Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm: “İki Farklı Dünya”

@yesimnehir

Yemyeşil çimenlerin arasında keyifle koşuyor, ellerini yanından hızla geçtiği her bir canlı bitkiye dokundurmak istiyordu. Daima ileriye bakıyordu, dağların ve denizlerin ötesine, gökyüzüne.

 

Bulutlara dokunabilecek, ayaklarının altındaki toprağın yarattığı dünyaya yukarıdan bakabilecek kadar gökyüzüne yakın olmak istiyordu.

 

Hazerfen'in dünyaya yayılan öyküsüyle büyüyen ve pilot olma hayaliyle yanıp tutuşan küçük bir çocuktu o zamanlar.

 

Ancak alnına dökülen dalgalı saçlarını kısacık kestiler, onu yeşil çimenlerin arasında koşmayacak ve heybetli dağların ötesini göremeyecek kadar uzağa götürdüler. Anneannesinin onun için kendi elleriyle yaptığı takunyalarını ayaklarından zorla çıkarıp onların yerine büyüklerin giydiği parlak ayakkabılardan giydirdiler. Geleceğe umutla bakan mavi irislerindeki heyecanı söküp aldılar.

 

Ve onu kurtların içine attılar.

 

♚♚♚

 

Bir katil değildim.

 

Henüz.

 

Uraz eve gelene dek zihnimin bir köşesine atmaya çalıştığım binbir çeşit olumsuzluk dolu düşünceler beni yiyip bitirdi. Saatlerce salon boyunca bir sağa bir sola giderek volta atmayı sürdürdüm. Açık mavi koltuğa defalarca oturup kalktım, saati sayısız kez kontrol ettim. Normal bir günü üzerine güneşi hızla batıran zaman, ben dakikaları sayarken geçmek bilmiyor, Uraz evin kapısından bir türlü girmiyordu.

 

Görevlendirdiği adamlar sayesinde şarj aleti bulduktan ve telefonumu şarj ettikten sonra onu birkaç kez aramış olsam da aramalarıma hiç cevap vermedi.

 

Bazen David belirdi salonda, durdu karşıma ve bana baktı bir süre boyunca. İfadesizdi kahverengi gözleri, bomboştu. Ne o konuştu ne de ben. Birbirime baktık sadece.

 

Ağırlaşan göz kapakları gözlerime bir perde misali kapanana dek çaprazımdaki koltukta oturan David'e bakmayı sürdürdüm. Sonrasında aradan ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyordum; ancak gözlerimi aralamamı ve oturduğum koltuktan hızla fırlamamı sağlayan şey kapının kapanışıydı.

 

Kapıdan girerken öylesine yorgundu ki omuzları üzerlerinde ağırlık varmışçasına çökmüş, göz altları daha da koyulaşmış ve etrafındaki damarları belirginleşen koyu mavi gözleri uykusuzluktan kızarmıştı. Üzerindeki beyaz tişörtü yer yer kırışmıştı.

 

Bana yaklaşırken bakışları bir anlığına hâlâ üzerimde olan bej kapüşonlu üstüne kaysa da ardından gözlerime baktı. Benim az önce fırlayarak kalktığım koltuğa oturdu ve başını arkaya yaslayıp gözlerini kapatırken derin bir soluk verdi.

 

O an içeriye vuran güneş ışığını gördüğümde günün doğduğunu, sabahın olduğunu gördüm. Dekoratif olarak duvarda asılı olan saate baktığımda akrebin neredeyse yediye dayandığını gördüm.

 

"Sor hadi," diye mırıldandı gözlerini aralamadan. Kolları dahil tüm uzuvları, içi boş olan bir çuval misali koltuğa yayılmıştı.

 

İçimdeki panik ve heyecan duygularını bastıramayarak hızla yanına oturdum. Dudaklarımın arasından kopup ona ulaşan ilk soru, "Foster'ın durumu ne kadar kötü?" oldu. Bu soruma karşın gözlerini açtı ve oturduğu yerde hafifçe dikleşti, yorgun bakışlarını meraklı bakışlarımın karşısına aldı.

 

"Şiddetli beyin sarsıntısı geçirmekle birlikte sinir dokuları zedelenmiş," diye basit bir dille açıkladığında derin bir soluk verirken ellerimi endişeyle saçlarımın arasından geçirdim. Elimin altındaki normal bir su bardağı olsa bu kadar kötü bir durumda olmazdı muhtemelen; ancak viski bardakları hem ağır hem de kalın bir camdan oldukları için dolayısıyla yaşananların da sonucu ağır olmuştu, Foster komaya girmişti.

 

Lanet olası öfkemi kontrol edebilmiş olsaydım bunların hiçbiri yaşanmayacaktı.

 

Uraz, "Şah," derken elini omuzuma koydu, hafifçe bana doğru eğildi. "Sakin olmalısın," dedi. O sırada biraz olsun güç vermek istercesine omuzumu sıktı.

 

Başımı sıkıntıyla salladım. "David'in katilini bulmak için çıktığım bu yolda, kendim bir katile dönüşebilirdim," diye bir itirafta bulundum. Bakışlarımı ayaklarımızın altında duran krem rengindeki desensiz halıya çevirdim. "Ve bu ihtimal hâlâ gerçekleşebilir, Foster o komadan hiç uyanmayabilir."

 

Uraz omuzumdaki elini çeneme götürüyordu ki yapmaması gereken bir şeye yeltenmişçesine yarı yolda duraksadı ve elini usulca aşağı indirdi. Bu durumu fark edince istemsizce ona doğru döndüm. O da beni izliyordu.

 

"Foster'ı şimdilik sadece benim bildiğim bir yere yerleştirdim. Orada iyi bir şekilde bakılıyor," dedi ve ekledi: "Onu hayatta tutmak için elimden geleni yapacağım." Ses tonundaki netlik ve yüzündeki kendinden emin ifadesi, her şeyin onun kontrolünde olduğunu vurguluyordu adeta. Komada olan biri için kapsamlı bir hastane gerekliydi; ancak o, kendi başına her şeyi ayarlamıştı belli ki. Tüm bunlarla uğraşırken polislerin dikkatinden nasıl kaçabildiğini merak etmeden edemedim. Aksi durumda bu evde değil, bileklerime geçirilmiş olan çelik kelepçelerle nezarethanede olurdum.

 

Damarları belirginleşen mavi gözlerine baktım bir süre, bir şey demeksizin.

 

Ona güvenmemi istiyordu; yaptıklarına, yapacaklarına ve dudaklarından çıkan her bir cümleye güvenmemi istiyordu. Uykusuzluktan kızarmış olan o mavi gözlerinde gördüğüm şey buydu.

 

"O yerin adresini istiyorum," derken içinde bulunduğum panik duygusu biraz olsun dinmişti. "Merkez'dekiler bir şey gördüler mi veya biliyorlar mı?"

 

Uraz başını olumsuz anlamda salladı. "Sadece o odada bulunan adamlar biliyor. Onlar da yüksek birer tazminat ile işten ayrıldılar."

 

Şüphe içinde çenemi ovuşturdum. "Kimseye bir şey söylemeyeceklerinden emin misin?"

 

Uraz karalı bir şekilde "Evet," dedi.

 

Duvar saatini bir kez daha kontrol ettim, ardından tekrardan ona baktım. "Artık gitmeliyim. İki saat sonra iş başı yapacağım."

 

Kaşları çatıldı, yaslandığı yerden doğruldu. "Bu halde işe mi gitmeyi düşünüyorsun, Şah?"

 

Yapabileceğim bir şey yok dercesine omuzlarımı silktim. "Mecburum," dedim. "Ekin daha fazla bir şeylerden şüphelenmeden ona düzgün bir açıklama yapmalı ve işimin başına geçmeliyim."

 

Çenesi kaskatı kesildi, yüz hatları yeniden gerildi. Gözlerini gözlerimden ayırmadığı her bir anda bir şeyler söylemek istiyor; ancak söyleyemiyor ya da sonrasında söylemekten vazgeçiyor gibiydi. O anda da aynı şey oluyordu. Saniyelerin ardından bakışlarını pencerenin dışına, şehir manzarasına çevirdi ve dudaklarını araladı.

 

"Olanlardan polisin haberi yok. Her şeyi sessizce hallettim. Bu konuda endişenlenme."

 

Dakikalar önce zihnimde soru işaretleri eşliğinde gezinen bu soruyu gözlerimden okumuş ve sonrasında da yanıtını bu şekilde vermişti.

 

Bana bakmıyor olsa da başımı istemsizce onaylar anlamda salladım, "pekala," dedim. "Dikkatli ol." Polislere yakalanmamış olmaması bir daha da yakalanmayacağı anlamına gelmiyordu. Gizli işlere bulaştıysa, daha doğrusu bulaştıksak, her koşulda dikkatli davranmalı ve temkinli adımlarla ilerlemeliydik.

 

"Bu arada," diyerek bir eklemede bulundum. Dikkatini yeniden bana verdi. "Kameralarda bir şey yakaladın mı?"

 

Merkez'e geliş amacımız David'in katili hakkında bir şeyler yakalayabilmek ve Uraz'ın planını uygulamak iken her şey bir anda kördüğüm misali birbirine dolanmış, kanlı ellerim kaosa gebe almıştı.

 

Uraz elini beyaz tişörtünün altına kot pantolonunun cebine attığında yukarı çıkan tişörtünün altından buğday teni göründü. Elini cebinden çıkardığında parmaklarının arasında siyah bir hard disk duruyordu. "O günün kamera kaydı burada. Kameradan olanları görür görmez yanına geldiğim için henüz inceleyemedim."

 

Saçlarımı ensemde döndürüp topuz haline getirdim. "Kayıtları bana da gönder," derken bej üstün büyük kapüşonunu başıma geçirdim. Ona son bir bakış attıktan sonra evden çıkmak üzere ayaklanıp kapıya doğru ilerleyecektim ki öne eğilip elini bileğime dolamasıyla duraksadım. Aniden bileğime sarılan sıcak eli, stresten buz kesen tenimle zıtlık oluşturmuştu.

 

Ona döndüm. Alnına yaramazca dökülen dalgalı saç tutamları, gözlerinin altında gölge düşürmüştü. Mavi gözlerini ela gözlerime kenetledi. "Dinlenmeye ihtiyacın var," dedi. Aynaya bakmadığım için dışarıdan nasıl göründüğüm hakkında bir fikrim yoktu; ancak Uraz'ın sözlerinden ve endişeli bakışlarından anladığım kadarıyla pek de iç açıcı görünmüyordum.

 

"Sen de." Bu dediğime karşın dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Bakışlarımı ondan alıp önüme çevirdim ve evden ayrılmak üzere kapıya yöneldim.

 

Dışarı adım atıp kapıyı ardımdan kapatmadan önce duyduğum bastırılmaya çalışılan bir öfke ve alay ile harmanlanmış olan ses, Uraz'a aitti.

 

"Ekin Soylu'ya selamımı ilet, Şah."

 

***

 

Taksi aracılığıyla evime gelip duş almam ve üzerime düzgün bir şeyler geçirmem yaklaşık bir saatimi almıştı. Duş aldıktan sonra aynaya baktığımda ne halde olduğumu o an fark etmiştim. Göz altlarım morarıp şişmiş, cildim soluklaşmış ve dudaklarım kurumuştu. Gözlerimi açık tutabilmek için büyük bir çaba harcamamla birlikte, yorgunluktan güçsüzleşen bacaklarımın bedenimi taşımakta güçlük çektiğini hissediyordum.

 

Yaşadığım o onca şey sadece zihnimi değil, bedenimi de fazlasıyla yıpratmıştı belli ki.

 

Makyajdan yardım edip yüzüme sağlıklı bir görüntü verdikten sonra saati kontrol edip evden ayrıldım.

 

Şirkete bir haftadır ayak basmıyor olsam da çalışanlarla selamlaşırken de Ekin'in odasına doğru yürürken de bu süre daha uzunmuş gibi hissetmiştim. Bir haftadır değil de en az bir aydır bu koridorlarda yürümüyordum sanki. Odama eşyalarımı bırakmak için uğradığımda dahi bunu hissetmiştim.

 

Şirketin tüm çalışanları her zamanki gibi ellerindeki dosyalarla bir oradan bir buraya koşuşturuyorlar, çalan telefonlara yetişmeye çalışıyorlardı. Bazen sohbet ederken gülüşüyorlar bazen ise hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Buraya da kaos hakimdi; ancak buradaki kaos, iyi bir amaç üzerine kuruluydu.

 

Benim etrafımı çevreleyen kaos ise saf bir kötülüğe gebeydi.

 

O an bir kez daha anladım.

 

Ekin'in yaşadığı yer cıvıldayan kuşlarla, neşeli kahkahalarla, iyi insanlarla ve saf sevgiyle yönetilen ütopya iken benim yaşadığım yer ölüm çığlığı atan kargalarla, gökyüzüne çöken kara bulutlarla, kötülükle ve acımasız insanlarla ayakta kalan distopyaydı.

 

Ve ben, gün geçtikçe o acımasız insanlardan biri haline geldiğimi hissediyordum.

 

"Memorybox'ı öncelik olarak hangi ülkelere göndereceğiz Ekin Bey?"

 

Şirkete geldiğimde yerime gecici olarak geçen asistandan Ekin'in ekip ile toplantı talep ettiğini ve bu yüzden toplantı odasında olduklarını öğrenmiştim. Neyse ki hızlı adımlarım sayesinde zamanında yetişmiş ve onlara katılabilmiştim.

 

"Amerika, İngiltere ve Güney Kore olarak düşünüyorum. Oralardan gelen tepkilere göre de diğer ülkelerdeki şirketlerle bağlantı sağlayacağız," diye yanıtladı Ekin, finans danışmanı olan Damla'nın sorusunu. Beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar katlamıştı. Yakasının ilk iki düğmesi de açıktı. Yüzünde her zamanki kendine güvenen ifadesi vardı. Siyaha yakın bir renkte olan düz saçları, içeri vuran güneşte oldukça canlı görünüyordu. Keskin yüz hatlarını çevreleyen sakalları birkaç gündür kesilmemiş gibiydi.

 

Toplantı başladığından beri gözlerimiz sadece bir kez birbirine değmişti; ancak Öykü'nün ona bir soru sormasıyla bakışlarını onun olduğu yöne çevirdiğinden o an da kısa sürmüştü. Öykü'nün yeşil irislerine baktığımda ise bunu bilerek yaptığını anlamam zor olmamıştı. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin Öykü ve alışkanlıkları asla değişmiyordu.

 

"Arkadaşlar, biliyorsunuz ki Memorybox'ı piyasaya sürmemize sadece bir ay kaldı," diye konuştu Ekin, bu odada bulunan, bu masada oturan oturan herkese hitaben. "Bu yüzden daha da sıkı çalışmalıyız." Ekibin her bir üyesiyle göz teması kurmaya çalışıyordu. Yüzüne ve sesine yansıyan güçlü otorite, herkes tarafından saygı görüyordu. Bakışları Ege'de durdu. "Denekler dikkatli inceleniyor mu Ege? Yan etki raporları düzenli dolduruluyor mu?"

 

Ege başını onaylar anlamda salladı. "Evet, Ekin Bey." Ege'nin açık mavi parlak irisleri bende duraksadı. "Sadece Şah'ın raporları boş. Onun üzerindeki etkileri düzenli bir şekilde inceleme şansımız olmadı maalesef."

 

Bu duruma sebep olan bendim. Bir hafta kadar Amerika'daydım ve daha öncesinde de hiç laboratuvara uğramamış, semptomlarımı kontrol ettirmemiştim.

 

Ekin bana kısa bir bakış attıktan sonra önündeki kağıtları incelemeye koyuldu. "Reklam yayına hazır mı Çınar?" derken başını kağıtlardan ayırmadı.

 

"Evet Ekin Bey. Son kontrolleri yapıp bir hafta içinde yayınlayacağız."

 

Ekin başını onaylar sallamakla yetindi. Önünde duran kağıtlar, ekipteki her bir çalışanın kendi departmanı hakkındaki raporları olmalıydı.

 

"Damla," derken ismini sarf ettiği kişinin yüzüne baktı. "Distribütör firma ile tüm detaylar konuşuldu ve anlaşıldı, değil mi?"

 

En fazla yirmili yaşlarının ortasında görünen Damla, bir anlığına duraksadı ve ardından Ekin'den gözlerini kaçırdığı sırada stresle alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Ekin ona öyle bir bakıyordu ki tek bir hata yapmaya dahi izni yoktu sanki.

 

Damla boğazını temizledi, çekik gözlerini Ekin'in otoriter bakışlarına çevirdi, dudaklarını sorusunun cevabını vermek üzere araladı: "Ekin Bey firma bir konuda sorun çıkardı, onu halletmeye çalışıyorum."

 

Eş zamanlı olarak Ekin'in kaşları çatıldı, oturduğu yerde dikleşti. Masaya sabitlediği kollarındaki belirginleşen damarları gözüme çarptı. "Ne sorunu çıkardılar?" diye sordu.

 

Damla usulca dudaklarını kemirmeye devam ediyordu. Çekik gözlerinde gördüğüm şey panikti. "Daha fazla ücret talep ediyorlar," dedi.

 

Ekin'in dudağının kenarı alayla yukarı kıvrıldı, "küstahlar," dedi ve ekledi: "Yeni bir firmayla anlaşalım."

 

Başını onaylar anlamda sallayan Damla, önündeki kağıda birtakım notlar aldı.

 

Ekin yeniden geriye yaslandı. Geniş omuzları sandalyenin sınırlarını aşıyordu. Siyah yüzeyli kalemi uzun ve kemikli olan parmaklarının arasında çevirirken ekibin her bir üyesiyle göz teması kurdu. "Hiçbir sorun istemiyorum arkadaşlar. Her şey belirlendiği zamanda hazır olmalı." Onun bu dediğine karşın bazıları başlarını sallarken bazıları da onay kelimeleri sarf etti. Ardından önündeki dosyanın kapağını kapatan Ekin, "Toplantımız bitmiştir," dedi.

 

Herkes saniyeler içinde toplantı odasını terk edip işlerine koyulurken Ekin hâlâ olduğu yerde oturuyordu. Ben de hemen yanında, solundaki sandalyede. Odadan son ayrılan kişi de kapıyı ardından kapatarak bizi sessizliğe gömdü.

 

Şirkete vardığımda geçici asistanından aldığım haftalık programını önüme aldım ve bugünün planına baktım. Bugün, haftanın diğer günlerine göre daha az yapılacak şey vardı. Ekip toplantısı maddesinin yanına bir tik atıp sıradaki maddeye baktım. Bir saat sonra İngiltere'den gelen müşterilerle başka bir toplantısı vardı.

 

Başımı haftalık programın yazdığı dosyadan kaldırmamla onunla göze göze geldik. Huzursuz olmama neden olan beklentili bakışları bir süredir üzerimde dolanıyor olmalıydı. Aramıza çöken boğucu sessizliği ortadan kaldırmak istiyordum.

 

"Sana gerekli açıklamaları yapmak için bir saatim var sanırım."

 

Dudaklarının arasından yanıt olarak tek bir kelime dahi çıkmasa da koyu kahve gözlerindeki öfke ile harmanlanmış olan yoğun özlemi görmeme izin verdi.

 

Onun çok çalışarak uykusuz geçirdiği gecelerinde ortaya çıkardığı Memorybox'ı başkalarına aktarmak için burada olduğumu ve her an bir katil olabilecek biri olduğumu bilseydi yine de bana böylesine bir özlemle bakıp bakmayacağını merak etmeden edemedim.

 

Uraz'ın bıraktığı yerden devam ederek açıklamama başladım. "Uraz Dağdelen ile lise zamanlarımızdan beri arkadaşız." Dirseklerimi masaya dayayıp ellerimi dosyanın üzerinde birleştirdim, kahve gözlerinin tam içine bakarak yalanlarımı sıralamayı sürdürdüm: "Onu o gün Önder Bey'in restoranında görene dek birbirinize karşı nefret beslediğinizi bilmiyordum."

 

İyi bir yalancıydım. Sahte kelimelerimle her an devrilebilecek olan bir yapı inşa ediyordum. Tuğlalarım eğri büğrüydü; ancak sesim, onların üzerine yeni bir doku oluşturuyor, kusurlarını kamufle ediyordu. Ela gözlerim ise yapının dışını oluşturuyordu. Dikkat çekebilmesi için onu parlak ve göz alıcı bir renge boyuyordu.

 

Dışarıdan oluşturduğum yapıya bakan hiç kimse, içinde bir yaşam kuracak olan insanların hayatlarının tehlikede olduğunu bilemezdi.

 

"Bu durumunuzu daha önce bilseydim mutlaka seni arkadaşlığımızdan haberdar ederdim."

 

Ekin hafifçe geriye yaslandı ve bir dirseğini masayaya dayayıp elini de çenesine götürdü. Yüzünde bastırmaya çalıştığı öfkesinden ve hâlâ varlığını koruyan özlem ifadesinden başka bir şey yoktu.

 

"Öğrendikten sonra neden söylemedin, Şah?" diye sordu, hislerden arınmış ancak sert olan bir ses ile.

 

Bakışlarımı masanın üzerinde birleştirdiğim ellerime çevirdim. "Yanlış düşüncelere kapılırsın diye. Rakipsiniz ve ben seninle çalışıyorum."

 

Fazlasıyla doğru olan bir hipotezi yanlış olarak göstermek. Yaptığım şey tam olarak buydu.

 

Ekin gözlerimin içine büyük bir dikkatle bakıyor, bulunduğum her bir hareketi ve yaptığım her bir mimiğimi gözlemlemek istiyordu.

 

"Nasıl tanıştınız?" diye başka bir soru yöneltti.

 

Ben de onun gibi sandalyemde geriye yaslandığım sırada dalgın bakışlarım sol kolundaki son model lüks saatine kaydı. Sayıların üzerinde gezinen yelkovanı takip ederken saatin camının pek çok yerden çatlamış olduğunu fark ettim. Bunun nedeni ya bir kaza ya da öfkeli bir anda alınan bir darbe olmalıydı. Bulduğumuz şartlar altında ikinci olasılık daha güçlüydü.

 

Bakışlarımı yeniden yüzüne çevirdim. Her ne kadar baskılamaya çalışsa da kahverengi gözlerinde adeta alev alev yanan öfkesini görebiliyordum. Uraz ile olan sözde arkadaşlığımızı kabullenmekte güçlük çekiyordu.

 

"Babam sayesinde tanıştık." Dudaklarımın arasından çıkan bu yanıtın doğruluk payı büyüktü. Merkez'in aracılığıyla, dolayısıyla da David'in sayesinde tanışmıştık.

 

Ekin kollarını göğsünde kovuşturup yeni bir soru sormak üzere dudaklarını yeniden araladığı sırada bakışları şüphe ve öfke ile kararmıştı. "Bir ilişkiniz oldu mu?"

 

Tek kaşımı kaldırdım, zihnimdeki düşüncelerin dudaklarıma dökülmesine engel olmadım. "Soruna vereceğim cevap bulunduğumuz bu durumda neyi değiştirecek,, anlayamıyorum." Birlikte sürdürdüğümüz ilişkimiz hakkında endişeye kapıldıysa veya içten içe bir kıskançlık hissediyorsa bunu anlayabilirdim. "Ama şu an arkadaşız ve önemli olanın bu olduğunu düşünüyorum."

 

"Öyle tabii," dedi ve dudaklarına tatlı bir tebessüm kondurup ekledi: "Belki Uraz Dağdelen hakkında senden bir şeyler öğrenebilirim diye şansımı denedim."

 

Duraksadım.

 

Hayır, dudaklarındaki tatlı bir tebessüm değildi; tatlı olduğu düşündürülmeye çalışılan tehlikeli bir gülümsemeydi.

 

Tepkisiz kaldım ve bu halimi fark eden Ekin'in "Baban nasıl, daha iyi mi?" diyerek konuyu değiştirmesi bir noktada yararıma olsa da o an üzerinde durduğu konu, varabileceğimizin en kötüsüydü.

 

Bu sefer doğru söylemekte bir sakınca görmedim. "Vefat etti." Durgun sesimle can bulan bu iki kelime hem dudaklarımı hem de kalbimi sızlatmaya yetmişti.

 

Ekin böyle bir cevap vereceğimi beklemiyor olmalıydı ki kahverengi gözleri hayretle büyüdü ve dudakları aralandı. "Nasıl..." Şaşkınlıktan yanlış bir kelime seçmişçesine duraksadı, "Yani... Neden?" diyerek düzeltti.

 

Ellerime, tırnak etlerimi soyarak kanamaya neden olduğum parmaklarıma baktım. "O akşam... benimle buluşmaya gelirken..." iç çektim, başladığım cümleyi araya bir yalan sıkıştırarak da olsa zar zor tamamladım: "Kalp krizi geçirmiş."

 

Elleri ellerimin üzerine kapandı ve baş parmağıyla eklem kemiklerimi okşamaya başladı. "Çok üzgünüm," dedi.

 

"Ben de," dedim. O gece gözlerimin önünde bir kez daha yaşanıyor, David'in bedenine kurşun bir kez daha saplanıyor ve onun nefesini de sesini de sonsuza dek kesiyordu. Yumruklarımı sıkmak istedim; ancak ellerimde olan elleri yüzünden yapamadım.

 

Zaman kavramım bir anlığına yok olduğundan dolayı bana doğru eğildiğini fark etmediğim Ekin, siyah saçlarıma yanımda olduğunu vurgulayan bir öpücük kondurdu, ardından sıcak dudaklarının hafif ıslaklığının yanağıma doğru uzandığını hissettim.

 

En sonunda ise dudaklarıma.

 

Hafif ve tatlı bir öpücük kondurup geri çekileceğini sanmıştım; ancak o benden tutkulu bir öpücük istedi, bir elini çeneme götürerek dudaklarımı araladı ve o aralığı kendi dudakları ile doldurdu.

 

Çenemdeki elinden kurtularak geri çekildim ve gözlerinin içine baktım. "Kendimi pek iyi hissetmiyorum." Beni anlamasını istiyordum. Bir öpücükle avutmasını değil, beni gerçekten anlamasını istiyordum.

 

Başını onaylar anlamda salladı, usulca yanağımı okşadı. "Haklısın," dedi ve ekledi: "Çok yorgun görünüyorsun, dinlenmelisin," dedi üzgün ama aynı zamanda sevgi dolu bir sesle.

 

Sahte de olsa gülümsemeye çalıştım. "Bugünün son toplantısına da katılayım, yarın dinlenirim. Tabii patronum izin verirse."

 

Kinayeli tavrıma karşın güldü, "Elbette," dedi.

 

O sırada masanın üzerine ekranı görünmemesi için ters bir şekilde koyduğum telefonuma gönderilen bir mesaj ile titredi ve bu, Ekin'in dikkatinden kaçmadı. Bakışları önce telefonuma sonra da bana kaydı. Gelen mesajı kontrol etmemi bekliyor olmalıydı.

 

İstemeyerek de olsa telefonuma uzandım ve kilit ekranından mesajın kimden geldiğine baktım.

 

Uraz'dandı.

 

En fazla birkaç santim ötemde duran Ekin'e baktım. Kollarını göğsünde çapraz yapmıştı ve dikkatli bakışları yüzümde dolanıyordu.

 

Mesajın içeriği her ne olursa olsun yüz ifademe bir şey yansıtmayacağımdan emin oldum ve mesajın içeriğine girdim.

 

Uraz'ın cümlesini saniyeler içinde okuduktan sonra Ekin'i kontrol etmek amacıyla başımı kaldırdığım anda aramızdaki mesafeyi kapattığını ve telefonumun ekranını görebilecek kadar yakınımda olduğunu gördüm.

 

O da mesajı okumuştu.

Loading...
0%