4. Bölüm

4- KURU OTLAR

Zehra
yesilkutuphane61

Gonca Saraç’ı Melek ablaya bırakıp çıktığımda kapının önüne gelmiş Osman’la karşılaştım. Öyle hızlı ve telaşlıydı ki yanıma yaklaştığında duramayacağından korkup bir adım geri çekildim. “Ne oldu? Nasıl oldu?” diye sordu çabucak.

“Bilmiyoruz” dedim. “Kızlar Elif’in odada olmadığını söylediler. Çantasını ve montunu da almış.” Yerinde duramıyordu bir türlü. Arkasına dönüp ellerini saçlarına geçirdi. Bu konuşmayı içerdekilerle yapmasını tercih ederdim ama bu hali kızları korkutabilirdi. “Babası almış olabilir diyor Melek abla.” Yürek yememiştim, Osman’ın fıtratına cahildim sadece. Öyle bir dönüp baktı ki yüzüme, sinirden alnındaki damarın çıktığını gördüm. “İhtimal” diye fısıldadım sessizce. “Belki de dolaşmaya çıkmıştır.” Aferin Yağmur, çıkmaz sokaklara girmeye devam et böyle.

“Ufacık çocuktan bahsediyoruz” dedi öfkeyle. “Biri elinden tutmadıysa kapının önüne adımını bile atmaz o.” Etrafa bakındı. “Hay Allah’ım, çıldıracağım! Bir şey görmediniz mi? Giren çıkan, ne bileyim bir ses…” Olumsuz anlamda başımı salladım. Burada durdukça zaman kaybediyorduk aslında. Şimdiden aramaya başlamalıydık. Gören var mı diye çevreye haber salmalıydık. Tüm kapıların kilitli olduğu bir evde, kimseye sezdirmeden çocuk kaçırmak çok zordu. Başka ihtimaller düşünmek istiyordum. Elif’in kendi kendine gezmeye çıkmış olması için dualar sayıklayıp durdum içimden.

Osman da benim gibi düşünmüş olacak ki kapıdaki arabaya doğru koşturdu. Gerekmedikçe iletişim kurmuyordu benimle. Hareketlerinden çıkarım yapmaya çalışıyordum. Ben de arkasından gittim. “Umarım yakınlardadır ve bulursun” dedim. Cevap vermeden arabaya bindi. Alınmadım çünkü hayli kötü bir durumun içindeydik. Kaskı takıp motora bindim ve gözden kaybolmaya başlayan arabanın arkasından yola çıktım. Hastaneden dönerken gördüğüm kadarıyla biliyordum Göktepe’nin içini. Küçük bir kızın nerelere gidebileceği hakkında bir fikrim yoktu. Babası bu köyde miydi ondan da haberdar değildim. Sadece sürdüm, etrafa bakındım. Ağaçların altında oturanların, merkezdeki parkta oynayan çocukların, okul bahçesindeki öğrencilerin arasında Elif’i aradım. Sessiz, bir o kadar da telaşlı dakikalar geçti.

Sarılmayı, sevmeyi, kıymet vermeyi bilen bir çocuktu Elif. İki üç gündür tanışıyorduk onunla. Ama kalbimde kendine sıcak bir yer etmişti. Bunu güzel sevgisiyle başarmıştı. Ve bir sabah uyanıyorduk, evde olmadığını işitiyorduk. Motorun sürati artıyordu. Dümdüz, tepeye çıkan bir yolda ilerlerken yüreğim sıkıştı, gözlerim doldu. Kaybetmek yalnızca Gonca Saraç’ın imtihanı değildi. Onun kızıydım, ondan bir parçaydım. Ve aynı acıyı defalarca tadacağım hissi boğazımda acı bir tat bıraktı. Beni seven, benim sevdiğim kim varsa ayrı düşüyorduk. Düşüyordum sonra.

Kuru otların yanında durdurdum motoru. “Hiçbir işe yaramıyor” dedim. Bir çocuk gibi ağlamaya başladım. Kendi lanetimi bana sarılan küçük bir kıza bulaştırmıştım sanki. Kafamdaki kaskı zar zor çıkardım. Yere, toprağın üstüne oturdum. Karnıma çektiğim dizlerime yasladım başımı. Beş metre ileride ağaçlar vardı. Gölgelerine sığınacak halde değildim. Cılız otlara emanetti kederim. Yağmur, gözyaşın yangınlara gebe. Tut bulutların ellerini. Götür onları buradan uzaklara. Kimsesiz bir dağ başında, kayıp ve yalnız çocukların ıslanmayacağı bir yerde yağ.

Gonca Saraç evde, tekrarlayan bir kaybın acısıyla mücadele ederken Nil çocukları sakin tutmaya çalışıyordu. Osman Elif’i bulmak için gitmişti ama kimin peşine takıldığını, kimlere küçük kızı sorduğunu bilmiyordum. Bense karşıma çıkan her yola saparak arıyordum Elif’i. Yol bilmez, iz bilmezin tekiydim. Öylesine çaresizdim ki tutmadım kendimi, kapıma dayanmış bir fırtınayla buna da ağladım. “Allah’ım ne olur bir zarar gelmesin Elif’e.” Gözyaşım kalbimi yıkarken duam samimiydi. “Her neredeyse bulalım onu. Evine dönsün. Lütfen…” Dakikaları unuttum. Bıraktım zamanı. Otlar uçuştu. Bulutlar arzda küçücük kalmış insana bakıp geçti. Tek kaldım. Önceleri de kalabalık değildim gerçi. Fakat kendime yakındım. Şimdiyse kendimden yakınıyordum. Elif’in kaybı bana ellerimin kirlendiğini hissettiriyordu. Belki Gonca Saraç’ın kollarından alınan ve kadını yıkan bir bebeğin hayali ezip geçiyordu yüreğimi. Belki saçlarını okşadığım kızın benimle aynı kaderi paylaşması kesiyordu dizlerimin bağını.

Korkuyor muydu? Başında bir fenalık mı vardı? Babasının yanında mıydı? Adam ona kötülük yapar mıydı? Elif arkadaşlarını özler miydi? Bir daha geri döner miydi? Büyüyüp güzel bir kız olduğunda Gonca Saraç’ı bulmak için aylarca iz sürer miydi? “Ah” dedim bilinmezliğin içinde. Feryat etti kalbim. İki gün öncesine kadar varlığından bile haberdar olmadığım sevimli yüzün hayaliyle bile teselli bulamadım.

Saçlarımda bir kıpırtı hissedene dek rüzgârın sırtımı dövmesine müsaade ettim. Burada yalnız olduğumu bilmesem üzüntüden hayal gördüğümü zannederdim. Fakat gerçekti. Sıcak, yumuşak bir el saçlarımdan yanaklarıma uzandı. Buz gibi olmuş parmaklarını tuttum şaşkınlık içinde. Gözlerim ıslaktı ama doğru gördüğüme emindim. Elif gelmişti. “Ağlama” dedi. Dokunuyordum ona, işitiyordum sesini. Bu bir rüya olamazdı. Uzun süre oturmaktan her yanımın uyuşmuş olmasını umursamadan ayağa kalktım.

“Sen…”

“Buldum seni Yağmur abla.”

“Kayıp olan sendin Elif.”

“Ben saklanmıştım sadece.” Kırmızı atkısına gömdü yanaklarını. Üstünde mor, şişkin bir mont vardı. Titrek bir nefes verdim. Hiçbir şey diyemedim. Aklım başımdan gitti sanki. Eğilip sıkıca sarıldım küçük bedenine. Uzun ve ferahlatan bir sarılmaydı.

“Çok korktuk” dedim defalarca. Geriye çekilip gözümdeki yaşı sildi.

“Ağlama” diye ricada bulundu yine. Beni buraya getiren çaresizlikti. Elif’i bulduransa kuru otların arasında ettiğim samimi duaydı. Issız tepelerde kendine ev bulmuş çiçekler yağmursuz kalmıyordu. Bin defa şükrettim. Saymadım ama sonsuz kere dedim içimden. Elif’i eve götürmem gerekiyordu. O da üşümüştü benim gibi. Motorla gideceğimiz için rüzgârdan sert darbeler yiyecektik. Ben alışkındım ama Elif’i tehlikeye atamazdım. Deri ceketimi çıkartıp ona giydirdim. Montu yüzünden biraz zorlandı ama sabretmesi gerekecekti. Kaskı da onun başına taktım. Sebep olduğu korkulardan, karmaşalardan haberi yoktu. Motora bineceği için heyecanlanıyordu sadece. Bir de gitmediğim için mutlu olduğunu söylüyordu fırsat buldukça.

Daha önce hiç çocuk bindirmemiştim motora. Bu benim için yeni bir delilikti. Ama yürüyemezdik. Elif’i eve götürmek için sabırsızlanıyordum. Herkes onun iyi olduğunu görmeliydi. Bu korkunç gün sona ermeliydi. İkindi güneşi tüm kızıllığıyla kendini gösteriyordu. Belime sıkıca sarılmasını tembihledim. Ve olabildiğince yavaş sürdüm. İlk kez hızlı gitmediğim için sıkılmadım. Az önce ağladığım için iç çekiyordum hâlâ. Neyse ki Elif kısa gezinin tadını çıkartmakla meşguldü. Yüreğim ağzımdaki yerini yadırgamadığı için o halde eve vardık.

Herkes bahçedeydi. Osman bile. Başını ellerinin arasına almış oturuyordu. Nil, Gonca Saraç’ı sakinleştirememişti belli ki. Pencereden bakan kızlarla göz göze geldik. Sevinçten zıpladıklarını görünce gülümsedim. Sonra derin bir nefes alıp Elif’in elini tuttum. Mermer eşikten içeriye bir adım attık. “Biz geldik” dedim. “Elif’le geldik.” Bizi fark ettikleri an yüzlerine yerleşen ifadeyi ömür boyu unutamayacaktım. Şaşırdılar, sevindiler ama öyle korkmuşlardı ki gülmek yerine ağlamayı tercih ettiler. Unutmayacaktım çünkü ben de aynı tepkiyi vermiştim.

Gonca Saraç koşar adım yanımıza geldi. Elif’i kucakladı. Nazik olmak için çabalamadı üstelik. Kızmıyordu, şükrediyordu, kızı bağrına basıyordu. Kapı açılıp diğer çocuklar koşarak geldiğinde bu ferahlatan kavuşma sahnesi kısa sürdü. Osman bile bir kenardan izlemek zorunda kaldı. Elif geride kalan ailenin bu kadar endişeleneceğini bilseydi, bence ortadan kaybolmazdı. Ayşe, Zümra, Sude, Aysima, kardeşleri eve döndüğü için mutluydular. “Nereye kayboldun sen?” diye sordu Nil. Böylece bu yol bilmez halimle onu nerede bulduğumu da öğrenecekti. Osman da aynı şeyi merak ediyor olmalıydı ki kızın vereceği cevaba odaklanmıştı.

“Elma bahçesinin olduğu tepeye gittim” dedi. Demek uzakta kalan ağaçlar elma ağacıydı. Kuru otlara o kadar odaklanmıştım ki meyveleri görememiştim. Gerçi o düzlükte Elif’i de görememiştim. Beni bulduğunu söylerken haklıydı.

“Neden kuzum?” Gözleri kızarmış Gonca Saraç ağlamaklı sesine hâkim olamıyordu. Elif önce mahcup bir yüzle başını eğdi, sonra tam aksini yapıp bana baktı. Haliyle tüm dikkatleri üstüme topladı. Nedenini ben de merak ediyordum ama farklı bir yere baksak daha iyi olabilirdi.

“Yağmur abla gidecekti diye çok üzüldüm. Ona sarılırsam ve arkasından el sallarsam çok ağlarım diye korktum ve saklandım. O yüzden evden erken çıktım.” Elif öyle bir şey yaptı ki, bir çift sözüyle, yaralı gözleriyle beni omuzlarımdan sarstı. Düşeceğim sandım. Ki ben düşmemiş biri değildim. Hayat yolunda çok kere tökezlemiştim. Attan da düşmüştüm ama böylesi dokunmamıştı yüreğime. Donup kaldım. Osman güçlü durmasaydı, Elif’in yanına gidip yüzünü okşamasaydı ben olgun tavırlar sergileyemeyecektim. Böyle bir sevgi karşısında ne yapılır bilmiyordum.

“Güzel Elif’im, bir daha böyle yapma tamam mı? Büyüklere haber vermezsen, gidersen herkes ağlar. Sen kimsenin üzülmesini istemezsin değil mi?” Bu soru Elif’i düşündürdü. Net bir dille olumsuz cevap verdi. Sonra Nil çocukların üşüdüğünü söyleyerek hepsini içeri yolladı. Yemek saatini erkene alabilecek, hatta çikolata da yiyebileceklerdi. Az önce yaşanan keder büyüklerin vicdanına yüktü. Çocuklar atlatacaktı. Rahat bir uyku uyuyacaklarsa, ben buna razıydım.

Üstümde sadece bir kazak vardı. Ceketim Elif’in üstünde kalmıştı. Üşümüyordum. Donup kalmıştım ama idrak etmekte güçlük çekiyordum. Gonca Saraç çocuklar gittikten sonra ayağa kalktı. Yüzünü gözünü sildi, karşıma geçti. Yüzüme baktı ne söyleyeceğini kestirmeye çalışır gibi. Ondan önce davrandım. Kızar mıydı, kovar mıydı? Kim olduğumu bilmeden kırıcı sözler sarf etmesini istemedim. Sonra pişman olurdu. Bir de buna üzülürdü. Susmakla kabahatin en büyüğünü işliyordum zaten. “Bilmiyordum… Bilemedim ben… Aklıma gelmedi böyle olacağı.”

“Bilemezdin” dedi. Fırtına öncesi sessizlikti bu. Bağırıp çağırmayacaktı. O, sesin değil sözlerin kuvvetli olduğunu anlamış bir kadındı. “Ama ben bilmeliydim. Bu çocuklar bana emanetken böyle bir sorumsuzluk yapmamalıydım.” Onun suçu değildi ki. İtiraz etmeye yeltendim, elini kaldırıp beni durdurdu. “Seni o gece hastaneye götürmeli, ailen gelene dek polise teslim etmeliydik. Boyumdan büyük işlere kalkışmamın cezası olsun bu gün yaşadığımız korku.” Sevginin böyle bir karmaşaya sebep olduğuna mı yansaydım, Gonca Saraç’ın yaptığı iyiliğe pişman olmasına mı? “Bu çocuklar zaten bırakılmıştı. Gezisinde Göktepe’ye uğramış, buraların adını unutacak bir genç kıza bağlanmaları yanlıştı.”

“Sevilmenin neresi kötü?” diye çıkıştım canım yanarken.

“Sevilmek değil, ayrılmak kötü” dedi. Zaten hava soğuktu. Verdiği cevaplarla buz kesiyordu içim. “Anlayamazsın… Hayat, sandığın kadar tozpembe değil. Terk edilen bu çocukların hassaslıklarını senin terazin ölçemez.”

“Peşin hükümlüsünüz!”

“Lütfen bu misafirliği daha fazla uzatma” dedi yalnızca.

“Elif’le konuşmak istiyorum” diyerek direndim. Zordu ama ağlamadım.

“Uzak dursan iyi olacak. Ben onu teselli ederim.” Beklemeden arkasına döndü ve gitti. Kapıyı kapatana dek onu izledim. Bir kenara bırakılmış çantam ne zaman yola çıkacağımızı merak ediyor gibiydi. Yetim bir çocuğun yurtsuz kalışından haberi yoktu. Bu ev de ona kapısını kapatmıştı. Gidip çantamı aldım ve beklemeden oradan ayrıldım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Gece karar verdiğim gibi Geyve’de birkaç gün kalabilirdim. Fakat hiçbir şeye hevesim yoktu. Bir yanım Elif’i düşünüyor, bir yanım kırgınlığıma çare arıyordu. Bilseydi bana arkasını dönmezdi. Beni de onlar kadar severdi.

Merkezdeki caminin yanına kadar gittim. Motoru bir kenara park edip etrafı seyredebileceğim bir banka oturdum. Hava tertemizdi Göktepe’de. İnsanlar geçip gitti önümden. “Sabah etrafta dolanan kız değil mi bu?” diye sordu bir kaçı. Evet, ben oyum. Bir müddet daha etrafta dolanmaya devam edeceğim. Evim yok, annem yok, babam yok. Hatta üstümde bir mont bile yok. Şuracıkta donarak ölsem kendime üzülecek takatim bile yok. Tam tadındayım hayatın…

Bir müddet sonra insanların içinden gelen tanıdık bir sima gördüm. Nil yanıma yaklaşıyordu. Onun da bana kızgın olabileceğini düşünerek yerimden kıpırdamadım. Bir azar faslını daha kaldıramayacaktım. Ama beklediğim gibi olmadı. Banktaki boş yere oturdu. Selam verdi ve beni bulduğuna sevindiğini söyledi. Kayıpların ve bulunanların olduğu soğuk bir gün… “Gonca abla gittiğini söyledi. Burada otururken görünce şaşırdım.” Başını eğip yüzüme baktı. Sonra birden elini elime uzattı. “Donmuşsun!” dedi gözlerini kocaman açıp.

“Ceketim Elif’te kaldı.”

“Kalk hadi kalk.”

“Nereye?”

“Bize gidiyoruz.” Teklifini kabul etmedim. Kimsenin evine gitmek istemiyordum. Oturup sakince düşünmeli ve kısa zamanda Gonca Saraç’la konuşmalıydım. Göktepe’den uzaklaşsam iyi olacaktı. Ama Nil ısrarla evine çağırdı beni. Annesinin yaptığı yemeklerden bahsetti. Midem kırmızı alarm verince direnemedim. Ve sahiden, donmak üzereydim. Bunu ancak sıcak bir eve girince fark ettim. Sobanın yakınına oturup ince iğneler batan parmaklarımı ısıttım.

Nil’in ailesi Balkan göçmeniydi. Annesi, babası ve anneannesiyle yaşıyordu. Duvarlar çerçevelerle, vitrinler dantellerle doluydu. Gümüş eşyalar raflardaydı. Ahşap tavanlı salonda canlı renkler kullanılmıştı. Mesela koltuk örtüleri fıstık yeşiliydi. Orta sehpanın üzerinde tozpembe bir örtü seriliydi. Yerde eski İran halılarından vardı. Samimi bir ortamda oturduğumu hissedince gülümsedim. Nil’in anneannesi Rukiye nine ben geldiğimde uyuyordu. Onunla görüşemedik. Ama annesi Ruşen teyzeyle tanışabilmiştik. Epey konuşkan bir kadındı. “İsteysın ölesın, çıkmışın büle dışarı!” diye azarladı beni içeri girer girmez. Zeki olduğunu ispat eden bakışlarıyla insanı süzüyor, aklındakini bir anda söyleyebiliyordu.

Adımı Nil’den duymuştu. Hızlıca sofrayı kurdular. Beni başköşeye oturttular. Önce biraz çekindim ama hem misafirperverlikleri hem de lezzetli yemekleri nedeniyle fazla çekimser duramadım. Cevaplanabilecek makul sorularına yanıt verdim. Çok kere teşekkür ettim. Isındım, çaylarını içtim. Verdikleri gri hırkayı giydim. Yalnız kalsam düşünüp duracaktım, Nil’in evinde kafam dağıldı. Bu bana iyi geldi. Yola ince bir kazakla çıkıp Geyve’ye gidene kadar zatürre olma ihtimalim bu sıcak salonda ürkütücü bir hayaldi.

Hava karardığında telefon çaldı. Nil ahizeyi kulağına koydu, sonra hızlı bir şekilde kapattı. Her ne duyduysa endişelenmişti. “Ne oldu more?” diye sordu Ruşen teyze. Elif ateşlenmiş, sağlık ocağına götürüyormuş Osman. Nil’i de çağırmışlardı. Bu gün düze çıktığımızı sanmıştım. Fakat sıkıntı devam ediyordu. Apar topar kalktık. Ben de gidecektim. Yeni ithamları göğüslenecek kadar dinlenmiş hissediyordum. Zaten sağlık ocağı caminin yanında, Nil’in evinden üç sokak ötedeydi. Tek başına binmeye cesaret edemeyeceği motora benim arkamda binmeyi kabullenmişti. Yürüyerek zaman kaybetmek istemiyorduk. Kaskı Nil’e verdim. Anneannesiyle tanışmayı başka zamana erteledim.

Sağlık ocağına girdiğimizde Elif’i yatırdıkları odayı bulmamız zor olmadı. Zaten küçük bir yerdi. Doktor, sedyede yatan ufaklıkla ilgileniyordu. Nil de hemen ellerini yıkayıp yanlarına gitti. Ben kapının eşiğinden geçmeye cesaret edemedim. Osman kısa koridorun sonundaki pencereye omzunu yaslamıştı. Gonca Saraç Elif’in elini tutuyordu. Gün boyu soğukta kalmıştı ve kızarmış yanakları ateşinin derecesi hakkında ipucu veriyordu. Yarı baygın halde, başına konulan ıslak bezle mücadele etmeye çalışırken öyle savunmasız görünüyordu ki ona sarılmak istedim. Ama yapamadım.

Zaten Gonca Saraç beni görünce ayağa kalktı. Göktepe’den ayrıldığımı düşünüyor olmalıydı. Kolay değildi öylece gitmek. Denemiştim ama beni burada tutan, adımlarıma pranga vuran şeyler vardı. İstemiştim, biraz uzaklaşmayı ve yeniden denemeyi istemiştim. Ama Gonca Saraç tek başına değildi. Kocaman bir ailesi vardı. Her an onlarla ilgileniyor, sıkıntılarına çare arıyor, çevrede problem çıkartacak biri varsa uzaklaştırıyordu. Gonca Saraç insanlara güvenmiyordu. Bakışları içimdeki saman yığınlarını ateşe veriyordu.

Yanıma geldi. Aynı kapı eşiğinde durduk. Ben dışarıdaydım o içeride. “Neden buradasın?” diye sordu kısık bir sesle.

“Elif’i merak ettim” dedim.

“İyi olacak, gidebilirsin.”

“Kalacağım.” Kararlı duruşum nedeniyle kaşları çatılsa da sesini bir kez bile yükseltmedi.

“Onunla konuşmak için odasına çıktığımda çok ağladı” dedi. “Sarıldım, sakinleştirdim. Senin bir misafir olduğundan bahsettim. O kadar uzun sürdü ki gözyaşlarını silmesi…” Gonca Saraç kaşlarını çatarken, dudaklarını birbirine bastırırken, gözlerini etrafta dolaştırırken yalnızca acı çekiyordu. “Ama ikna oldu. Herkesin hayatına devam edeceğini, sevdiğimiz her insanın bizimle kalmasının mümkün olmadığını anlattım. Bunu, ufacık bir çocuğa defalarca anlattım Yağmur.” Ne kadar zor olduğunu anlayıp anlamadığımı sorguluyordu aslında. Evet, kabul ediyordum. “Yine seni görürse inşa ettiğim bina yıkılacak. Ki temeli de pek sağlam değil. Kızma, anlayış göster. Onun böyle üzülmesine bir kez daha müsaade edemem.”

Olumlu cevap sayılacak hiçbir kelime dökülmedi dudaklarımdan. Bir kadının şefkatine yenildim. Ben de senin kızınım. Hep yanında kalmaya geldim. Eğer gamsız bir yabancı olsaydım defolur giderdim. Ne dizildiyse boğazıma, zorla yutkundum. “Buraya geldim çünkü ben senin…” Nerede, nasıl bir durumun içinde olduğumuzu umursamadan söyleyecektim gerçeği. Cılız bir ses böldü gürültülü hakikati. Elif, sedyede doğrulmaya çalışıyor adımı söyleyerek beni yanına çağırıyordu. Ne kalacak ne de gidecek vaktim yoktu. Hasta, savunmasız bir kızın uzattığı eli tutmalıydım. Gonca Saraç içten içe bana kızsa da, anlayışsızlıkla suçlasa da onun müsaadesini almadan yanından geçtim.

“Buradayım” dedim sedyeye oturup Elif’in yanağını okşarken.

“Gitmemişsin Yağmur abla.”

“Yanındayım işte. Ama hasta olmuşsun sen. Üzmüşsün herkesi…”

“İyileşeceğim hemen.” Dizlerini karnına çekerken, gözleri kapanırken de yüzü bana dönüktü. Ama kaşlarını çatıyor, uykuya direnmeye çalışıyordu. Alnına dağılan saçlarını düzelttim.

“Uyusana” dedim tatlı bir sesle.

“Gidersin o zaman. Gonca teyzem gitmen gerektiğini söyledi.” Başımı iki yana salladım hızlıca.

“Gitmeyeceğim, burada kalacağım.”

“Söz mü?”

“Söz, kız sözü.” Güçsüz bir gülümseme peyda oldu dudaklarında. Bir müddet sıkıca tuttu elimi. Sonra uykuya teslim etti kendini. Ardımda bana kızacak, yaptığımı onaylamayacak insanlar vardı. Hiçbiri Elif’in güçsüz haline rağmen bir söze umut bağlamasından daha kıymetli değildi. Gonca Saraç’ın titizliğini, Osman’ın katı tavırlarını anlayabiliyordum. Bu çocukların en savunmasız hallerine şahit olmuşlardı. Onlar iyileşsin diye uğraşmış, sevgiyle yaklaşmışlardı. Aynı sorumluluktan bir damla serpilince yüreğime kızmak veya kırılmak yerine onlara yardımcı olmam gerektiğini anladım.

***

Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi araladım. Başımı sedyeye yaslayarak uyuduğum için boynum ağrımıştı. Doğrulmaya çalışınca yüzümü buruşturdum. Üstümde bana ait olmayan bir montun ağırlığını fark edince hareketlerim hızlandı. Ayağa kalktım. Elime alıp kısa bir an bakınca Osman’ın koyu kahverengi montunu tanıdım. İçi polarlıydı, derin uykumun sıcaklığını muhafaza etmişti ama öğretmenin bunu ne zaman yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Eğer uyanık olsaydım bu iyiliğini reddederdim. Kendimi ona borçlu hissettim yine. Kaza gecesi ve sonrasında bir şekilde yardımcı olmuştu bana. Üslubu soğuktu gerçi fakat bu iyilik gördüğüm gerçeğini değiştirmezdi.

Derin bir nefes alıp Elif’i kontrol ettim. Ateşi düşmüştü. Uykusunda huzursuz değildi. Üstünü örttüm ve kucağımda montla odadan çıktım. Osman sandalyeye oturmuş, kollarını göğsünde bağlamış uyuyordu. Sağlık ocağı soğuktu. Üstünde yalnızca kazak vardı. Sıcaklığını benimle paylaştığı için teşekkür borçluydum ama karşı karşıya geldiğimizde bunu yapmasına gerek olmadığını söyleyecektim. Çünkü bu mahcup eden bir iyilikti. Karşılığını veremeyeceğim türden bir şeydi. Sıcaklığını değil sıcaklık kaynağını, diye düzeltti iç sesim.

Öylece dikilip uyuyan adamı seyrettiğimi fark edince kendime geldim. Ben Osman kadar sessiz olamayabilirdim montu omuzlarına bırakma konusunda. Bu yüzden yanındaki sandalyeye koydum. Ve yavaşça dışarı çıktım. Gonca Saraç ve Nil evlerine gitmiş olmalıydılar. Doktor sağlık ocağının bitişiğindeki lojmanda kalıyordu. Kendimi bekçi gibi hissettim bir resmi kurumun içinde yalnız sabahlayınca. Aydınlanan gökyüzünden parça parça kırmızı bulutlar geçiyordu. Temiz havayı içime çektim. Burnum sızladı. Bir kere hapşırdım. “Polenler” diye söylendim.

Kapıda ayak sesi duyunca dönüp baktım. Osman gelmişti. “Alerjin mi var?” Sorusuna başımı salladım.

“Uyanmışsın.”

“Sandalyede uyumak pek keyifli değil” dedi. Ufak bir esneme hareketi yaptı. “Sen ne düşünüyorsun bu konu hakkında?” Gülesim geldi birden.

“En azından üşümedim. Sanırım sana bir teşekkür borcum daha var.”

“Paylaştım sadece.” Birkaç adımda yanıma geldi. Tıpkı Nil gibi önemsiz gördü bu iyiliğini.

“Olsun, yine de sağ ol. Herkes yapmazdı.”

“Sen yapardın ama” diyerek beni şaşırttı. Kendi montunu adamın üstüne bırakmamıştım. Nereden çıkartıyordu böyle bir şeyi? “Elif’e montunu ve kaskını verdiğini gördüm.”

“İyi olması için elimden ne gelirse yapardım.” Çocuklarla sık iletişim kuran biri değildim. Böyle bir sorumluluk almamıştım hiç. Buraya gelirken, bir küçük kızla aramda bir bağ olacağı aklıma gelmezdi. Kardeşim hastalandığında bile başında sabahlamamıştım. Zihnimdeki gürültüyü bastırabilen geniş bir çevrem vardı. Çocuklarla vakit geçirmezdim. Şu birkaç günde yaşadıklarım benim için de çok yeniydi. Ama koşulsuz bir sevgiyle tanışmıştım. Elif yaramdan tanımıştı beni belki de. O yüzden bırakmıyordu elimi. Ben de onu bırakmayacaktım.

Osman sessizdi. Ufka bakıyordu. Bahçede ikimiz yalnızdık. Kargalar biraz gürültücüydü. “Sen de benim kabahatli olduğumu düşünüyorsun herhalde” dedim. Belki de samimiyetimden şüphe ediyordu. Hiç gelmeseydim her şeyin daha iyi olacağını geçiriyordu aklından. Yan bir bakış attı.

“Peşin hükümlüsünüz” dedi imayla. Kaşlarımı çattım. Gonca Saraç’la konuşmamızı dinlemişti demek. Sonra ciddileşti. “Hayır, ben dışarıdan nasıl göründüğümüzü düşünüyorum. Yani yabancıların bizim hakkımızda farklı izlenimleri var. Mesela sen ne kadar titiz, belki biraz da baskıcı olduğumuz kanısındasın.” İnkâr etmedim, öyleydi. Derin bir nefes alıp karşıma geçti. Duruşumu dikleştirdim. İkimiz de gökyüzüne bakarken konuşmak daha kolaydı. “Bir aile Sude’yi evlat edinmek istemişti. Her şey yolundaydı, Sude çok mutluydu. Resmi işlemler halledilecekken ve Sude anne baba demeye hazırken aile vazgeçti. Bu olay yaşanalı kırk gün oluyor ve o küçük kız hâlâ kendine gelemedi. İki ay önce Elif’in babası geldi. Bahçede oynarken korkuttu kızı. Telaşımızı hayal etsene. İzbe, pis bir evi var. Orada büyütmeye çalışacaktı kızı. Elif’in babaannesi rahmetli olmadan önce Gonca abladan rica etti torununa sahip çıkmasını. Oğlunun inatçı, zalim bir serkeş olduğunu biliyordu çünkü. Kolay olmadı Elif’i o evden kurtarmak.” Hiçbirinden haberim yoktu. Osman ona hak vermemi bekler gibi sustu bir müddet.

“Bak, Göktepe’de bu çocukları bir eve kapattığımızı ve onları dünyadan kaçırdığımızı düşünme sakın. Onlar civar köylerden gelen, anne babalarının mezarlarını görmek isteyen çocuklar. Aysima’nın annesi vefat etmeden önce hiçbir akrabasına bırakamayacağı kızını buraya bıraktı. İstanbul’dan kalkıp geldi. Gonca ablayla olan dostluğuna güvendi. Tüm bunları göz önünde bulundur bizim hareketlerimizi, titizliğimizi değerlendirirken. Onlara yansıtmadığımız endişelerimiz var. Yine onlar üzülmesin diye yapıyoruz bunu.” Osman bambaşka biriydi bu sabah. O hep anlattıkları, iyi kalpli adamdı. Kaşlarını çatmayınca daha merhametli gözüküyordu.

“Gonca ablanın sana söylediklerini duydum. Kötü bir kadın değil o. Bağrında yaralar var. Gaddar biri olsaydı ufak bir kızın yürek acısından kendini sorumlu tutmazdı. İmkânı olsa tüm yaralılara kucak açar. Kaza yaptığın gece başında bekledi sabaha kadar. Anne diye sayıklayan bir yabancının saçlarını okşadı.”

“Bekle” diyerek durdurdum onu. “Haberim yoktu böyle bir şey olduğundan.” Nedense içimde bir ağlama isteği belirdi. Annemin saçımı ilk okşayışından mahrum kaldığımı hissettim. Beni yetimliği, kimsesizliği anlamamakla itham eden bu insanlara rağmen yalnızlığı yakından tanımış bir kalple karşılarında dik durmaya çalışıyordum. Dün gece çok az kalmıştı Gonca Saraç’a hakikatten bahsetmeme. Bu gün ne olursa olsun karşısına çıkacaktım ve bu eziyeti bitirecektim. Mantığımı dinleyerek düşmüştüm bu yola. Elini bir an bırakmanın, çocuk kalbiyle hüzünlere boğulmanın cezasını yeterince çektiğime inanıyordum.

“Kimsenin sana şahsi bir garaz beslemediğini ispatlamak için bunu söyledim. Tek başımıza yaşasak burada aylarca kalman sorun teşkil etmezdi. Ama burası psikolojileri yıpranmış, daha kötü olmaya müsait çocukların olduğu bir yer. Şu durumda buraya gelmek senin için herhangi bir gezi. Bizim içinse içeride yatan çocuk için endişelenmek.”

“Ben de endişeleniyorum” diye çıkıştım elimde olmadan. “Sizin kadar düşünemem onları ama kötülüğüm dokunsun da istemem.” Sakinleşmek için kısa bir an durdum. “Bak… Şımarık veya bencil biri değilim. Öyle olsam bile anne babası olmayan çocukların yanında gamsızca dolaşamam. Anlıyor musun? Hiç üzülmüyormuşum, onları umursamıyormuşum gibi davranmayın.”

“Maksadımızı açık etmek istedim sadece. Seni bencil diye tanımlayacak kadar tanımıyorum. Ama anlamadığın bir nokta var. Sen yabancısın ve öylece hayatımıza girdin. Bir açıklaman yok. Gitmiyorsun, kalacak da değilsin. Buna rağmen hep bizimleymişsin gibi tesirin oldu üstümüzde. Bu… Bu mantıksız. Kabullenmemizi bekleme.” Bahsettiği tesirden etkilenmiş ve bundan rahatsız olmuştu. Aslında belirsizlikti onu korkutan. Hakkımda bir şey bilmemesiydi.

“Doğru söylüyorsun Osman öğretmen” dedim. “Bu gün bu meseleyi halledeceğim. Aklınızda hiçbir soru işareti kalmayacak.” Osman’ın kafasının karıştığını görebiliyordum. Benden anlayışlı olmamı rica ederek beyaz bayrak göstermişti belki. Ama durum sandığı gibi değildi. Onları daha fazla zor durumda bırakmayacaktım. Güçsüz bir yanım olduğunu savunup konuşmaktan vazgeçmiştim. Durum böyle olunca azar işitip durmuştum. “Böyle devam etmeyecek…”

Bölüm : 05.11.2024 21:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...