Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BÖLÜM 1 : Yanık Kokusu

@yesimnehir

 

Masallar, kandırırdı bizi.

 

En güzeline hazırlardı.

 

En güzelini hayal etmemize sebep olurdu.

 

Masallar… Bu dünyayı kötü bir yer yapan kağıt parçaları.

 

Hayallerimizi güzelleştiren; ancak bir o kadar da hayatlarımızı bize zehir eden mükemmel kapaklı, güzen kokan sayfalardı.

 

Ayaklarımıza zarif topuklu ayakkabılar giydiren, başımıza kırmızı başlıklar takan, üzerimize prenses kaftanları diken o masallar…

 

***

Yanık et kokusu.

 

Öylesine yoğundu ki nefes almakta güçlük çekiyordum. O koyu gri duman burnuma doluyor, boğazımı yakıyordu. Ciğerlerime her nefes çekişimde daha da şiddetli öksürüyordum. Etrafıma bakmak istiyordum ancak gözlerim yanıyordu. Yakınımdaki birinin sesini duydum. Haykırıyor gibiydi. Yardım istiyordu. Üzerimdeki kapüşonlunun koluyla gözlerimi silerek adama bakmaya çalıştım. Yerden bacaklarına ulaşmış olan yangın, karın kısmına doğru hızla ilerliyordu.

 

Evdeki her şey gibi, o da yanıyordu.

 

Acıyla inliyordu. Boğazı yırtılırcasına bağırıyor, yerde savrularak vücudundaki alevleri yok etmeye çalışıyordu. Bacakları yandığı için acıdan ayağa kalkamıyor olmalıydı. Çünkü derisi ve kemikleri hızla eriyordu.

 

Ona yardım etmedim.

 

Karşımdaki komodinin üzerindeki ağzına kadar dolu olan viski şişeleri çatladı ve çatlaklardan sızan altın rengindeki sıvı, yangını daha da harladı. Bir anlığına kolumu gözlerimin önüne siper ettim. Göz alıcı, parlak alevler artık perdelere doğru yükseliyordu. Dumandan istemsizce kısılmış olan gözlerim usulca piyanoya kaydı. Kalın ahşap, çatırdayarak yanıyordu.

 

Yanık et kokusu da gittikçe yoğunlaşıyordu. Belki de buradan çıkmam gerekiyordu; ancak bedenimi hareket ettiremiyordum. Başımı aşağıya eğip bacaklarıma baktım. Beyaz üzerine yeşil kalp desenli çoraplarım da açık mavi eşofmanım da henüz yanmaya başlamamıştı. Sadece dumandan renkleri griye dönmüştü. Parke zemindeki kanlar da aynı şekilde duruyordu, sadece kurumaya yüz tutmuştu. Gözlerimi bir süre yerden ayıramadım ve o sırada, önce gözlerimin, hemen ardından yanaklarımın ıslandığını hissettim. Elimi kaldırıp yanağıma götürürken ellerimin ne kadar küçük olduğunu fark ettim. Tıpkı ayaklarım ve bacaklarım gibi. Parmak uçlarım yanağımdan sızan yaşlar nedeniyle ıslanmıştı.

 

Ağlıyordum. Ancak nedenini bilmiyordum.

 

Başımı kaldırıp karşımdaki adama tekrar baktım. Acı içinde inlemekten sesi hırıltılı bir hale gelmişti. Alevler karnına ulaşmıştı. Adam canını alacak olan parlak sarı ışıktan kurtulmak için her şeyi yapıyordu. Kazağının ave pantolonunun altından erimiş etlerini gördüm. Yerde yuvarlanıp kumaşları alevlerim üzerine savurarak artık onlardan kurtulamaz, onlarla baş edemezdi. Yanık vücuduyla yaşamaya mahkum olacaktı.

 

Belki de ölmeye.

 

Gözlerimi araladım.

 

Tepemde yanan parlak floresan ışıklar gözlerimi yaktığından dolayı etrafa kısık bakışlarla bakmak zorunda kaldım. Başımı usulca tahta masadan kaldırken omurgama giren ağrıyla yüzümü buruşturdum, ellerim enseme ve belime gitti. Amfinin arka sıralarında oturuyordum ve içeride pek fazla öğrenci kalmamıştı. İletişim Kuramları dersi bitmiş ve hoca sınıftan ayrılmıştı. Amfi büyük olduğundan ve arka sıraları tercih ettiğimdem dolayı uyuduğumu fark etmemiş olmalıydı. Uyku mahmurluğundan ve rüyanın etkisinden kurtulmak için yüzümü soğuk su ile yıkamalıydım. Üzerinde uyumuş olduğum defterimi ve kalemi kaptığım gibi omuz çantama attım ve çantanın sapını omzuma asarak amfiden çıkmak üzere ayağa kalktım.

 

Koridora çıktığımda okulun en kalabalık günlerden biri olduğunu fark ettim. Dersim sabahtı, dolayısıyla da fazla kişi yoktu ve artık öğlen saatlerinde olduğumuz için koridorlarda öğrenci akını vardı. Kalabalığın arasından sıyrılarak kendimi lavaboya attım. Çantamı yan taraftaki mermerin üzerine koyup musluğu açtım, avuçlarıma aldığım soğuk suyu yüzüme çarptım. Bunu birkaç kez yaptıktan sonra musluğu kapatıp ellerimi fayansın iki yanına dayayıp bakışlarımı karşımdaki aynaya çevirdim. Açık kahverengi gözlerim torbalanmış ve biraz şişmişti. Gözlerimden birkaç ton koyu renkteki uzun saçlarım yer yer dağılmıştı. Gördüğüm rüyada büyük bir yangının ortasındaydım, alevlerden yükselen sıcaklık dalgası etrafımı sarmıştı. Alevlerden yükselen o yoğun sıcaklık beni ısıtıyordu. Aynada gördüğüm kız ise usulca titriyordu. Üşüyordu. Çenemden damlayan suyun bir kısmı lavaboya damlarken, bir kısmı boynumdan aşağı süzülüyordu. Gözlerimi yumup derin bir soluk verdim. Bu tür rüyalar görmekten yorulmuş ve bıkmıştım.

 

Kan. Alevler. Yanan birileri. Daha fazla alev, daha fazla yangın. Bu, içinden çıkamadığım, zihnimden atamadığım bir rüya döngüsüydü.

 

Solumdaki makineden birkaç parça peçete alıp yüzümü ve ellerimi kuruladım, saçlarımı düzeltip lavabodan çıktım. Koridor boyunca yürümeye başladığım sırada çantamın içindeki telefonum çalmaya başladı. Telefonu çıkarıp aramayı cevapladım: “Efendim teyze?”

 

“Mira! Neredesin sen?” diye stresli bir şekilde konuştu. Bir yandan da etrafındaki insanlara talimatlar veriyordu.

 

“Dersim az önce bitti,” diye yanıtlarken kampüsten çıkmak üzereydim.

 

“Buraya gelmek için on beş dakikan var.” Ve teyzem, cevap vermemi beklemeden telefonu suratıma kapattı. Telefonu ceketimin cebine sıkıştırmadan önce saati kontrol ettim. Evet, geç kalmak üzereydim ve teyzem de beni azarlamak için pusuda bekliyor olmalıydı. Teyzem otoriter biriydi. İşleri her zaman yolunda gitmek zorundaydı. En ufak bir kriz anında sinirlenir, o krizi çözene kadar ne ofisinden dışarı adım atar ne de biraz olsun uyku uyurdu.

 

Okulun otoparkındaki aracıma ilerlerken adımlarımı hızlandırmak zorunda kaldım. Çünkü o kriz anını yaratan kişi ben olmuştum. Arabaya binmemle elimdeki çantayı yan koltuğa fırlattım ve motoru çalıştırıp otoparktan çıkmaya koyuldum. Hava hafif yağmurlu olduğu için ön camları silecek yardımıyla temizledim. Yan koltukta tireyen telefonuma kısa bir bakış attığımda teyzemin tekrar aradığını gördüm ve ayağımı gaz pedalına biraz daha bastırdım. Teyzem biraz daha sabırlı bir insan olsaydı her şeyin onun için daha iyi olacağını düşünüyordum.

 

Kırmızı ışıkta durduğumda tırnaklarımla direksiyonda ritim tutmaya başladım. Gözlerimi yeşile dönmesini beklediğim trafik lambasından ayırmıyordum. Yeşil ışığı görür görmez gaza bastım. Yağmur çiselemeye devam ediyordu. Önümde ilerlemekte olan siyah araca baktığım sırada görüşümde garip bir şey oldu. Aracın plakasındaki sayılar ve harfler birbirine giriyor, sürekli yer değiştiriyor, anlık olarak bulanıp tekrar netleşiyordu. Gözlerimi hızlıca birkaç kez kırpıştırdım ve tekrar baktığımda plakadaki her şey sabit ve net görünüyordu. Ön camıma düşen yağmur damlalarından dolayı kısa bir süreliğine görüşüm bulanmış olmalıydı. Yan tarafımdaki pencereyi biraz aralayıp temiz havanın ve yağmurdan doğan toprak kokusunun içeri girmesine izin verdim.

 

Cam silecekleri ileri gidip geri gelerek camı temizlediği anda bir adamın hızla yan kaldırımdan önüme fırladığını görmemle tüm gücümle frene yüklendim. Arabanın lastiklerinin çığlık atarak durmasıyla arkamdaki aracın bana çarpması bir oldu. Üst bedenim şiddetle öne savruldu ve alnımı direksiyona çarptım. Acıyı hissetmeme izin vermeyen bir panikle hızla doğrulup önüme baktım; ancak kimseyi göremedim.

 

Ona çarpmış mıydım?

 

Emniyet kemerini çözüp arabanın kapısını açarak dışarı çıktım ve ön tarafa ilerleyerek yere, çarptığım kişiye baktım.

 

Hiçbir şey yoktu. Hiç kimse yoktu.

 

Etrafıma bakındım. Olduğu taraftan uzaklaşan herhangi birine baktım. Arabalardan, kaldırımda yürüyen ve beni şaşkın bakışlarla izleyen insanlardan başka hiçbir şey yoktu. Etrafımdan yükselen şiddetli korna sesleri kulaklarımda uğuldarken vücudum öylece, olduğu yerde kalakaldı.

 

Birini gördüğüme emindim. Bir adamdı. Önüme fırlamıştı.

 

Bağırışma sesleri geliyordu. Birileri bana bağırıyordu. Dedikleri kulaklarıma ve zihnime ulaşmıyordu bile. Etrafıma bakınıyordum sadece.

 

“Ne yapıyorsun sen?” Birisi kolumu kavradığında zihnim tekrar çalışmaya ve kulaklarım duymaya başladı. Kolumu tutarak yüzüme bakan ve bir yandan da beni sarsan kişiye döndüm. Kaşları çatıktı, yeşil gözleri öfkeyle parıldıyordu.

 

“Ben…” diyerek konuşmaya çalıştım. “Biri önüme fırladı.”

 

Karşımdaki çocuk anlam veremeyerek bana baktı. “Hayır,” dedi, “kimse yoktu. Kimse fırlamadı.”

 

Kendimi savunmak istedim. Gördüğümden emin olduğumu söylemek istedim; ancak yapamadım. Çünkü kanıtlayamazdım. Ne yerde yatan biri vardı ne de ona çarpmak üzere olduğumu söyleyebilecek birileri.

 

Kolumu ondan kurtardım ve gücü çekilmiş bacaklarımı hareket ettirerek araba doğru ilerledim. Trafik ilerleme devam ediyordu artık. Elimi arabanın kapısına götürdüğüm sırada arkadaki siyah aracı fark ettim. Ön tarafı çarpmanın etkisiyle içe göçmüştü ve içinde kimse yoktu. Arabamın kapısını açtım ve torpidodan küçük bir kağıt ile kalem alıp numaramı yazdım. O sırada birinin yanıma geldiğini gördüm. Az önce kolumu tutan çocuk, arabanın sahibi olmalıydı. Numaramın yazılı olduğu kağıdını ona uzatıp gözlerimi gözlerine çevirdim. Kumral saçlarının kıvırcık tutamları gözlerinin önüne düşüyordu. “Bu benim numaram. Zararın neyse karşılayacağım,” diye kısa bir açıklamada bulundum. Önce elimdeki kağıda, sonrasında yüzüme baktı.

 

“Uyuşturucu falan mı kullanıyorsun? Çünkü az önce olan şey normal değildi,” demesiyle sinirlerimi tutan hayali ipler gerildi. Gördüğümü sandığım şeyden ve göz altlarımın koyu olmasından dolayı bu çıkarımı yapmış olmalıydı.

 

“Hayır. Sadece uykusuzdum,” dedim net bir sesle ve bileğini tutup kağıdı eline tutuşturdum.

 

Ardından arabama binip gaza bastım. Derin bir soluk verirken yan aynadan ona kısa bir bakış attım. Olduğum tarafa bakarak arabasına bindi. Önüme döndüm.

 

Az önce her ne olursa olsun, en azından birine çarpmamıştım. Hiçbir şey olmamıştı. Sadece uykusuzluktan gözlerim yanılmıştı. Üzerinde daha fazla durmaya gerek yoktu.

 

 

Kalan yolculuğum kısa ve sakin geçmişti. Teyzem ise defalarca aramıştı. Muhtemelen beni görür görmez söylenmeye başlayacaktı. Arabaya hızlıca bir park yeri bulduktan sonra binanın girişindeki merdivenlere yöneldim ve basamakları ikişer ikişer çıkarak iki yana açılır kapılardan ofise girdim. O sırada elimde tuttuğum telefonumun ekranı bir mesaj sesi eşliğinde aydınlandı. Mesaja tıklamadan üstten okudum:

 

Kimden: Eray

 

Çekimden sonra ara beni de buluşup küçük bir kutlama yapalım.

 

Eray’ın mesajına yanıt verme işini erteleyerek asansöre bindim, üçüncü kata bastım. Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Kata geldiğimde önüme düşen saçlarımı geriye atıp derin bir soluk vererek ofise girdim. Teyzem, ellerini göğsünde çapraz yapmış ve taşları çatık bir şekilde beni karşıladı. Tatlı göründüğüne inandığım bir tebessüm yerleştirdim dudaklarıma ve ellerimi havaya kaldırdım.

 

“Gerçekten benim bir suçum yok. Trafik vardı.” Küçük bir yalandı ancak tamamen de gerçek dışı sayılmazdı.

 

Teyzem bana birkaç saniye boyunca yargılayıcı gözlerle baktı, ardından yanında duran asistanına “Mira’yı hemen makyaja alın,” diye talimat verdi ve arkasını dönüp çekim hazırlıklarıyla ilgilenmeye devam etti. Makyaj masasına ilerlediğim sırada “Bu nasıl bir ışık? Hayalet mi kullanacağız dergide?” diye söylendiğini duydum.

 

Makyaj masasına oturduğumda makyöz eline bir nemlendirici krem alıp bana döndü. “Şebnem Hanım doğal ve yüz hatlarınızı öne çıkaran bir makyaj yapmamı söyledi.” Bu bilgilendirmesine karşın başımı onaylar anlamda sallayıp başımı koltuğa yasladım. Teyzem, revaçta olan bir moda dergisinin kurucu ve genel yayın yönetmeniydi. Bu sene derginin yirminci yılıydı ve yirminci yıla özel kapağında beni kullanmak istediğini söylemişti. Her ne kadar benim yerime ünlü birisini kullanmasının daha yararlı olacağını, satışları daha çok arttırabileceğini düşündüğümü belirtsem de teyzem bu düşüncemi pek umursamamıştı.

 

Sonuç olarak burada, bu makyaj masasında ben oturuyordum.

 

Makyöz cildimi makyaja hazırlarken gözlerimi kapatıp kendime biraz olsun dinlemek için zaman verdiğimde bugün olanları düşünmemek için kendimi zorlamam gerekti. Dikkatimi makyaj fırçasının yüzümde gezen yumuşaklığına verdim. Bu beni öylesine mayıştırıyordu ki uyumak istiyordum. Saçlarım geriye itildi ve bir yandan da saçlarım şekillendirilmeye başlandı. Saçlarıma şekil veren, tenimi gıdıklayan sıcak hava dalgası ile tenime sürülmeye başlayan yeni sıvıyı hissettim. Fondöten sürüyor olmalıydı.

 

Gözlerimi aralayıp aynadaki yansımama baktım. Fondöten sayesinde donuk cildim daha canlı, daha parlak görünüyordu. Makyözün eli hızlı olduğu için makyajım kısa sürede bitmişti ve dediği gibi sade, yüz hatlarımı öne çıkaran bir makyaj yapmıştı. Koyu kahverengi saçlarıma da su dalgası verilmişti.

 

Makyaj masasından kalkıp kıyafetlerimi değiştirmeye koyuldum. Askıda ince askılı, açık mavi mini bir elbise duruyordu. Yan taraftaki sehpada da ucunda küçük bir taş olan altın rengi zarif bir kolye ile yine küçük taşlara sahip olan halka bir küpe duruyordu. Yerde de ince topuklu, bileklerinden ince bir bant geçen siyah bir ayakkabı vardı. Seri hareket ederek kısa sürede giyindim ve çekim alanına yöneldim.

 

Teyzem geldiğimi fark ettiğinde beni baştan aşağı alıcı bir gözle süzdü ve memnun olurcasına başını salladı. “Çok güzel olmuşsun,” dedi. Gülümsedim. Ardından önüne döndü ve etrafındaki kişilere hitaben itiraz istemez bir tonda konuştu: “Her şey hazır, değil mi?”

 

“Hazır Şebnem Hanım.”

 

“Güzel,” dedi teyzem. “Çekime başlayabiliriz. Mira, kameranın önüne geçer misin tatlım?”

 

Dediğini yaptım ve birkaç dakika sonra çekime başlandı. Teyzem nasıl poz vereceğim hakkında talimatlar verirken biraz gergin hissediyordum. Kameradan her “klik” sesi geldiğinde başka bir poza geçiyordum. Ayaklarımın biraz ilerisine bir vantilatör tarzı bir şey konmuştu. Bu şekilde saçlarım dalgalanıyor ve ortaya daha estetik fotoğraflar çıkmasını sağlıyordu. Teyzem elinde daha çok seçenek bulunması açısından farklı farklı arka planlar kullanmak istedi. Her şey onun istediği şekilde akışkan ilerliyor gibi görünüyordu. Rahatlamıştım. Daha önce hiç profesyonel şekilde bir kamera karşısında bulunmamamın onlara sorun çıkaracağından korkmuştum. Neyse ki çekimin sonuna kadar böyle bir şey yaşanmamıştı ve çekim, yaklaşık üç saat sürmüştü.

 

Herkes derin bir nefes verip ekipmanlarını ve ortalığı toparlamaya başlarken teyzem, “Herkesin eline sağlık,” diyerek gülümsedi. Gerginliği gitmiş, yerine bir rahatlama hali gelmişti. Teyzem yanıma geldi ve omuzuma dokundu. “Başta geç kalıp beni sinirlendirsen de sonrasında iyi iş çıkardın Mira.”

 

Başımı salladım. “Umarım fotoğraflar istediğin şekilde olmuştur,” dedim.

 

Güldü. “Gözlerimi kameradan da senden de ayırmadım ve fotoğrafları gördüm. Hepsi gayet iyi.” Ardından ekledi: “Bu akşam için bir planın var mı? Bu kadar güzel görünürken kesinlikle bir yerlere gitmelisin.”

 

Gülümserken başımı onaylar anlamda salladım. “Eray’la buluşacağız.” Ardından, “Hatta şu an onu aramam gerekiyor,” diye ekledim.

“Tamam tatlım, iyi eğlenceler size.” Yanımdan ayrılıp odasına yöneldi. Biraz dinlenip ondan sonra evine geçecek olmalıydı.

 

Başımı eğip üzerimdeki kıyafete ve ayakkabılarıma baktım. Aslında bunlarla dışarı çıkmayı düşünmemiştim ancak teyzem sayesinde artık düşünüyordum. Abartıdan uzak, sade bir görüntüsü vardı. Bu yüzden bu şekilde dışarı çıkmamda bir sakınca görmüyordum.

 

Giyinme odasına gidip telefonumu bulduktan sonra Eray’ı ararken siyah kabanımı üzerime geçiriyordum. Birkaç çalışın ardından arama cevaplandı:

 

“Efendim?”

 

“Eray benim çekimim bitti. Ne zaman ve nerede buluşacağız?” Siyah çantamın askısını koluma astım.

 

“Imm,” diye mırıldandı Eray. “Bir saat sonra, Alsancak’taki her zaman gittiğimiz mekan uyar mı?” Eray’ın sesi biraz durgun geliyordu ancak bu halini yüz yüze konuşmayı aklıma not ettim.

 

“Tamamdır, uyar,” dedim. “Görüşürüz.”

***

Ekim ayının ortasında olduğumuz için güneş battıktan sonra hava birkaç derece soğuyor, ılık bir rüzgar oluyordu ve taksiden inerken de Eray ile sözleştiğimiz mekana yürürken de o rüzgarın çıplak bacaklarımı yalayıp geçişini hissediyordum. Solumda adeta çarşaf gibi serili olan deniz, tepedeki dolunayın ışığıyla parıldıyordu.

 

Girişteki vestiyere kabanımı teslim edip mekana girdiğimde beni yoğun bir kalabalık, sigara dumanı ve sesli bir müzik karşıladı. Burası, cuma ile cumartesi günleri çoğunlukla bu şekildeydi ve bugün de o günlerden biriydi.

 

Dans eden bedenlerin arasından bar masasına ulaşmak üzere bir yolculuğa çıkmadan önce derin bir soluk verdim, ardından kalabalığın içinde gözden kayboldum. Müzik o kadar sesliydi ki geçmek için izin istemem anlamsızdı; çünkü beni duymalarının imkanı yoktu.

 

Nihayet bar masasına ulaştığımda kendimi taburelerden birine bıraktım. Yüzümün önüne düşen saç tutamlarını omuzumun arkasına attım, telefonumu çıkarıp çantamı da masaya koydum. Saati kontrol ettiğimde tam zamanında geldiğimi gördüm. Eray ise ortalıkta görünmüyordu henüz. O sırada telefon ekranının üstünde bir bildirim gördüm. Eray mesaj atmıştı.

 

Mira, ben biraz gecikeceğim. Çok uzun sürmez.

 

Eray ile arkadaşlığımız beş yılı devirmişti ve onun hiçbir buluşmaya geç kaldığına şahit olmamıştım. Ya benden önce gelirdi ya da benimle aynı anda. Büyük bir sorun olmadıkça her zaman çok dakik biriydi. Cevaplamak için mesajına tıkladım.

 

Sorun değil. Sen iyi misin?

 

Kısa bir süre içinde mesajımı yanıtladı: İyiyim. Gelince anlatacağım.

 

Daha fazla bir şey sormadım. Derdi her ne ise gelince anlatacağım diyorsa anlatırdı. Üstelememe gerek yoktu.

 

“Siparişlerinizi alabilir miyim?”

 

Başımı telefon ekranından kaldırdığımda esmer barmenle göz göze geldim. Gözleri siyaha yakın bir koyu kahveydi. Elinde ise bir kokteyl çalkalayıcı vardı. Arkasındaki sarı, parlak ışıklar ise yapılı bedenini gözler önüne seriyordu. Spor salonunda yatıyor olmalıydı.

 

“Arkadaşımı bekliyorum,” diye yanıt versem de bu sözler sadece bana ait değildi. Yanımdaki biriyle aynı anda bu cümleyi kurmuştuk. Sesin sahibine dönmemle yeşil gözleriyle karşılaşmam bir oldu. Dudaklarım istemsizce aralandı.

 

Trafikte arkadan bana çarpan o arabanın sahibiydi.

 

“Sen…”

 

Tek kaşını kaldırdı. “Ben,” dedi. Dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. “Bugün trafiği birbirine kattın ve şu anda da karşımda, bir bardasın. Uyumak yerine.”

 

Bu dediklerine hak versem de bilmişlik taslaması istemsizce sinirime dokundu. Telefonun ekranını kapatıp masaya koyarken gözlerimi ondan ayırmadım. “Uyumadığımı nereden çıkardın?” diye sordum.

 

Oturduğu tabureyi bana doğru döndürdüğünde geniş omuzları arkasındaki insanları kapatıyordu. Dirseğini masaya dayadı. “Her ne kadar makyajla kapatmaya çalışmış olsan da o koyu halkaları görebiliyordum.”

 

Gözlerimi devirmemek için büyük bir çaba harcamam gerekti. Bakışlarımı ondan alıp barmene çevirdim. Hazırladığı kokteyli kadehe dolduruyordu. “Ben de bir kokteyl alabilir miyim?” dedim.

 

Başını onaylar anlamda sallayıp önündeki dolu kadehi sahibine teslim etti, ardından benim siparişimi hazırlamaya yöneldi.

 

Rahatsızlık hissiyle belki Eray bir şeyler yazmıştır diye birkaç kez telefonumun ekranını kontrol ettim ancak ondan gelen herhangi bir bildirim yoktu.

Barmen, benim için hazırladığı kokteyli önüme koyduğunda pipet yardımıyla kırmızı sıvıdan bir yudum aldım, ardından etrafıma bakındım. Dakikalar geçtikçe çalınan müziğin hareketlilik düzeyi de dans eden insan sayısı da artıyordu. Yan tarafımda oturan adını dahi bilmediğim yabancıyla gözlerimiz birkaç kez kesişmişti. Eray da henüz gelmemişti onun arkadaşı da. Bir süre sonra o da alkol oranı yüksek olan bir bira sipariş vermiş ve içmeye başlamıştı.

 

Bir saat geçti; ancak Eray gelmedi. Ne aradı ne de mesaj attı. Onu arayıp aramamak konusunda kararsız kalmıştım. Kötü bir şey olduğu belliydi. Bu yüzden bu kadar gecikmişti.; ancak arayıp kendimi hatırlatmalı mıydım, emin değildim. Yenisini sipariş verdiğim kokteylimden büyük bir yudum aldım.

 

“Sanırım ikimiz de ekildik.”

 

Ona döndüm. İkinci birası bitmiş, üçüncüsünü sipariş vermişti. Sıcaklamış olmalıydı ki üzerindeki deri ceketini sıyırıp taburesine asmıştı. Karşımda siyah, bol bir tişörtle duruyordu. Yeşil gözleri, kahverengi gözlerimdeydi. Dağılmış olan kıvırcık saçlarının birkaç tutamı neredeyse gözlerine giriyordu.

 

Gözlerimi kısa bir anlığına ondan kaçırıp önümdeki kadehe çevirdim. Ardından, ortada olan bu durumu kabul etmek istemesem de “Öyle görünüyor,” diyerek ona katıldım.

 

Birasını bana doğru uzatırken gözlerini benden ayırmıyordu. Dudaklarında ise muzip bir gülümseme vardı. Başta tereddüt etsem de sonrasında kokteyl bardağımı kaldırıp onun birasıyla tokuşturdum. “Ekilmiş olmamıza,” dedi.

 

Güldüm. “Ekilmiş olmamıza,” dedim ve sonrasında içkilerimizden birer büyük yudum aldık.

 

Bira şişesini masaya koydu. “Eee,” dedi. “Arabamı ne zaman tamir ettiriyorsun?” Sesinde alaycı bir ton vardı.

 

“Ne zaman istersen.”

 

Kokteylimdem bir yudum daha alıyordum ki “Şimdi,” demesiyle boğazıma takılan sıvı öksürmeme neden oldu.

 

“Ne?” dedim, bu cevabını beklemeyerek.

 

Dudakları iki yana kıvrıldı. “Şimdi istiyorum.”

 

Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Şu an,” dedim. “Tam şu an oto sanayiye gitmemizi mi istiyorsun?”

 

Elindeki birayı bitirene kadar içti, boş şişeyi masaya koyup “Hayır,” dedi sırıtarak. “Oto sanayiye vereceğin parayı, benimle içmeye vermeni istiyorum.” Ve barmene bir bira, benim için de bir kokteyl siparişinde daha bulundu.

 

Dediklerine ve yaptıkların karşın ona bakakaldım.

 

O ise yeşil irislerini benden ayırmadan önüne konmuş ve henüz açılmış olan birasından büyük bir yudum aldı.

 

“Bu arada,” dedi ve elini bana doğru uzattı. “Ben Aren.”

 

Önce uzattığı eline, sonra tekrardan ona baktım ve uzattığı elini elimle kavradım. “Ben de Mira.”

 

Elini elimden ayırmadan güldü. “Bu gecenin sonunda kim olduğunu hatırlayamayabilirsin, Mira.”

Loading...
0%