Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.BÖLÜM: "Can Kefeni"

@yesimnehir

Bir yazarın parmaklarının arasında tuttuğu kaleminin ve cümlelerinin yıllanmasına benziyordu, büyümek. Yazar yazdıkça parmakları nasır tutarken; bir çocuk yaş aldıkça acıya maruz kalıyor ve onun getirisi olarak da içten içe olgunlaşıyordu. Daha az kahkaha atıyor, daha çok düşünüyordu o çocuk. İstemiyordu belki de, ne büyümek ne de düşünmek. Düşüncelerini hayali bir torba olup omuzlarına yükleniyor, omurgasını eğiyor, onu kamburlaştırıyordu. İstemiyordu belki de, ne ağlamak ne de düşünmek. İleriye doğru atmaya çalıştığı her bir adımında ayağı bir yalana takılıyor ve tökezliyordu, artık küçük olmayan o çocuk, o genç. Tökezlediğinde kimse onu kolundan tutup kaldırmıyor, omuzlarındaki yükü hafifletmeye çalışmıyordu. Kum saatinin devirdiği her bir yılda omuzları daha da çöküyordu. Yanında kimse yoktu. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını silecek hiç kimsesi yoktu. Düşüncelerinin yüküyle de acılarıyla da baş başaydı. Büyüyordu. Parmakları nasır tutuyor, elleri kırışıyor, yüzünde çizgiler oluşuyordu. Büyüyordu. Ve omzularındaki bu yükü artık taşıyamıyordu.

 

 

“Ey Mesih, Azizler gibi bu hizmetkarını da acı, ağrı ve üzüntünün olmadığı sonsuzlukta dinlendir.”

 

Papaz’ın dudaklarının arasından çıkan bu sözler, önündeki açık tabutta cansızca yatan David içindi. Aradan geçen her bir dakikada âdeta biraz daha solgunlaşan bedeni, üzerindeki kefeniyle aynı tondaydı. Damarlarındaki tüm kan, bir nehir olup yarasından akıp benim ellerime bulaşmıştı. Tıpkı nefesi gibi ona hayat veren o kırmızı sıvı da onu terk etmişti.

 

Amerika’nın New York şehrindeki büyük bir kilisede onu son yolculuğuna uğurluyorduk.

 

Karşımdaki tabutta savunmasızca yatıyor olması göğüs kafesime ince ince iğnelerin batmasına neden oluyordu. Bir daha o yattığı yerden kalkamayacaktı. Bana bakıp kaşlarını çatamayacak, gözlerini deviremeyecekti artık. Yapacağım şeylere ve başıma alacağım belalara söylenemeyecekti. Başım sıkıştığında arayabileceğim bir David yoktu artık. Ben farkında olmasam da her daim arkamda duran David, babam olan David artık gitmişti.

 

Birileri onun kalbini bir kurşun ile sonsuza dek durdurmuştu.

 

Papaz, elindeki kutsal yağı tabuttaki David’in üzerine serpmeye başladı ve o sırada dudaklarında başka bir ilahi can buldu. David’in son yolculuğuna iyi dilekler eşliğinde yollayan Papaz, ilahisini sonlandırdı ve David’in tabutu gömülmek üzere kilise boyunca taşındı.

 

Tabutun ardından gitmek üzere ayağa kalkmış olsam da gözlerim karardığı için dengemi kaybettim. Boşluğa düşen elimin kavranmasıyla dengemi yeniden sağlamam uzun sürmedi. Elimi ondan hızla çektim ve onu ardımda bırakarak tabutu takip etmeye koyuldum. Koyu mavi irislerinin sırtımda; sağlam adımlarının ise dengesiz adımlarımın hemen arkasında olduğunu biliyordum.

 

Katedralden çıktığım anda tepemizde parladığını gördüğüm güneş, hem ağlamaktan hem de uykusuzluktan dolayı hassaslaşan gözlerimi yaktı. Elimi güneşin önüne siper edip yoluma devam ettim. Tabutu bir araca yükledikleri sırada ben de oyalanmadan kendi aracıma geçtim ve önümdeki aracı takip etmek üzere hazır bir şekilde bekledim.

 

Onun da hemen arkama park ettiği arabasına bindiğini gördüm.

 

Evet, David’i son yolculuğuna uğurlamak üzere sadece iki kişi gelmişti. Ben ve o. Ne ailesinden biri gelmişti ne de Merkez’den. Kimseye bir kötülüğü dokunmayan David’in cenazesinde sadece iki kişiydik.

 

Tabutu taşıyan aracın motoru çalıştırıldığında ellerimi direksiyona yerleştirip usulca gaza yüklendim. Onu nereye gömeceklerini bilmiyordum. Cenaze ile ilgili olan işlemleri o halletmişti ve bunları yaparken de ilk kez yapmıyor gibiydi.

 

Güzel bir yere gömülsün, demiştim ona. Yemyeşil ağaçların ve renkli çiçeklerin olduğu, güzel bir yere gömülsün.

 

O da bu dediklerime karşın başını sallayıp otel odasından çıkıp gitmişti.

 

Parmaklarımın eklem yerleriyle ıslak gözlerimi sildim ve derin bir soluk aldım.

 

Önümdeki araç sağa saptığında ben de aynı şekilde sağa saptım. Dikiz aynasından arkaya göz attığımda onun siyah arabası da bir an bile oyalanmaksızın görüş açıma girdi.

 

Aradan geçen dakikaların sonunda David’i taşıyan araç, şöför tarafından otopark olarak kullanıldığını düşündüğüm bir alana park edildi, ardından tabut yavaşça araçtan indirilirken Papaz’ın da ayrı bir araçla yanımıza vardığını gördüm.

 

Cebimde unuttuğum telefonumu yan koltukta duran çantamın içine koydum ve fermuarını çekerken koltuğun kenarında duran bir şey dikkatimi çekti. Elimi uzattım ve siyah kutuyu aldım. Kapağını usulca açtığımda siyah bir güneş gözlüğüyle karşılaştım. Eğdiğim başımı kaldırıp önümdeki camdan ona baktığımda tabutun taşınmasına yardım ettiğini gördüm. Bir ona bir de elimdeki güneş gözlüğüne baktım. Sonrasında ise gözlerim istemsizce dikiz aynasına kaydı ve o an ne halde olduğumu gördüm. Gözlerimin etrafı kıpkırmızı olmakla birlikte birer balon tanesiymişçesine şişmişlerdi ve gözlerimi kırptığım her anda kuruluktan dolayı acı hissediyordum.

 

Ona baktım yeniden.

 

Ve güneş gözlüğünü kutusuna koyup arabadan indim.

 

 

Ondan istediğim gibi, büyük gövdeli ağaçların ve birçok çiçek türünün bulunduğu renkli bir yere gömülecekti David. Tabutun kapağı kapatılmadan önce ona son bir kez baktım. Sakalları kesilmiş, saçları kısaltılmış ve bedeni son kez yıkanmıştı. Dudaklarında gitmiş olmanın, belki de huzura ermiş olmanın bir tebessümü vardı. Dişlerimi birbirine kenetledim; ancak kendimi ne kadar sıkarsam sıkayım gözlerimin ıslanmasına engel olamadım.

 

Sana bunu yapanı bulacağım, David. Bulacağım ve acı çekmesini sağlayacağım, diye konuştum içimden, onun solgun yüzüne kararla bakarken.

 

Tabutun kapağı kapatıldığı anda sol gözümden bir damla yaşın süzüldüğünü hissettim. Gözlerimi mezara yerleştirilen tabuttan ayırmadım.

 

Tabutun üzerine toprak atıldı, Papaz’ın ilahisi duyuldu. Bu son ilahisi olmalıydı. David için söylediği son ilahisi.

 

Gözyaşlarımın ardında belli belirsiz bir tebessüm oluştu.

 

Hoşçakal David.

 

Ve benimle olduğun her an için teşekkür ederim.

 

 

***

 

Otele oldukça geç bir saatte döndüğümüz için etraf sessizliğe bürünmüştü. Duyulan tek şey, adımlarımızın zeminde bıraktığı yankıydı. Resepsiyon kısmını ardımızda bırakmış, asansöre doğru yürüyorduk.

 

Bu defa arkamdan değil, yanımdan yürüyordu.

 

Asansörün kapıları iki yana doğru açıldığında asansör kabinine önce ben girdim, sonra da o. Uzun kemikli parmakları usulca tuşlarda yukarı tırmandı ve beşinci katı buldu. Asansörün kapıları üzerimize kapandı ve yukarı doğru çıkmaya başladı.

 

Bedenim öylesine güçsüzleşmişti ki ayakta düzgünce durabilmem için bir yerden destek almam gerekiyordu, bu yüzden de yan tarafımdaki demire tutunmak zorunda kaldım.

 

“Yemek yemelisin.”

 

Uzun bir zamandır aramıza hakim olan derin sessizliği ilk bozan kişi o olmuştu.

 

Bir cevap vermedim. Konuşmaya ne gücüm vardı ne de isteğim.

 

Koyu mavi gözlerini bana doğru çevirdiği ve her bir hareketimi izlediğini biliyordum. Ben ise gözlerimi yerde tutmaya devam ettim. Beni sabaha karşı yolun ortasında, David’in cansız bedeninin başında ağlarken bulduğundan beri onun yüzüne bakmamıştım. O gün David’in bedenini arabasına taşımış, benimle birlikte Amerika’ya gelmiş, cenaze töreninden önce David’in moraran bedenini yıkamış ve ona kefenini giydirmişti; ancak ben, tüm bu yaptıklarına rağmen onun yüzüne bakamamıştım. David dışında kimsenin yüzüne bakamamış, bakmak istememiştim.

 

“Şah.” Bana doğru bir adım attı. Ellerimin altındaki demiri sıktım. “Artık bir şeyler söyle,” dedi. Sesi, onun da en az benim kadar yorgun olduğunun net bir göstergesiydi.

 

Asansör beşinci katta durdu ve saniyeler içinde kapıları açıldı. Bir an bile beklemeksizin onu arkamda bırakarak asansörü terk ettim, uzun koridor boyunca odamın kapısına doğru hızlı bir şekilde yürümeye çaba gösterdim. Adımlarım titrek ve dengesizdi ve bu bedenle istese bana kolayca yetişebilirdi; ancak bunun yerine, buraya geldiğimizden beri yaptığı gibi sessizce arkamdan yürüyordu.

 

Oda kartını bulmak amacıyla elimi çantamın içine attım, o sırada siyah gözlük kutusunu gördüm. Ona geri verip vermemek konusunda birkaç saniyeliğine kararsız kalsam da sonrasında vermemin daha iyi olacağını düşünüp kart ile birlikte kutuyu da aldım. Olduğum yerde arkama, ona döndüm, günler sonra ilk defa yüzüne, altlarında mor halkalar oluşan koyu mavi gözlerine baktım. Aramızda bir adım kadar mesafe kalıncaya kadar bana yaklaştı. Uslanmayan dalgalı saçlarından birkaç tutamı alnına düşmüş, sakalları uzamıştı. Yorgun olmasına rağmen bedenini dik tutmaya özen gösteriyordu.

 

Elimdeki kutuyu ona uzattığımda önce kutuya, sonra yeniden bana baktı. Zihnindeki karmaşa gözlerine vuruyormuşçasına dalgındı bakışları. Dudakları aralandı. “İstemeyeceğini biliyordum,” dedi. Sesi sakin ancak derinden geliyor gibiydi. Yorgunluğunun yanı sıra üzgün de görünüyordu. Elini uzatıp kutuyu almadı, mavi gözlerini ela gözlerimde tutmaya devam etti sadece.

 

Aramızda kalan bir adımlık mesafeyi kapattım, eline uzandım ve kutuyu avucuna koydum. Yeniden ona baktığımda her bir hareketimi dikkatle izliyor olduğunu fark ettim. “Teşekkür ederim… Uraz.”

 

Sesimle can bulan bu üç kelime, gözlerinin şaşkınlıkla parıldamasına ve dudaklarının aralanmasına yol açmıştı. Bu kısacık ana şahit olmak garip hissetmeme neden olmuştu. Aralanan dudakları, bu defa belli belirsiz bir biçimde iki yana kıvrıldı.

 

Daha fazla bir şey söylemeksizin arkamı döndüm, kartı kapı sensörüne okuttum ve odaya girip kapıyı usulca ardımdan kapattım.

 

Üzerimdeki ceketi sıyırıp pencere kenarındaki koltuğun üzerine koydum, çantamın içinden telefonumu aldıktan sonra onu da ceketimin yanına koydum. Ayakkabılarımı çıkardım ve temiz beyaz çarşafların serildiği yatağa üzerimdeki siyah, kirli kıyafetlerimle oturdum, telefonu bir kenara koydum. Sırtımı yatağın başlığına yaslayıp sızlayan gözlerimi kapattım ve o sırada birkaç damla yaşın firar etmesine engel olamadım. Parmaklarımı gözlerime götürdüm ve gözyaşlarımı bir hışımla sildim. Derin derin soluklar alıp vermeye, yatakta cenin pozisyonuna geçerek beni yiyip bitiren düşüncelerimi zihnimin bir köşesine itemeleye çalıştım.

 

Ancak faydasızdı.

 

Dizlerimi çekebildiğim kadar karnıma çekip başımı da gömebildiğim kadar dizlerime gömdüm. Uyuyamayacağımı bildiğim halde çaresizce deniyor, kendimi uyumaya zorluyordum; çünkü uyuyunca zihnimdeki her şey duruyor, her şey susuyordu. Uyuyunca göğüs kafesimdeki ağırlığı, boğazımdaki yumruyu, içinde bulunduğum boşluğu ve yalnızlığı; birini kaybetmiş ve bir daha göremeyecek olmanın acısını hissetmiyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. İhtiyacım olan ama asla ulaşamayacağım şey tam olarak buydu.

 

Yatağın bir diğer ucundaki telefonuma uzandım. Amerika’ya vardığımızdan beri kapalı bir şekilde çantamda duruyordu. Bir kez olsun açıp kontrol etmemiştim. İlk kez o an açıyordum. Şifreyi girmemle telefonun tamamen açılması ve bildirimlerin üst üste ana ekranıma düşmesi bir oldu. Gözüme çarpan ilk isim Ekin olmuştu. Türkiye’den ayrılmadan hemen önce ona haber veren kısa bir mesaj atmıştım. Babamın buluşmaya gelemediğini; çünkü rahatsızlandığını ve benim de onun yanında gitmem gerektiğini yazmıştım. Gerçekten David’in sadece rahatsızlanmasını isterdim, bir kurşun ile kanlar içinde ölmesini değil.

 

Baban nasıl oldu? Daha iyi mi? Kendini yıpratma lütfen.

 

Şah, önceki mesajıma ve aramalarıma yanıt vermedin. İyi misiniz?

 

Şah, neler oluyor? Her şey yolunda mı?

 

Seni çok merak ediyorum. Bu mesajımı görür görmez beni ara.

 

Bunlar, attığı mesajların sadece bir kısmıydı. Mesajlara ek olarak da defalarca kez aramıştı. Ekin’in dışında birkaç kez de Önder Bey aramıştı. Ekin olanları ona bahsetmiş olmalıydı.

 

Parmaklarım Ekin’in isminin üzerinde gidip geldi. Onu böylesine merakta bıraktığım için kendimi suçlu hissedemeden edemiyordum. Aramalı ve ona bir açıklamaya yapmalıydım; ancak öylesine bitkindim ki konuşacak gücü kendimde bulamıyordum. Bu yüzden aramaktan vazgeçip kısa bir mesaj yazmaya koyuldum.

 

Endişelendirdiğim için üzgünüm. Bu gece dönüyorum. Olanları anlatacağım.

 

Bu iki cümlenin en azından bir süreliğine onu rahatlatmasını umuyordum.

 

Anında telefonumun ekranına yeni bir mesaj düştü.

 

Hangi havaalanına ineceksin? Seni almaya geleceğim.

 

Uraz ile birlikte dönüyorduk ve beni almaya gelirse onunla karşılaşma ihtimali oldukça yüksekti. Bu riski göze alamazdım.

 

Hayır, gelmene gerek yok. Direkt eve geçeceğim. Yarın konuşalım, olur mu?

 

Hemen bir yanıt geldi.

 

Pekala, nasıl istersen. Dikkatli ol.

 

Bu şekilde konuşmamız sonlanmıştı. Aklında birçok soru olduğunu ancak sormamak için kendini dizginlediğini anlamak zor değildi.

 

O anda kapı tarafından bir ses geldiğini duyar gibi oldum. Yanılsama olup olmadığını kontrol etmek için yattığım yerden doğruldum ve kapıya baktım. Yerde bir kağıdın olduğunu fark etmemle kaşlarımı çatarak ayağa kalktım ve kapının altından atılmış olan kağıdı aldım. El yazısıyla yazılmış olan bir nottu.

 

Ülkeden ayrılmadan önce sana güzel bir yer göstermeme izin ver. Huzur bulacağın bir yer. Saat sekizde resepsiyonun önünde seni bekliyor olacağım.

- Uraz

 

Başımı kağıttan kaldırıp odanın kapısına baktım. Adım sesleri git gide uzaklaşıyordu.

 

Yatağın üzerine oturdum ve dirseklerimi diz kapaklarıma yaslayarak ellerimi saçlarıma gömdüm, bakışlarımı zemindeki açık renk parkeye sabitledim. Parmaklarımı saç derime öylesine bastırıyordum ki tırnaklarımın etime girdiğini hissedebiliyorum. Bedenimi geriye, yatağa atıp bakışlarımı beyaz tavana çevirdim bu defa. Düşüncelerim koca bir el olup boğazıma sarılıyordu. Her zaman olduğu gibi.

 

Huzur bulacağın bir yer, diyordu Müşteri, Uraz; ama benim huzur bulamayacağımı bilmiyordu. David’i öldüren kişinin kim olduğunu buluncaya kadar benim için huzur diye bir kavram yoktu.

 

Yelkovan akrebi fütursuzca takip ediyor ve zaman bir şelale misali hızla akıyordu. Adeta cayır cayır yanan gözlerim bir an olsun kapanmak ve her şeyi bir süreliğine durdurarak uykuya teslim olmak istemiyordu. Aradan dakikalar geçtiğinde de aynı haldeydim, saatler geçtiğinde de.

 

Yataktan doğrulduğum sırada güneşin batmış olduğunu ve yerini kızıl bir gökyüzüne bıraktığını gördüm. Ardından yan odanın, yani Uraz’a ait olan odanın kapısının kapandığını duydum. Saat sekiz ya da sekize geliyor olmalıydı. Adımları kapımın önünden geçtiği sırada bir anlığına duraksadı, ardından yürümeye devam etti.

 

Amerika’yı iyi bilmediğimden dolayı beni nereye götürebileceğine dair bir fikrim yoktu. Gideceğimiz yeri huzur bulacağım bir yer olarak tanımlamakla yetinmişti. Sessiz ve sakin olmalıydı.

 

Ayağa kalktım ve tam ceketimi alıp üzerine geçirecektim ki koltuğun kenarında, yerde bir poşet olduğunu gördüm. İyi bir markanın karton poşetiydi. Eğilerek poşeti alıp içindekilere baktım. Yeni alınmış birkaç parça kıyafet vardı. Uraz kendine kıyafet alırken bana da almış olmalıydı; çünkü ikimiz de buraya eşyasız gelmiştik. Hatta o gün havaalanında uçağın saatini beklerken üzerimdeki kanı kapatmak için kendi ceketini bana vermişti. Üzerimdeki bu siyah kıyafetleri de kapıma o bırakmıştı.

 

İçindeki kötülüğü bir süreliğine rafa kaldırmış olmalıydı.

 

Karton poşetin içinden bir kot pantolon ve bir de beyaz, uzun kollu üst alarak hızlıca onları üzerime geçirdim. Uzun ve siyah olan saçlarımı tepede toplarken içini kontrol ettiğim çantamı koluma asarak odadan çıktım.

 

Asansörü çağırmak için düğmeye bastım ve saniyeler içinde olduğum kata geldiğinde kabine girip giriş katını tuşladım. Kapılar kapandı, usulca aşağı inmeye başladı.

 

Fazla kalabalık olmayan giriş katına ulaştığımda onu tam da dediği gibi resepsiyonun önünde beni beklerken buldum. O da üzerini değiştirmiş ve mavi bir kot pantolon ile bej tonlarında kapüşonlu bir üst giymişti. Hafif dağılmış dalgalı saçları ile kirli sakalları sabahki halinden farksızdı. Adımlarımı ona doğru attığım sırada beni fark etti ve kaşları usulca havaya kalktı, bedenini yaslanış olduğu duvardan ayırdı. Geleceğimi düşünmüyordu belli ki.

 

Aramızdaki mesafeyi azalttım ve karşısında durdum. Dudaklarında varla yok arası bir tebessüm oluştu. Ardından sessizlik içinde yan yana yürüyerek onun arabasına yöneldik. O sürücü koltuğuna, ben ise yan tarafındaki yolcu koltuğuna oturdum. Emniyet kemerini taktıktan sonra arabayı çalıştırıp gaza bastı. Ben de sırtımı geriye yaslayıp sağımdaki pencereden önümde akıp giden yolu seyretmeye koyuldum.

 

Gözlerimin ne zaman kapandığını hatırlayamıyordum; ancak gözlerimi araladığımda büyük bir kumsalda olduğumuzu gördüm. Başımı yasladığım pencere pervazından kaldırdım ve sürücü koltuğunda otursa da arabanın motorunu durdurmuş olan Uraz’a baktım. Göz göze geldik. Uyanmamı beklemişti.

 

Yeniden gözlerimi kumsala çevirdiğim sırada emniyet kemerimi çözdüm, arabadan inip kumların üzerinde denize doğru yürümeye başladım. Lacivert gökyüzünde asılı olan parlak dolunay ile yıldızlar hafif dalgalı olan denize yansıyordu. Ayaklarımın altındaki açık renk kum inanamayacağım kadar temiz ve pürüzsüzdü. Yüzümü parıldayan yıldızlarla döşeli olan gökyüzüne kaldırdım. Derin bir nefes aldığım sırada kulağıma ulaşan dalga seslerinin zihnimdeki kaosu bir süreliğine dindirdiğini hissettim.

 

Arabanın kapanan kapısını işittim. O da bulunduğum yöne doğru geliyor olmalıydı.

 

Ayakkabılarımı çıkardım ve yere, kumların üzerine bacaklarımı bağdaş kurarak oturdum, bakışlarımı denizin üzerindeki gökyüzünün yansımasına çevirdim.

 

“Daha iyi hissediyor musun?” diye sorarken o da aynı şekilde yere, yanıma oturdu.

 

Gözlerimi dalgaları gittikçe şiddetlenen denizden ayırmadan başımı onaylar anlamda sallamakla yetindim.

 

“Ne zaman Amerika’ya gelsem ve canım sıkkın olsa hep buraya gelirim,” bana döndüğünü, gözlerinin yüzümde dolandığını hissettim. “Ve seni de buraya getirebildiğime sevindim,” dedi.

 

Ben de yüzümü ona çevirerek gözlerimi gözlerine hizaladım. “Keşke benim de sadece canım sıkkın olsaydı,” diye bir itirafta bulunduğum sırada dudaklarımda acılı bir tebessüm belirdi. Gecede parlayan koyu mavi irisleri bir anlığına dudaklarımdaki tebessüme kaydı, ardından yeniden gözlerime çıktı.

 

“Geçecek, biliyorsun değil mi?”

 

“Bilmiyorum,” dedim, yeniden denize baktım. “Daha önce bir yakınımı kaybetmedim. Tek yakınım David’di.” Son cümle dudaklarımın arasından çıkarken sesimin titremesine engel olamamıştım. Sert esen rüzgar, tepede topladığım saçlarımı ve önüme düşen saç tutamlarını savurdu. “Sen,” diyerek ona döndüm. “Sen bir yakınını kaybettin mi?”

 

Bakışlarını benden kaçırmadan başını onaylar anlamda salladı.

 

“Geçti mi peki?” diye sordum.

 

Derin bir iç çekti, gözlerini yıldızlara çıkardı. “Hayır ama alıştım.”

 

“Neye? Acıya mı?”

 

Gözlerini gökyüzünden ayırmadan “Yalnızlığa,” dedi.

 

Onu izlerken yalnızlığa alışmanın da birini kaybetmek kadar acı verici bir şey olduğunu düşünmeden edemedim. Başın sıkıştığında yardım isteyebileceğin, mutlu bir haber aldığında sevincini paylaşabileceğin ve üzgün olduğunda başını omuzuna yaslayabileceğin biri yoktu. Korkunla da sevincinle de kederinle de kendin başa çıkman gerekiyordu.

 

Sırtüstü yere, kumların üzerine uzandı ve bir kolunu başının altına koyarak beni izlemeye başladı. Birkaç saniye sonra ben de onun gibi kumların üzerine uzandım, bakışlarımı üzerimizdeki berrak gökyüzüne çevirdim yeniden.

 

“Ne yapacaksın bundan sonra?” diye bir soru yöneltirken bana bakıyordu.

 

Ona döndüm. Yüzlerimizin arasında birkaç santim kadar bir mesafe vardı ve bu mesafeden yüzünün her bir çizgisini, her bir detayını rahatlıkla görebiliyordum. İrisleri neredeyse gökyüzü kadar parlaktı. “Merak ettiğin buysa eğer, göreve devam edeceğim,” dedim.

 

Tek kaşını kaldırdı. “Ve?” Amaçlarımın arasında görevin artık daha az yer kapladığını biliyordu.

 

“Ve David’i ölümünde kimlerin parmağı varsa hepsini teker teker bulacağım.”

 

“Sonra ne yapacaksın? Onları öldürecek misin?” diye sordu. Gözleri yüzümün her bir santiminde geziniyordu.

 

“Bilmem, onu o zaman düşüneceğim,” demekle yetindim.

 

“Şah,” dedi, mavi gözlerini ela gözlerime kilitledi. “Benden şüphelenmiyor musun?”

 

“Ben herkesten şüpheleniyorum; ama diğer herkese göre senden daha az şüpheleniyorum,” dedim.

 

Anlam veremeyerek kaşlarını çattı. “Neden?” diye sordu.

 

“Çünkü sanırım hiçbir katil, öldürdüğü bir kurbanının cesedini yıkamaz, saçlarını taramaz ve onu kefene sarmaz.”

 

Dudaklarımın arasından çıkan bu cümle, gözlerimde olan bakışlarının yoğunlaşmasına yol açmıştı.

 

Ardından aramıza derin bir sessizlik hakim oldu. İkimiz de kumların üzerinde uzanmış bir vaziyette, dalga seslerini dinleyerek sadece gökyüzünü izledik bir süre. Belki de bu bizim, yorucu bir günün ve konuşmanın ardından kendimizi, ruhumuzu dinlendirme şeklimizdi.

 

Yattığım yerden usulca doğrularak ayağa kalktım ve küçük adımlarla delicesine bir şiddetle dalgalanan denize doğru ilerlemeye başladım. Şiddetli bir dalganın sonunda ayaklarıma temas eden soğuk deniz suyu, tüm bedenimin baştan aşağı tiremesine ve tüylerimin diken diken olmasına neden olmuştu.

 

İlerlemeye devam ettim.

 

Vücudumun yarısı denize girene dek soğuktan titrediğimi fark etmedim.

 

Uraz’ın “Şah!” diye seslendiğini duyduğumda arkama, onun bulunduğu tarafa döndüm. O da ayağa kalkmış ve ayakları suya değene dek yaklaşmıştı. Kaşlarını çatmış, endişeli gözlerle bana bakıyordu.

 

Ayaklarımı kaldırarak zemin ile bağlantımı kestim.

 

Ve suyun üzerine sırtüstü uzandığımda anladım, yıldızların bana böylesine, elimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın olduğunu.

 

Bir yıldız kaysın istedim o an. Bir yıldızın kaymasını ve dileğimi, o kayıp giden yıldızın kuyruğuna bağlamak istedim.

 

“Şah! Su çok soğuk, hasta olacaksın!”

 

Yalnızlığa alışmak istemiyorum, diye geçirdim içimden, yıldızlara bakarak.

 

Yalnızlığa alışmaktan korkuyordum.

 

Hayır, yalnızlıktan korkuyordum.

 

***

 

Saat gece yarısına dayandığında havaalanına gitme vaktimiz de yaklaşmıştı. Yaklaşık on bir saatlik bir uçak yolculuğu bizi bekliyordu. Otele döndükten sonra ıslak kıyafetlerimi değiştirip saçlarımı kurutmuş ve bitkin bedenimin el verdiğince hızlı olmaya çalışarak zaten fazla olmayan eşyalarımı toparlamaya girişmiştim. Kısa süre içerisinde de otelden ayrılıp havalanına gitmek için ana yola girmiştik. İkimizin araçları da kiralıktı, Amerika’ya ayak basmadan hemen önce Uraz tarafından ayarlanmıştı. Kendi adıma kiraladığım aracı alınması için otelin önünde bırakmış, yoluma Uraz’ın aracıyla devam etmekte karar kılmıştım. Onunki de daha sonra havaalanının önünden alınacaktı.

 

New York’ta bulunan John F. Kennedy adındaki havaalanı öylesine büyüktü ki içinde kaybolmanız oldukça olası bir durumdu. Geniş binanın tepesini oluşturan üçgen kanatlı figür, bana jet uçaklarını anımsatmıştı.

 

Uraz’ın aracını ardımızda bırakarak havalanından içeri giriş yaptık. İnsanların kuru gürültüsünün ardından etrafı incelediğimde içerisinin de dışarıdan göründüğü kadar büyük olduğunu gördüm. Etrafımız, büyük ve uzun camlarla çevriliydi. Biletlerimizin kontrol işlemini yaptıktan sonra X-Ray cihazlarına doğru ilerledik. Biletlerimizi gecenin ikisine aldığımız için havaalanı pek kalabalık değildi, dolayısıyla da önümüzde beklememiz gereken bir sıra yoktu. Üzerimizdeki metal olan her şeyi bir kutuya koyduktan sonra sırayla X-Ray cihazından geçtik. Çıkış yapacağımız kapıyı bulduğumuzda uçağın kalkmasına on beş dakika kaldığı için servis aracı gelmişti.

 

Kısa süre içerisinde uçağa binmiş ve yerlerimize oturmuştuk. Uçak kalkışa hazırlanırken hostes de yolculara anons yapıyordu.

 

Uraz koltuklarımızı yan yana olacak şekilde seçmiş ve kendine pencere tarafını değil de bir yan koltuğu ayırtmıştı. Gidiş yolunda da aynı şeyi yapmıştı. Benim aksime pencere kenarını sevmiyor olmalıydı.

 

Kemerimi taktım, sırtımı geriye yaslayıp başımı da koltuğun başlığına dayadım ve önümdeki çerçeveden dışarıyı izlemeye başladım. Yavaş yavaş yükselen uçak, berrak lacivert gökyüzünü ve yıldızların altında, ışıklar içinde parlayan koca şehri gözler önüne serdi. Güzel bir şehirdi New York. Yüksek ve orantılı yapıları, iki şehri birbirine bağlayan büyük Brooklyn Köprüsü, Central Park ve daha fazlasına sahip olan güzel bir şehirdi.

 

Buraya birini toprağa vermek için değil, sadece istediğim için gelmek isterdim.

 

Hafifçe doğruldum, sağımda oturan Uraz’a döndüm. O da benim gibi başını arkaya yaslamış, gözlerini de kapatmıştı. Uslanmaz dalgalı ve gür saçları alnına dağılmıştı. Saçları kadar gür olan kirpikleri gözlerinin altını gölgelendiriyor, tepeden vuran ışık ise çıkık yüz hatlarını daha da ortaya çıkarıyordu. Üzerinde gözleriyle eş tonda olan kapüşonlu bir üst vardı ve kollarını göğsünde sıkıca birleştirmiş bir halde uyuyordu. Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da benim kadar bitkin olduğu açık ve netti. Yeri geldiğinde acımasız biri haline gelebilen ve karşımda öylece uyuyan bu yorgun adam, bütün yükü kendisi üstlenmişti.

 

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum; ancak gözlerimi araladığımda güneşin usulca doğduğunu, ufuk çizgisinden başlayarak gökyüzünü kızıla boyadığını gördüm.

 

“Tam zamanında uyandın.” Bu sesin sahibi yanımda oturan Uraz’dan başkası değildi.

 

Kısa süreli görevlere gittiğim zamanlarda sabahın ileri saatlerinde Merkez’e döndüğümden dolayı gün doğumunu izleme şansım hiç olmamıştı ve ilk defa bu şekilde, doğrudan izliyor olmak garip bir şekilde içimi huzurla doldurmuştu. Sızım sızım sızlayan gözlerimi bir an olsun kapatmak ve kendimi bu manzaradan bir an olsun yoksun bırakmak istemiyordum. Güzel bir histi, bulutların üzerinden gün doğumunu izlemek. Bazı deneyimleri bilgi birikim açlığını doldurmak için değil, kendine saklamak için edinirdin. Bu da onlardan biriydi.

 

Güneş tamamen üstümüze doğana dek izlemeyi sürdürdüm, sonrasında yeniden arkama yaslandım. Gözlerim istemsizce yan tarafıma, Uraz’a kaydı. Elinde bir tablet bilgisayar vardı ve tüm dikkati ondaydı. Bir şeyler okuyor gibiydi. Ona baktığımı hissetmişçesine tabletteki eli duraksadı, eş zamanlı olarak gözleri bana döndü. Bakışlarında hiçbir ifade yakalayamadım.

 

“David’i öldürenlerin peşine düşmek istiyordun, değil mi?” diye ani bir soru yöneltmesiyle yüz ifadem kaskatı kesildi. Dişlerimi birbirine bastırdım.

 

“Evet,” dedim, bir an bile tereddüt etmeden.

 

Tabletin ekranını kapattı ve geriye yaslanıp bana bakmayı sürdürdü. Mavi irislerinde anlam vermekte zorlandığım şeyler yatıyordu. “Bir fikrim var.”

 

“Bu işi kendim halledeceğim,” dedim ve konuşmayı sürdürmesine engel olmak adına pencere tarafına döndüm.

 

“Hiçbir zaman beni dinlemeyeceksin, değil mi?” derken sesi bu durumdan rahatsız olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Ona bir cevap vermeyip dışarıyı izlemeye devam ettiğimde “Pekala,” dedi ve birkaç saniye sonra ekledi: “İstanbul’a vardığımızda direkt olarak Merkez’e geçeceğiz.”

 

Kaşlarımı çatarak ona döndüm. “Neden?”

 

“Parker Foster seni görmek istiyormuş.”

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. David’in vefat ettiğini bilmelerine rağmen Uraz dışında kimse cenazeye katılma zahmetinde bulunmamıştı. Üzüldüklerinden bile emin değildim. Merkez’e artık evim gözüyle bakamıyordum. Orası daha çok şeytan yuvası gibiydi ve bunu yeni fark edebiliyordum.

 

“Şah,” diye konuştu tekrardan. Ona döndüğümde koyu mavi gözlerinde öfkenin parıltılarını gördüm. Çene kemikleri kaskatı kesilmişti. Konuşmayı sürdürdü: “Aklından neler geçtiğini biliyorum ve aynı şeyleri ben de düşünüyorum.” Bedenini güvenlik kemerinin el verdiğince bana döndürdü.

 

O an bakışlarının ardında yatan o acımasız kişiyi, saf kötülüğü görebiliyordum. İyi tarafını sahnenin ardına atmış olmalıydı.

 

“Beni dinle, Şah,” derken koyu mavi gözlerini ela gözlerime kenetlemişti. Bakışları yoğundu; ancak bu yoğunlunun sebebi kötü tarafının gün yüzüne çıkmış olmasıydı.

 

Yüzümü hafifçe ona yaklaştırdım ve tek kaşımı kaldırarak ona etrafı, uçağın içindeki insaları işaret ettim. “Dinleyeceğim; ama burada değil.” Ardından ekledim: “İyi şeyler söylemeyeceksin belli ki.”

 

Doğrudan yüzüne vuran güneş, koyu mavi irislerinin parıldamasına neden olmuş ve dalgalı saçlarını bal rengine boyamıştı. Bana doğru eğilerek aramızdaki mesafeyi azalttı, tek kaşını kaldırdı ve “İyi şeyler söylememi istemiyorsun,” dedi. O sırada biçimli dudaklarının bir kenarı belli belirsiz bir biçimde yukarı kıvrılmıştı.

 

Ona bakmayı sürdürdüm, ardından netçe ve dürüstçe “İstemiyorum,” dedim. Dudaklarımın arasından çıkan bu tek kelime, sırıtışının genişlemesine neden oldu.

 

 

Yolculuğun geri kalanında ikimiz de sessizdik. Bazen o uykuya daldı, bazen ise ben; ancak ne yazık ki benim uykularım onunkiler kadar uzun sürmüyordu. Uyumadığı zamanlarda ise o da en az benim kadar düşünceli görünüyordu. Bakışları hep dalgındı. Düşünürken alnını ovuşturuyor, bazen de iç çekiyordu. Bakışlarımız kesiştiğinde başka yöne dönen ben oluyordum, o ise bana bakmayı sürdürüyordu.

 

Ona tam anlamıyla güvenmiyor, her bir hareketini dikkatle izliyordum. David’in babam olduğunu bilen tek kişi oydu, sadece ona söylemiştim ve kısa bir süre sonrasında David bir kurşun yarası ile ölmüştü. Öldüğü gün bizi yolun ortasında bulan kişi de oydu.

 

Ancak beni babama, David’e yönlendiren kişi de oydu.

 

Aniden zihnime dolan bir düşünce kaşlarımı çattım.

 

Hayır, David’in babam olduğunu bilen tek kişi Uraz değildi. Merkez’den birileri de biliyordu. Yetkili birileri. Bu gerçeği yıllar boyunca örtmeye çalışan birileri.

 

 

Uçak, öğlen sularında İstanbul Havalimanına iniş yapmıştı. Hostesin anonsu eşliğinde kemerlerimizi çözdük ve uçaktan inmek üzere ayaklandık. Bir süre bekleyerek önümüzdekilere öncelik tanıdıktan sonra uçaktan ayrıldık.

 

İkimizin de birer küçük çantası olduğundan ve onları da uçağın içinde bulunan bölmelere koyduğumuzdan dolayı bagaj sırası beklememize gerek kalmadan yolumuza devam ediyorduk. Havaalanı da oldukça kalabalık ve haliyle de gürültülüydü.

 

Uçakta geçen on bir saat içinde hareketsizce oturmama, hatta zaman zaman uyumama rağmen bedenim hâlâ bitkin, güçsüzdü. Yanımdan hızla geçip giden insanlardan biri bana çarpacak olsaydı kolayca yeri boylayabilirdim. Bu yüzden attığım her bir adımımda yere sağlam basmaya çalışıyordum.

 

Boğucu gürültü zihnimin duvarlarında yankılanıyor ve kulaklarımı tırmalıyordu. Buna dayanmak oldukça zordu. Bir an önce kendimi dışarı atmak, bu yerden kurtulmak istiyordum.

 

Yukarı çıkan merdivenler aracılığıyla yukarıya çıktık. Uraz’ın iletişimde olduğu kişi, onun aracını üst kapıya bırakmıştı.

 

Kapıdan çıktığımız anda olduğum yerde durdum. Derin bir soluk alırken aralık ayının keskin soğuğunu kemiklerime dek hissettim. Görünen oydu ki üzerimdeki uzun kollu üst, buranın kışı için yeterli değildi.

 

Bakışlarım sağımda duran Uraz’a kaydığında dikkatli gözlerle beni izlediğini gördüm ve tam o anda esen sert rüzgar, dalgalı saçlarını dağıtarak gözlerinin önüne savurdu. Bana bakmayı sürdürürken dudaklarını usulca araladı, bir şey diyecek gibiydi; ancak saniyeler içinde dudaklarını yeniden birbirine kenetledi ve arabasının bulunduğunu tahmin ettiğim yöne doğru yürümeye başladı. Adımlarımı hızlandırarak peşine takıldım.

 

Mavi kot pantolonunun cebinden araba anahtarını çıkardı ve önünde duran siyah arabasının kilidini açtı. Bagaj kısmına yöneldi, hem benim çantamı hem de kendi çantasını yerleştirdi, ardından bagaj kapağını kapattı. Ben de yolcu koltuğuna yöneldiğim ve elimi aracın kapısına attığım sırada onun hâlâ bagajın önünde durduğunu fark ettim. Kaşları olabildiğince çatılmış bir şekilde bir yere bakıyordu ve gözlerini bir an olsun o yerden ayırmıyordu. Koyu mavi gözlerinde hem şaşkınlık hem de saf bir öfke vardı.

 

Onun gözlerini takip ederek baktığı yöne döndüğümde gördüğüm kişi ile bedenim baştan aşağı kaskatı kesildi.

 

Ekin tam karşımızda duruyor ve adeta öfkeyle parıldayan kahverengi gözleriyle bir bana bir de Uraz’a bakıyordu.

 

 

 

Loading...
0%