi kenara ayırdı. “Bu beş parmağı kızlara ayıracağız.” Şimdi iki parmağım boştaydı. “Ve senin kalbini ben omuzlayacağım. Yani diğer bütün sevdiklerini ellerime alacağım, ihtimalleri çoğaltacağım. Eğer istediğin herkese bir isim ve yer vermekse, vermiş olacağız. Hâkim amcana, Firuze teyzene, İstanbul’dakilere…”
Gülümsedim, makul bir teklifti. Başımı sallayarak kabul ettim ama hâlâ iki parmağım boştu. “Bu iki parmaksa” dedi Osman hoş bir tebessümle. “Onlara sahip çık ve yerlerini kimseye verme. Çok kıymetli iki kişiye ait kalsınlar.” Adını söylemediğimiz kim kalmıştı ki? Bahsettiği kıymetli iki kişi gerçekten bu kadar kıymetliyse şimdiye çoktan aklıma gelmeleri gerekirdi. “Henüz isimleri yok, biri kız biri oğlan olur, kız sana oğlan da bana benzerse bu hikâye muhteşem bir şekilde tamamlanır.”
Düşünmeyi bırakıp Osman’ın ne dediğini anladığımda ettiği lafa verecek tepki bulamadım. Sevindirdi hayalleri, henüz tamamlanmamış ailesini hayal etmesi. Bir yandan da uzak bir zaman gibi geldi kulağıma. Henüz zihnimde tasvir etmediğim ihtimaller kalbimin kapısını çaldı. Sonra da beklemeden içeri girip oturdular.
***
Kalabalık, neşeli, farklı ve canlı bir hafta geride kaldı. Koşturmacalar, heyecanlar ve beklenen anlar bir süreliğine son buldu. Parmağımızda bir yüzük vardı artık. Adı konmuş bir ilişki büyükleri ettiği kadar bizi de mutlu ediyordu. Kocaman bir aileydik şimdiden. Aylar önce öğretmeniyle evlenmemi isteyen Elif’in düşüncelerini çocukça bulmuştuk. Oysa hayatımdaki güzelliklerin büyük bir parçasıydı Osman. Ufacık kızlar, büyüklerden daha isabetli hayaller kurdukları için kendileriyle gurur duyuyor olmalılardı.
Tüm bu merasim süreci, misafirler, yenilikler, güzel kıyafetler Göktepe’de en çok kızların ilgisini çekiyordu. Her fotoğraf karesine saçlarında tatlı tokalarıyla dahil oluyorlardı. Seher annelerini özenli bir şekilde ağırlamış, gereken ihtimamı göstermek için çabalamışlardı. Bir elimin beş parmağını onlara ayırmak, onların gülen gözlerine şahit olmak kadar güzeldi. Süslemişlerdi hayatımızı.
Annem bir kayınvalide olmanın ağırlığını almamıştı üzerine. Otoriter, saygılı ve sakin bir abla gibi yaklaşıyordu yine Osman’a. “Sana emanet ettiğim, benim canım” demişti tatlı sert bir uyarıyla. Sonrasını anlamıştı Osman. Dağ gibi omuzlarını dikleştirmişti. Annem, geç bulmuştu beni. Şimdiyse parmağımda bir yüzükle karşısında duruyordum. Ayrılmadığımızı biliyordum. Yeni bir yol, yeni bir başlangıçtı bu ve Göktepe’deydik.
Firuze teyze ve Hâkim amca daha farklılardı. Onlar bu işin ciddiyetindelerdi. Geleneksel bir nişan törenine, akraba ağırlamaya, tatlılara, böreklere, takılara daha isteklilerdi. “Yalçın’ın kızını telli duvaklı gelin edeceğim” diyordu Hâkim amca. “Bizim kızımız olacak. Gözümüz gibi bakacağız.” Gençliklerinde bu meseleleri konuşmuş, birbirlerine sözler vermişlerdi belki de. O yüzdendi Hâkim amcanın sert bakışlarına üşüşen bulutlar. Ben sesimi çıkartmıyor, kimseye itiraz etmiyordum. Firuze teyze biricik oğlunu evlendirirken hiçbir şeyden kaçınmak istemiyordu. Makul şartlarda keyif almaya çalışıyordum.
Fırat Bey, Ali amcayı ikna edebilmişti nihayet. Yakın zamanda ailesi Göktepe’ye gelecek ve tanışacaklardı. Nil son dönemde bunalmaya başlamıştı hakikaten. Babasının inadının uzun sürdüğünü defalarca dile getirmişti. Neyse ki onlar da derin bir nefes alabilme fırsatı bulmuşlardı. Ruşen teyze, kızının tercihine olumlu bakıyordu. Rukiye ninenin de herhangi bir itirazı yoktu. Eğer olsaydı, kimse onun fikirlerini görmezden gelmezdi.
Neticede Göktepe, pek çok mutluluğa gebeydi. Anneler, babalar ve gençler tatlı hazırlıkların peşinde koştururken mevsimin tadını çıkartıyorlardı. Kızlar için yeni bir okul dönemi yaklaşıyordu. Eğer Firuze teyzenin telaşları olmasaydı Osman öğretmen müfredata uygun ufak bir tekrar yaptırabilirdi kızlara. Ama oğlunu bir an bile boş bırakmamaya yemin etmişti sanki. Özellikle nişandan sonra öğretmenin yorgunluğu had safhadaydı. Bunun yanı sıra Firuze teyze, çocukların tatiline ellememesini de tembihliyordu sık sık. Böylece ufak afacanlarımız iyice keyifleniyordu.
***
Yaz sıcağının, yerini serin meltemlere bıraktığı akşamların birinde odamdan çıktım. Annem de dahil herkes yuvanın bahçesindeydi. Üstüme ince bir hırka aldım. Sohbet etmek için uzun süre oturuyorduk ve üşüdüğümüzü fark etmiyorduk bile. Işığı kapatıp anahtarı cebime koyduğumda dış kapıyı kapattım. Ayakkabılarımı giydim. Annemin çiçekleri, akşam karanlığında renklerini dinlendiriyorlardı. Güzel, uzun bir mevsim geçirmişlerdi ve belli ki veda etmeyi hiç istemiyorlardı.
Bahçe kapısından çıktığımda birkaç adım ötede, komşunun köpeğini gördüm. Bir an duraksadıysam da korkmadım eskisi gibi. Yine de temkinliydim. Sahibi hızlıca gelip hayvanın tasmasından tuttu. Kendine has, dışarıdan bakanın kaba diyeceği ama bu sert adamla bütünleşmiş tavrıyla, köpeği eve yolladı. Üstünde rengi solmuş bir tişört vardı. Motorlu testeresinin sesi tüm Göktepe’de duyulduğundan, gün boyu odun kestiğini biliyordum.
“İyi akşamlar” dedim sessizliği bozarak.
“Sana da.” Sesi homurtu gibi çıkıyordu ama cevap vermesinin bile onun için nezaket emaresi olduğunu biliyordum. Ufak bir tebessüm kondurdum dudağıma.
“Herhangi bir tehlike olmadan karşılaşmamız ne hoş değil mi?”
“Ya, ne güzel.” Bu adama güvenlik konusunda çok borçlanmıştım. Ondan korkmuyordum, hatta minnettardım.
“Bizimle çay içmek ister misiniz?” diye sordum hâlâ karşımda durmasından aldığım cesaretle. “Bahçedeyiz, kızlar var. Annem ve Osman da var tabi. Melek abla kek yaptı. Sohbet eşliğinde çay içmek keyifli oluyor. Gelirseniz çok mutlu oluruz.” Saatler gibi geçen bir an sessizlik yaşandı. Teklifi kabul etmeyeceğini, vaktini çaldığımı düşündüm çünkü öyle bakıyordu. Ama beni şaşırtarak başını salladı onaylar anlamda.
“Üstümü değiştirip geleceğim” dedi. Gülümsedim samimiyetle.
“Bekliyoruz o zaman. Bir bardak da size ayıracağız.”
“Ben çok çay içerim” diyerek güldü. Sonra da arkasını dönüp gitti. Köpeği yüzünden damdan düştüğüm adamı çaya davet ediyordum. Üstümüzden geçen zaman, hakikaten pek çok şeyi değiştirmişti.
Hızlı adımlarla yuvanın bahçesine girdiğimde kızları sarı bahçe ışığının altında oynarlarken buldum. Hiç bitmez bir enerji ve neşeyle koşturuyorlardı. Yanakları kıpkırmızıydı hepsinin. Mutfak penceresinin önündeki masada, bir zamanlar tek başıma oturduğum, çantamın kapıya konulduğu o yerde tüm sevdiklerim oturuyordu şimdi. Annem, Osman, Nil, Firuze teyze, Melek abla… Ben de onlardan biriydim. Hayatlarının bir parçasıydım artık. Adım, kimliğim ve onlara has bir kıymetim vardı. Tıpkı bende var oldukları gibi.
Annemin gülen gözleri beni buldu. Bir kez daha hem özlemle, hem ilk kez kavuşuyormuşuz gibi sevinçle baktım ona. Sonra Osman, yüreğinde yer bulamamış bir sevgi taşarken bakışlarından göğün altında yalnızca ikimiz varmışız gibi hissettirdi. Nil dostluğu, Firuze teyze şefkati ve kucak açacağını, Melek abla pek çok hareketimi anlamsız bulsa da artık beni kabullendiğini hissettirdi o kısacık anda. Derin bir nefes aldım. Bin kere şükretmek gibiydi bu.
Hepsi yara almış, bir miktar eksik kalmış ve birbirini anlamış bir avuç insandık şu bahçede. Ama bir fotoğraf karesinde en güzel gülümseyenler de, taze kurdukları hayaller çiçeklerle bezenenler de bizlerdik. Evet, geçmiş çok can yakmıştı. Çocuklar annelerinden, babalar evlatlarından, eşler birbirlerinden ayrılmışlardı. Ama her şeye rağmen bir aradaydık. Artık kimse bir diğerinin elini bırakmak istemiyordu. Teselliyi sevdiklerinde buluyordu. Beş tane minik kız çocuğuna annelik eden annem, sanki hayata yeniden başlıyordu.
Kısa bir an gözlerimi kapattım. Öyle çok teşekkür etmeliydim ki Allah’a. Mucize gibiydi bu günüm, yarınım, dünüm ve burada mutlu olduğum her an. Kulağımda neşeli çocuk sesleri, yüreğimde dinmiş anne hasreti, parmağımda sevdiğim adamın yüzüğü, yanında gülebileceğim dostlar, her an kucaklamaya meyilli bir teyze, babamın yerine baba olmaya gönüllü bir amca ve yeniden aile olmayı teklif edenler… Gül bahçesine düşmüştüm sanki. Üstelik alerjik reaksiyon da göstermiyordum onların yanında.
Gözlerimi açtığımda, bunun bir rüya olmadığını aksine hakikatin ta kendisi olduğunu gösteren annemin gülümsemesi yerli yerindeydi. Elif koşup belime sarıldı. Sanırım oyunu kazanmıştı. Saçını okşadım. Yeterli bulmuş olacak ki oyuna döndü yeniden. Ben de ufak adımlarla sevdiklerimin yanına yürüdüm. “Bir bardak daha hazırlayalım, misafirimiz var” dedim. O sıra Osman yanındaki sandalyeyi oturmam için çekti.
“Kimmiş” diye soran Melek ablaydı.
“Yan komşumuz.” Masada kısa bir an şaşkınlık oldu. Hak veriyordum hepsine.
“Bilmiyorum nasıl oldu ama ben davet ettim, o da reddetmedi. Bence epey büyük ve güzel bir adım.” Yaklaşık beş dakika sonra komşumuz kapıda göründü. Üstüne temiz kıyafetler giymiş, elinde üstü peçeteyle örtülü bir tabakla gelmişti. Hepimiz kalkıp onu buyur ettik. Tek yaşadığı için az çok yemek yapmayı bildiğini ve eli boş gelmek istemediğini söylemişti ama bu alçakgönüllülüğü kabul edemezdik. Çünkü öyle güzel bir karnıyarık getirmişti ki tok olmamıza rağmen birkaç dakika içinde tabaktakileri silip süpürdük. Sahiden eli lezzetliydi ve bu duvarlar arkasındaki adamın başka ne maharetleri vardı merak ediyordum.
Melek abla ucundan tadına baktı. Onun el lezzetine de diyecek yoktu ama komşumuz da sahiden hamarattı. Vahşi avlamaktan başka meziyetleri de vardı. Eh ben de yemek yapmayı öğreniyordum tabi. Firuze teyzenin yanına gidince en zor tariflerden başlıyorduk. Annemle çalışınca daha kolay, günlük yemekler üstünde çalışıyorduk ve çoğunlukla annemi tercih ediyordum. Yine de komşumuzun eline su dökemeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmiştim bu akşam.
Çoğunlukla Nil konuşur, diğerleri sohbete dahil olurken başımı çevirip odunluğa baktım. Sanki biri beni çenemden tuttu o an. Ya da bu akşam Göktepe’deki hikâyemi gözden geçiresim gelmişti. Hayır, hiçbir şeyin bittiği yoktu. Aksine koca bir kalabalığım vardı benim. Ama yalnızlığım, uzaktan sesleniyordu bana. Anlıyordum, veda ediyordu.
Görüşmek üzere Yağmur, diyordu sanki. Belki İpek. İpek olarak ayrılmıştın bu topraklardan. Beni yani yalnızlığı arkadaş edinerek ve Yağmur olarak döndün. Artık benim gitme zamanım geldi. Çünkü hak ettiğin sevgiyi ve mutluluğu gölgeleyecek tek bir bulutun dahi gökte kalmasını istemeyiz, değil mi? Canını yakan ve seni kovalayan bir köpek takılmıştı peşine. Sahibiyle bile arkadaşsın şimdi. Yabancılığından korktuğun kadının can parçasısın. Dostluğunu kaybetmekten çekindiğin öğretmenin hayat arkadaşısın.
Yalnızlık çoğu zaman hakir görülen ve ilk kovulan olsa da bizim ayrılığımız dostça olacak biliyorum. Birbirimizin elinden tuttuk, hikâyeni bulduk. Nefret değildi bizimki, dostluk kadar masum da sayılmazdı. Ama yoldaştık. Tüm acıyı, yarayı ve serüveni birlikte göğüsledik. Ve zamanı geldi. Bu kapıdan biri çıkacaksa, bu ben olmalıyım. Üzülecek bir şey yok, ben zaten yalnızlığım. Varlığım bir rüzgâr gibi savrulmakla harmanlanmış. Tek kalmışların çağrısıyım. Kimsesizliğin bir diğer adıyım. Ve artık bu hikâyeye yakışmıyorum. Seviniyorum… Hoşça kal Yağmur. Seni koca bir kalabalığın kollarında gülümserken görmek de güzel. Kapına uğursuzluk uğramasın. Ellerin de yüreğin de boş kalmasın.
Yalnızlık rüzgâra karıştı, ellerimi bıraktı. Dostane vedasına gülümseyerek karşılık verdim. Benim artık kocaman bir kalabalığım vardı. Gerçekten bir ailem vardı. Ah bir de onda iki emanetim vardı parmaklarımda. Gerçi biliyordum; artık sonsuz ihtimaldi mutluluk…
***
🤗🍬🥹
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |