8. Bölüm

8- TAVŞAN VE KAPLUMBAĞA

Zehra
yesilkutuphane61

Caminin yakınlarında küçük bir fırın vardı. Ekmeği oradan alıyorlardı. Genelde Osman getirirdi. Nil uğrarsa ondan isterdik. Bu gün kendim almak istemiştim. Evde beklerken sıkılıyordum açıkçası. Biraz yürüyüş yapmanın kaslarımı açacağını düşündüm. Gece yağmur yağmıştı. Yollar ıslaktı, hava soğuktu. Dallar yapraksızdı, bacalardan duman tütüyordu. Göktepe’nin merkezinde birkaç kişiyle karşılaşıp selamlaştık. Henüz birbirimizi tanımıyorduk ama ayaküstü sohbet ettik. Sonra ben sokak aralarından geçip yuvaya çıkan yokuşlu yola saptım.

Hızlı yürürdüm. Kısa zamanda, köpek sahibi olan ve somurtkanlığı sebebiyle hiç konuşmadığımız komşunun evine vardım. Hâlâ ürküyordum buradan geçerken. Neyse ki o günden sonra köpeği etrafta dolaşırken görmemiştim hiç. Birkaç metre önümde sol tarafımda kalan araziden bir adam çıktı. Sırtı bana dönüktü. Göktepe’nin en sakin sokağındaydık ve ceketi eski, yalpalayarak yürüyen bu adam her kimse pek tekin birine benzemiyordu. Yuvaya doğru ilerlemek için adım atıyor, dengesini sağlayamıyordu. Bahçe duvarının köşesine ulaştığında yaslanıp dinlendi. Sonra yeniden etrafa bakınıp yürümeye çalıştı.

Hızlı adımlarla yanına gittim. Önce kalp krizi geçirebileceği, şekeri düşmüş bir Göktepe’li olabileceği geldi aklıma. Ama sarhoş, dağınık, pis kokan bir adamdı. Yardımcı olabileceğim herhangi bir rahatsızlığı yoktu. Bu yüzden fazla yaklaşmadım. Biraz da tedirgin oldum açıkçası. Başını kaldırıp gözlerini kısarak yüzüme baktı. Bakımsız olduğu için daha yaşlı gözüküyordu ama otuzlu yaşlarındaydı muhtemelen. “Kızım… Kızımı verin bana” dedi çenesinin kontrolünü elde tutamadığı için kelimeleri düzgün telaffuz edemeyerek. Öfkeliydi aynı zamanda.

“Kızın kim?” Bir iki adım geri çekil. Koşarak eve gir. Kapıyı kilitle ve önce polisi sonra Osman’ı ara. Benim kadar hızlı koşamayacağını bildiğim için kafamın içinde dönen plan çok makuldü. Kızı her kimse bu haliyle teslim edeceğimizi mi zannediyordu? Aklıma Elif geldi. Babasının problemli bir adam olduğunu söylüyordu herkes. Karşımda sendeleyen adam Elif’in babasıydı muhtemelen. Kısa bir an etrafıma bakındım. Arkamda Gonca Saraç’ın evi vardı. Aslında oraya koşmak daha mantıklıydı, mesafe kısaydı. Ama onu tehlikeye atmak istemedim.

Sorumu duymamış gibi sessiz kaldı. Yaslandığı duvardan destek almayı bırakıp omzunu dikleştirdi birden. Benim için koşma zamanıydı artık. Tam geriye doğru bir adım atmıştım ki beklemediğim kadar çevik bir hamleyle kolumu tuttu. Diğer elimdeki poşeti de bırakmıyordum. Elime yapışmıştı belki de. Dehşet içinde ufak bir çığlık attım. Kalbim boğazımdan yukarı doğru çıkıyordu hızlıca. “Ne yapıyorsun, bırak!”

“Siz kızımı çaldınız benden! Verin lan kızımı!” Mide bulandırıcı kokusu muydu tiksindiren, kolumdaki kuvvetli parmakları mı kıyaslayamadım o an. Kontrolsüz bir şekilde bağırıyordu. Kızını cebime koyduğumu zannediyordu herhalde! Aklı yerinde değildi. Korkuyordum evet, daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Ama şükür elim ayağım tutuyordu. Damarlarımda gezinen adrenalini derinden hissettiğimde adamın ayak bileğinin biraz üstündeki kısma sert bir tekme savurdum. Acıyla inleyip kolumu bırakması, saldırımın başarılı olduğu anlamına geliyordu. Fakat uzun sürmezdi. Geriye çekilip kaçmak için bir adım attım.

Ama kontrolsüz bir kuvvet kullanıyordu. Bu sefer de ayak bileğimi kavradı. Öne doğru atıldığımdan sertçe yere düştüm. Dizim, avuçlarım çok acımıştı. Yüzümü çarpmamıştım ama saniyeler içinde büyüyen bu mesele hissettiğim korkunun büyümesine neden oluyordu. Adam yine bağırdı. Küfür etti birkaç kez. Göktepe’nin meydanında olsaydık biri bizi görürdü. Fakat burada yardım edebilecek kimse yoktu. Kalkmak için acıyan ellerimi yere koydum. O sırada Melek ablanın bahçe kapısını açtığını gördüm. “Yardım et” diye bağırdım çaresizce. Adam ayağımdaki elini bırakmıştı ama salınarak bağırıp çağırıyordu.

Melek abladan yardım beklerden bir gürültü duydum. Başımı çevirip baktığımda bir tarafta Gonca Saraç, bir tarafta somurtkan olduğu için hiç konuşmadığım komşu vardı. Adam elindeki tüfeği ateşleyince sarhoşun da dikkatini o yöne çekti. Sürünmek utanç vericiydi. Yine de ne yapacağı belli olmayan birinden kurtulmak için şu anda ilk yapabileceğim şeydi. Üstelik motorumun devrilmesine sebep olan köpek üstüme doğru geliyordu ve “bayılacağım” diyebildim nefesim kesilmeden önce.

Sarhoş adamın, köpekten korkacak kadar aklı başındaydı. Somurtkan komşumuzun hakaretleri eşliğinde toplamaya çalıştığı dengesiyle boş araziye koştu. Dehşetle açılmıştı gözlerim. Sadece seyredebiliyordum. Yolun ortasında oturuyordum ve hareket edemiyordum. Gonca Saraç’ın, Melek ablanın ne zaman yanıma geldiğini kestiremedim. Adımı söylüyordu birileri. Köpeğin havladığını duyuyordum. Koluma dokunuyorlardı, yüzüme düşen saçları çekiyorlardı. Kimin yaptığına dair bir fikrim yoktu. Gözüme perde inmiş gibiydi.

O sarhoş sıkıca tutmuştu kolumu. İrkildim can acısıyla. “Bırak” diye bağırdım. Muhatabım boşluktu. Gonca Saraç’ı bulmuştu korkum. Beni teselli etmeye çalıştığının farkında değildim. Az önce yaşadığım dehşeti başa sarıyordu zihnim. Tehlikenin koşarak uzaklaştığını algılamakta güçlük çekiyordum. Sakince adımı söyleyip durdu Gonca Saraç. Kötü bir şey olmadığını, sakinleşmem gerektiğini söyledi defalarca ama zihnimdeki anlama merkezine ulaşmadı kelimeleri. Titreyen ellerimi çektim onunkilerden. Çevik bir hamleyle kalktım. Dizlerimde derman yoktu, şimdi benim bir rotam da yoktu. Nereye gittiğimi bilmeden yürümeye başladım.

“Yağmur” diye seslendi arkamdan. Onun sesini tanıyordu ruhum. Sıcaklığına teslim olmak gibi bir zafiyeti vardı. Koşup yanıma geldi. Koluma girdi. Sürekli yüzüme bakmaya çalışıyordu. Saçı başı dağınık, eli dizi çamur içinde kalmış bir kızdım ben. Üstelik korkmuştum da. Gafil avlanmış hissediyordum. Daha önce defalarca kez düşmüştüm. Attan bile düşmüştüm ama en kötüsünün birinin ayağıma çelme takması olduğunu bilirdim. “Yağmur, canım lütfen…” Ne istiyordu benden? Ne lütfen? Hiçbir şey yapacak halde değildim. “Gel, eve gidelim. Hadi gel.”

“Evim yok” diyebildim. Başımı iki yana salladım. Neredeydim ben?

“Var” dedi. “Güzel bir evin var senin. Şimdi gel… Bir bardak su vereyim sana.” Kolunu omzuma atıp adımlarımı yönlendirdi. Yuvaya gideriz sanıyordum. Onun evinin bahçesine girdik. Beni içeri götürmek istedi. Kaşlarımı çattım bilinçsizce.

“Üstüm kirlendi. Dışarda duralım.”

“Yağmur, ne önemi var kızım! Lütfen zorlaştırma haydi.” Titredi nefesim. Annem bana kızım dedi. Çizmelerimi çıkarmama yardım edip salona götürdü. Oturttu, montumu çıkardı. Gidip su getirdi ama kucağıma düşmüş çamurlu ellerimi görünce kendisi içirdi. Endişesini fark edebilecek kadar kendime gelmiştim. Gonca Saraç’ın evinde, sıcak bir odada ve güvende olduğumu biliyordum. Korku, yerini rahatlamaya terk ediyordu.

Gonca Saraç hiç konuşmadan temiz, ıslak bir bezle avuçlarımı silmeye başladı. Bir yandan söyleniyordu, belki de o sarhoş adama… Sert düşmüştüm, bez değdiği yeri acıtıyordu. Hem bu kadarı da yeterliydi zaten. Elimi çekmek istedim. “Canını mı yaktım?” dedi şefkatle. Benim canım hep yanıyor anne. “Yağmur, ne olduğunu anlatmanı isteyeceğim ama önce kendine gelmen lazım. Topla kendini lütfen. O adam sana bir zarar verdi mi? Biz…” Yüzünü buruşturdu sarhoş adamdan bahsedince. “Bir bağırma sesi duyunca çıkabildik ancak dışarı. Onun, senin karşına çıkabileceğini hiç düşünemedim Yağmur. Uzaklaştırması vardı, gözaltına alınmıştı en son geldiğinde. Ah! Şimdi bunları anlatmanın bir önemi de yok ki… Kızım bir bak yüzüme…” Çenemde parmaklarını hissedince başımı ondan yana çevirdim. Endişesi, telaşı yüzündeki en bariz histi.

“Düştüm ben…” Gözlerim doldu. Sonra birden ağlamaya başladım. Ki bu daha önce olsaydı, kalbim rahatlamak için bu denli gecikmezdi. Dolup taşmazdım. Küçük bir çocuk gibi düştüğüme ağlamazdım.

“Tamam, Yağmur… Tamam kızım…” Beni sağ kolunun altına alıp başımı sinesine sakladı. Orada ağladım, saçımı okşadı. Sakinleşeyim diye bekledi. Usul usul teselli etti. Güvende olduğumu söyledi. Ağlayan bebekler annelerinin kucaklarında sakinleşirdi. Bir koku, bir his, bir kalp atışıydı belki buna sebep olan. Bir şey vardı kadınların şefkatinde. Gözyaşlarını dindiren, korkuyu kapı dışarı eden bir teselli… Ben bununla büyümedim. Fakat bu yaşımda ilk kez tadına vardım. Başımı kaldırıp ardımda kalan dünyaya bakmak istemedim. Gonca Saraç da şefkatini alıp gitmemeliydi başka bir yere.

Geçen dakikalar içinde gözyaşlarım dindiğinde sığındığım sineden ayrılmak zorunda kalacaktım. Bunun korkusu, az önce yaşadıklarımla yarışır hale gelince içi yara dolmuş elimle anneminkini tuttum. “Gitme, olur mu?” diye sordum.

“Gitmeyeceğim, buradayım” dedi. Saçlarımı okşamaktan, yanağını başıma yaslamaktan hiç vazgeçmeyecekmiş gibi emindi kendinden. İyiydim onun kolları arasında. İlk kez bu denli yakındım ona. Kokusunu içime çekiyordum. Seher teyze çocukların düşe kalka büyüyeceğini söylerdi. Düştüğümde kalkabileceğimi ve bu sayede güçlü bir birey olabileceğimi öğütlerdi. Güçlü olmak neydi, beni kaç adım ileri götürürdü? Güçlü olmak anne şefkatinden mahrum kalmaktan daha mı kuvvetliydi? İstemiyordum. Saçımı okşayan, kalbi kalbime yakın atan kadının kollarının arasından ayrılmak istemiyordum.

***

Melek abla odamdan temiz kıyafetlerimi getirmiş. Onları giydim. Çekyatın bir köşesine kıvrıldım yine. Gonca Saraç yere oturup avcuma, elimin üstüne krem sürdü. Onu seyrettim sessizce. Sonra üstümü örttü. İyi hissediyordum, güvendeydim. Korkum geçmişti. Ama gitmek istemiyordum. İlgi arsızı değildim elbette. Fakat Gonca Saraç saçımı okşadıkça şu salondan dışarı çıkasım gelmiyordu. O da göndermedi zaten. Kızlar geldiğinde beni böyle görmemeliydi. Elif, babası yüzünden korktuğumuzu bilmemeliydi. Hassas bir çocuktu. Öğrense çok üzülürdü. Saklı tutacaktık. Sinemiz genişti bizim. Saklanmak için yer çoktu.

Birkaç kez uyuyacak gibi oldum. Gözümün önüne kolumu kavramış kirli eller geldi. İrkilerek kalktım. İçeride çorba yapan kadının haberi yoktu bundan. Sessizliğimi korudum. Onun kızıydım ama Seher teyze yetiştirmişti beni. Biraz şımardığımı hissediyordum. Bir yanım hakkım olduğunu söylese de bir yanım bunun ayıp olduğunu fısıldıyordu kulağıma. Ben de kâbuslarımı saklamaya karar verdim. Bir kere ağlamıştım, teselli etmişti, evini açmıştı. Fazlasına el uzatmadım.

Unutabilirsin, düştüğün yerden kalkabilirsin, dedi içimdeki. Haklıydı. Sağlam bir tekme attın. Korudun kendini. İlk kez böyle bir şey yaşadın. Düşmanını zayıf görmek acemiliğindendi. Tavşan kaplumbağadan hızlı koşardı ama zafiyet gösterdi. Öğrendin Yağmur, bunu da deneyimledin. Bir dahakine… “Bir daha olmazsa sevinirim” diye sızlandım.

Hava kararırken Osman geldi. İçeri öyle bir girdi ki başka bir belaya daha bulaştık sandım. “Oğlum yavaş olsana” dedi Gonca Saraç. Kızdı ama öğretmen direkt karşıma oturdu. Baştan ayağa süzdü dikkatle. Elif kaybolduğunda yüzünde sinirli bir ifade vardı. Beni ürkütmüştü. Yine aynıydı. Bu sefer korkmadım. Hatta burada olduğu için sevindim. Tane tane olmak kaydıyla bir sürü soru sordu. Ben de kısa cevaplarla öğrenmek istediklerini anlattım. O adamı hiçbir yerde bulamazdı. Evinde durmayan bir serseri olduğunu söylüyorlardı. Buna rağmen Osman, aramak için çıkmakta kararlıydı. Gonca Saraç onu sakinleştirmeye çalıştı ama ikna edemedi bir türlü.

“Bulsan ne yapacaksın?” diye kızdım ayakta dikilen öğretmene. Benim bu sitemim biraz daha etkili olmuştu herhalde. Osman dönüp baktı yüzüme. Biraz afallamıştı.

“Yaptığının hesabını soracağım” dedi normal bir şeyden bahsedermiş gibi.

“O senin vazifen değil Osman.”

“Hayır, benim vazifem!” Yine başparmağını burnuma doğrultup ciddi konuşmalarından birini yapacaktı ki ayağa kalkıp karşısına dikildim. Onu tehlikeye gönderince, hiç korkmamış mı olacaktım? Bu günü yaşanmamış sayıp rahatlayacak mıydım? Aksine, Osman’a bir şey olacak, o herif kontrolsüz gücüyle bir zarar verecek diye daha fazla telaş edecektim. Çocuklar, Gonca Saraç, Firuze teyze ne yapacaktı o zaman? Benim hatamdı. Ne diye sarhoşun birinin yanına gitmiştim ki? Koşabileceğime inanıp kendime güvenmem de kabahatti.

“Senin tek bir vazifen var Osman, o da öğretmenlik! Anasız babasız çocuklar birkaç adım ötedeki yuvada seni bekliyor. Sağ salim onların başında durman gerekiyor. Giderek değil, kalarak korursun ancak onları! Duydun mu? Elif, babasının kötü bir adam olduğunu biliyor. Bir de öğretmenine zarar vereceği gerçeğiyle mi yüzleşsin?” Osman düşünmek için sustu bir müddet. Odaya bakındı, sonra elime kaydı bakışları. Yine çattı kaşlarını.

“O bana zarar veremez. Hiçbir şey yapamaz ama ben ona…”

“Bilemezsin! Osman bilemezsin. Ben de onu aciz görüp yaklaştım yanına. Ama uyuşmuş vicdanı. Merhamet edecek kadar kontrollü olsa hareketleri, sarhoş bir halde kızını almaya gelir miydi? Yapma lütfen, kandırma kimseyi. Senin sabrın taşmış sadece. Kendince her şeyi bitireceğini sanıyorsun. Ama bu işin sonunun fena olacağını biliyorsun.”

“Bitmeli zaten” dedi. “Hepiniz zarar göreceksiniz.”

“Ya sen ne inatçı adamsın!” Sesimin tonunu ayarlayamadım. “Takmışsın kafanı zarara ziyana. Tamam, bir tehlike var. Ve çevremizde dolaşıyor. Bu gün ben de tanıştım onunla ve hiç hoşlanmadım. Tamam, buradaki masumların korunması gerekiyor. Peki ya sen… Sen ne olacaksın Osman? Oturup kötü haberini mi bekleyeceğiz! Ya hastaneye, ya hapse gideceksin bu evden çıkarsan. Osman kahraman oldu ve bizi korudu diye teşekkür mü edeceğiz?” Onu etkilemeyecek yumruklarımla göğsünü dövmek istiyordum. “Tam aksine, şu mutluluğu bozdun, birliği dağıttın diye sana öyle kızacağız ki! Emin ol annen bile küsecek sana. Kimseye bunu yapma hakkın yok. O yüzden otur şuraya. Yemek yiyeceğiz birazdan. Bize katıl!”

Osman’ın aşırı korumacı tavrı, kendisini görmezden gelmesine neden oluyordu ve biri bunu durdurmalıydı. Severek üstlendim bu görevi. Zaten geldiğimden beri başım dertteydi polis gibi davranmasıyla. Tabi ben de böyle üstün bir otoriteyle konuşabildiğimden henüz haberdardım. İnsan, ömrünün her safhasında kendini keşfediyordu işte. Osman alnını sıvazladı. Hızlı bir hareketle çekyata oturdu. “Ne yiyeceğiz?” diye sordu sadece. Onca sözün üstüne bunu duymak bir an susmama neden oldu. Ama çıkıp gitmesinden iyiydi.

“Ne bulursan onu yersin. Bekle burada” diyerek tersledim onu. “Yıprattın bizi” dedim yaka silkerek. Gonca Saraç bir köşede durmuş, ikimizi seyrediyordu. Aramıza girmeye cesareti yok gibiydi. Ne kadar huysuz göründüğümüzü tahmin edebiliyordum.

“Hadi mutfağa geçelim” diyebildi sadece. Osman kararından vazgeçtiği için öyle rahatlamıştım ki, açlığımın ne denli büyük olduğunu o an fark ettim. Kahvaltıdan sonra bir şey yememiştim. Yavru kedi gibi yatmıştım koltukta. Sonra öğretmen beyi ikna etmeye uğraşmıştım. Zaten zor bir gündü. Son kalan enerjimi de onun yüzünden harcamıştım. İnatçı herifin tekiydi işte. Polisin yapmadığı neyi yapabilecekti? Başını belaya sokmaya can atıyordu. Yine sinirim zıplayınca dönüp ters bir bakış attım.

“Tamam, buradayım işte.” Sonra da söz dinleyen bir çocuk uysallığıyla mutfağa gitti. Gonca Saraç bir bana, bir duvara baktı. O da Osman’ın peşinden yürüdü. Mutfak ön cephedeydi, genişti. Dört kişilik dikdörtgen bir masadan başka fazlalık eşya yoktu. Su yeşili mutfak dolapları ve köşelere konulmuş saksı çiçekleriyle sevimli gözüküyordu. Duvarda çerçeveler asılıydı. Hepsine tek tek bakmak isterdim ama şu anda sağlıklı düşünebileceğimi zannetmiyordum. Mermer tezgâhın üstündeki tabaklara nohut dolduran Gonca Saraç’ın yanından geçip, çekmeceden çatal kaşık çıkardım. Kendi evimdeymiş gibiydim henüz. Ne yazık ki bu gibi fazla değildi. Osman da bardakları ve ekmeği koydu sofraya. Sonra oturduk. Garip bir sessizlik eşliğinde yemeklerimizi yedik. Her şey hızlı ve olması gerektiği gibi sakin oldu. Kalktık, sofrayı topladık… Zor bir günün ardından normal anlar geçirmek beni mutlu ediyordu.

Osman’a çay teklif etti Gonca Saraç. Ama o, eve gideceğini söyledi. Jandarmayla konuştuğunu, iki kişinin yurdun kapısında nöbet tutacağını da ekledi. Yapılması gerekeni yapmışken bizi strese sokmasına ve böyle yormasına sinirlendim bir kez daha ama sataşmadım. Osman’ı uğurladıktan sonra salona geçtik. Gonca Saraç gülüyordu. Yan bir bakış attım. Sinirsel olarak biraz titizdim açıkçası ve neye güldüğünü bilmediğim için gerildim. Salon kapısını kapatıp yanıma oturdu. Aramızda yığın olmuş bir battaniye vardı. Kolunu çekyatın üstüne atıp yönünü bana çevirdi, bağdaş kurdu.

“Gülmemek için kendimi o kadar zor tuttum ki” dedi. Hâlâ merak ediyordum. “Osman nohut sevmez. Ama o kadar ters davrandın ki çocuğa, bir tabak nohudu ses çıkartmadan yedi. Dibini de ekmekle sıyırdı.” Elinin tersini ağzına kapatıp ufak bir kahkaha attı. Onu hiç böyle gülerken görmemiştim. Tebessüm ettim istemsizce. “Sırf bir şey deme diye yaptığına eminim.”

“Hak etti ama.”

“Uzun süredir burada değilsin ama tanımışsındır Osman’ı. Birine bir şey olacak diye korkuyor.”

“İnsanlar da ona bir şey olmasından korkuyor ama.” Bu itirazım biraz kapsamlıydı. Kısa bir sessizliğe yol açtı. O insanların arasında ben de vardım tabi. Ve Osman’a bir şey olmasını istemezdim. Manasız bir açıklama isteği uyandı içimde. “Yani kimse sevdiği birinin başına bir kötülük gelmesini istemez. Annesini, kızları, sizi kastediyorum…”

“Anladım. Sözcümüz olduğun için teşekkürler…” Güldü ama bunu ne maksatla söylediğini anlayamadım. Belki de mesele kapansa daha iyi olacaktı. Gonca Saraç derin bir nefes aldı. “Biliyor musun, söylediklerinde haklıydın. İnsani bir endişe bu, haklı bir çaba… Bizim oğlanı da bir silkelemek lazımdı. Senin elinle oldu, pardon dilinle…”

“İltifat mıydı?”

“Başarıyla sonuçlandığı için iltifat sayabiliriz.” Güldük kısa bir an. “Yağmur… Artık nasıl olduğunu konuşmak anlamsız ama sen bizim hayatımıza girdin. Evimizde kaldın, sıkıntımızla yüzleştin, yardım ettin. Seni yerde, o herifin yanında görünce çok korktum. Osman’ın aklındakileri yapmak üzere fırladım evden. Komşumuz daha erken davrandı. Somurtkandır ama kötü değildir.” Bir ara ona da teşekkür etmeliydim.

“Benim için endişe ettiniz yani?” Saçma bir soruydu evet. Ama cevabını duymak hoşuma gidecekti.

“Tabi ki… Yağmur, sen bizimle kalıyorsun. Yaşın çok genç, bir hevesle sorumluluk aldın üzerine. Onaylamadığımızı bilerek yaptın bunu. Şartlar kabullenmemizi gerektirdi bir noktada. Ama ben seni bir mürebbiye olarak görmüyorum. Kendince özür dilemeye, iyilik yapmaya çalışan bir kız var karşımda. Ve bir ana babanın evladı. Burada yalnız, bize emanet... Evine dönene dek, emanetsin.”

“Ya hiç dönmezsem?”

“Ailen başka bir yerdeyken dönmemen mümkün mü?”

“Uzun ayrılıklara alışığız.” Buna karşın bir şey demedi. Her sözüne bir bahane bulacağımı hissetmiş gibiydi. Öyle de yapacaktım zaten.

“Yine de insan evini özler” diyerek son noktayı koydu. Evim yok, demiştim. “Ailenle nasıl bir ilişkin olduğunu bilmiyorum. Belki de onlarla tartıştın, bir anlık öfkeyle kapıyı vurup çıktın. Fıtratında bir dik başlılık var. Bunu görebiliyorum. Ama insan kanından olana fazla uzak kalamaz. Küslükleri çabuk bitirir. Sen aynı zamanda sevecen bir kızsın. Sevmek nedir biliyorsun. En azından karşılık vermek için uğraşıyorsun. O yüzden ailene döneceğinden bir şüphem yok. Hatta bunu yapmalısın. En çok ben destekleyeceğim seni. Kızlar çok üzülecek, bizi ziyarete geleceğin günleri bekleyecekler ama süreci en yumuşak haliyle atlatacağız. İnan bana, tüm dünya bir araya gelip sana özlem duysa bir annenin yüreğindeki hasrete erişemezler.”

Beni çok özledin anne. Beşiği boş kalan yavruna yirmi üç senelik hasret biriktirdin. Dünya bıraktı ağlamayı, senin gözündeki keder silinmedi. Dünyanın haberi olmadı bizden, yaralar kanadı durdu. Suçumuz yoktu tesellimiz olmadığı gibi. Ne yazık, sersem bir kızın var. Karşında ama lafı dolandırdı durdu. Düzeltecek, biraz sabır istiyor aslında. Sanki hiç etmemişsin gibi. Sanki bardağın dolmamış, bir damla fazlası taşırmayacakmış gibi.

“Senin ailen var mı?” dedim birden. Mesafeyi aştım. Gonca Saraç’ı zor durumda bıraktım. Nasihat istemiyordum. Gizlice tanışıyorduk. “Yani kızları, Nil’i, Osman’ı kastetmiyorum. Bir eşin, çocuğun var mı? Annen baban var mı?” Çekyatın üstündeki kolunu kucağına indirdi. Alt dudağını ısırdı, bakışları duvarda gezindi.

“Anne babam rahmetli oldu. Bu toprakta doğup büyüdüler, buraya defnedildiler.” Metanetli bir tebessümle kalkıp karşı duvardaki çerçeveyi aldı ve tekrar yanıma oturdu. “Bak, bu babam.” Heybetli, pala bıyıklı bir adamdı dedem. Üstündeki takım da yakışmıştı. Çizmeleri çekti dikkatimi. İşaret parmağımı fotoğrafta gezdirdim. “Seni görünce aklıma gelen kişi babamdı. O hep uzun çizmeler giyerdi. Tarlaları vardı, işçileri… At üstünde heybetli bir adamdı.”

“Ben de ata binerdim” dedim sözünü kesip.

“Yaşasaydı ve karşılaşsaydınız iyi anlaşacağınızdan şüphem olmazdı. Nasıl olduğunu pek anlayamıyorum ama benziyorsunuz. Huy olarak yani.” Ben nasıl olduğunu çok iyi anlıyordum. “Ve sonra…” Derin bir nefes alıp çerçeveye baktıktan sonra bakışlarını yüzüme çevirdi. “Her şey değişti.”

“Nasıl yani?” Omuz silkti cevap vermeden önce.

“Her düzenin değişeceğini unutmuş heybetli insanlar, büyük dersler aldılar.” Anlayamıyordum, keşke açık konuşsaydı. “Uykun gelmedi mi senin? Uzun hikâyeler mi dinleyeceksin bu saatte?”

“Dinleyebilirim.” Hevesime karşın tebessüm etti. Soğuk, yorgun ve kaçak…

“Sanırım ben anlatamam” dedi dürüstçe. Saygı duydum, kabullendim. Anlatması zor şeyler için onu zorlamaya hakkım yoktu. “Çekyatı hazırlayayım sana.” Yerinden kalktı ve beklemeden odaya gitti. Ben de kalkıp battaniyeyi katladım. Duvardaki fotoğraflara baktım biraz. Birkaç dakika sonra Gonca Saraç, elinde yorgan yastıkla geldi. Boş çekyatın üstüne koyup diğerini açtı. Ona yardımcı olmak için çarşafı almıştım ki yanıma yaklaştığında burnunu çektiğini fark ettim. Kaba sayılacak bir hareketle önünde durdum. Kızarmış gözlerine baktım.

“Ağlamışsın…” Ağlayan birine bu söylenmezdi. Hele de acısının sebebini bilirken, hele de o saklanmak için odaya gitmişken. Ama son dönemde benim hayatımda pek normal şeyler olmuyordu zaten. Etik dengem şaşmıştı.

“Hayır” diye yalan söyledi. İspatlamak için parmak uçlarımla yanağındaki ıslaklığa dokundum. Bu kadar yaklaşmam onu tedirgin ediyordu. Onun aksine ben yanında olmaya can atıyordum.

“Özür dilerim. Üzmek istememiştim.”

“Sen üzmedin zaten” dedi. “Bir suçun yok. Özür dileme lütfen.” Benden uzaklaşıp çarşafı aldı. “Yatalım mı artık? Uzun bir gündü.” Kısa sürede yatağımı hazırladı. Üstümdekiler pijamadan halliceydi zaten. Değiştirmedim bu yüzden. İlk defa annemin evinde uyuyacaktım. Bunun daha farklı şartlar altında olmasını hayal etmiştim aslında. Fakat elimdekiyle yetinmeyi öğreniyordum Göktepe’de. Kendi imkânlarımla yürüyordum. Her şey hazır olunca Gonca Saraç bana iyi geceler dileyip odadan çıkmaya yeltendi.

“Bir dakika” diyerek durdurdum onu. Söyleyeceğim son bir şey vardı. “Heveslerim için ufacık kızların kalbini kıracak biri değilim ben. Hep kalmam gerekirse kalırım. Gitmem gerekirse giderim. Hayat herkese bir şey öğretir. Ben bencillik edemeyeceğimi öğrendim. Üstelik kolay yoldan elde etmedim bu öğretiyi. Gördüm, yaşadım. Kimsesiz çocuklara karşı anlayışsız ve vurdumduymaz değilim.”

Gonca Saraç söylediklerime karşın düşünceli bir sessizliğe bürünmeyi tercih etti bir müddet. Derin bir nefes alıp verdiğini duydum. “İyi geceler Yağmur. Bir şeye ihtiyacın olursa ben odamdayım. Seslenmen yeterli…” Kapıyı çekip çıktı. Merak etmiyor muydu sözlerimin altında yatan sebepleri? Sessizlik konusunda iradeli bir kadındı. Ben bunu kabulleneli çok olmuştu. Belki bir gün uzunca konuşurduk. O anlatırdı, ben dinlerdim. Bana dair sorular sorarsa cevap verirdim. Başımı yastığa koyup sokak lambasının aydınlattığı tavana baktım.

İlk uykum değildi bu. Ama annemin evinde ilk gecemdi. Bu evde mi doğmuştum ben? Sesimi hapsetmiş miydi duvarlar? Yan odada eşyalarım saklanıyor muydu mesela? Kıyafetlerim dolapta mıydı? Göktepe’de büyüyen bir kız olsaydım nasıl biri olurdum? Annem nasıl davranırdı bana? Yine bu kadar çok etkinliğe katılır mıydım? “Ne kadar çok ihtimal var” diye mırıldandım. Sonra ellerimi havaya kaldırdım. Birer birer kapattım parmaklarımı. İki tanesi kaldı geriye. “Onda iki” dedim. “Anneme kavuşunca tüm meraklarımı gidereceğim.”

 

Bölüm : 20.11.2024 11:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...