@yesimnehir
|
"Sen Parker Foster'ın odasına çık, ben sonra yanına geleceğim," diye konuştu Uraz, ana kapıdan Merkez'e giriş yaparken. Gece yarısına yakın bir saatte geldiğimizden dolayı Merkez, olması gerektiğinden daha sessiz ve sakindi. Görevlendirilen ajanlar, karanlık sokaklarda bilgi topluyor ya da plan kuruyor olmalılardı. Kısa süreli görevlerde zaman yönetimi çok önemliydi.
"Ne yapacaksın?" Birbirine eş değer adımlarımızın sonunda asansör duruyordu.
Bu soruma karşın gözleriyle etrafımızı saran kameraları işaret etti. "David ile buluşacağın zamanda Merkez'den çıkış yapanları kontrol edeceğim," dedi ve bana dönerek ekledi: "Buluşacağınız saati tam olarak hatırlıyor musun?"
Merkez'deki kameralara kolayca erişebilecek kadar yetkili biri olmalıydı.
Olduğumuz kata gelen asansörün içine girdiğimizde Uraz, Foster'ın odasının bulunduğu katın düğmesine bastı.
David'in bir kurşun ile kanlar içinde yerde kalakaldığı ve kollarımın arasında can verdiği günü hatırlamaya çalışmak, dikiş atılmamış bir yaranın üzerine baskı yapmaktan ya da o yaraya tuz basmaktan farksızdı.
Sırtımı asansör kabinine dayadım ve bakışlarımı Uraz'ın asansör aynasına yansıyan silüetine çevirdim. "Akşam dokuzda buluşmak için sözleşmiştik," dedim. Tarihi belirtmeme gerek yoktu; çünkü ikimiz de o günü net bir şekilde hatırlıyorduk.
Karşımdaki aynadan başını onaylar anlamda salladığını gördüm. O sırada asansörün kapıları teknik bir ses eşliğinde açıldı ve asansör kabininden çıkmak üzere yürümeye başladım; ancak birkaç adımın sonunda kapı eşiğinde durdum, arkama, ona döndüm. Eksi birinci katın düğmesine basarken başını asansöre yaslamıştı. Ardından parlak mavi gözlerini bana çevirdi. Dalgın ve düşünceli görünüyordu.
Adımlarımı ileriye doğru atıp eşikten çıktığım anda asansörün kapıları Uraz'ın üzerine kapandı. Koridorun ucundaki Parker Foster'ın odasına doğru yöneldim. Etrafta benden başka kimse yoktu. Sessizdi.
Geride bıraktığım her bir adımımda David'in yansımalarını görüyordum. Bazen duvar kenarında kollarını göğsünde birleştirmiş halde kahverengi gözleriyle beni izliyordu, bazen ise büyük adımlarını benim küçük adımlarımla eşleyip benimle birlikte yürüyordu. Üzerinde her zamanki gibi ütülü takım elbisesi, ayaklarında ise cilalanmış ayakkabıları vardı. Ak düşen kısa saçlarının ensesi yeni tıraşlanmış gibiydi. Yanımda yürürken kahverengi gözlerinin içine bakıyordum, konuşsun, beni azarlasın istiyordum.
Yine başına hangi belayı aldın Şah?
Merkez'e neden geldin? Kötü bir şey mi oldu?
Bay Foster ile konuşurken sakin olmalı ve burnunun dikine gitmemelisin. Tamam mı Şah?
Müşteri ile inatlaşmayı bırak artık. Sadece görevini tamamla.
Konuşabilseydi eğer, bana söyleyebileceği şeylerden sadece birkaçıydı bunlar.
Foster'ın odasının kapısının önünde durdum ve elimi kapı kulbuna koydum. Kapıyı aralayıp içeri girmeden önce arkama döndüm, karşımdaki duvara yaslanmış halde beni izleyen David'e baktım. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm, gözlerinde ise huzurlu bir ifade yer edinmişti.
Başını salladı.
Başımı salladım.
Ve Parker Foster'ın odasına girdim.
Büyük odasının köşesinde duran heybetli masasını başında rahat bir şekilde oturuyordu. Üzerinde lüks ve ağır olduğu belli olan siyah bir kaban vardı. Saçları her zaman olduğu gibi arkaya yatırılmıştı. Dikkatli bakışları odaya girdiğim anda beni buldu, dudağının bir kenarı usulca yukarı kıvrıldı. Tek kaşını kaldırarak bedenimi baştan aşağı süzdü, ardından yeniden gözlerini gözlerime dikti.
Foster'ın iki yanında duran yapılı adamlardan biri aralık bıraktığım kapıyı kapattı ve tekrardan yerine geçmedi, orada, kapının önünde beklemeyi sürdürdü. Bu detayın aklımı kurcalamasına izin vermeyip Foster'a döndüm.
"Beni görmek istemişsiniz, Bay Foster."
"Evet, Ajan Şah. Gözlerim Merkez'de seni arıyordu," diye konuşurken yüzündeki o pişkin ifade, içten içe baskılamaya çalıştığım öfkeme bir kırbaç vurdu.
"Nerede olduğumu biliyordunuz," dedim ve ekledim: "Siz de benimle gelebilirdiniz; ama gelmemeyi seçtiniz."
Sandalyesinde geriye yaslandı, masasının üzerinde duran viski bardağını aldı ve dudaklarına götürdü. Büyük bir yudumda bardaktaki sıvıyı neredeyse bitirdi. Bardağı yeniden masaya koyarken dahi gözleri benim üzerimdeydi.
"Doğru," dedi, "David'in cenazesine katılamayacak kadar yoğundum."
Alayla kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. "Burada aynı bu şekilde oturup viskinizi yudumlamakla meşguldünüz sanırım."
Bakışları bir anlığına kararsa da dudaklarındaki sırıtış asla solmadı. "Belki de," dedi ve büyük beyaz dişlerini göstererek güldü. Belirginleşen derin mimik çizgileri, yaşını vurgulamaya yeterli oldu.
İki yanımda sallanan ellerimi yumruk haline getirip sıktığım anda tırnaklarımın derime geçtiğini hissettim. "David önemli bir çalışanınızdı," diye konuştum, sabit bir yükseklikte tutmaya özen gösterdiğim ses tonum ile.
"Öyleydi." Parlak kristalleri olan bardağın dibinde kalan sıvıyı da dudaklarına götürdü, ardından sırıtmaya devam etti. "Ama yeri doldurulamayacak biri de değildi. Buradaki kimsenin yeri doldurulamaz değil, Ajan Şah."
Bunu biliyordum; ancak sadece David'in yeri asla doldurulamazdı.
"Sizin de yeriniz doldurulamaz mı, Bay Foster?"
Ona yönelttiğim soruya karşın ufak çaplı bir kahkaha attı. Gür sesi, odanın ruhsuz duvarlarında yankılandı. Kahkahası yavaşça solarken sol tarafındaki adam tarafından yeniden doldurulan viski bardağını alarak ayağa kalktı, masasının ön kısmına geçti ve kalçasını masaya dayayarak rahat bir tavır takındı.
"Yaklaşsana Ajan Şah," diyen Foster'ın dudaklarındaki alaylı sırıtış, tekinsiz bir hal almıştı. Yüzünde bulunduğumuz durumdan zevk aldığını gösteren bir ifade vardı ve siyaha yakın olan koyu renk gözlerini bir an olsun benden ayırmıyordu.
Aradan geçip giden birkaç saniyenin ardından dediğini yaptım, adımlarımı ona yönelttim.
Viskisinden büyük bir yudum aldı, çenesini hafifçe yukarı kaldırarak beni izlemeye devam etti.
Aramızda iki adımlık bir mesafe kalana dek ona yaklaştım; ancak bunu fark eden Foster, o iki adımı sıfıra indirerek bana olabildiğince yaklaştı. O sırada burnuma dolan yoğun alkol kokusu midemi alt-üst etmeye yetti.
Hâlâ kapının önünde bekleyen adama göz attım. Parker Foster'ın gözlerinin içine bakıyor, emirlerini bekliyordu.
Aniden yüzümde gezinen parmakları hissetmemle bedenim kaskatı kesildi.
"Çoğu zaman gereğinden fazla konuşuyorsun, Ajan Şah."
Bakışlarımı kapıdan alıp Foster'a çevirdiğimde yüzünün yüzüme fazla yakın olduğunu ve parmaklarının usulca yanağımı okşadığını gördüm. Sinir katsayımın aradan geçen her bir saniyede arttığını ve boynumdaki atardamarın şiddetle zonkladığını hissettim. Gözlerimi bir kez bile kaçırmadan bir adım geri çekildim ve eli boşlukta kalakaldı, dudaklarındaki sırıtış ise donakaldı. Ardından aramıza koyduğum mesafeyi yeniden kapattı, bana sokuldu. Ondan uzaklaşmamam için sertçe kolumu kavramasıyla kaşlarımı çattım ve dişlerimi birbirine bastırdım.
"Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" diye tısladım.
Dudaklarıma bakarak kendinden emin bir şekilde konuştu: "David'in öğretemediği şeyleri ben sana öğreteceğim, Ajan Şah." Ondan uzaklaşamayayım diye kolumu öyle bir sıkıyordu ki parmaklarının değdiği yerlerin morarması olağandı.
Dediklerine karşın gülerken ona fark ettirmeden kapıya bir bakış attım. Adam yerinden dahi kıpırdamamıştı.
"Ne o? Hoşuna mı gitti yoksa?"
Yeniden ona döndüğümde yüzündeki ifade midemin bulanmasına sebep oldu. "Tabii," dedim, gülmeye devam ettim. "Kişisel arzularınız için karşımda böylesine küçüldüğünüzü görmek oldukça hoşuma gitti, Bay Foster."
Adetâ dumura uğrayan ifadesinin yerini saniyeler içinde saf bir öfke aldı. Kolumu daha çok sıktı. Acıyı görmezden gelmeye çalışırken dişlerimi birbirine bastırdım.
İyice dibime sokuldu. Yüzüme vuran alkol kokulu nefesi, içimde öğürme isteği doğuruyordu.
"Seni küçük fahişe," diye tısladı öfkeyle.
Burnumdan alayla güldüm. "Siz, küçük ve acınası insanlar, arzuladığınız şeylere ulaşamadığınızda onlara böyle etiketler yapıştırıyorsunuz, değil mi?"
Foster'ın bir boğa misali hızlı bir şekilde nefes alıp verdiğini fark ettim. Bu haline gülmemek için kendimi tutmaya çalışsam da dudaklarımın arasından bir kıkırtı kaçmasını engelleyemedim.
Ve bu halim, onun daha da sinirlenmesine yol açtı.
Yine rahat duramadın, değil mi Şah?
Bunlar, karşımdaki kahverengi deri koltukta oturup beni izleyen David'in sözleriydi. Bir bacağını ötekinin üzerine atmış, film izler gibi önünde olanları izliyordu.
O anda yüzüme inen bir darbe eşliğinde sarsıldım ve dengemi kaybettim. Yere düşecekken zar zor masaya tutunabilmiştim. Bedenim baştan aşağı öfkeyle alev almıştı adeta. Nefes almakta zorlanıyordum.
Foster'ın zevk dolu kahkahası kulaklarıma ulaştı, zihnimin duvarlarında yankılandı.
Usulca doğruldum ve bakışlarımı ona çevirdim. Kahkahası öylesine şiddetliydi ki bedeni durmaksızın sarsılıyordu. İşaret parmağıyla beni gösteriyor, aşağılarcasına gözümün içine bakıyordu.
"Görüyor musunuz çocuklar?" derken iki adamına beni işaret etti. "Ajan Şah'ın düştüğü hali görüyor musunuz?" Katıla katıla durmaksızın gülüyordu.
Önce dibimdeki masaya, sonra da kahverengi deri koltukta oturup beni izlemeye devam eden David'e baktım.
"Üzgünüm David, yine başımı belaya sokacağım," dedim.
Ve elime geçirdiğim kristal viski bardağını Foster'ın kafasında paramparça etmem sadece birkaç saniyemi aldı.
Kafası oluk oluk kanamaya başlayan Foster, elini kafasına götürdü ve parmaklarına bulaşan kanını görmesiyle hayretle kocaman açılan gözlerini bana çevirdi. Geriye doğru yalpaladığı sırada kıyafetleri saniyeler içinde kendi kanıyla kaplanmış, kırmızıya bulanmıştı. İki adam da Foster'ın yanına koştuğu anda Foster dengesini kaybedip yeri boyladı. Parkeye şiddetle çarpan başı, etrafta kan sıçramasına neden oldu.
Ve gücü yitip giden Foster'ın göz kapakları, bir perde misali gözlerine kapandı.
Ellerime bulaşan kana baktım.
David'in kanı da aynı bu şekilde ellerime bulaşmıştı.
Ellerimdeki kanın sahibi ayaklarımın dibinde boylu boyunca yatıyor, bir kez olsun hareket etmiyordu. Başından oluk oluk akan kanla, açık renk parkenin kirlenmesine yol açmıştı.
Gözlerimin önündeki görüntüler zaman zaman bulanıklaşıyordu. Etrafımı sarıp sarmalayan kaosa ait tüm sesler ise kulağıma ulaşırken bir uğultudan farksızdı. Duyabildiğim tek şey, ruhsuz duvarlara çarparak yankılanan bağırışmalardı.
"Şah!"
Adımla can bulan bu tanıdık ses, uzaklardan bir yerlerden geliyor gibiydi.
Ancak aksine, bu sesin oldukça yakınımdan geldiğini koluma dokunan eli hissettiğimde anladım. Bakışlarımı ellerimden ayırıp ona baktığımda koyu mavi irislerinde endişe ve şaşkınlıkla harmanlanan bir ifade olduğunu gördüm. Önce kanlı ellerime, ardından aynı şekilde kan bulaşan beyaz bluzuma baktı. Üzerindeki bej kapüşonlu üstünü bir çırpıda çıkardığında altında kısa kollu beyaz bir üst kalmıştı. Bej kapüşonluyu benim başımdan geçirirken "Şah, buradan çıkmalısın," dedi. Kollarımı kaldırdı, kapüşonlu üstünün kollarından geçirirdi. Bej üstün kollarının kanlı ellerimi kamufle edecek kadar uzun olduğundan emin olduktan sonra bana döndü, mavi irislerini ela irislerime kenetledi.
"Şah," dedi yeniden. "Buradan çıkıyorsun ve hemen benim evime gidiyorsun." Koy pantolonunun cebinden evinin anahtarını çıkardı, elime tutuşturdu. O sırada buz kesen elime değen sıcak eline Foster'ın kanı bulaşmıştı. Temkinli bir şekilde bana bakmayı sürdürdü. "Beni duyuyorsun, değil mi?" Hareketleri aceleci olsa da dudaklarından kopup gelen kelimeleri tane taneydi.
Sözlerine yanıt olarak başımı onaylar anlamda sallamakla yetindim.
Bana doğru eğildi ve siyah saçlarımı ensemse rastgele hızlıca topladı, ardından bej üstün kapüşonunu başıma örttü, yüzümün kamufle olduğundan emin olduktan sonra ellerini omuzlarıma sabitleyerek beni kapıya yönlendirdi.
O sırada odada bulunan iki adama ek, birkaç adam daha gelmişti. Foster'ın başındaki derin görünen yarığa ellerindeki kumaş parçalarıyla baskı yapıyorlardı. Birbirlerine komut veriyorlardı. Kimse bana bakmıyordu. Belki de varlığımın dahi farkında değillerdi. Uraz'ın yapılı bedeni önüme geçerek görüş açımı kapatana dek görebildiklerim bunlardan ibaretti.
Odadan çıktığımız anda önümüze çıkan koridor, terk ettiğimiz odanın aksine oldukça sakindi.
Bakışlarıyla koridorun ucundaki asansörü kontrol eden Uraz, etrafta kimsenin olmadığından tamamen emin olduktan sonra bana döndü. "Hadi," dedi ve omuzlarımdaki ellerini çekti.
Kıpırdamadan yerimde durdum, ona baktım. "Sen ne yapacaksın?" Uzun bir zaman diliminin ardından dudaklarımın arasından çıkan sözler, bu üç kelimeden ibaretti.
Odada varlığını koruyan kaosu işaret etti. "Buraları halledeceğim," asansörü bir kez daha kontrol etti, "hadi," dedi.
"Nasıl hallede—"
Cümlemi tamamlayamadan ona güvenmemi istercesine gözlerimin içine bakarak konuştu: "Git, Şah."
"Her ne yapacaksan dikkatli ol," diye net bir ses tonuyla belirttiğimde başını onaylar anlamda sallamasının ardından, dediğini yaparak birbirini kovalayan adımlarımı asansöre yönelttim. Gözlerinin sırtımda olduğunu hissedebiliyordum. Gittiğimden emin olmak istiyordu.
Asansör zaten bulunduğum katta olduğundan dolayı tuşa bastığım anda kapılar iki yana açıldı. Koridorun diğer bir ucundan beni izleyen Uraz'a son bir bakış attım. Ben asansörün içine girdiğimde o da odaya girdi.
Asansörün kapıları üzerime kapandığı anda aynadaki yansımama bakmaktan kendimi alamadım. Üzerimde bana iki beden büyük olan Uraz'ın bej kapüşonlu üstü, altımda ise Amerika'daki son günümden beri üzerimde olan mavi kot pantolonum vardı. Uraz'ın başıma geçirdiği kapüşonun kamufle ettiği yüzüm solgun, bakışlarım ifadesizdi.
Parker Foster'ın kafasında bir viski bardağı parçalamıştım.
Kanlar içinde yere yığılmasına sebep olmuştum.
Onu öldürmüş olabilirdim.
Ancak o an hissettiğim tek şey, boşlukta olduğumdu.
Sarsak adımlarla Merkez'den çıkarken de taksiye binip Uraz'ın evine giderken de o boşluk hissi benimleydi. Ne yaptığımın farkında değildim o anlarda. Başımı geriye yaslayıp sağ tarafımda akıp giden yolu seyrediyordum. Lacivert gökyüzünde asılı olan yıldızlar parıl parıl parlıyordu. Bu manzaraya caddelerdeki binaların ve dükkanların renkli ışıkları eşlik ediyordu.
Şoför arabanın motorunu durduğunda Uraz'ın evinin önüne geldiğimi anlamıştım. Karşımda iki adet takım elbiseli adam duruyordu. İçlerinden biri araçtan inmem için kapıyı açarken diğeri taksiciye ücreti ödüyordu.
Onları Uraz'ın ayarladığını tahmin etmek zor değildi.
İkisi de eve girdiğimden emin olmak için bahçe boyunca beni takip etti. Kot pantolonumun cebine sıkıştırdığım Uraz'ın verdiği anahtarı çıkardım ve kapıyı saniyeler içinde açtım, içeri adım attım. O sırada adamlardan birinin sesini duyduğumda dikkatimi ona yönelttim.
"Bir şeye ihtiyacınız olursa buralardayız." Bu cümle, kısa kumral saçlı, uzun ve yapılı olan adama aitti. Öylesine uzundu ki ona bakabilmek için başımı yukarı kaldırmam gerekmişti.
"Teşekkürler," dedikten birkaç saniye sonra içeri girdim, kapıyı da ardımdan kapattım.
Karşımda duran büyük salon boyunca ilerlerken bakışlarımı etrafta gezdirdim. Salonun aydınlatması, gösterişli büyük avizeler yerine, minimal seçilmeye özen gösterilmiş olan ışıklar tarafından sağlanıyordu.
Akşam üzeri Merkez'e gitmek üzere kalktığım açık mavi koltuğa, gece saatlerinde yeniden oturdum. Dalgın bakışlarımı karşımdaki heybetli kitaplığa çevirdim. Ev öylesine sessizdi ki dışarıdaki kuşların cıvıltıları, aralık olan pencereler sayesinde net bir şekilde duyuluyordu. Başımı koltukta geriye yaslayıp beyaz rengindeki tavana baktım.
Kendi evime de gidebilirdim; ancak Uraz için en güvenli olan yer onun eviydi. Bu yüzden tereddüt etmeden beni buraya yönlendirmişti. Merkez'de olup biten her şey onun sırtına yüklenmişken onunla konuşmadan kendi başıma bir eylemde bulunmamalıydım. Aksi halde ikimizin başını da belaya sokabilirdim.
Belki de Parker Foster'ın ölümüne sebep olarak bunu çoktan yapmıştım.
Ani bir hızla doğruldum ve dizlerimi diz kapaklarıma yaslayıp başımı ellerimin arasına aldım.
Hayır, onu öldürmemiştim.
Başı gereğinden fazla kanıyordu ve her yer kan içinde kalmıştı.
Bu düşünceye karşın başımı hızla olumsuz anlamda salladım.
Hayır, onu öldürmemiştim. Bunu yapmamıştım.
Şakaklarıma sabitlediğim ellerimi karşıma, gözlerimin tam önüne getirdiğimde kurumuş kanın eklem çizgilerimde ve tırnak diplerimde topaklandığını gördüm. Üzerimdeki bej kapüşonlunun kolları dahi elimdeki kan ile lekelenmişti.
Foster'ın kanı ile.
Başımı olumsuz anlamda salladım.
Ben bir katil değildim.
Koltuktan fırlarcasına ayağa kalktım. Hemen bir banyo bulmalı ve ellerimi yıkamalıydım.
Neyse ki salondan çıktıktan sonra ilk denememde banyoyu bulmuştum. Üzerimdeki üstün kanla lekelenen kollarını dirseklerime kadar sıyırırken büyük aynadaki yansımama bakmamaya çalıştım. Dağılmış olduğumu biliyordum. Zihnimin beni katil olduğuma inandırmak için türlü türlü oyunlar oynayacağını biliyordum ve bu oyunlara aynadaki yansımamı alet edecekti.
Aynaya bakma Şah. Sakın bakma.
Musluğu açtım ve ellerimi altına tuttum. Köşede duran sıvı sabundan bolca aldım ve eklem çizgilerimde biriken kanları iyice ovuşturarak, tırnak içlerimi ise dibine kadar bastırarak temizlemeye başladım. Ellerimi öylesine bir hızla ve sertlikte temizliyordum ki tenim kızarmaya başlamıştı. Ellerimden çıkan kanlar suyun rengini değiştiriyordu.
Foster ölmemişti. Sadece yaralanmıştı.
Öyleydi, değil mi?
Acı hissedene kadar ısrarla temizlemeye çalıştığım kanın bir süre sonra tırnak etlerimden geldiğini, bana ait olduğunu fark edememiştim. Dişlerimi birbirine bastırdım. Musluğu kapattım ve duvara sabitlenen demire asılı olan havluyu aldım ve ellerimi kuruladım.
Salona geri döndüğümde Uraz hâlâ gelmemişti, salon yine bomboş ve sessizdi. Zihnimi kurcalayan boğucu düşünceler ve o düşüncelerin doğurduğu ihtimaller sabit durmama izin vermedi. Salon boyunca bir sağa bir sola volta atmaya başladım. Sertçe ovalamaktan kalkan tırnak etlerimi dişlerimin arasına alıp kemirmeye başladım. Boşta kalan elim, saatler önce pantolonumun cebine sıkıştırmış olduğum telefonuma uzandı. Şarjım bitmek üzereydi. Bu yüzden seri hareketlerle ekran kilidini açtım ve rehberden Uraz'ın ismini buldum. Birkaç saniye arayıp aramamak konusunda tereddütte kalsam da en sonunda arama tuşuna bastım.
İlk çalışın sonunda arama cevaplanmadı.
Üçüncü çalışın sonunda da.
Ve beşinci çalışın sonunda da.
Telefonu sinirle koltuğun üzerine fırlattım, ellerimi saçlarımın arasından geçirirken önümdeki pencereden sarı ışıklar ile aydınlatılan çiçeksiz ancak canlı ve yemyeşil olan bahçeye baktım.
İyi şeyler olmuyordu. Bunun nedeni de bendim. Ben ve kontrol edemediğim lanet olası öfkem.
O anda telefonumun çaldığını duymamla gözlerim kocaman açıldı. Yastıkların arasına giren telefonumu bulmak için öyle bir hiddetle hareket etmiştim ki yer yeri birbirine katmıştım.
Telefonu elime geçirir geçirmez Uraz'ın ismi görüp aramayı cevapladım.
"Uraz," diye konuştum hemen, nefes nefese ve gergindim. "Neler oldu?
"Şah, evdesin, değil mi?" diye sorarken sesi oldukça bitkin geliyordu. Telefonun ucundan onun sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Sessiz bir yerde olmalıydı.
"Evet, evdeyim." Tırnak etlerimi stres içinde kemirmeye devam ediyordum. "Parker Foster..." zihnimdeki soruyu kelimelere yansıtmakta, sesli söylemekte zorlanıyordum. "O... öldü mü?"
Uraz sıkıntıyla iç çekti ve ardından bana verdiği tek şey koca bir sessizlik oldu.
Hayır, ben bir katil değildim. Foster'ı öldürmemiştim.
Boşta kalan elimi sertçe saçlarımdan geçirdiğim anda onlarca saç teli parmaklarımın arasında asılı kaldı. Telefonumun şarjını kontrol ettim. Yüzde dört kalmıştı.
"Uraz," diye seslendim panik içinde, saniyeler sonra. "Bir şey söyle."
"Eve gelince konuşalım Şah," dedi Uraz, yorgun bir tavırla. Seslerden anladığım kadarıyla sandalye gibi bir şeye oturmuştu.
Salon boyunca volta atmayı sürdürdüm. "Bana bir şey söyle Uraz. Ölmedi de. Katil değilsin Şah de." Bacaklarım titriyor ve bedenimi taşımakta zorlanıyordu.
Bir kez daha iç çekti ve ardından, "O..." dedi, bir anlığına duraksadıktan sonra cümlesini tamamladı: "O komada ve durumu hiç iyi değil."
Ve telefonum kapandı. |
0% |