Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm: “Kurdun Kovaladığı Çocuk”

@yesimnehir

Kaçıyordu.

 

Kurtların arasına atılan o çocuk, küçük adımlarının el verdiğince bir hızla kaçmaya çalışıyordu. Gökyüzünden süzülen koca kar taneleri dağılmış dalgalı saçlarını beyaza boyuyordu.

 

Arkasına bakmaya korkuyordu; çünkü kurtların ayak seslerini duyabiliyordu. Yaklaşıyorlardı. Onun için geliyorlardı.

 

Bir ayağından fırlayan cilalı ayakkabısı yuvarlandı, yuvarlandı ve kurtların zemini döven ayaklarının altında parçalandı.

 

Önünde uzanan ormanın içinden bir ninni duyuyordu, can havliyle koşmaya devam eden o küçük çocuk.

 

Annesinin yumuşak, sevgi dolu sesi ilerideki heybetli ağaçların arasından yükseliyordu.

 

Bir ninni mırıldanıyordu.

 

"Bu koca dünyada bir başına kaldığında

 

kaldır başını yukarı, en yukarıya.

 

Yüksel parmak uçlarında,

 

Dokunabilecekmişsin gibi gökyüzüne,

 

sarılabilecekmişsin gibi geceye.

 

Kaldır başını yukarı, en yukarıya..."

 

Küçük çocuk artık kurtlardan kaçmıyordu.

 

Annesinin sesine koşuyordu.

 

♚ 

 

Uraz'ın mesajında yazan şey, Foster'ı yerleştirdiği yerin adresiydi.

 

Kendimi geriye çekerek ondan birkaç santim uzaklaşırken telefonumun ekranını kapattım ve gözlerimi ona çevirdim. O sırada telefonuma bakmak yerine önündeki dosyaları toparladığını gördüm. Ne kadarını okuduğunu bilmiyordum. Belki de mesajın içeriğini değil, sadece kilit ekranıma düşen Uraz'ın ismini görmüştü.

 

Bir sonraki toplantıya kadar diğer dosyaları hazır etmek için odama gitmek üzere ayağa kalkıyordum ki Ekin bileğimden yakalayarak beni durdurdu, benimle birlikte ayağa kalktı. Kahve gözlerini ela gözlerime sabitledi, bedenini bedenime yakın tutmaya özen gösterdi. Uzun bir kadın olmama rağmen yapılı bedeni karşısında kendimi oldukça minyon hissediyordum. Açık pembe rengindeki dudakları bir aralandı bir kapandı. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyip söylememek konusunda kararsız kalmış görünüyordu. Uraz ile olan arkadaşlığım onu içten içe huzursuz ediyor olmalıydı ve bu durum oldukça normaldi.

 

Uraz'a karşı yoğun bir nefret besliyordu ve bu nefret karşılıklıydı. Birbirlerinin isimleri dahi duyduklarında ikisinin gözlerinde de öldürme isteğinden ve kinden başka bir şey göremiyordum. Nedenini bilmiyordum; ancak her yeni bir günde artmaya devam eden öfkeleri, daha fazla merak etmememe neden oluyordu.

 

Ani bir şekilde bulunduğumuz odanın kapısının açılmasıyla ikimizin de dikkati dağıldı ve gözlerimiz kapının bulunduğu yöne döndü.

 

Kapı eşiğinde duran Ege'nin mavi gözleri bir Ekin'e bir bana kondu, ardından yüzünde mahçup bir ifade belirdi. "Konuşmanızı böldüm sanırım..." dedi ve Ekin'e bakarak ekledi: "Bi' bakabilir misiniz Ekin Bey? Bir konu hakkında laboratuvarda yardımınıza ihtiyacımız var da."

 

Ekin'in "Geliyorum," dediğini duyan Ege bana dönüp kısa bir baş selamı verdikten sonra odadan ayrılarak kapıyı da arkasından yeniden kapattı.

 

Ekin çatlak cama sahip olan kol saatini kontrol ederken sandalyenin başlığına asmış olduğu kabanını bir çırpıda aldı, kahve irislerini bana çevirdi. "On beş dakika sonra otoparkta," dedi. Zaman sudan farksız bir şekilde akıp gittiğinden dolayı toplantı saati de yaklaşmış olmalıydı. Bu toplantının onun için ne kada önemli olduğu yüzünden, hatta sesinden dahi belli ediyordu.

 

Başımı onaylar anlamda sallamakla yetindim.

 

Odadan ayrılmasının ardından büyük pencereye doğru ilerledim ve biraz olsun hava alabilmek adına camı araladım. İçeri sızan rüzgar, uzun saçlarımı omuzlarımdan geriye uçurarak boynumu açığa çıkardı. Tenime temas eden keskin kış soğuğu ürpermeme neden oldu. Gözlerimi kara bulutların hüküm sürdüğü gökyüzüne çevirdim. Her ne kadar kar yağmasını istesem de sağanak bir şekilde yağmur yağacağı açık ve netti.

 

Siyah kot pantolonumun cebine sıkıştırdığım telefonum bir mesaj ile yeniden titredi. Elimi cebime atmadan önce arkama döndüm ve Ekin'in giderken hafif aralık bıraktığı kapıdan dışarıyı kontrol ettim. Yakınlarda kimsenin olmadığına emin olduktan sonra telefonumu çıkardım, ekran kilidi şifresini tuşlayıp mesaja girdim.

 

"Foster'ın yanına ne zaman gideceğini bilmiyorum ama dikkatli ol Şah."

 

Uraz'ın mesajında yazdığı şey buydu. Nasıl yaptığına anlam veremiyor olsam da o gün Foster'ın bedenini Merkez'in dışına çıkarabilmişti, hem de kimseye görünmeden; ancak ona rağmen güvenlik ile ilgili endişeleri vardı.

 

Benim endişelendiğim şey ise komada olan Foster'ın hayata tutunup tutunamayacağı, benim katil olup olmayacağımdı. Hayatın beni sürüklediği bu noktada yapmam gereken şeyler vardı ve eğer Foster ölürse zaten birbirine girmiş olan düğümlerin üzerine bir düzine daha düğüm atılacak, her şey tepe taklak olacaktı. Birinin ölümüne sebep olmuş olacaktım.

 

Ajan Şah değil, Foster'ın katil zanlısı Şah olacaktım.

 

"Amerika'dan dönmüşsün."

 

Kulağıma tanıdık gelen gür bir ses duymamla hız telefonumu yeniden cebime sıkıştırarak arkama, sesin sahibine dönmem bir oldu. Aralık bırakılmış olan kapıyı daha da aralamış bir şekilde bana bakıyordu.

 

"Önder Bey," derken dudaklarımda samimi bir tebessüm yer edinmişti.

 

Elini kapının kulbundan çekip tamamen içeri girdi ve adımlarını bana yönlendirdi. Aramızda birkaç adımlık bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştı, karşımda durdu. Üzerindeki siyah kabanı geniş omuzlarına tam oturmuş ve içine giydiği açık bej tonlarındaki gömleğiyle güzel bir uyum oluşturmuştu. Baştan aşağı oldukça şık görünüyordu.

 

"Nasıl geçti Amerika yolculuğun?" diye sorarken parlak yeşil irislerini gözlerime dikti.

 

Her bir hareketini bir an olsun kaçırmaksızın izlemeye başladım. O gün Merkez'den aldığım dosyada ne gördüğü ve benim hakkımda ne bildiği hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu; ancak bir şekilde öğrenmeli ve ona göre hareket etmeliydim.

 

"Aile meseleleri ile uğraştığım için pek iç açıcı değildi," diyerek kısa kestim. Birinin ölümünden bahsetmek yeterince zordu, en yakınının ölümünden bahsetmek ise can yakıcıydı. Bir ağırlık otururdu göğsünüze, yutkunmak, hatta o ağırlıkla nefes almak bile zor gelirdi. Bunu, hayatım boyunca yanımda olan tek insan, David yüzünden deneyimlemek zorunda kalmıştım.

 

Bir daha böyle bir şey yaşanmasına izin vermeyecektim. Ne olursa olsun.

 

Önder Bey dudaklarını birbirine kenetlerken bir elini omuzuma götürdü ve bana destek olmak istercesine usulca sıvazladı. Olanları bilmemesine rağmen yanımda olmaya ve beni avutmaya çalışıyordu.

 

Aralarına sızan bir ajan olduğumu bilseydi bunu yapmazdı.

 

Ya da suratına bir maske geçirmişti ve sahnede onu sergiliyordu. Tıpkı en başından beri benim yaptığım gibi.

 

Zihnimde dolanan ikilemlerin yüzüme yansımasına izin vermeyerek dudaklarıma bir gülümseme kondurdum. "Siz nasılsınız? Alıştınız mı buraya?"

 

"Yani," dedi ve muzip bir ifade eşliğinde ekledi: "Ekin sürekli başıma yeni bir toplantı çıkarıyor."

 

"Hatta bir diğer toplantı yarım saat içinde başlayacak," diye belirttiğimde sıkıntıyla burnunu kırıştırdı, sonrasında ela gözleri yüzümün her bir çizgisinde gezinmeye başladı.

 

"Sen pek iyi görünmüyorsun evlat. Göz altların ne öyle?" derken kaşlarını çatmıştı. "Toplantıya katılmak yerine dinlenmelisin."

 

Başımı salladım. "Yarın için izin aldım."

 

"Yerinde bir karar olmuş. Yüzün de solgun, hasta gibisin." Bana doğru bir adım attı ve üzerimdeki siyah ceketin yakalarını boynuma doğru ittirdi. Önümü de kapatmaya yeltenmişti ki duraksadı ve geri çekildi.

 

Hasta olduğumu düşünüyordu, oysa bilmiyordu ki yaşananları; David'in, babamın öldürüldüğünü ve neredeyse birinin ölümüne sebep olmuş olabileceğimi.

 

"Çok uzun sürmez," dedim, "toparlanacağım, iyileşeceğim." Dudaklarımın arasından kararla çıkan bu sözler Önder Bey'e miydi, yoksa kendime miydi bilmiyordum.

 

Önder Bey gülümsedi. "Öyle olacağına eminim."

 

Eğer yüzüne gerçekten bir maske geçirdiyse bu kadar sevgi dolu görünmesin, bana böyle bakmasın istiyordum. Sevgisizlik kötüydü, sahte sevgi ise daha kötüydü. Sevgisizliğe bir noktada alışırdınız; ancak sahte ama sımsıcak olan sevginin ardından gelen o sevgisizlik, sizi yerden yere vururdu.

 

Toplantıya gecikmemek adına Ekin'in dediği saatte bulunduğumuz odayı terk edip otoparka doğru yol aldık. Önder Bey kendi aracına yöneldiği sırada ben de Ekin'in peşine takıldım, sürücü koltuğunun hemen yanındaki yolcu koltuğuna kuruldum. Emniyet kemerini takıp motoru çalıştırırken bakışları oldukça dalgındı. Laboratuvardaki problem henüz çözülmemişti belki de.

 

Dış aynayı kontrol ettiğimde Önder Bey'in aracının arkamızda olduğunu gördüm. Koltukta geriye yaslanarak rahat bir pozisyona geçtim ve toplantıya dair bilgiler içeren dosyayı alıp incelemeye koyuldum.

 

Toplantı, İngiltere'nin ünlü teknoloji şirketlerinden birinin yetkilileriyle olacaktı ve toplantıya süre olarak sadece yirmi dakika ayrılmıştı. Ekin'in neden bu kadar gergin olduğunu artık daha iyi anlıyordum. Sadece yirmi dakika içinde Memorybox'a yatırım yapmalarını sağlamaya çalışacaktı ve bu sayede de ekip toplantısında bahsettiği ülkelere Memorybox'ı gönderebilecekti. Yani Ekin'in hedeflediği çoğu şey, birazdan gerçekleşecek olan toplantıya bağlıydı.

 

Ona baktım. Dikkatli bir şekilde arabayı sürüyordu. Biçimli dudakları düz bir çizgi halini almış, kaşları hafifçe çatılmıştı. "Kendini bu kadar yıpratma," diyemeden edemedim. Onu rahatlatabilecek bir şeyler söylemek istemiştim; ancak doğru bir girizgâh mıydı, emin olamıyordum.

 

Yola bakmayı sürdürerek bana yanıt verdi: "Ne için?"

 

Önümdeki dosyanın kapağını kapatıp bacaklarımın üzerine koydum. "Başarı arzun için."

 

Bana yandan bir bakış attığı sırada dudağının bir kenarının yukarı kıvrıldığına şahit oldum. "Söylediğin gibi, bu bir arzu," dedi ve ekledi: "Ve her ne koşulda olursam olayım, hiçbir şey beni bu arzumdan alıkoyamaz."

 

Hayır.

 

Başarı onun için bir arzu değildi.

 

Bir takıntıydı ve Ekin, bu takıntısından zevk alıyordu.

 

O sırada çalan telefonunun yüksek sesi, düşüncelerimi bir bıçak gibi böldü. Çevik bir hareketle pantolonunun ön cebinden telefonunu çıkarıp arayan kişiye hızlı. Bir bakış attıktan sonra aramayı cevapladı. Ekin daha bir şey diyemeden karşıdaki kişi hızla konuşmaya başlamıştı.

 

Birkaç saniyelik bir sessizliğin ardından Ekin'in direksiyondaki ellerini sıkılaştırdığına ve eklem yerlerinin bembeyaz kesildiğine şahit oldum. Önce solundaki aynayı, sonra da benim tarafımdaki aynayı kontrol etti. Dişlerini birbirine bastırdığını sertleşen çene kemiğinden anlamak zor değildi.

 

Dikiz aynasını kontrol ettiğimde Önder Bey'in tam arkamızda olduğunu ve kucağına telefonunun dayalı olduğunu gördüm. Bu da demek oluyordu ki telefonun ucundaki kişi oydu.

 

"Tamam, halledeceğim," diyen Ekin, konuşma süresince ilk kez dudaklarını aralamıştı. O da az önce benim yaptığım gibi dikiz aynasına, arkamızdaki Önder Bey'e baktı. "Dikkat et." Ve aramayı sonlandırıp telefonunu fırlatırcasına yan tarafındaki bölmeye koydu.

 

"Ne oluyor?" diye sorduğumda benim tarafımdaki aynaya yeniden bir bakış attı. Bakışlarını takip ederek aynaya ulaştığımda gözüme bir motorsiklet ilişti. İçinde bulunduğumuz aracın sadece birkaç metre gerisinden ilerliyor olsa da motorsikletinin hızını bize eşliyordu. Birkaç saniye boyunca bizi geçmesini ya da daha da gerimizde kalmasını bekledim; ancak böyle bir şey olmadı.

 

Bizi takip ediyordu.

 

Bu işin ardında yine Uraz olmalıydı. Asla rahat durmuyordu ve bu hali beynime kan sıçramasına neden oluyordu.

 

Ekin'i kontrol ettiğimde arabanın hızını arttırdığını gördüm. Gözleri aynalar ve yol arasında gidip geliyordu. Yüzündeki ölümcül öfkeyi görebiliyordum. Aklındaki tek şeyin toplantı olduğunu biliyordum.

 

Sağıma döndüm ve camı açmak için düğmeye bastım. Aşağı inerek açılan camdan başımı hafifçe dışarı çıkararak ela gözlerimi motoru süren kişiye dikerek onu fark ettiğimi görmesini istedim.

 

"Şah, ne yapıyorsun?"

 

Ekin'in aksi sesini duysam da ona bir yanıt vermedim, motorsiklet sürücüsüne bakmaya devam ettim; ancak ani bir şekilde kolumun kavranmasıyla sertçe içeri çekilmem bir oldu. Önce Ekin'in kolumu sıkıca saran eline, sonra da ona baktım.

 

"Ne yapmaya çalışıyorsun?" Bu defa bağırmıştı. Gerginliğinin üzerine binen öfkesi onu çileden çıkarıyor olmalıydı.

 

Kolumu kendime çekerek ondan kurtardığımda beş parmağının tenimde bıraktığı kırmızı izleri gördüm.

 

"Ne mi yapmaya çalışıyorum?" Diyerek sözlerime başlarken benim sesimi e en az onunki kadar sert ve yüksekti. "Seni kazasız belasız toplantına yetiştirmeye çalışıyorum," ardından ekledim: "Yani görevimi yapıyorum." Başımı yeniden pencereden dışarı çıkardığımda motorsikletin benim olduğum tarafa doğru yaklaştığını gördüm. Nihayet beni fark etmişti.

 

"Şimdilik hızını sabit tut," diye konuştum arkamda arabayı sürmeye devam eden Ekin'e hitaben.

 

Bana yaklaşan motorsiklet sürücünü ceketinin fermuarını indirmeye başladı. Bir tabanca veya kesici bir alet çıkarıyor olmalıydı.

 

O sırada ben de çantama uzandım. Sürücüye ne yaptığımı fark ettirmemeye çalıştığımdan dolayı hareketlerim yavaş ve temkinliydi. Çantamın fermuarını açmam birkaç saniyemi aldı. Parmaklarımı içine sızdırdığımda metalin soğukluğunu parmak uçlarımda hissetmemle çakıyı kavrayıp yine aynı yavaşlıkta çantanın içinden çıkardım. Gözlerimi bir an olsun sürücüden ayırmamaya özen gösteriyordum.

 

Ve gördüğüm şey ile duraksadım. Ceketinin cebinden bir tabanca veya kesici bir alet değil, beyaz bir a4 kağıdı çıkarmıştı. Işığın geliş açısından ve kağıdın ışığı geçirgenliğinden dolayı üzerinde bir şeyler yazdığını görebiliyordum. Bana yaklaşsa da aramızdaki mesafeyi tamamen kapatmak yerine biraz boşluk bıraktı. Temkinli davranıyordu. Başı bir bana bir de yola dönüyordu.

 

En sonunda elindeki kağıdı almam için bana doğru uzattı. Kasktan dolayı yüzünü net bir şekilde göremiyor ve kim olabileceğine dair bir yargıya varamıyordum, sadece Uraz'ın tuttuğu bir adam olabileceğini tahmin ediyordum.

 

Çakıyı sol elime alırken sağ elimi de kağıdı almak için camdan dışarı uzattım ve seri bir hareketle kağıdı kapıp içeri girdim. O anda motor sürücüsü hızını arttırarak yanımızdan bir rüzgar gibi geçip gitti.

 

Elimdeki kağıda dönmemle dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

 

"Ne oldu? Ne yazıyor?"

 

Öfke, engel olunamaz bir hız ile damarlarıma sızıyordu. Kağıda bir fotoğraf yapıştırılmıştı ve fotoğrafta birazdan toplantı yapacağımız insanlar vardı. Önder Bey'in restoranına ait olduğunu düşündüğüm boş bir masanın sandalyelerinde oturuyorlardı.

 

Ve her birinin başına birer tabanca dayanmıştı.

 

Kağıt ellerimin arasından sertçe çekildiğinde endişe ve öfke ile harmanlanan bakışlarla Ekin'e döndüm.

 

Fotoğrafı görmesiyle direksiyonun hâkimiyetini kaybetmesi ve aracın hızla sola doğru yönelmesi bir oldu. "Ekin!" Araba öyle bir şiddetle sallanıyordu ki bir yerlere tutunabilmek oldukça güçtü. Ekin'in zihni başka bir evrene gitmişçesine direksiyon üzerinde olduğu gibi bedeni üzerindeki hâkimiyetini de kaybetmişti. "Ekin!" diyerek kendine gelmesi için bir kez daha bağırırken hızla emniyet kemerimi çözdüm ve onun tarafına eğilerek ellerimi direksiyona sabitledim, hafif sola döndürdüm. Önümüzdeki kamyonet ile çarpışmaktan son anda kurtulmuştuk.

 

Kulağımda uğuldayan yüksek korna sesleri zihnimi talan ediyordu.

 

Arabanın dengesini sağlamaya çalışırken nefes alışverişimin zorlaştığını ve kalbimin göğsümü yararcasına attığını hissettim. Ardından nefes alabilmek için dudaklarımı aralamak zorunda kaldım. "Ekin," diye seslendim. Bedenime değen bedeninde hiçbir hareket yoktu. Arabanın dengesini sağlar sağlamaz ellerimi direksiyondan ayırmadan ona bir bakış attım. Kağıda bakıyordu ve delicesine öfkeliydi. Bir elimle bacağını dürttüm. "Ekin, kendine gel."

 

Hareket etmiyordu.

 

Ellerimin arasındaki direksiyonu sıkarken biraz sağa çevirdim, Ekin'in frende olan bacağına sertçe baskı yaptım ve ancak o şekilde arabayı durdurabildim.

 

Ardından geriye çekilip derin bir soluk verdim, Ekin'e döndüm. Ellerinin arasındaki kağıdı sıkarak buruşmasına neden olmuştu. Temkinli bir şekilde ona yaklaştım. Bakışlarını bir an olsun kağıttan ayırmıyordu. Usulca elimi kaldırıp yüzüne dokunmamla ben daha ne olduğunu bile anlayamadan bileğimden kavrayıp beni sertçe itmesi bir oldu. Cama çarpan başıma bir ağrı saplandı, gözlerimi kapatıp acıyla dişlerimi birbirine bastırdım.

 

O, benim tanıdığım, değer verdiğim Ekin değildi.

 

Onu ilk gördüğümde boğazıma dolanan ellerin sahibi Ekin'di.

 

Dişlerimi birbirlerine öyle bir bastırıyordum ki diş etlerim patlayacak gibiydi.

 

İşini yap Şah. Sadece işini yap ve Ekin'i koru.

 

Bu sözleri içimden sayısız kez tekrarladım. Sakinleşmek için çabalıyordum ancak nafileydi.

 

"Şah..." Ekin'in öfkenin ve bir yandan da pişmanlığın hakim sürdüğü sesini duydum; ancak bu beni sakinleştirmeyi bırak, daha da sinirlendirmişti.

 

"Arabayı sür." Dudaklarımın arasından çıkan tek cümle buydu. Koltukta geriye yaslanmadan önce emniyet kemerimi yeniden taktım ve gözlerimi ona bir kez olsun değdirmeden yola döndüm.

 

"Şah, ben—"

 

Gözlerimi önümde akıp giden yoldan ayırmadan lafını sertçe böldüm: "Sadece arabayı sür Ekin."

 

Dediğimi yaptı, arabanın motorunu tekrardan çalıştırarak yola koyuldu. Neredeyse yüz seksen ile gidiyordu. Hiçbir şey demedim. Öfke zihnimi kemiriyordu.

 

Şu lanet olası günün bir an önce bitmesini diliyordum.

 

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum, bildiğim tek şey, sessizlik içinde geçen ve Önder Bey'in restoranının önünde sonlanan bu yolculuğun berbat olduğuydu.

 

Önder Bey ise ne önümüzde ne de arkamızdaydı. Garip bir şekilde gözden kaybolmuştu.

 

Emniyet kemerimi çıkarmam ve arabadan inip restorana yönelmem sadece birkaç saniyemi almıştı. İçeri girmeden önce kapının tam önünde duraksadım ve yanımda öfkeyle yürüyen Ekin'e döndüm, kolunu kavrayarak onu durdurdum.

 

"Sen burada bekle," dedim.

 

Adeta alev alev yana. Kahverengi gözleri, ela gözlerime döndü, kaşları mümkünmüşçesine daha da çatıldı. "Saçmalama Şah. Tek başına ne yapabileceksin?"

 

Hem sesinde hem de seçtiği kelimelerde beklemediğim bir şekilde küçümseyici bir tavır vardı ve bu durum, engel olamadığım bir şekilde beni hayal kırıklığına uğrattı.

 

Dudağımın bir kenarı alay ve öfkeyle yukarı kıvrıldı. "Önceden nasıl yaptıysam şimdi de aynı şekilde yapacağım. Tek başıma." Dudaklarımın arasından çıkan her bir kelime vurguluydu.

 

Onu ardımda bırakıp içeri girecektim ki kolumu kavramasıyla hızla geri çekildim, kolumu parmaklarının arasından kurtardım. Artık ben de öfkemi bastırmakta güçlük çekiyordum. "Bırakın da işimi yapayım Ekin Bey."

 

Ve bir şey demesine izin vermeden seri adımlarla içeri girdim, restoranın kapısını da ardımdan kapattım.

 

"Evlat, neler oluyor?"

 

Arkama dönmemle Önder Bey'in şaşkınlıkla bakan yeşil irisleriyle karşılaşmam bir olmuştu. Ortadan kaybolmamış, bizi ardında bırakıp restorana gelmişti.

 

Neyse ki restoran büyüktü ve bir de bir ucundaydık. Yani bizi görmeleri o an için zordu.

 

İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp sessiz olmasını işaret ettim, ardından gözlerimle kapıyı gösterdim. "Sizde anahtar vardır," diye fısıldayarak konuştum. "Kapıyı kilitler misiniz? İçeri girmesini istemiyorum."

 

Önce yaptıklarıma anlam veremeyerek kaşlarını çatsa da sonrasında başını onaylar anlamda sallayıp ceketinin cebinden anahtarı çıkardı, kapıyı kilitledi.

 

"Siz de burada durun lütfen. İçeride silahlı adamlar var, onları halledeceğim."

 

Bakışları hayretle büyüdü, kaşları daha da çatıldı. Sinirlenmişti. "Bizim çocukları çağırayım hemen."

 

Başımı hızla olumsuz anlamda salladım. "Onların gelmesi uzun sürebilir ve geldiklerinde de gürültü çıkabilir. İçerideki insanların hayatlarının tehlikeye girmesini istemiyorum," dedim ve ekledim: "Bir planım var. Umarım işe yarar."

 

Önder Bey'in bakışlarının yumuşadığını gördüm. "Evlat," dedi. Sesi de en az bakışları kadar yumuşaktı. "Biliyorum, işin bu, ama yine de kendini bu kadar kolay tehlikeye atmamalısın."

 

Zaman kaybediyordum.

 

"Mutfaktan birkaç şeye ihtiyacım var," diye konuştum, dediklerini bir süreliğine göz ardı ederek.

 

Sıkıntıyla iç çekerken başını hafifçe sallayarak onay verdi. İçeri girmemi ve bu işi tek başıma yüklenmemi istemiyordu; ancak zorundaydım. Ne Ekin'e ne de içerideki insanlara zarar gelmesine izin veremezdim.

 

Ve Uraz'ın amacı her ne ise çok yanlış şeyler yapıyordu. İçindeki kötülüğün gün yüzüne çıkmasına yine izin vermişti.

 

Kötü biri değildi belki de.

 

Zaman zaman kötülüğe sığınmayı seçen iyi ve öfke dolu biriydi sadece.

Loading...
0%