Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.BÖLÜM: "Seçimler ve Sebepler"

@yesimnehir

Memorybox ile ilgili tüm detayları öğrenmek.

 

Üç ay önce bana tanımlanan görev tam olarak buydu; ancak artık, bulunduğum noktada her şey ve hatta herkes çok farklı gibiydi. Öfkeyle parıldayan gözlerini birbirine diken karşımdaki bu adamlar ve ben, başlangıçta olduğumuz hallerimizden farklıydık. Görev ise amacından sapmıştı sanki ve bu durum beni anlam veremediğim bir şekilde tedirgin ediyordu.

 

Tüm bunların yanında da peşine düşmem gereken bir katil vardı. David’in katili. Etrafın şeytanlarla çevrili olduğu bir indeydim ve her şeytanda somut ya da soyut fark etmeksizin birer tabanca vardı. Birinin tabancası zihnindeydi; birinin gözlerindeydi; diğerininki ise ellerindeydi. Ben ise üzerine barut kokusu sinmiş olan tabancayı arıyordum.

 

Ayaklarım yere öylesine çivilenmiş ve bedenim öylesine kaskatı kesilmişti ki araba kapısının kulbunda olan parmaklarım dahi uyuşmuştu. Kalbim adeta ağzımda atıyordu. Aradan geçip giden her bir saniye nefes alabilmem daha da zorlaşıyordu.

 

Üzerinde jilet gibi ütülenmiş olan mavi bir gömlek ile siyah pantolonu vardı. Benim olduğum tarafa geleceğini düşünsem de o, Uraz’ın karşısına dikilmeyi seçti. Boyları eşit, gözleri karşı karşıyaydı. İkisinin bakışlarında da saf öfke ve yoğun bir kötülük vardı. Ekin’in çenesi kaskatı; Uraz’ın elleri yumruk halinde ve bembeyaz kesilmişti. İkisi de birbirinin canını yakmak istiyordu, her ne şekilde olursa olsun.

 

Kapı kolundaki elimi çektim ve panik olmamaya çalışarak “Ekin Bey,” derken usul adımlarla onlara yaklaştım; ancak ikisi de beni görmüyor ve duymuyor gibiydi. Onlar için bu koskoca dünya o an için sadece ikisinden ibaretti.

 

Beni fark etmesi için Ekin’in gözlerinin içine baktım, “Ekin Bey,” diye tekrarladım. Bu sefer adı dudaklarımın arasından daha vurgulu çıkmıştı. Kahverengi gözlerini bana çevirdiği anda zihnindeki onlarca soru işaretinin irislerine yansıdığını gördüm. Ayrıca, farkında olduğum tek şey soru işareti değildi; oralarda bir yerlerde sessiz ve sakince bekleyen tehlikeyi de sezdim.

 

Gerginliğimi belli etmeme çalışırken dudaklarımı araladım. “Buraya kadar gelmene gerek yoktu,” dedim, iliklerime kadar paniklememe neden olan hiçbir şey yaşanmamış gibi.

 

Kaşlarını çatarak bir süre bana baktı, ardından karşısındaki Uraz’a baktı. Uraz’ın elleri hâlâ yumruk halindeydi ve sıkmaktan bembeyaz kesilmişti. “Sizin, ikinizin…” diyerek konuşmaya başladı Ekin. “Birlikte ne işiniz var?” Sert, hatta adeta ölümcül olan bakışları Uraz’daydı ve Uraz’ın da ondan bir farkı yoktu. Hatta Uraz’ın koyu mavi irislerinde öfkenin yanında başka şeyler de varmış gibiydi. Ekin’in ne hissettiğini biraz olsun anlayabiliyorken onun hislerini anlayabilmek oldukça güçtü. Bu durumu daha yeni fark edebiliyordum; çünkü belki de ilk kez Uraz’ın yüzüne gerçekten onu anlayabilmek için bakıyordum, onu görmezden gelmek veya başımdan savmak için değil.

 

Dudaklarımı aralamış tam konuşacaktım ki Uraz’ın sert sesini duydum. “Şah’ı almaya geldim,” demesiyle yüz hatlarım gerildi. Hayrete düşmüş bir şekilde ona dönsem de bu halimi dış görünüşüme yansıtmamaya özen gösterdim.

 

Ekin başını yeniden Uraz’a çevirdi ve tek kaşını meydan okuyan bir tavırla yukarı kaldırdı. “Şah’ı almaya geldin.” Sesinde alay vardı. Alay ve öfke. Bana bir bakış attı; ancak bu bakışı, sevgiden çok uzak olan bir duygu ile harmanlanmıştı. “Uraz Dağdelen, hangi sıfatla Şah’ı almaya geldin?”

 

Ortamda hakim olan yoğun gerginlik, kalbimin delicesine atmasına sebep oluyordu. Bir an önce diyaloğa dahil olmam gerekiyordu. Bu yüzden dudaklarımı konuşmak üzere araladım ve “Uraz Bey ile…” diyordum ki Uraz yeniden sözümü bir bıçak gibi kesti:

 

“Arkadaş sıfatıyla,” dedi, net bir sesle.

 

Gerginliğimin üzerine bir de damarlarımda dolanan öfke eklenmişti. Uraz’ın ne yapmaya çalıştığına anlam veremiyordum. Ekin’in aklında şüphe uyandırarak beni ve görevi ele vermeye mi çalışıyordu?

 

Ekin’in dudağının bir kenarı alayla yukarı kıvrıldı. Bir bana bir de Uraz’a baktı. “Arkadaşlık mı?” derken sesinde aşağılayıcı bir ton vardı.

 

Kaşlarımı çattım. “Evet,” diyerek Uraz’ın sözlerine katılmak zorunda kaldım. O, ikimizi de fırtınaya doğru yol alan büyük bir gemiye bindirmişti ve gemiyi terk etmenin tek yolu yüzerek karaya çıkmaktı, tabii fırtına yayılarak ve şiddetlenerek bize ulaşmadan bunu başarabilirsek. Ekin’in öfkeyle büyüyen göz bebeklerini gördüm. Gözlerini gözlerime kenetlemişti. “Ve,” diyerek sözlerimi sürdürdüm: “Belki yanlış bir düşünceye kapılırsınız diye size söylememeyi tercih ettim.” Resmiyetimin sebebi, aramızdaki ilişkiyi Uraz’a belli etmemekti ve bu durumu Ekin’in anladığını umuyordum.

 

Dudaklarının arasından ufak çaplı alaylı bir kahkaha kopuverdi; ancak kahkahası saniyeler içinde solup yerini duvar gibi bir ifadeye bıraktı. Bana baktı, tek kaşını kaldırdı. “O halde aramızda olanları, daha doğrusu ilişkimizi neden arkadaşına söylemedin, Şah?”

 

Ekin resmiyetimin nedenini anlamıştı; ama ne duruma düşeceğimi umursamaksızın bilerek ve isteyerek her şeyi ortaya sermeyi seçmişti.

 

Uraz’ın bakışları bana döndüğü sırada ben de tepkisini ölçmek adına ona baktım. Parlak mavi gözlerinin önüne bir perde indirdiği için perdenin arkasındaki onu göremiyordum, görmeme izin vermiyordu. Görebildiğim tek şey, dudaklarının şaşkınlıkla hafifçe aralanışıydı. Saniyeler sonrasında dudaklarını yeniden birbirine bastırdığında çenesinin kaskatı kesildiğini gördüm. Ekin’e döndü ve rahat bir tavırla, “Birbirimizden bu kadar nefret ettiğimizi görünce seninle olan ilişkisini bana söylemekte zorlanmıştır,” dedi ve sonrasında bana, gözlerimin tam içine baktı. Ne perdeyi kaldırdı ne de gözlerini gözlerimden ayırdı.

 

Gözlerini başka yöne çeviren ben oldum, önce Ekin’e, sonra da Uraz’a baktım. İkisinin gözleri de benim üzerimdeydi ve bu durum, bedenimin baştan aşağı gerilmesine yol açtı. “Artık evime gidebilir miyim?” diye söylendim aksi ve yorgun çıkan bir sesle, ikisine de hitaben. Ardından aralarından geçip yürümeye başlamıştım ki birkaç adımın sonunda duraksayıp onlara döndüm. Birbirilerine öfkeyle bakmaya devam etmek ile yollarını ayırmak arasında kalmış görünüyorlardı. “E hadi, neyi bekliyorsunuz?” diye söylendim, tek kaşımı kaldırdım.

 

Arabasına yönelerek ilk hareket eden kişi Uraz olmuştu. Elini arabasının kapı kulbuna attı ve bana döndü. “Ekin Soylu ile gideceksin sanırım,” derken sesi keyiften çok uzak, yüzü ise ifadesizdi.

 

Ekin ise bana doğru geliyordu; ancak onun dudaklarında Uraz’ın aksine, sol yanağındaki gamzesini ortaya çıkaran keyifli bir gülümseme vardı. Bu, kazanılan bir savaşın sonundaki zafer gülümsemesini andırıyordu.

 

Ancak durumun, hem savaştan hem de zaferden çok uzak olduğunun farkında değildi.

 

Uraz’a baktım. “Hayır, seninle geliyorum,” dedim ve ekledim: “Bana anlatacağın şeyler olduğunu söylemiştin.”

 

Üstü kapalı bir şekilde söylediğim bu cümleyi Uraz net bir şekilde anlamıştı ve onun dudaklarında Ekin’inki gibi zafer dolu bir gülümseme oluşmamıştı, sadece gökyüzü ile aynı renk olan gözleri parıldamıştı.

 

Ekin’e yandan bir bakış attığımda karşımda durduğunu ve dudaklarındaki gülümsemesinin yerini çatık kaşlarının aldığını gördüm. Uraz’ın arabasına yönelmeden önce “Yarınını bana ayır Ekin. Tüm sorularını cevaplayacağım,” diye konuştum. Bana öfkeli olduğunu fark etmemek imkansızdı. Bir cevap vermeden yanımdan hızla geçip giderken arkasından bakmadan edemedim. Omuzları her zamanki gibi yüksek, omurgası ise dimdikti. Her ne olursa olsun onun kadar güçlü durabilmeyi diledim.

 

Uraz’ın arabasına binip emniyet kemerimi bağlarken Ekin’in arabasına binişini ve gaza yüklenerek havalimanının çıkışına yönelişini izledim. Giderken bulunduğumuz yöne, bana bir kez olsun bakmamıştı. Öfkeliydi; hem de çok öfkeliydi.

 

Geçmişlerini ve birbirlerine olan bu nefretlerinin nedenini merak etmeden edemiyordum. Belki de Uraz’ın ağzından laf alabilirdim.

 

Koltukta geriye yaslandım ve konuşmamak için kendi içimde bir savaşa girdim. Gaza yüklenmesiyle gözlerim, önündeki direksiyona sabitlediği bembeyaz kesilen ellerine kaydı. O, Ekin’e öfkeliydi; ben ise ona.

 

“Arkadaş da ne demek oluyor?” diye sertçe sorarken karşımızda akıp giden yola dönük olan yüzüne baktım. Sesimdeki öfkeyi bastıramamıştım.

 

Gözlerini yoldan ayırmadan “Sen ne demeyi düşünüyordun, Şah?Tesadüfen karşılaştık mı?” dedi ve ekledi: “Benim arabama biniyordun ve bunu gördü. Yalan söylediğini anlar ve bir şeylerden şüphelenmeye başlardı.”

 

Dudaklarımdan alay ve öfkeyle karışık bir hah nidası koptu. “Sanki şu an şüphelenmiyor. Arkadaş olduğumuzu söyledin.”

 

Ona bakmakta olan bana hızlıca yandan bir bakış attı. “Bir şeyler karıştırıyor olsaydık arkadaş olduğumuzu ona hiç söylemeyeceğimizi düşünüyordur.” Direksiyondaki ellerini daha çok sıktığını gördüm. “Onu tanımıyorsun Şah,” dedi.

 

“Sen tanıyor musun?” diye sorduğum anda yüz hatları gerildi, çene hattı sertleşti.

 

Dudaklarının arasından tek bir kelime dahi çıkmadı. Önünde uzanan yolu seyretti, sessizce.

 

Ve ben bu sessizliğini evet olarak kabul ettim. Evet, Ekin’i tanıyordu; ancak hangi yönden ve ne şekilde olduğu büyük bir muammaydı.

 

Aradan geçen dakikaların sonunda Uraz, arabasını evinin bahçesinin önündeki küçük otoparka park etti ve ardından motoru durdurup emniyet kemerini çıkardı. Evine gelmemizin nedeni, en güvenli yerin evi olduğunu düşünmesi ve bu yüzden de konuşmak için beni buraya getirmesiydi.

 

Demir kapıdan geçip bahçe yolundan evine doğru yürürken gözlerim etrafta gezindi. Bahçesinde hâlâ hiç çiçek yoktu; sadece türlü türlü ağaçlar vardı. Dikkatimi çeken ilk ağaç, kiraz ağacı olmuştu. Kirazlar oldukça olgun ve kırmızı görünüyorlardı. Çimenler ise henüz sulanmış gibi pasparlaktı. Tepedeki güneş, yerdeki yeşil ve kahverengi renklerini daha çok vurguluyordu.

 

“Buraya ilk kez gelişini hatırlıyor musun?”

 

Uraz’ın sesini duymamla soluma, ona döndüm. Bahçe boyunca yavaşça, aceleci olmayan adımlarla yürüyorduk. “Evet, hatırlıyorum,” dedim. Zamanın ne denli hızlı geçtiğine inanmak güçtü. Birkaç adım ötemizde duran ve bahçeye açılan o uzun, fransız tarzı pencereden onun çalışma odasına girişimi dün gibi hatırlıyordum. Uraz’ı ilk kez görüyor ve bir müşteriyle ilk kez tanışıyordum.

 

Haddini ve durması gerektiği yeri bilmeyen bir müşteriydi o zamanlar.

 

“Bahçeme patlayıcı atmıştın,” derken dudaklarında yaşanmışlık dolu bir gülümseme vardı. Yüzüne vuran güneş, koyu mavi irislerini açık bir renge boyuyordu.

 

Onun dudaklarındaki gülümseme, benim dudaklarıma da yansıdı. “Sana sadece tatlı bir sürpriz yapmak istemiştim, Müşteri.”

 

Bir anda olduğu yerde durup hafif çatılmış kaşlarıyla bana baktı. Yine mi Müşteri der gibi bakıyordu. Ona döndüm, omuzlarımı silktim ve onu arkamda bırakarak kapıya yönelmek yerine, aylar önce ilk kez girdiğim fransız tarzı uzun pencereden içeri girdim. Görüş açıma giren çalışma masası oldukça dağınıktı. Bazı kağıtlar ile dosyalar yere dağılmış ve duvara asılı olduğunu tahmin ettiğim rönesans dönemine ait olan tablo, ortasına yumrukla açılan bir delik ile yeri boylamıştı. Bu dağınıklığın nedeni, zincir vurulamayan bir öfke gibi görünüyordu.

 

Yerdeki kağıtları toparlayan orta yaşlardaki takım elbiseli adam beni gördüğünde eğildiği yerden doğruldu. O sırada Uraz’ın sesini duydum. “Burası hâlâ toparlanmadı mı?” diye sordu karşımızdaki siyah takım elbiseli adama. Sesi oldukça aksi çıkmıştı.

 

Adamın yüzünde saygı dolu bir ifade belirdi. “Topluyorum Uraz Bey, az kaldı,” diye yanıtladı.

 

Yani odanın bu hali, tamamen toplanmış olmasına “az kalmış” haliydi.

 

Uraz bu defa bana hitaben konuştu: “Burası toparlanana kadar salona geçelim.” Ardından, çalışma odasından çıkmak üzere ilerlemeye başladı. Odayı incelemeyi bırakarak peşine takılsam da bir yandan da neyin onu bu kadar sinirlendirdiğini merak etmeden edemiyordum.

 

Evinin salonu, çalışma odasıyla aynı boyutlardaydı; ne çok büyük ne de çok küçüktü. Oldukça sadece döşenen salona siyah, beyaz ve açık mavi tonları hakimdi. Koltuklar ve halı açık mavi tonlarındayken tablolar başta başta olmak üzere geri kalan her şey siyah ya da beyazdı. Dikkatimi çeken bir detay ise televizyonun olmamasıydı. Televizyon ünitesinin olması gerektiği yerde beyaz renginde kocaman bir kitaplık vardı ve bu kitaplıkta gördüğüm kadarıyla her türde ve her kalınlıkta kitap vardı.

 

“Beyaz şarap, değil mi?” Bu sorusuna karşın arkama döndüğümde onu, kollarını göğsünde kovuşturmuş ve kapı pervazına yaslanmış halde beni izlerken buldum. Onunla tanıştığımız günde de bir kadeh beyaz şarap içmiştim ve o, aradan üç aydan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bunu unutmamıştı. Hafızası güçlü olmalıydı.

 

Başımı onaylar anlamda sallamakla yetindiğimde yaslandığı kapı pervazından ayrıldı ve içkilerin bulunduğu tahmin ettiğim, kitaplığın yan tarafındaki küçük dolaba yöneldi. Üzerindeki bej kapüşonlu üstü, parke ile aynı tonlardaydı.

 

Dolaptan bir şişe beyaz şarap ile iki kadeh çıkardı ve şişedeki sıvıyı kadehlere doldurmaya başladı. Bunu yaparken oldukça özenli davranıyordu. Şişenin ağzını kapattı ve doldurduğu iki kadehle birlikte yanıma geldi, birini bana uzattı. Kadehi aldım ve birkaç santim ötemde duran açık mavi üçlü koltuğa oturdum. O da rahat edebilmem için aramızda belirli bir mesafe bırakarak yanıma oturdu.

 

“Bir planım var demiştin,” diyerek söze girdim, dolaylı bir söyleyişten kaçınarak.

 

Koltukta geriye yaslandı, kadehi dudaklarına götürdü ve büyük bir yudum aldı. Mavi irislerini ela irislerime kenetledi. “David’in katilinin Merkez’den biri olduğunu düşünüyorsun, değil mi?” diye sordu.

 

Başımı onaylar anlamda salladım, “Evet,” dedim ve damarlarımda usulca gezinen öfkemi dizginlemeye çalışarak sözlerimi sürdürdüm: “Benden David’in babam olduğu gerçeğini saklamalarının bir nedeni vardı. Ben öğrendiğim için de bunun bedelini David’e ödetmiş olmalılar.”

 

Düşünceli bakışları eşliğinde sözlerime eklemede bulundu: “Ve ondan daha fazla bir şey öğrenemeyesin diye onu bu şekilde susturmayı seçtiler.”

 

Parmaklarımın arasındaki şarap dolu kadehi sıktım. Karşımda, sadece birkaç santim ötemde oturan adama baktım. Hiçbir detayı kaçırmaksızın dikkatli mavi irisleri her daim üzerimdeydi. Olanları Merkez’in üzerine yıkarak kendini bu işten sıyırmaya mı çalışıyordu yoksa?

 

Zihnime hakim olan şüphe ve öfke ikilisi beni içten içe yiyip bitiriyordu. David’in katilini bulana dek de bu böyle sürüp gidecekti belli ki.

 

“Bu akşam Merkez’e gideceğiz, biliyorsun,” diyerek konuşmayı sürdürdüğünde düşüncelerimden sıyrılıp dikkatimi yeniden ona yönelttim.

 

“Parker Foster’ın sadece beni görmeyi istediğini sanıyordum,” derken tek kaşımı kaldırmıştım.

 

Yavaş ve özenli hareketlerle kadehinden bir yudum aldı ve bu süre boyunca gözleri yüzümde dolanmaya devam etti.

 

“Öyle; ama planın işlemesi için benim de orada olmam gerekiyor,” dedi ve bir cevap vermeme izin vermeden sözlerini sürdürdü: “David’in pozisyonu boşta ve Parker Foster onun yerine geçirmek için birilerini aramaya başlayacak.”

 

Bunu duyduğuma hiç şaşırmamıştım. Parker Foster için önemli olan tek şey, her ne olursa olsun işlerinin yolunda gitmesiydi. Her şeyin pürüzsüz ve sorunsuz olmasıydı.

 

Kaşlarımı çatarken olduğum yerde doğruldum. “O biri sen mi olacaksın?”

 

Kadehinin dibinde kalan son sıvıyı da içtikten sonra dudağının kenarı tekinsiz bir biçimde yukarı kıvrıldı. “Hayır,” dedi, “sen olacaksın.” Zihninde ne tür planların akıp gittiğini tam olarak anlayabilmek zordu; ancak tahmin edebilmek değildi.

 

“Bu sayede yetki sahibi olacağım ve Merkez’deki her şeyden ve herkesten haberim olacak,” diye konuştum düşünceli bir ses tonunda. David’in ulaşabildiği her şeye ben de ulaşabilecektim.

 

Uraz başını onaylar anlamda sallarken dudaklarındaki belli belirsiz olan sırıtışı hâlâ varlığını koruyordu.

 

Ona bir soru yöneltmeden önce elimdeki kadehi dudaklarıma götürdüm. “Senin Merkez’de nasıl bir yetkin var?” Bir bacağımı diğerinin üzerine atarken koltukta hafifçe geriye yaslandım. “Arşivden dosyaları aldığım için David, Parker Foster tarafından alıkonulduğu zamanda da onu tek bir lafınla kurtarmıştın,” diyerek eklemede bulundum.

 

Gözlerini uzun bir sürenin ardından ilk kez benden ayırdı, kadehiyle birlikte ayağa kalktı ve kadehini yeniden doldurmak üzere içki dolabına yöneldi. Sorduğum bu soruyu cevapsız bırakacağını anlamak zor değildi.

 

Üstüne gidip gitmemek konusunda bir süre kararsız kalsam da sonrasında dudaklarımı yeniden aralamayın kaçmasına izin vermeyi seçtim. Şimdilik.

 

Kadehini doldururken de bana doğru yürürken de hareketleri yavaştı. Yorgun olduğu çökmemek için direnen omuzlarından ve koyulaşan göz altlarından belli oluyordu.

 

Az önceki sorumu biraz değiştirerek sordum bu kez: “Parker Foster’ın seni dinleyip beni David’in yerine geçireceğinden emin misin?”

 

Kadehini dudaklarına götürdüğü anda şarabı yarısına kadar büyük bir yudum eşliğinde içti. Daha önce onu bu kadar içerken görmemiştim. “Evet,” demekle yetindi ve başını geriye, koltuğun başlığına yasladı, gözlerini kapatmadan hemen önce kadehindeki şarabı bitirdi. Sıvı, dudaklarını ıslatmıştı.

 

Aradan geçen süre boyunca, kadehi tutan parmakları gevşeyene dek ani bir şekilde uykuya daldığından habersizdim. Ona doğru uzandım ve düşmek üzere olan kadehi yavaşça alıp koltuğun yan tarafında bulunan beyaz rengindeki sehpaya koydum. Temkinli bir şekilde yüzüne baktım. Öylesine derin uyuyordu ki elim yanlışlıkla parmaklarına değdiği halde hiç kıpırdamamıştı. Amerika’da olduğumuz süre boyunca kirli sakallarını kesmeye vakti olmamamıştı, bu yüzden de olduğundan birkaç yaş büyük duruyordu. Yüzüne vuran günışığı, uzun kirpiklerinin göz altlarına gölge düşürmesine ve oraların daha koyu görünmesine yol açıyordu.

 

Uyurken kötü biri gibi görünmüyordu.

 

Herkes gibi.

 

Pantolonumun cebine sıkıştırdığım telefonumu çıkardım ve kilit ekranından Ekin’den yeni bir mesaj veya aramaya olup olmadığını kontrol ettim; ancak bildirim ekranım bomboştu. Parmak izimi sensöre okutarak ekran kilidini açtım ve rehberden Ekin’in ismini bulup arama tuşuna bastım, telefonu kulağıma götürdüm. Onu o şekilde bırakıp Uraz’ın arabasına binmek, göğsüme bir ağırlığın oturmasına sebep olmuştu.

 

Ayağa kalkıp fransız tarzı olan uzun pencereye yaklaşırken telefon üçüncü kez çalıyordu; ancak Ekin bir türlü aramayı cevaplamıyordu. Birkaç saniye sonra tam aramayı sonlandıracaktım ki Ekin’in sesini duydum.

 

“Şah.” Sesi hissiz ve soğuktu.

 

“Ekin,” dedim ve ekledim: “İçim rahat etmedi ve sesini duymak istedim,” diye bir itirafta bulundum. Ondan bir cevap gelmedi. “Sinirli olduğunu biliyorum; ama yarın mutlaka her şeyi anlatacağım.”

 

“Pakala,” dediğini ve bilgisayarının tuş seslerini duydum. Çalışıyor olmalıydı ki sesi dalgın, ilgisizdi.

 

Gün batımının kızıla boyadığı bulutlu gökyüzüne baktım. “Yarın görüşürüz o halde,” dedikten sonra tam aramayı sonlandırıyordum ki Ekin’in sesini duymamla duraksadım.

 

“Şah,” birkaç saniyeliğine duraksadı, “seni seviyorum,” dedi.

 

O anda arkamda bir gürültü kopmasıyla yerimde sıçradım ve hızla arkama, Uraz’ın olduğu tarafa döndüm. Sehpanın üzerindeki kadeh yeri boyayarak tuzla buz olmuştu ve ayağa kalmış olan Uraz’ın yoğun mavi gözleri, ela gözlerime kilitlenmişti.

 

Aramayı sonlandırdım.

 

“Uyanmışsın,” derken önce yerde parçalara ayrılmış olan kadehe, sonra da yüz hatları gerilmiş olan Uraz’a bakarak. Birkaç büyük adımda ayaklarımız birbirine değene dek bana yaklaştı. Dalgalı saçları uyku mahmurluğu ile dağılmıştı. Yoğun bakan mavi gözlerinin önüne bir perde indirmemişti bu defa.

 

“Ekin Soylu ile aranızda,” diyerek konuşmaya başladı. Sesi de en az bakışları kadar yoğun ve derindi. “Gerçekten bir ilişki var mı?”

 

Tek kaşımı kaldırırken kollarımı göğsümde kovuşturdum. “Bunu kim olarak soruyorsun? Kötülükle beslenen acımasız Uraz Dağdelen olarak mı; yoksa üzgün olduğum her anda yanımda olmayı ve her koşulda bana yardım etmeyi seçen Uraz olarak mı?”

 

Bir süre boyunca gözlerimin içine baktı, öylece, hiçbir şey demeden. Ardından, “Her ikisi olarak da,” dedi. Birkaç santim ötemde duran yüzünde mimik oynamıyordu.

 

“Evet, ilişkimiz var ya da hayır, ilişkimiz yok desem değişen ne olacak, Uraz?”

 

Gözleri öyle bir bakıyordu ki zihnimin içindeki kaosu görüyor ve hissediyor gibiydi. “Cevabın hangi Uraz olacağımı belirleyecek,” dedi.

 

“Pekala,” dedim, hiçbir detayı kaçırmaksızın dikkatli gözlerimi, yoğun irislerinden ayırmadan sorusunu cevapladım: “Evet, bir ilişkimiz var.”

 

Yüz hatları mümkünmüşçesine daha çok gerildi ve çenesi kaskatı kesildi. Tek bir kelime etmeksizin arkasını döndü, benden uzaklaşacaktı ki ona yetiştim ve kolundan tuttuğum gibi onu yeniden kendime çevirdim, solgun yüzüne baktım.

 

“Uraz,” dedim, “hangisi olacaksın?”

 

Parlak mavi irisleri yüzümün her kıvrımında dolandı; burnumda, elmacık kemiklerimde, dudaklarımda, ve sonunda gözleri yeniden gözlerime çıktı. Kolunu ellerimin arasından kurtarıp arkasını dönüp gitmeden önce dudaklarının arasından tek bir kelime çıktı:

 

“Göreceksin.”

 

Loading...
0%