9. Bölüm

9- GÜRÜLTÜLÜ FISILTI

Zehra
yesilkutuphane61

Gün doğarken uyandım. Gecem Gonca Saraç’ın dilekleri kadar iyi geçmemişti. Karanlıktan, gölgelerden bir el daima koluma yapışıyor, düşmeme neden oluyordu. Ne bağırabildim, ne kurtulabildim kâbuslarımda. Uyumak bu gecenin en yorucu tarafıydı. Sabaha eriştiğim için derin bir nefes aldım. Karanlığın huzursuz edici bir yanı vardı. Saatlerce tepeme dikilmişti. “Neyse ki bitti” dedim. Yorganımı, çarşafımı katlayıp bir kenara koydum. Salonu düzelttim. Sonra üstüme hırka alıp dışarı çıktım. Gonca Saraç uyuyordu. Bu saatte bir ben ayaktaydım, bir de kuşlar. Onlar sessiz değildi benim gibi. “Benim yerime de söyleyin” diye fısıldadım.

Bahçe soğuktu. Birkaç esneme hareketi yaptım. Yürüyüşe çıkmaya cesaretim yoktu, yuvaya da dönemezdim bu vakitte. Herkes uyuyordu. Çiçeklerle dolu bu bahçede zaman geçirmeliydim belki de. Önce güllerin yanına gittim. Köşedeki duvarın dibinde kırmızı, pembe birer süs gibiydiler. Yapraklarında yağmur damlaları vardı. Dokununca düştüler. “Sizi ayırdığım için üzgünüm” dedim gülerek. Dikenleri tehditkârdı. Geri çekilip saksı çiçeklerinin hizasında diz çöktüm. Hava soğuktu. Yaprakları dökülmeye başlıyordu çoğunun. Açıkçası bitkilerin nerede, ne şartlar altında bakılması gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Yeniden tomurcuklanırlar mıydı, rengârenk olurlar mıydı bilmiyordum.

Kalkıp kapının yanına doğru ilerledim. Bahçe duvarının üstündeki demir parmaklıkları sarmış pembe begonvilleri seyrettim biraz da. Hatta ufak bir hata yaptım ve koklamak için yaklaştım. Özellikle bahar aylarında beni zor durumda bırakan polen alerjim yüzünden hapşırmaya başladım. “Hayır hayır” diye sızlandım geri çekilirken. Üç, dört, beş… Bu sayının çoğalacağından endişe edip etrafıma bakındım. Evin sol tarafında ufak bir lavabo vardı. Hızlıca oraya gidip elimi yüzümü yıkadım. Çiçekler güzeldi ama yaklaştığımda bedelini ödüyordum.

Sandalyelerin yanına gidip birine oturduğumda iki kez daha hapşırdım. Bu süreç benim için gürültülü değildi. Yalnızca yorucuydu ve kızarmış bir burun, sulanmış gözler bırakıyordu geriye. Islak yüzüme rüzgâr çarpıyordu. Bir havluya veya peçeteye ihtiyacım vardı. Güzel ve hoş bir sabah, işte böyle mahvedilebiliyordu. Kendimi tebrik ettim usulca. Kalkmaya yeltendiğimde ev kapısının açıldığını duydum. Gonca Saraç üstünde kalın bir hırka, elinde de havlu peçeteyle terliklerini giyip yanıma geldi. Yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu.

“Yetiştiniz” dedim peçeteyi alırken.

“Hasta mı oldun Yağmur? Mutfağın penceresinden gördüm hapşırdığını. Sağlık ocağına gidelim istersen.” Burnumu çekip başımı iki yana salladım.

“Yok, alerjim var. Çiçekleri kokladım da…” Güldüm halime. “Bazı yasakları ihlal ediyorum. Sonra da başıma bu geliyor.” Bir kez daha hapşırdım.

“Astımın var mı?” diye sordu Gonca Saraç.

“Evet” dedim “nereden anladınız?” O, cevap vermek yerine yüzüme bakmaya devam etti. Bazen ne düşündüğünü anlamak zor oluyordu. “Çocukluk dönemimde tedavi gördüm. Şu anda iyiyim. Toza, polene fazla yaklaşmazsam her şey yolunda.” Suskunluğu uzayınca doğrudan gözlerine baktım. Benimkiler alerji yüzünden doluydu ama onun bulutlarını ne harekete geçirmişti anlayamadım. “İyi misiniz?” Bu onu kendine getirmiş olacak ki parmak uçlarıyla kuruladı görüş alanını bulanıklaştıran ıslaklığı.

“İyiyim” dedi. “Sadece çok benziyorsun. Bu… Benim için zor oluyor.”

“Kime?” Sırtını sandalyeye yasladı. Çiçeklerine baktı. Hızlı ve dürüst bir yanıt vermeyecekse başka şeylerle dikkat dağıtıyordu. “Kime benziyorum?” diye sordum yine.

“Tanıdığım, çok sevdiğim birine.”

“Nerede şimdi? Bir fotoğrafı var mı? Tanışabileceğim biri mi?” Güldü acı acı.

“Öyle olmasını çok isterdim.”

“Uzakta mı?”

“Çok…” Duyduğum en gürültülü fısıltıydı bu.

“Belki bir gün gelir.”

“Öyle olmasını hep istedim” dedi yine.

***

Hafta sonu olduğu için kızlar evdeydi. Ben de erkenden yuvaya gittim. Kapıda iki jandarma vardı. Gün boyu evde duracağımız için çocuklar onları görmezdi. Yani en azından öyle umuyorduk. Korkmaları en son isteyeceğimiz şey bile değildi. Kahvaltıya yetiştiğimde Melek ablanın patates kızarttığını gördüm. “Bana da var mı?” diye sordum. Çok severdim kızartmayı. Kızlar beni fark edince ayağa kalktılar. Sarılmak için yanıma geldiler ve dün nerede kaldığımla ilgili bir sürü soru sordular.

“E soğudu patatesler” dedi Melek abla. Elimden geldiğince gülümsüyordum ama onun gergin olduğu belliydi. Dün yaşananlar onu da etkilemişti. O adamın yine kapıya dayanması, birine zarar verme ihtimali kadını korkutuyordu.

“Hadi hadi, çok acıktım” diye sahte bir aceleyle sofraya koştum. Kızlar da beni takip etti. Onların neşesinden başka bir şey endişelerime sünger çekemezdi herhalde. Her şeyden habersiz, masum gülücükleri renk katıyordu sabahıma. Zümra zeytin yemiyordu, Elif domates sevmiyordu, Ayşe kayısı reçelinden uzak duruyordu, Sude de peynire mesafeliydi. Aysima büyük bir iştahla hepsinin eksiğini tamamlıyordu. Yanaklarının içi doluyken dudakları ufak, pembe bir leke gibi görünüyordu. Dayanamadım, uzanıp yanaklarını avcumun içine aldım. “Tatlı niyetine seni yemek lazım.”

“Reçel ye” dedi sevgi patlamamdan kaçıp. Açık sözlüydü ve bu hoşuma gidiyordu. Sınır ihlali yapan ellerimi çekip dediği gibi ekmeğime reçel sürdüm. Ağzıma attım Aysima gibi iştahla. Sude çatalını masaya bırakıp yüzüme baktı. Aralarındaki en mesafeli çocuk oydu geldiğimde. Şimdi de sakindi ama cana yakın tarafını paylaşıyordu benimle. Çok konuşkan değildi. Söylediklerinin gerekli olmasına önem veriyordu. Bu yüzden ben de onun fikirlerini dikkatle dinliyordum.

“Sen de Aysima gibi her şeyi sever misin Yağmur abla?” Yemek seçen biriydim aslında. Bazı sebzeleri yemezdim. Kızları kötü etkilemek de istemiyordum. Yine de dürüst olmalıydım.

“Tabağıma koyduğum her yiyeceği çok severim” dedim. Hepsi birden tabağıma baktılar.

“Peynir sevmiyorsun o zaman?”

“Az önce ağzıma atıp bitirdim.” Aynı tarafta olduğumuzu düşünmüştü. Yine de cevabımı kabullenip başını salladı.

“Peynir yemezsen dişlerin çürür.” Ayşe, büyüklerinden duyduğu bir bilgiyi ortaya attı. Sude bunu kabullenmedi. Aysima’ya baktı.

“Koca reçel kâsesini bitiriyor. Onun dişlerine bir şey olmuyor. Oysa tatlı da zararlı.”

“Peynir yememek de zararlı” dedi Aysima. Arkadaşını umursamadı bile. Patatesini yemeye devam etti. Tatlı sohbetlerini dinlerken içimde patlamak üzere olan gülme tufanını durdurmaya çalıştım. Bürokrat ciddiyetinde kendi fikirlerini savunurken öyle keyifli bir tablo oluşturuyorlardı ki hepsinin yanaklarını sıkasım geliyordu. Ama bunun olmasını isteyeceklerini sanmıyordum. Dediğim gibi; ciddiydiler.

Tüm bu konuşmalar olurken Elif sessizdi. Tabağındakilere iştahsızlıkla bakıyor, pencerenin ardını seyrediyordu. Yol ile bahçeyi ayıran sarmaşıklar yüzünden jandarmalardan haberdar olamazlardı. Odalarının penceresinden de görmedikleri belliydi çünkü hiç sormamışlardı. O sebeple minik kızın dışarıyı seyretme hevesinden endişe etmedim. Fakat neşesizdi. O hep yakınımda olmayı severdi. Yüzüme bakar, sorular sorardı. Bu sabah farklıydı hali. En son o sarılmıştı bana. Yanımda da oturmuyordu.

Kahvaltı bittiğinde kızlar ellerini yıkamak için banyoya gittiler. Ben de peşlerinden onları takip ettim. Elif sıranın sonundaydı. Elini yıkadı, hızlı davranıp o havluyu kullanana kadar da ben temizlendim. Havluyu yerine asmasına yardım ettim. Yüzüme bakmıyordu yine. Onu üzecek bir şey mi yapmıştım? Dün gelmediğim için mi böyle davranıyordu? Yalnız kalmamızdan faydalanıp Elif henüz banyonun kapısındayken arkasından sarıldım. “Bu gün nasılsın tatlı arkadaşım?” diye sordum sevecen bir sesle. Minik bedenine sardığım kollarımı okşadı. Sonra elime uzandı. Yumuşaklığına teslimdim, iletişim kurmaya çalışıyordum. Fakat beni şaşırttı. Avuç içimi açtı.

“Bunu babam mı yaptı?” dedi kırmızı çizikleri göstererek. Hemen çekilip yüzünü bana dönmesini sağladım. Dizlerimin üstüne çöktüm. Bunu nasıl öğrenmişti, nasıl tespit etmişti bilmiyordum ama üzülmesini engellemeliydim.

“Hayır” diyerek itiraz ettim. Hiçbir çocuk yalan söylediğimi anlayamazdı. Gülümsüyordum bir kere. “Yine komşunun köpeğini gördüm ve kaçmak isterken düştüm.” İnanmasını bekliyordum ama olmadı. Gözleri doldu.

“Melek teyzemi duydum ben. Babam gelmiş. Kapıda da jandarmalar var. Seni babam düşürmüş.” Bir çocuk karşısında ne diyeceğini bilemeyecek kadar aciz kalmak en kötüsüydü ve bununla yüzleşiyordum. Elif’in yerine koydum kendimi. Ben de az ağlamamıştım birkaç büyükten duyduğum söz yüzünden. Onlar gizli ve sessiz olduklarını zannederlerdi ama kapı arkasında duracak bir çocuğu hesaba katmazlardı. Ayağa kalktım. Eskiyi hatırlayıp üzülmek yapacağım en büyük hataydı şu an için. Elif’in elini tuttum ve kendi odama götürdüm. Mesafe kısaydı zaten. O da ayak uydurdu adımlarıma. Sessizce ağladı. Yatağıma oturttum. Küçük bedenine sıkıca sarıldım. Dün Gonca Saraç’a yaptığım gibi sığındı sineme. Kuvvet buldu, korkusuna teselli aradı.

Sonra nasıl vardığını anlamadığım bir kanaatini paylaştı benimle. “Keşke babamın yanına gitsem Yağmur abla.”

“Nasıl yani? Onun yanında olmak mı istiyorsun?” Burada mutlu olduğunu sanıyordum oysa. Elif’in sözleri kafamı karıştırdı. Bir yandan saçını okşamaya devam ediyordum ama hareketlerim daha yavaştı.

“Aslında istemiyorum. Ama o beni almak için geliyor buraya. Herkese zarar veriyor. Bizi korkutuyor, sizi ağlatıyor. Ben gitsem bunların hiçbiri olmazdı. Hepsi benim yüzümden.” Ne demek istediğini anlayınca da rahatlayamadım. Ufacık bir çocuğu böylesine üzen adama öyle sinirlendim ki farkında olmadan yumruğumu sıktım.

“Büyükler hata yapıyor Elif’ciğim. Sen ufacık, masum bir kızsın. Senin yüzünden olmuyor hiçbir şey. Lütfen böyle düşünme.”

“Ama ellerin acıdı” diye itiraz etti. Unutmuştum yaralarımı. Tesellisi mümkün olmayan bir acı vardı kucağımda. Sorumsuz ve kötü bir adamın eseriydi gözyaşları. Yüreğinde bir yara açılmıştı. Ömür boyu kanamasından korkuyordum.

“Sana bir şey sorayım mı?” dedim bir müddet sonra. Elinin tersiyle yanağındaki ıslaklığı sildi. Başını salladı yüzünü gömdüğü yerden kaldırmayıp. “Bu biraz büyük bir soru. Ama sen ne demek istediğimi anlarsın. Öyle hissediyorum.” İyice meraklandı.

“Sor” diye mırıldandı.

“Düşünce dizin birazcık acır, sonra geçer değil mi?” Onayladı. “Peki üzüldüğünde, kalbinin acısı hemen geçer mi?” geriye çekilip kızarmış gözleriyle yüzüme baktı. Elini kalbine koydu.

“Kalbimde kötü bir his oluyor. Ağlayasım geliyor ve ağlayınca da üzüntüm bitmiyor. Bazen Gonca teyze bana sarılıyor. Geçtiğini zannediyorum ama yine ağlayınca geçmediğini anlıyorum. Kalp acısı bu mudur?” Ah Elif, keşke hiç bilmesen kalp acısını. Keşke şu büyük sorularının ne olduğunu anlamasan. Acıları keşfetmek için bu kadar erken davranmasan… Ama madem tanıştın birkaç kederli bulutla. Onları kovmamız lazım. Başımı salladım. Sevimli, kızarmış burnuna dokundum içimizdeki fırtınaya rağmen gülümseyerek.

“Sana dürüst olacağım.” Avuçlarımı açtım. “Hiç acımıyor, hem de hiç. Beni ağlatmıyor, üzmüyor. Gece uykumu kaçırmıyor.” Kaşlarını hafif kaldırınca yüz hatlarının gevşediğini fark ettim. Sözlerim onu rahatlatmışa benziyordu. “Ama sen kendini suçlarsan… Kendini üzersen… Bir gün buradan gidersen hepimiz öyle üzülürüz ki kalbimiz acır. Biri bize sarılsa bile ağlamamızı durduramayız. Seni çok özleriz, merak ederiz…”

“Hiç gülmez misiniz?” Hayır, anlamında başımı salladım.

“Hem de hiç…”

“Ağlamanızı istemiyorum” dedi dudağını büzerek. “Kardeşlerimin mutlu olmasını istiyorum.”

“O zaman onlara sarılmayı hiç bırakma. Birlikte çok güçlü bir ekipsiniz. El ele tutuşursanız sizi kimse yenemez.”

“Babam bile mi?” Baba kavramının bir düşmanı anımsatması ne acıydı! O sarhoş adam ayakta duramıyor, bir köpekten korkuyordu. Gücü ancak zayıfa yetenlerdendi. Adi! Bu düşüncelerim küçük bir çocukla paylaşılmaya uygun değildi. Filtreleyemezdim de.

“Hiç kimse” dedim kararlılıkla. “Burada kocaman bir ailen var. Kimse seni onlardan ayıramaz. Aile çok güçlüdür Elif. Kuvvetli bir dev gibidir.” Bu benzetme onu gülümsetti. Omuzları dikleştiğinde derin bir soluk bıraktım.

“Senin ailen de güçlü bir dev mi?” Yüzümdeki gülümseme solmaya meyilliydi. Benim ailem sahteydi, gerçeğine de kavuşamadım henüz.

“Siz daha güçlüsünüz” dedim son kuvvetimle neşeli taklidi yaparak. Parmaklarımı, gıdıklamak üzere karnına yaklaştırdım. “Sizin ailenize katılacağım. Ve beni de aranıza almak zorundasınız yoksa seni hep gıdıklarım!” Ağlayarak girdiği odada kahkaha atan Elif, farkında olmadan yaralara merhem sürüyordu. Küçük kalbinde kara delik gibi büyüyen acıların yer etmesine izin veremezdik. Madem biz büyüklerdik. Madem kabahat, kesici alet gibi bizim elimizdeydi. Merhemleri de biz sürmeliydik. Gerçi ben ne zaman büyüdüğünü bilmeyen bir çocuktum. Belki de yalana inanmıştım. Belki de büyümemiştim. Annesiyle tanışmayan çocuklar ne zaman yetişkin olurdu?

***

Kapımızı çalan sadece kötülük değildi. Pazar günü Zümra’nın doğum günüydü. Ben balonları gördüğümde haberdar oldum ancak. Söylemedikleri için sitem ettim çünkü hepsi hediye almış, hazırlanmışlardı. Önceden bilseydim merkeze gider, ben de bir şeyler alırdım. Çok büyük partilere katılmıştım. Hiçbiri böylesine kıymetli değildi. Pastayı Firuze teyze yapmıştı. Nil kısa zamanda etrafı süsledi. Gonca Saraç Göktepe’deki çocukları getirdi. Kızlar sınıf arkadaşlarını görünce çok sevindiler. Burası onların eviydi ve misafir ağırlamak gururlarını okşuyordu. Hepsi çok tatlı olmuştu. Elbiseleri temiz ve şıktı. Ruşen teyze saçlarını örmüştü. Yan yana dizildiklerinde Osman hepsinin fotoğrafını çekti. Çerçeveletip duvara asacaktı.

Doğum günü bir sürpriz sayılmazdı. Hazırlık aşamasını izlemişlerdi. Ama eğlenceli ve kıymetliydi kızlar için. Zümra bu özel günün başrolündeydi ve bunu belli etmekten çekinmiyordu. Bir sürü çocuğun içindeydik. Gürültü vardı, memnun etmeye çalışıyorduk hepsini. Pasta ortaya gelene kadar epey yorulduğumu hissettim. Bir ara Gonca Saraç’la göz göze geldik. Başını yana eğip gülümsedi. Yapacak bir şey yok, bakışı attı. Kaldığım yerden devam ettim düzeni sağlamaya. Bir oğlan vardı, Murat. Çok yaramazdı. Arkamı döndüğümde merdivenin tırabzanlarına tırmanmış halde buluyordum onu. İndiriyordum, bu sefer sandalyeleri üst üste koyuyordu. “Ne bu tırmanma aşkı” diye sızlandım.

Osman kollarını göğsünde bağlamış, omzunu da mutfağın kapısına yaslamıştı. Derbeder halimi seyrediyordu keyifle. Gözümün önüne düşen bir perçemi üfleyerek ittirdim ve savaş aleti olarak kullandıkları yastıkları kucaklayıp bir köşeye yığdım. Sonra da ellerimi belime koyup yardım etmesi için kibar bir bakış attım. Yorucuydu, ben bir öğretmen olamazdım. Murat gibi üç tane öğrencim olsa mesela, istifa dilekçemi yazardım. Bu kutsal mesleği icra edenlere saygım arttı. Osman da daha fazla bekletmedi beni. Önce ellerini birbirine vurarak çocukların dikkatini çekti. Sonra o otoriter sesiyle herkese sakin olmasını ve sandalyelerine oturmalarını söyledi.

Çocuklar öğretmenlerini dinlediler. Biri bile haylazlık yapmadı. Osman bunu başardığı için bir madalyayı hak ediyordu gözümde. Takdir dolu bakışlarımı esirgemedim. Yiğidin yakasına yapışsam da hakkını yemiyordum. Sonra Melek abla pastayı getirdi. Zümra, kız kardeşlerini yanına aldı. Doğduğu günü onlarla olan birlikteliğiyle taçlandırdı. Böylesine duygulanacağımı tahmin edebilseydim kapıya yakın dururdum. Dün Gonca Saraç’ın yaptığı gibi parmak uçlarımla, kimseye sezdirmeden kirpiklerimdeki ıslaklığı sildim. Uzun, güzel ömrü olması için Zümra’ya dua ettim.

Çocukların hepsi hediye getirmişti. Çoğu toka ve bileklikti. Tam da doğum günü çocuğunun seveceği türden eşyalar. Sonra büyükler hediyelerini verdi. Yetişebileceğimi bilseydim, sabah merkeze gidip gelirdim. Şimdi böyle eli boş bekliyordum. Telafi etmem lazımdı. Yarın bir hediye de ben alırdım. Nasıl olmuştu da herkesin bildiği bu doğum gününden habersiz kalmıştım? Bir yandan da buna şaşıyordum. Önce Gonca Saraç, sonra Nil, sonra Firuze teyze verdi hediyesini. O sıra Osman yanıma geldi. Kimseye sezdirmeden ufak bir paket uzattı bana.

“Doğum günü çocuğu ben değilim. Karıştırdın herhalde, Zümra’ya vermen gerekiyordu” dedim. Güldü söylediğime.

“Önce bir kitap aldım okuması için. Sonra da başka mağazada süslü bir toka gördüm. Onu da beğenip aldım. Kararsızdım, böylece iki hediyem oldu. Görüyorum ki senin almaya fırsatın olmamış. Paylaşalım istedim.”

“Çok ince bir düşünce ama ne kadar samimi olur bilemedim. Sonuçta ben almadım. Kandırmış sayılmaz mıyız?”

“Tabi ki hayır, bu masum ve hoş bir davranış. Üstelik bence hepimiz hislerimizde çok samimiyiz.” Israrla uzattı hediyeyi. “Zümra da mutlu olur. Hadi, sıra bize geliyor.”

“Beni kurtardın” dedim paketi alırken “teşekkür ederim.” Daha fazla bekletmeden biz de hediyelerimizi verdik. Osman’ın bahsettiği samimiyet bu günü kurtarmıştı. Zümra’nın mutluluğu görülmeye değerdi. Kenara çekildiğimizde “içimden seni tebrik etmek geliyor” diye fısıldadım Osman’ın duyacağı bir tonda. Şaşırdı ama duyduğu iltifat onu memnun etti.

“İstediğin zaman edebilirsin” dedi. Beni bunaltıcı gördüğüm bir durumdan kurtardığı için sevincimi göstermek adına ufak bir cömertlikte bulunmuştum. Bence yeterliydi. Soğuk bir kibarlıkla gülümsedim.

“Çok sık olacağını sanmıyorum, fazla alışma” diyerek uyardım onu. Elini cebine atıp karşıma geçti. Yan yanayken göze batmazdık ama direkt önümde durunca insanlarla bağımı kesiyordu.

“Eğer burada kalacaksan…”

“Tabi ki!”

“O zaman çok sık olacak.” Fazla mı kibirliydi? Gözlerimi kısıp küçümser bir bakış attım öğretmene.

“Tevazu fazlalığından öldü yazsınlar mezar taşına.” Söylediğimle ufak bir kahkaha attı. Burada kalma meselem gayet ciddiydi aslında.

“Çok beğendim bu fikri. Muhakkak yazsınlar” dedi.

“Bir öl de bakarız.” Tek kaşını kaldırıp kenara çekildi. Firuze teyze direkt karşımızdaydı. Sağına Ruşen teyzeyi, soluna da Melek ablayı almış yüzüme bakıyorlardı. Oğlunun beni ne kadar zor durumda bıraktığını, sinirlendirdiğini, zorla DNA testi yaptırdığını biliyor muydu acaba?

“Bu söylediğini anneme dersem sana pasta vermez.” Osman’ın kurduğu cümle ilkokul düzeyindeydi ama ses tonu ve yüzündeki ifade gayet netti. Yan bir bakış attım ona.

“Kabahatlerimizi ortaya dökeceksek seni eve bile almaz. Beni bağrına basar, bir de yeni bir pasta yapar.”

“Biricik oğluna karşı hiç şansın yok.” Meydan okuyan bir bakış atıp masanın üstündeki pasta tabaklarından birini aldı. Mutfağa geçip oturdu. Bir ben kalmıştım yemeyen. Gonca Saraç’ın yanındaki boş sandalyeyi gözüme kestirdim. Elime bir tabak alıp oturdum. Çocuklar oturdukları için ortam daha sakindi. Ve bu, günün en iyi yanlarından biriydi.

“Osman’la aranız iyi sanırım.”

“Efendim…” Etrafa bakınırken Gonca Saraç’ın benimle konuşmasını beklemiyordum. Kadınların sohbetine dahil olur sanmıştım. Cümlesini ikinci kez tekrar ettirmemek için bilincimi yokladım ve ne dediğini idrak edebildim. “Şey evet… Yani sıkıntılı bir durum yok. İyi…”

“Sevindim…” Güzel…

***

Parti sonrası evi topladık, temizledik. Kızlar banyo yaptı. Saçlarını taradık. Yorulmuşlardı, yataklarına geçip birbirleriyle sohbet ettiler. Biz de odadan çıkıp alt kata indik. Tıpkı küçük arkadaşlarım gibi kendimi yatağın üstüne bırakmak istiyordum. Öylesine yorgundum. Melek abla çay yaptığını söyleyerek mutfağa çağırdığı için planımı erteledim. Pencerenin önündeki sandalyeye geçip bağdaş kurdum. Çayıma limon sıktım, bir tane de şeker attım. Ağır ağır karıştırırken gözümün önüne gelen bir perçemi geri çektim. O an epey dağınık gözüktüğümü fark ettim. Bu tempoya alışık değildim ve ilk dağılan ben oluyordum.

Duruşumu dikleştirdim, saçımı çözüp yeniden bağladım. Kahverengi, boğazlı kazağım şıklığımı muhafaza ediyordu. Yüzümü toplasam yeterliydi şu dakikadan sonra. Nil kurabiye dolu tabağı masanın ortasına koydu. İkramlıklardan artanlardı bunlar. Aslında gün boyu fazla bir şey yememiştim ama aç da hissetmiyordum. Dinlensem yeterli olacaktı. “Murat’la tanışan herkes birkaç gün aynı böyle bakıyor” dedi Nil. Sonra da elini ağzına kapatıp güldü.

“Şoka girmiş gibiyim değil mi?”

“Daha çok sudan çıkmış balık gibisin.”

“Çocuk resmen düz duvara tırmanıyordu. Normal mi?”

“Tabi ki normal” dedi Gonca Saraç. Keyifle güldü sonra. “Adı üstünde çocuk. Bizim kızlar da yastık savaşından epey keyif aldılar. Hepsi bir araya gelince öyle eğleniyorlar ki kimseyi görmüyor gözleri. E bizim amacımız da buydu zaten.” Ben etik değerler üzere disiplinini bozmayan bir ailede büyümüştüm. Seher teyze kontrolcüydü. Belli bir süre oyunlarım bile ufak bir çocuğunki gibi değildi. O yüzden yabancıydım bu gün gördüğüm manzaralara. “Öğretmen bey, siz bir şey söylemek ister misiniz?” İmalı bakışları Osman’ı buldu. Niye öyle dediğini anlamadım ama aralarında ufak bir espri döndüğünün farkındaydım. Nil sağ olsun, beni merakta bırakmadı.

“Osman çok yaramazdı küçükken. Sürekli cam kırardı. Murat onun yanında masum kalıyor.”

“Demek öyle.” Tek kaşımı kaldırıp öğrendiğim bu bilgiden memnun olduğumu gösterdim. Osman ona güldüğümüz için savunmaya geçti hemen. Nil’e baktı ciddiyetle.

“Bana diyene bak. Sürekli bisikletten düşerdin, her tarafın yara bere içindeydi. Bir de çok huysuzdun. Hep mızmızlanırdın.”

“İftira atma!”

“İkiniz de birbirinizin küçüklüğünü en doğru haliyle hatırlıyorsunuz gençler.” Gonca Saraç en doğru gözlemci olarak nokta koydu konuşmaya. Çok keyif almıştım onları yaramaz çocuklar olarak hayal ederken. Nil’in deli dolu bir yanı vardı. İnsan saçları iki yandan örgülü, bisiklet süren ve kahkaha atan bir kız çocuğunu düşlerken zorlanmıyordu. Ama Osman hep ciddi bir öğretmen edasıyla dolaştığı için yanımızda, aynı şeyi söyleyemeyecektim. Yine de benim nezdimdeki otoritesini sarsacak bir bilgiydi bu. Birinin geçmişini öğrenmek ona yakınlaşmayı kolaylaştırıyordu. Hep bir arada yaşayacağımız için arkadaş olabilirdik. Bu çerçevede bir yakınlıktan bahsediyordum. Bence böyle bir ilişki tesis edilmeliydi.

“Sen yaramaz mıydın?” diye sordu Nil. Yüzümdeki sırıtma silindi. Sorunun muhatabı olduğum için değil, çocukluğum daha farklı geçtiği için duraksadım.

“Hayır” dedim sadece. “Uslu bir çocuktum.” İlk itiraz Osman’dan geldi.

“Beni buna inandıramazsın. İspatlayamam ama senin ikimizden de haylaz olduğunu hissediyorum.”

“Hislerinde yanılıyorsun öğretmen bey. Gayet uslu, annesinin sözünden çıkmayan bir çocuktum.” Sonra haylazca güldüm. “Tabi hep aynı kalmadım. On bir yaşımdan sonra değişti süreç…” Biz gençler şaka yollu üstünü örtebiliyorduk gerçeklerin. Fakat Gonca Saraç gülerken detayları kaçırmayanlardandı.

“Ne oldu on bir yaşından sonra? Ne değiştirdi seni?” Yalanlar ve hakikatler… Yanında olduğum insanların kurallarının uyulacak kadar değerli olmadığının farkına vardım. Sahtesinden sıyrıldım, gerçek bir kimlik aramaya başladım.

“Rönesans” dedim çayımdan bir yudum alırken. “Bir çeşit aydınlanma. Makul şartlar altında gördüğü lezzetli çiçeklerin tadına bakmak isteyen bir arıya dönüştüm.” Osman ve Nil’in yaramaz çocukluğu kadar masum bir cevap değildi bu. Zaten ben de onlar gibi değildim. Kimse bir yorum yapmadı, ben de çayımı içmeye devam ettim.

Bölüm : 22.11.2024 17:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...