Göktepe’de güzel bir bahçe keşfetmiştim. Evlerden uzak, ekilmeyi ve sürülmeyi bekleyen tarlalara yakındı. Çimlerin yeşili Ekim ayından ürkmüşe benzemiyordu. Elma ağaçlarının yan yana dizilip gri bulutları gölgelediği bir sığınak gibiydi bahçe. Etrafı çitlerle çevriliydi. Eski, kırık çitler ve onun yorgun gıcırtılarıyla insanı karşılayan kapısı, burasının sahibinden izinsiz girilmemesi gereken bir arazi olduğunu söylüyordu gelene. Fakat saklı bahçelere ilgi duyan meraklı kızlar hep bir yerlerde yaşardı ve elma ağaçlarının altında oturup dinlenmek için can atarlardı. Böyle yerlere isim verirlerdi. Ve zihinlerinde gizemli bir sığınağın imgesi yer edinirdi.
“Elmalı Sur” dedim buraya. Elmalı tart ya da elmalı kurabiyeyi çağrıştıran bu isim bana ağaçların arasında saklanma zevkini tattırıyordu. Henüz iki kez geldiğim Elmalı Sur’da, parmaklarıma bulaşan pudra şekerini yalarken elmalı harcın tadının damağımda bıraktığı lezzeti buluyordum. Evet, büyük kararlar almama rağmen ben de bir çocuktum. Hayatıma güzellik kattığına inandığım, onları bir sır kutsallığında saklayıp muhafaza ettiğim zevklerim vardı. Reçelleri ve elmalı kurabiyeleri çok severdim. Ve çetin yolculuklarda bile bana masumiyeti hatırlatan ufak detaylara sığınabiliyordum. Yedi yaşındaki Yağmur’un elinden tutup onun oyunlarına ortak olabiliyordum. Bu nadiren olsa da öyle zevkliydi ki. Birlik olduğumuz ve şu tatsız meseleler hakkında düşünmediğimiz zamanlarda iyi bir ikiliydik.
Toprak nemli olmasa da bir kenara atılan çuvalın üstüne oturdum. İlk gelişimde, yani dün de aynısını yapmıştım. Bahçenin sahibi buraya gelir miydi, beni görür müydü bilmiyordum. Açıkçası bu kaygıyı gütmüyordum da. Huysuz bir ihtiyar olabilirdi. Tatlı ve cömert de olabilirdi. İkisinin de karşısına çıkıp “burada dinlendim. Güvenli alan gibi, sessiz bir yer” derdim. Eğer isterlerse ilkbaharda elmaları toplamaya da yardım ederdim. Tonton bir nine çıksaydı karşıma, kurabiye yapmasını rica ederdim. Ben hep biraz yanık ve kuru yaptığım için ikram edilmesini bekleyen kişiydim.
İçi yünlü, şişme montum etrafta gezinen sert rüzgârla arama mesafe koyuyordu. Çizmelerimi de giyiyordum. Cildim kurumuştu. Ellerimin üstünde ufak kırmızı beneklerin yol açtığı kaşıntılar oluşuyordu. Sonra da yaraya dönüşüyorlardı. Melek abla havaya alışkın olmadığımı söylediği için sabırla geçmelerini bekliyordum. Çirkin göründüklerini düşünüyordum aslında. Bu yüzden son birkaç gündür ellerimi olabildiğince arkama saklıyordum.
İki gün geçmişti Osman’a gerçekleri anlatmamın üstünden. Saçımdan bir parça vermiştim. Gonca Saraç’tan da bir vesileyle örnek alabileceğini söylemişti. Teslim ettim Osman’a; sırları, hakikati, saçımı, annemi… Sonra bir kenara çekildim ve beklemeye başladım. Kendimi suçlamayı da bıraktım. Bu, içimde başlayan kaçak dövüşün gürültüsünü arttırdı. Beni büyük kayalıkların arkasına saklanmakla itham eden bir sesin varlığını da ortaya çıkarttı. Sadece omuz silktim. Osman, dedim. Osman sonuçlar gelene dek susmamı söyledi.
Epeydir söz dinleyen biri değildim. Öyle olsaydı şimdi iyi bir maaşla zengin bir muhitte yaşayan adı duyulmuş bir iş kadını olmak yolunda adım adım yürüyor olurdum. Sorumlulukları sevmedim. Kurallardan, övgü almak için yapılan hareketlerden zamanla nefret ettim. Ben aynanın karşısına geçince, kanından olmadığım insanlar için kendimi gün geçtikçe büyüyen bir sorumluluk olarak görüyordum. Beni sevsin, gülümsesin diye kırk takla attığım kadının aslında annem olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyordum her sabah. Bu beni küskün biri yapmıyordu fakat her saniye ruhumun, fikirlerimin içtiği saf suya zehir damlatıyordu. Epeydir söz dinleyen biri olsaydım ben, ölürdüm.
Gonca Saraç’ın yanına gitmek, boynuna sarılmak en kolay olanıydı. Her şeyi bitirecek ve başlatacak bir adımdı. Öyle sanmıştım. Fakat yapamadım. Bir kere yapamayınca insan, süratle akıp giden zaman trenine yetişemiyordu. Treni kaçıran, ayrı duraklarda bekleyen, biri diğerinin onu beklediğini bilmeden içine doğan bir merakla etrafa bakınan, diğeri kaybetme korkusuyla yanıp tutuşan iki insanın yürek sıkıştıran öyküsünün başkahramanlarıydık biz. Hiç istemezdim… İnsanın, daha önce ayak basmadığı bir toprakta sevdiğinden ayrı düşme dehşetini tatmasını hiç istemezdim. Bu kayboluş yalnızca kâbuslara has olmalıydı.
Dünyaya daha öncesinde ayak basmış, gözünü açtığı yeri tanımış değildim ben. Gonca Saraç da yavrusunu bilinmezliğe gönderip, zihnen bu ağır acıyla mücadele etmeyi elbette kendisi seçmemişti. Acaba biz hiç aynı mekânda bulunmuş muyduk? Mesela aynı sokakta yan yana yürümüş müydük? Beni tanımadan, ben onun kim olduğunu bilmeden yanından geçip gitmiş miydim? Hiç karşılaşmamış olmayı bu çaresiz ihtimale tercih ederdim aslında. Kaç gün, kaç gece ağlamıştım ana kucağından koparılan bir bebek olarak? Bunun hakkında konuşacak kimse yoktu. Fakat Gonca Saraç’ın acısına koca Göktepe şahitti. O, yavrulara kucak açıyordu. Göktepe’dekiler de onu kendi hanelerinden biliyordu. Bu gün bir nedenle onu üzecek olsam, karşımda tanımadığım bir sürü çatık kaşlı çehre bulacağımdan emindim artık. Kendim görmüştüm, Osman söylemişti. Ama ben kimseye, yalnızlığımla kapınıza geldim ve anneme kavuşmak istiyorum, diyememiştim.
Sandığım kadar becerikli, mantıklı ve cesur olmayışımı Elmalı Sur’da dinlenirken görmezden gelebiliyordum. Gonca Saraç beni tanıyordu, ben de onu. Sınandığımın farkındaydım. Beni bir yere bağlı kalmayan, ailesine dönebilecek olan bir gezgin olarak görüyordu. Yanında kalma sebebimin iyilik yapmak olduğunu bildiğini söylemişti. Bu durumda sabrımı zorlamayacaktı, ne zaman gitmek istersem ve aileme dönmek istersem buna saygı duyacaktı. Çünkü benim gibi bir kızın burada uzun süre kalması zaten imkânsızdı ve yönetici babam müsaade etmezdi.
Gonca Saraç tüm bunları sıradan bir sohbet arasında söylerken gülümsüyordu. Her şey normaldi sanki. Bağırmasına, kızmasına ve benimle inatlaşmasına gerek yoktu. Akışa bırakmıştı günleri, beni seyrediyordu ve kızların mutluluğunun tadını çıkartıyordu. Oğuz Bakırcıoğlu’nun sık kullandığı bir söz geliyordu aklıma. Eğer her şey üst üste geliyorsa hiçbir şey olmamış gibi davran. Hırsla saldırdığın düğümlerden ellerini çek ve nazik bir hamleyle nasıl çözüldüklerini seyret. Gonca Saraç ne kadar tecrübeliyse ben de o kadar insan görmüştüm. En ufak bir mimik hareketimden mana çıkartmaya çalıştığını fark edebilecek kadar derin bakıyordum gözlerine.
Bu suskunluğuma, hakikati erteleyişime kızar mıydı? Belki bana iyi geldiğini söylesem, yalnızca sarılırdı. Çok fazla koşmuştum. Hırçındı adımlarım. Buraya gelmeden önce kalem tutan ellerim titriyordu. Kapıları çalıyorduk, numaralar alıyorduk ve nefes nefese dönüyordum evime gidene dek kaldığım odaya. Ve Göktepe’de bütün bunların sonu gelmişti. Hassas çocuklar, sıcak sofralar, birbirini koruyan insanların arasındaydım. Konuşsam sesim kesilirdi. Bu huzurlu sessizliği bölmekle bir oda dolusu uyuyan bebeği korkutarak uyandırmak aynı şeydi. Cümleleri toparlayamazdım. İnce ruhları kırar dökerdim. Ben ki her gece bir avuç cam parçası süpürürdüm içimde. Nasıl olacaktı da aynısını Gonca Saraç’a yapacaktım?
Hem, o bilmiyordu ama dinleniyordum yanında. Onu seyretmek, ona ve yaşadığı yere dair ufak ipuçlarını takip etmek hoşuma gidiyordu. Beni ilk kez görmüşken bile sabaha kadar başımda beklediğini bilmek yüzümü gülümsetiyordu. Bencillik etmiyordum hakikati gizlemekle, nefes alıyordum burada. Kollarımda ona sarılacak takat olsun istiyordum. Onun herkese koyduğu mesafeyi aşabilecek kadar güç topluyordu adımlarım. Yapmazdı ama benden kaçsa bile onu yakalayacağımı biliyordum. Artık tüm bu düşünceler zihnimde belirginleşiyordu. Test sonucu gelene dek bekleyecektim. Bu bana birkaç gün daha zaman kazandırırdı. Ve sonra somut bir delille karşısına çıkardım Gonca Saraç’ın. Bunu kendime defalarca söylediğimi, her güne bu niyetle uyandığımı fark edince Elmalı Sur’da duyulacak ufak bir kahkaha attım. Hemen sonra durdum ve gözlerim doldu. Özür dilerim, tüm geciktirdiklerim, tüm kırık cesaretim için…
***
Yuvaya döndüğümde kapıyı kimse açmadı. Defalarca zile bastım. Hiçbir karşılık alamadım. Telefonumu da evde bırakmıştım, kimseyi arayamıyordum. “Nereye gitti herkes?” diye sızlandım. Kızların okuldan dönüş saati geçmişti bile. Melek abla ilgilenir, yemeklerini yedirir düşüncesiyle gecikmiştim. Geri geldiğimde kilitli bir kapı ve boş bir ev bulmayı beklemiyordum. Buz gibi olmuş ellerimi montumun cebine sokup bahçe kapısına doğru yürüdüm. Beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Kızlarla bizimkilerin ilgileniyor olmasını umdum. “Erken gelseler bari.” Bahçe kapısına omzumu yasladım. Etrafa bakındım. Zihnen dinlendiğimi hissediyordum aslında. Yalnızca bedenen yorucu geçiyordu günler. Sorumluluk ağırdı ama her şeye rağmen adım adım mutluluğa yürüdüğümün farkındaydım.
Birkaç dakika sonra Gonca Saraç’ı gördüm. Hızlı adımlarla evinin bahçesinden çıktı. Yanıma geldi. “Gelmişsin” dedi nefes nefese. “Hazırlanmak için eve gitmiştim.” Arkamdaki kilitli kapıya baktım kısa bir an.
“Açıkçası ne olduğunu pek anlayamadım.” Gülümseyip sütlü kahverengi kabanının yakasını düzeltti. Saçlarını da toplamıştı güzelce. Yanakları kızarmıştı. Hızlı hareket etmekten olsa gerekti.
“Bu gün davetliyiz. Nil’in evine gideceğiz. Kızlar, Melek Hanım ve Osman da gelecek. Yemekte birlikte olacağız.”
“Haberim yoktu” dedim sakince. Böyle davetler için bir gün öncesinden haber verilirdi. Ben yokken kapıyı kapatıp çıkmışlardı. Davetli listesinde adım geçmeyince de çağırılmadığımı düşündüm. Tabi şart değildi henüz yabancı sayılan birini evlerine almaları. Yine de ufak bir kibarlık hoşuma giderdi.
“Sen çıktıktan sonra aradılar yemekte birlikte olalım diye. Telefonunu evde bırakmışsın. Nereye gittiğini de bilemedik. O yüzden Melek Hanımı önden yolladım. Ben seni bekledim, birlikte gideriz.” Gonca Saraç’ın sözleri az önceki düşüncelerim yüzünden utanmama neden olsa da yüzümü gülümsetti. Davet edilmek hoştu elbette. Fakat en çok da beni beklediği için mutluydum. Melek ablaya da bırakabilirdi bu işi. Bizzat kendisiydi karşımda duran. “Seni almadan gideceğimizi düşünmedin herhalde? Ve kilitli bir kapının önünde akşama kadar bekleteceğimizi…”
“Aslında…” Şaşkın bir sırıtma vardı yüzümde. Dürüst olmama gerek yoktu. Zaten Gonca Saraç da güldü.
“Ne acayip kızsın” dedi yine. Bir sabah da aynı ifadeyi kullanmıştı. Kendi kızına acayip dediğini bilmiyordu tabi! “Gidelim ama önce…” Elini çantasına atıp bir krem çıkardı, bana uzattı. Ne için olduğunu anlayamadım. Açıkçası hamlelerine, aniden yumuşayan tavırlarına hazırlıksız yakalanıyordum. “Ellerin için.” Kreme uzun süre bakmış olmalıyım ki ufak bir adımda yanıma yaklaştı. “Burası soğuk olur. İnsanın cildi kurur. Senin ellerin de yara olmuş. Krem sür ki canın fazla yanmasın.”
“Teşekkürler” diyebildim sadece. Saklamaya uğraştığım yaralarıma verilen merhemi aldım ve cebime koydum. Yalnızca rüzgârın, kuş cıvıltılarının olduğu sessiz bir yerde beni düşünen bir kadınla karşı karşıya olmak yüreğime dokunuyordu. Boynuna sarılıp ağlamak da makul bir seçenekti tabi. Ben sadece dolan gözlerimi saklamak için gülümseyebildim. “Gidelim mi?” Soruma cevap vermek yerine dikkatlice yüzüme baktı. Bunu öyle belirsiz bir dalgınlıkla yaptı ki baskı altında olduğumu hissetmek yerine gözlerindeki yumuşaklığa teslim oldum. Kolunu kaldırdı, omzumun üstüne düşmüş saçıma uzandı. Dokunmasını, okşamasını isterdim. Bunu bir içgüdüyle yapıyordu. Hissettiği yakınlık, aramızdaki mesafeleri aşmasını söylüyordu ona. Fakat iradesini kullandı ve cevaplanmamış sorularla etrafı çevrili bir yabancıya daha fazla yaklaşmadı. Bir adım geri çekilip kibarca gülümsedi.
“Hadi gidelim” dedi. Arkasını dönecekti ki durdurdum onu. Diyecek bir şeyim yoktu aslında. Sadece bir şeylerin iyiye gittiğini hissetmek içimde tarifsiz hislerden oluşan tomurcukların uyanacağını haber veriyordu. Ve herkesle gülümsemeleri paylaşmak istiyordum. “Ne oldu?”
“Şey… Diyecektim ki?” Seninle yan yana olmak güzel… “Motorla gidelim mi?” Hemen arkamda duran motora bakmak için yana kaydı. Kaşlarını kaldırırken gülecek gibi gözüküyordu.
“Bu yaştan sonra beni bu canavara bindiremezsin.”
“Ne varmış yaşınızda?” diye sordum hayretle. “Hem o bir canavar değil. Tamam, biz arkadaşlar arasında iyi hız yaptığı için bazen böyle deriz. Ama iyi manada, yani güçlü olduğu için.”
“Yeterli bir sebep bence” dedi.
“Yavaş da sürebilirim. Elif’i bindirdim ve tehlike arz eden hiçbir durum olmadı.”
“Elif’i motora bindirdin ve tüm kızlar her gün sana onları da bindirmen için yalvarıyor. Bunu başka gün konuşuruz.” Otoriter tavrını takınmıştı yine. Oflamamak için kendimi tuttum. “Geliyor musun? Gecikmeyelim.”
“Peki, siz bilirsiniz.” Omuz silkip yanına gittim. “Tabi insan bazı şeylerden korkabiliyor” dedim nasihat verir tonda. “Üstüne gitmemek lazım korkuların.” İçimden kıs kıs gülüyordum ama dışarıdan gayet olgun gözüktüğüme emindim. Gonca Saraç’ı kışkırttığıma dair kimse bir delil gösteremezdi.
“Korkmuyorum” dedi net bir sesle.
“Hı hı…” Birden önüme geçip ciddiyetle yüzüme baktı.
“İnanmıyorsun herhalde. Hadi, motorla gideceğiz.” Amacıma ulaşınca iradem dışında ellerimi çırptım. Gözlerini kıstı bu hareketime. “Beni ikna etmek için yaptın değil mi? Yürüyerek gideceğiz. Vazgeçtim.”
“Ama hayır” diye sızlandım. “Laf ağızdan çıktı bir kere. Lütfen, motorla gidelim. Hem yoruldum ben, üşüdüm de…” Kısa bir an durum tahlili yaptı ve sonra isteksizce başını salladı. Motorun yanına gidip kaskı uzattım. Almak istemedi. Esas korunması gereken kişi benmişim. Bir müddet bunun tartışmasını yaptık ve o kazandı. Nihayet motora bindik. Korkmadığını iddia etmesine rağmen ben bir şey demeden belime sarıldı.
“Neyse ki yol kısa” dediğini duydum.
“Canavar sizi daha uzun yollara da çıkarabilir!”
“Hayır Yağmur… Yavaş sür tamam mı? Yağmur!” Nasihat dinleyecek aşamayı geçmiştik maalesef. Canavar koşmak istiyordu!
***
Beş kişilik bir ailenin rahat edeceği salonda on iki kişiydik. Kızlar okuldan dönmüş, Rukiye ninenin etrafına dizilmişlerdi. Görüşmedikleri süre boyunca neler yaptıklarını anlatıyorlardı. Nil, annesine yardım ediyordu. Osman da annesiyle gelmişti. Davete en son biz icabet etmiştik. Herkesle tek tek selamlaştık. Osman’ın sır bulanmış bakışları eşliğinde annesiyle tanıştım. Hoş, tatlı bir kadındı. Güler yüzlüydü. Dış görünüş insan hakkında izlenim yapmakta çok yardımcı olurdu. Firuze teyze orta boylu, yuvarlak yüzlü, hafif toplu fiziği olan bir kadındı. Uzun tozpembe bir elbise giymiş, tülbendini başının üstünden bağlamıştı. Sobanın yanında oturduğu için sıkılmak kıvamına gelmiş yanakları kızarmıştı. Anaç bir ruh gördüm onda. Bir dönem, çalışmak için eve gelen bir kadın vardı. Ona benziyordu. Zihnimde sevmeyi bilen kadınlar böyle görünüyordu. Bu yüzden, gerçek huyu ve kişiliği ne olursa olsun Firuze teyzeyi ilk görüşte sevdim.
Kızlarla da tek tek sarıldıktan sonra Rukiye ninenin elini öptüm. Uzun, kemikli parmaklarında yine çok zarif yüzükler vardı. Ben işaret parmağıma bir tane takmıştım. O, bu sefer beni kucaklamaya karar verdi. Kendine has kokusunun yanında bir de sıcaklığı vardı ki, ondan faydalandığım için biraz daha iyi hissettim. Sonrasında herkes çok acıktığı için sofraya oturduk. Yere uzun bir sofra bezi serilmişti. Üstünde de iki yuvarlak masa yan yanaydı. Kızlar bir arada oturdu. Büyükler de diğer masaya geçti. Ben Elif’in yanına iliştim hemen. Böylece iki masanın kesiştiği yerdeydim. Hem kızlarla, hem de büyüklerle oturmuş oldum. Açıkçası çocuklara alıştığım için rahattım. Ekmeğe, salataya uzanıp ellerimi açık etmediğim müddetçe herhangi bir kaygım yoktu. Eve gidince krem sürerdim, bu sorun da böylece halledilirdi.
Kursağıma lokmalar dizen başka bir etken vardı; Osman. Karşı çaprazıma oturmuş her an bakıp duruyordu. Gonca Saraç’la benzeyip benzemediğimizi mi ölçüyordu? Hiç yeri değildi. Huzurla, taze fasulyemi yerken baskı altında hissediyordum. En sonunda dayanamayıp kaşlarımı çattım. “Ne bakıyorsun?” dedim dudaklarımı oynatmak suretiyle. Uyarılınca hatasının farkına varmış olacak ki başını tabağına eğdi. Nil, Gonca Saraç ve Firuze teyzenin radarına girmemiz dışında endişe verici mesele kalmamıştı. Ben de Osman gibi yemeğime odaklandım. Aysima ödevleri hakkında bir şeyler söyledi. Yardımcı olup olamayacağımı sordu. “Seve seve…” Cevabım onu mutlu edince uzanıp yanağımı sıktı. Bu herkesi güldürdü. Fazla mutlu olunca böyle yapıyordu. Sadece Gonca Saraç’a sarılmakla yetiniyordu.
Sohbet arasında Firuze teyze benim için “maşallah temiz yüzlü çocuk” dedi. Bunu bana hitap ederek değil de arkadaşlarıyla konuşarak yaptığı için duymamış gibi yemeğe devam ettim. Fakat kızlar öyle yapmadı. Elif yanıma sokuldu.
“Yağmur ablam çok temizdir. Hep yüzünü yıkar. Ellerini de yıkar.” Ufak bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. “Prensese benziyor” diye eklemeyi de unutmadı.
“Teşekkürler” dedim ufak bir fısıltıyla. “Sen de öylesin.”
“Firuze teyzen başka bir şeyi kastetti Elif. Senin gibi düşünüyor aslında.” Osman öğretmenliğini yapınca başımı sallayarak onu onayladım.
“Ben de temiz yüzlü müyüm?” diye sordu Zümra. Saçını geriye atmayı ihmal etmedi. Firuze teyze kalbinin kenarlarında konumlanmış bir yanardağ harekete geçmiş gibi coşkuyla doldu.
“Sen pir û pak, tertemiz, mis gibisin kuzum benim. Hepiniz öylesiniz canımın içleri!” Yakında olsa hepsinin başına birer öpücük kondururdu şüphesiz. Kızlar gibi ben de payımı aldım bu samimi hislerden. Yer sofrasında yemek yemiş değildim daha önce. Ama sorsalar, hep bu anda kalmak istediğimi söyleyebilirdim. Ayağım uyuşmuştu mesela, bir önemi yoktu. Şu salondaki sıcak tablo, sohbet beni gülümsetiyordu ya şükretmek için pek çok sebebim oluyordu.
Doyduktan sonra kalktık. Kızları el yıkamaya gönderdim. Sofrayı kaldırmaya yardım ettim. Bulaşık yıkama konusunda pek becerikli değildim. Teklif ettim aslında ama tezgâhın üstü çok doluydu. Nereden başlayacağımı bilememenin verdiği tedirginlik yüzüme yansımıştı. Bu Nil’i güldürdü. Çaya yardım edebileceğimi söyledi. Ben de içeri geçtim. Zaten su değince ellerim acıyordu. Rukiye ninenin yanındaki tekli koltuğa oturdum. Hanımlar kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Dinlerken dinlendim. Vitrinde duran yapay çiçeklere göz attım. Rukiye ninenin yüzüklerini inceledim. Dışarıdan gelen Osman’ın karşımdaki boş koltuğa oturuşunu seyrettim.
Gergindi ama öfkeli değildi. Heyecanlandığını, Gonca Saraç’tan böyle büyük bir meseleyi gizlediği için canının sıkıldığını görebiliyordum. Her şeyi bir gecede bitirmek varken beklemeyi seçen, bana inanmak için sağlam bir delile ihtiyacı olan Osman’dı. Ona yardımcı olamazdım daha fazla. İçine su serpecek hiçbir şey yapamazdım. Öylece oturup bekleyecektik. Ben cesaret kazanırken, gücümü toplarken o yorulacaktı. Fakat en büyük problemimiz Osman’ın fazla açık bir adam olmasıydı. Kızdığını da belli ediyordu, sevindiğini de. Benimle bir sır paylaştığını bir açıkça söylemediği kalmıştı. Herkesin içinde dik dik bakmaktan, aklına esince soru sormak için dışarı çıkmayı teklif etmekten geri durmuyordu mesela. Eğer susmamı istemeseydi bu bir problem olmazdı. İyi bir açıklamam vardı çünkü. Yok, eğer susacaksak zor durumda bırakıyordu beni.
Kadınların koyu sohbetini fırsat bilip bir kez daha uyaran bir bakış attım Osman’a. “Daralttın beni” diye fısıldadım. Ufak bir çocuk huysuzluğunda omuz silkti. Rukiye ninenin dikkatini çektiğimi geç fark ettim. Kadın karşıdaki duvara diktiği gözlerinin vazifesini gören elini uzattı. Muhatabı olduğumu bildiğimden uzandım parmaklarına. “Bir şey mi lazım oldu?” Başını iki yana salladı.
“Sen kimin kızısın?” dedi. Az konuşuyordu, sözleri isabetliydi. Görmediklerimizi gören bir kalbi vardı. Gonca Saraç’ın kızı olduğumu söylemeliydim. Oğuz Bakırcıoğlu yalanını ortaya atmaya utanırdım. İradem dışında Osman’a baktım. Ne yapacağım Osman? Ne demeliyim? Bu kadının hakikati hisseden bir ruhu var. Kokusu kokuma eş bir kadının kızı olduğumu anlıyor sanki.
“Ninem…” Yardım elini uzatan öğretmen sayesinde tuttuğum nefesimi bıraktım. “Yağmur yabancı buralara, tanımazsın anasını babasını.” Rukiye nine bu cevaptan hoşlanmamış gibi kaşlarını çattı. Onu bilge gösteren bir hareketle ağır ağır başını salladı. Elimi bırakmamıştı hâlâ. Çekmek istiyordum aslında. Parmak uçlarını yaralarımın üstünde gezdiriyordu. Sıkılıyordum bu yüzden. Osman konuşunca kadınlar sohbeti kesti. Firuze teyze bizim sessizliğimizi böldü.
“Oğlum yabancı diyorsun ama sanki ben Yağmur’u evvelinden tanır gibiyim.” Güldü düşünmek için elini çenesine götürürken. Yüzüme baktı uzun uzun. “Acayip şey, hiç görmedim seni kızım. Ama ne bileyim, tanıdıksın sanki.” Ruşen teyze başörtüsünün önünü düzeltti. Arkadaşının soru işaretini giderecek bir fikir attı ortaya.
“Ben bilirim sebebini…” Kalp atışlarım hızlanınca yine Osman’a baktım. Sır paylaştığımız insanı onca kişinin arasından öyle kolay arayıp buluyorduk ki. Yüz kişinin arasında olsak da yine öğretmene gideceğimi biliyordum. “Yağmur bizim Gonca’ya çok benzer. Aynı genç kızlık hali.” Yerinde salınıp arkasındaki yastığı düzeltti. “Yüzü, saçı, te gözlerinin rengi bile benzer. O yüzden tanıdık sandın sen Yağmur’u.” Tespitlerini rahat bir ses tonuyla aktarınca Firuze teyze onu onayladı. Gonca Saraç benimle ilgili her konunun merkezindeydi ve bunun hakkında ne düşündüğünü merak ediyordum. Kısa bir an yüzüme bakıyordu ve sonra hiçbir şey söylemeden ortama ayak uydurmaya devam ediyordu.
“İnsan insana benziyor işte” dedim hakkımda konuşulmasından sıkılarak. Öteki odaya gidip yapsalar bunalmazdım da tepeden tırnağa süzüyor, Gonca Saraç’ın genç haliyle kıyaslıyorlardı. Benzerliğimizden dolayı mutluydum. Güzel bir kadındı, annemdi. Yine de bu biraz daha özel kalmalıydı. Rukiye nine de elimi bıraktı. Şimdi daha yumuşaktı ifadesi. Bence istediği cevabı almıştı. Her ne düşünüyorsa bir anda söylemiyordu. Zaten bilgeliğin ilk kuralı konuşmanın zamanını belirleyebilmekti. Ve bu yaşlı kadın sabırlı bir bilgeydi. Her şeye rağmen bu sır üçgeni bana ağır geldi. “Kalksak mı artık? Kızlar da yorulmuşlardır.” Teklifim reddedilmedi. Ev sahiplerinin itirazını da kolayca savuşturduk. Osman kızları arabaya bindirdi. Melek teyze de onlarla gitti. Ben ve Gonca Saraç teşekkürlerimizi sunduktan sonra ağır adımlarla motorun yanına yürüdük.
Sokak lambasının altındaydık. Kaskı Gonca Saraç’a vermek istiyordum ama kabul etmeyeceğini de biliyordum. Kendim takacaktım biraz vicdan azabıyla. Kötü sürmezdim, mesafe de çok uzun değildi ama bir aksilik çıksa ve benim yüzümden biri zarar görse çok üzülürdüm. Kendimce korumaya çalışıyordum sevdiklerimi. Sevdiklerim, dedin. Gonca Saraç’ı seviyorsun. Elif’i, Nil’i, kızları… Gülümsedim iç sesime. Bunu kabullenmiş olmam büyük bir adımdı. Ve koşmuş, nefessiz kalmış gibi hissettirmiyordu.
“Niye güldün?”
“Şey… Güzel bir şey hissettim de…” Gonca Saraç samimiyetime ortak olarak kollarını göğsünde bağladı. Gülümsedi benim gibi.
“Nasıl güzel bir şey?”
“Yani… Sevmek gibi.”
“Kimi?” Sesindeki hoş tını sohbetimize renk katıyordu. Derin bir nefes alıp başımı göğe kaldırdım.
“Göktepe’yi” dedim. Seni, kızları, Nil’i, misafirliğe gittiğimiz evi, Elmalı Sur’u…
“Sevmişsin, gözlerinden belli…” Merakla kıpırdandım yerimde.
“Belli olduğuna göre gerçektir, değil mi?” Buna hemen cevap vermedi. Onaylamasını istiyordum aslında. Sanki o da olumlu bir cevap arıyordu, inanmak için uğraşıyordu. Nihayet derin bir nefes aldı. Az önce yaptığım gibi başını göğe kaldırdı.
“Hava soğuk, hadi gidelim. Kızlar da beklemesin.” Bilge değildik ama cevaplarımızı uygun zamanlarda alacağımızı öğrenmiştik. Gitmek için yola koyulduk…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.45k Okunma |
552 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |