Adliyede gerekli evrak işlemlerini halledip hastaneye otopsi talep ettiğime dair bir dilekçe yollamıştım. İnci'nin ailesinin cesedi teşhis etmesi gerektiği için bir süre beklemem gerekecekti. Şuan ise karakola getirilen ihbarı yapan kişiden ifade almak için yola çıkmıştım.
Sakin trafikte ilerlerken havadaki gri bulutlar dağılmamıştı. Ama sağnak yağmur etkisini çoktan kaybetmişti. Arabanın camını açıp yağmurdan sonra gelen toprak kokusunu içime çekerken acıktığımı fark ettim. Saat 10.45 olmuş ama ben hâlâ kahvaltı edememiştim. Adliyede evrak işleriyle uğraşırken içtiğim iki bardak çay ile bütün günü geçireceğimi şimdiden hissediyordum.
Karakolun önüne geldiğimde arabayı park edip indim. Aksayan ayağımla yavaş yavaş yürürken sabah konuştuğum jandarmanın beni kapıda beklediğini gördüm. Önümdeki merdivenleri çıktığımda jandarma " buyrun savcım" diyerek beni karakolun içine doğru yönlendirdi.
Uzun koridor boyunca yürüyüp sorgu izleme odasına geçtik. Önümdeki camın gerisinde kalan odada tavandaki lambanın ışığında küçük bir masada oturan orta yaşlı bir adam vardı. Yanımdaki jandarmalara
- Sorguya siz başlayın, dedim.
- Emredersiniz savcım , diyen jandarmalardan biri izleme odasından çıkıp sorgu odasındaki adamın karşısına oturdu.
Jandarmanın karşısındaki adamın gergin olduğu her halinden belliydi. Jandarmayla göz teması kurmamak için etrafa kaçamak bakışlar atıyordu.
Jandarma adama doğru eğilip
- Cesedi ne zaman gördün? Diye sordu.
Adam peşpeşe yutkunup
- Sabah...saatleriydi. Beş buçuk civarı, dedi.
Sesi hafif titriyordu.
- Peki etrafta şüpheli birşeyler var mıydı? Ya da birileri?
Adam tekrar yutkunup bir süre duraksadı. Ama bu düşünmek için değil söyleyeceği yalanı tartmak için yapılan bir duraksamaydı
- Yoktu, diyen adam hafifçe yerinde kıpırdandı.
Yanımdaki jandarmaya
- Sorguya ben gireceğim, dedim.
Jandarma başıyla onaylayıp duvara sabitlenmiş telefondan sorgu odasını aradı. Sorgu odasındaki jandarma çıkarken bende izleme odasından çıktım. Sorgu odasına girdiğimde adamın gözleri bana döndü. Yavaşça adamın karşısındaki sandalyeye oturup ifadesiz yüzümle bir süre adamı inceledim. Adamın alnında birikmeye başlayan ter damlaları korktuğunu gösteriyordu.
Derin bir nefes alıp oturduğum yerde iyice arkama yaslandım.
- Ormana hangi yönden geldin?
Adam soruma karşı şaşkın gözlerle yüzüme baktı.
- A... anlamadım.
- Ormana diyorum hangi yönden geldin? Kuzey ya da güney.
Adam gözlerini sağa sola çevirip yutkundu ve
- K... Kuzey, dedi.
- Peki ormandaki kulübeyi gördün mü?
- H... hayır.
- Ama biz cesedi kulübenin önünde bulduk yani kulübeyi görmemen imkansız.
Adamın gözleri dolar gibi olurken kirpiklerini kırpıştırıp
- Ah...pardon bir an unuttum. Kulübeyi gördüm, dedi.
Hafif bir şekilde alayla güldüm. Masanın üzerine koyduğum ellerimi birbirine kenetleyip
- Artık yalan söylemeyi kes! Ceset kulübeye yüz metre uzaklıktaydı. Ve eğer kuzeyden gelmiş olsaydın kulübeyi zaten görmüş olurdun. Şimdi bana doğruları söyle, dedim
Adam hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Şaşırdığımı inkâr edemezdim. Adam hıçkırıkları arasında
- Ben ...ceset falan görmedim. Sadece o saatte oradan arabadaki çocuklarımla beraber geçiyordum. Bir araba önümü kesti. Arabadan inen adam eli silahlı terörist tipli biriydi. Arabanın kapısını açıp elindeki silahı çocuklarıma doğrulttu ve jandarmayı arayıp ormanda bir ceset bulduğumu söylemezsem çocuklarımı öldüreceğini söyledi. Bende aramak zorunda kaldım. Ama çocuklarımı bırakmadı. Onları alıp zorla götürdüler, dedi.
- "Götürdüler " derken? Kaç kişiydiler?
- İki kişiydiler.
- Yüzlerini gördün mü?
Adam birkaç saniye düşünüp
- Hava tam aydınlanmamıştı ve yüzlerini kapatan birşey vardı , dedi.
- Ayırt edici bir özellikleri var mıydı peki? Yüzlerinde ya da ellerinde yara izi , dövme gibi?
Adam kaşlarını çatıp hatırlamaya çalıştı. Ve birşey hatırlamış gibi gözlerini yüzüme çevirdi.
- Adamlardan birinin sağ elinin avuç içinde derin bir yara izi vardı.
Başımı sallayıp oturduğum yerden kalkarken adam kolumu tutup
- Çocuklarımı bulun n'olur. Bana istediğiniz cezayı verin ama çocuklarımı bulun, diyerek gözyaşları içerisinde yalvardı.
Kolumu adamın elinden yavaşça çekip masanın üzerindeki su şişesini açıp adama uzattım.
- Al iç şunu, dedim. " Elimizden geleni yapacağız. Merak etme."
Adam uzattığım şişedeki sudan bir yudum alırken " sağolun" dedi. Başımı sallayıp odadan çıktım.
Jandarmalar koridorda beni bekliyordu.
- Adamı ne yapalım savcım?
Bir kaç saniye düşündüm. Adamın bir suçu yoktu. Ama çocuklarını kaçıran terör örgütü adamın ifade verdiğini öğrenirse adamı infaz edebilirdi. Şimdilik adamı koruma amaçlı gözaltında tutmak iyi olabilirdi .
- Şimdilik gözaltında tutun. Tekrar ifadesine başvurmamız gerekebilir . Adamın yazılı ifadesini de adliyeye yollayın.
- Emredersiniz savcım.
Jandarmaları başımla onaylayıp karakoldan çıktım. Hastaneden otopsi için onay gelirken otopsiye katılmak için hastaneye gitmek üzere yola koyuldum.
Hastaneye vardığımda koridorda yaşanan bir arbedeyle karşılaşmıştım. İnci Kadıoğlu'un ailesi ve Bahar'ın kocası Harun Soydan'ın da içinde bulunduğu sağlık çalışanları tartışıyordu. Yavaş adımlarla onlara yaklaşıp
- Ne oluyor burada? Diye sordum.
İnci'nin annesi bana dönüp gözündeki yaşlarla yüzüme baktı. Beni tanımış olacak ki öne doğru atılıp iki eliyle elimi kavradı.
- İnci'me otopsi yapacaklarmış. Savcılıktan emir geldi diyorlar. Benim iznim yoktur. Dirisine rahat vermediler bari ölüsünü rahat bırakın!
Kadının bu perişan haline üzülmüştüm ama elimden birşey gelmezdi. Yapılması gerekenler yapılmak zorundaydı.
Derin bir nefes alıp
- Hanımefendi önce bir sakin olun lütfen , dedim .
Kadının kocası gür sesiyle
- Neyine sakin olacağız?! İnci'nin ailesi olarak otopsiye rızamız yoktur! Diyerek elini tehditkâr bir şekilde havada salladı.
Lakin benim dikkatimi çeken şey adamın sözleri değil elindeki derin yara iziydi. Karakoldaki adam ifadesinde ne demişti?
"Adamlardan birinin sağ elinin avuç içinde derin bir yara izi vardı."
Gözlerimi adamın elinden çekip kendimi topladım ve
- Üzgünüm beyefendi ama kanunlara göre ortada bir cinayet varsa otopsi için ailelerden izin alınmaz, dedim.
Adam öfkeyle yüzüme bakarken İnci'nin annesi ağlayarak yere diz çöktü. Kadın acıyla ağıtlar yakarken hastane polisi buraya doğru geliyordu. Onları durdurup kadının yanına diz çöktüm.
- Bakın üzgünüm ama olması gereken bu. Sizin kızınız için elimizden artık birşey gelmez ama diğer kaçırılan çocuklar için İnci'nin vücudundan elde edebileceğimiz en ufak bir ip ucu bile işe yarayabilir. Lütfen zorluk çıkarmayın.
Kadın bir süre yaşlı gözlerle yüzüme bakıp başını onaylar gibi salladı.
Çöktüğüm yerden doğruldum. Gözlerim karşımda bana öfkeyle bakan adamın sağ elindeki yara izine kaydı. Bu bir tesadüf müydü? Sanmıyordum. Ama bir tesadüf olmasını isterdim. Bir babanın kendi evladını öldürmesi korkunç bir şeydi. En çokta İnci için üzülmüştüm. Bir kızın son nefesini verirken gördüğü son yüzün onu öldüren veyahut ölümüne göz yuman babasının olması acıydı.
İnci'nin ailesi hastane polisinin yönlendirmesiyle uzaklaşırken Harun Soydan
- Buyrun savcım adli tıp bölümüne geçelim, dedi.
Bahar'dan Harun'un patoloji uzmanı olduğunu öğrenmiştim. Otopside onunda bulunması olağandı.
Harun'u başımla onaylayıp otopsi laboratuvarına gitmek için asansöre bindim.
Otopsi laboratuvarına girdiğimde dezenfektan kokusu burnuma dolmuştu. Bu kokudan hiç haz etmezdim. Otopsi izlemekten de hoşlanmazdım aslında. Ama bu meslekte birşeylere alışmak gerekiyordu.
İnci'nin cansız bedeni metal bir masanın üzerinde boylu boyunca uzanmışken başında da ameliyat tulumu giymiş doktorlar vardı.
Harun
- Savcım bunları giymelisiniz, diyerek bana da ameliyat tulumu ve maske verdi.
Onu başımla onaylayıp bir hemşire yardımıyla tulumu giydim.
Doktorlardan biri
- Başlıyoruz, diyerek yanındaki hemşireden neşter istedi. Hemşire üzerinde yeşil bir örtü bulunan küçük masanın üzerinden neşter alıp doktorun tıbbi eldiven bulunan eline koydu. Doktor ilk neşter darbesini İnci'nin kafatasına atarken diğer hekimlerinde yardımıyla cesedi açmaya başladılar.
İnci'nin kafatasından çıkan kurşun metal bir kabın içine atılırken şuana kadar yapılan bütün işlemlerin fotoğrafı çekiliyordu.
İnci'nin kafasına sıkılan ikinci kurşunun çıkış yerini bulmak için ceset yüz üstü çevrilirken herkes biran duraksadı. Bunun sebebi ise İnci'nin sırtına kırmızı bir boyayla büyük harflerle yazılan "TKÖ" yazısıydı.
Herkes bana dönerken bu yazıda fotoğraflanmıştı.
Hekimlere
- Devam edin, dedim.
Onlar işlerine dönerken düşünmeye başladım. İnci'yi askeriye yakınlarında öldürmeleri zaten ilginçti. Ve bu yazıyla resmen açık adres veriyorlardı. Ne yapmaya çalıştıklarını anlamıyordum. TKÖ denilen bu örgüt yeni yapılanmış bir örgüttü. Harflerin açılımı ise " Terör Koalisyon Örgütü" demekti. Bu örgüt henüz tanınmıyor olsa da yaklaşık bir yıllık mazileri vardı. Şimdide kendilerini tanıtmaya çalışıyor , " bu savaşın içinde bizde varız" demeye getiriyorlardı. Lakin bilmiyorlardı ki bizim ölümüz bile onların dirisinden daha çok iş görürdü.
Yine de askeriyeyi bu konuda bilgilendirmenin zamanı gelmişti. Askeriyeye bu kadar yaklaşabiliyorlarsa daha ileri gitme ihtimalleri de vardı. Hastaneden çıktıktan sonra karargaha gitsem iyi olacaktı.
İnci'nin cansız bedeni gözümün önünde parçalanmaya devam ederken bir saate yakın zaman geçmişti. Vücudundaki kırıklar, çürükler içler acısıydı.
O an bir söz verdim bu cansız bedene.
Bunu sana kim yaptıysa bedelini en ağır şekilde ödeyecek.
****
Otopsi bitmiş ceset ailesine teslim edilmek üzere morga götürülmüştü. İnci'nin kafatasından çıkan mermi balistik incelemesine gönderilmiş adli tıp uzmanları otopsi sonucunun bir kaç haftaya çıkacağını söylemişti.
Hastaneden çıkıp askeriyeye gitmek üzere yola koyulmuştum. Arabanın aşağı düşen benzin göstergesiyle bir benzinlikte durdum. Depo doldurulurken bir kaç atıştırmalık alıp ücreti ödeyip yola devam ettim.
Arabanın içine dolan telefonumun sesiyle Cihan abinin aramasını yanıtladım.
- Efendim Cihan abi?
- Hoş beşi geçiyorum. Hazan savcı Hakan Çınar'ın odasına koyduğun böcekten aldığımız bilgiye göre bu gece birileriyle ormanlık bir alanda buluşacaklarmış. Üstlerimiz senden savcıyı takip etmeni istiyor.
- Tamam abi , ederiz.
Cihan abi derin bir nefes alıp
- Hazan dikkatli ol. Konuşmada senin adında geçmiş. Savcının elindeki davayı aldığın için savcı baya bilenmiş sana. Senin davayı alman herşeyi mahvetmiş. " Fazla canımı sıkarsa sıkarım kafasına" gibi şeyler söylemiş savcı. Tekrar söylüyorum dikkatli ol Hazan, dedi.
Şasırmamıştım. Yollarına taş koyan herkesi öldürmek üzerine kurulu bir felsefeleri vardı zaten.
- Tamam abi elimden geldiğince dikkatli olmaya çalışırım.
- Tamam abim görüşürüz.
- Görüşürüz.
Telefon kapandığında toprak yola girmiştim. İçim bir tuhaf olmuştu. Sabah bu yolda giderken ölümü düşünmüştüm ama kendi ölümümü düşünmemiştim. Acaba ben nasıl ölecektim? Annem hep babam gibi adalet peşinde koşarken öleceğimi söylerdi. Ona göre bu kötü ve saçma bir ölümdü. Peki ben böyle ölmek ister miydim? Bilmiyorum. Ölüm kelimesi bana geldiği zaman fazla acımasız olabildiğimi fark ettim. Çünkü nasıl öldüğümün bir önemi yoktu benim için. Ama yine de kendi hayatıma adayamadığım ömrümü başkalarının hayatına adayarak ölmek benim için iyi bir ölüm olabilirdi.
Arkamdan kimsenin üzülmeyeceğini bilmek dünyadan yok oluşumu basitleştiriyordu benim için. Ben bir gün birden yok olacaktım ve kimse bunun farkına bile varmayacaktı.
Ve ben ölmekten de unutulmaktanda korkmuyordum.
Askeriyenin önüne park ettiğim arabadan inip, aksayan ayağımla güvenlik kulübesinden çıkan askerin açtığı sürgülü kapıdan içeriye girdim.
Bana doğru gelen bir asker
- Hoşgeldiniz savcım. Nasıl yardımcı olabilirim? Diye sordu.
- Hoşbuldum. Albay Halit Karaca ile görüşecektim.
- Beni takip edin savcım.
Başımla askeri onaylayıp yürümeye başladım. Albayın odasının önünde durduğumuzda askere teşekkür edip kapıyı çaldım. İçeriden gelen gür ses "gel " derken kapıyı açıp içeriye girdim. Albay beni görünce tebessüm edip yerinden doğruldu.
- Hoşgeldiniz savcım.
- Hoşbuldum.
Albay masanın önündeki koltuğu gösterip
- Buyrun oturun , dedi.
Aksayan ayağımla koltuğa doğru ilerlerken Albay
- Ayağınıza ne oldu savcım? Diye sordu.
Koltuğa oturup ayağıma bakarken Albaya döndüm.
- Ufak bir kaza.
- Geçmiş olsun. Dikkat edin kendinize.
- Sağolun.
Albay başını sallayıp
- Bir sorun mu var savcım? Dedi.
Derin bir nefes alıp
- Aslında karargâh odasında toplansak iyi olur. Size anlatmam gerekenler var, dedim.
Albay başını sallayıp telefonla birini aradı. Bir süre sonra odanın kapısı çalındı. Albay gelen askere
- Turan timine haber ver karargâh odasında toplansınlar, dedi.
Asker " emredersiniz komutanım" diyerek selam verip odadan çıktı.
Albay yerinden kalkıp kapıyı gösterirken
- Buyrun savcım, dedi.
Albayın odadan çıkıp karargâh odasına girdiğimizde Turan timi ayakta bekliyordu. Albaya esas duruşa geçip selam verdikten sonra Albayın emriyle oturdular. Fırat'ın ve Oğuz'un gözleri üzerimdeydi. Albay bana masanın başındaki sandalyeyi gösterip " buyrun savcım" derken
- Gerek yok. Buyrun siz oturun , diyerek Fırat'ın yanındaki sandalyeye oturdum. Albay üstelemeden otururken konuştu.
- Buyrun savcım ,Sizi dinliyoruz.
Turan timinin gözleri bana dönerken öne doğru eğilip masada ellerimi birbirine kenetledim.
- Bugün askeriye yakınlarında işlenen cinayeti biliyorsunuz. Terör örgütünün en son kaçırdığı kız İnci Kadıoğlu. Onun otopsisinden geliyorum. Otopsi esnasında tuhaf birşeyle karşılaştık. İnci'nin sırtında kırmızı boyayla yazılmış bir yazı vardı. Büyük harflerle TKÖ yazıyordu. TKÖ' nün ne olduğunu biliyor musunuz?
Herkes birbirine bakıp başını olumsuz anlamda salladı. Bende TKÖ'nün ne olduğunu açıklamak için konuşmaya başladım.
- TKÖ yani Terör Koalisyon Örgütü Doğu'da yeni yapılanmış bir örgüt. Bir çok terör örgütünün güç birliği yapmasıyla ortaya çıktı. Şimdide kendilerini tanıtmak asla kazanamayacakları bu savaşta "bizde varız" demek için gözdağı vermeye çalışıyorlar.
Fırat
- Binelim tepelerine o zaman ne duruyoruz? Dedi öfkeli olduğu belli olan sesiyle.
Diğerleri de Onu onaylarken
- Bunu en az sizin kadar bende istiyorum yüzbaşım ama bu örgüt biraz farklı bir stratejiyle çalışıyor, dedim.
Oğuz
- Nasıl bir strateji savcım? Diye sordu.
- Hem soğuk hem de sıcak savaşı aynı anda yapıyorlar. Şimdilik sözleyebileceklerim bu kadar. Birgün buraya elimde operasyon için izin belgesiyle geldiğimde daha detaylı bir açıklama yapacağım.
Teğmen Helin Çakırcı alaylı bir gülüşle
- Buraya kadar bunları söylemek için mi geldiniz sayın savcım? Dedi.
Birkaç saniye yüzüne baktım. Bu kızın benimle derdi neydi? Bir savcıyla bu şekilde konuşulmayacağını bilmesi gerekmez miydi? Yine de sakin olmaya karar verdim. Böyle ufak tefek şeyleri saygısızlık olarak algılamaya gerek yoktu.
Albay benden önce söze girip
- Teğmen! Sözlerine dikkat et! Karşında bir Cumhuriyet savcısı var! Dedi.
Ve Fırat'a dönüp
- Askerlerine çeki düzen ver yüzbaşı! Diyerek emir verdi.
Fırat ise Helin'e sert bir bakış atıp
- Emredersiniz komutanım! Derken araya girip
- Sorun değil. Sadece bir soruydu, dedim ve Helin'e dönüp
- Hayır teğmenim buraya sadece bunları söylemek için gelmedim. Askeriyeye bu kadar yaklaşabildiklerine göre daha fazlasını da yapabilirler. Şu aralar tetikte olun , derken son sözlerimi Albaya bakarak söylemiştim.
Albay anlamaya çalışır gibi kaşlarını çatarken
- Yani askeriyeye saldırı girişiminde bulunabilirler mi diyorsunuz savcım? Dedi.
Başımı sallayıp
- Emin değilim ama olası bir durum. Önlem almakta fayda var, dedim.
Albay beni onaylarken bileğimdeki saate baktım.
15.10
Turan timine ve Albaya bakıp
- Ben artık gideyim, diyerek oturduğum yerden kalktım. Albay ve tim de benimle beraber ayaklanırken Albay
- Bilgilendirmeniz için teşekkür ederiz savcım, diyerek elini uzattı.
Albayın elini sıkıp
- Görevim , dedim ve Turan timine baş selamı verip karargâh odasından çıktım.
Arabama doğru ilerlerken Cihan abiden Hakan Çınar'ın gece birileriyle buluşacağı yerin adresi gelmişti. Bu yer ormanlık bir alandı. Tek bir toprak yol vardı. Buradan Hakan Çınar'ı takip edersem hemen fark edilirdim. En iyisi savcının arabasına GPS takmaktı. Belirli bir takip mesafesinden ilerlemek daha güvenilir olacaktı.
Telefonu cebime koyup askerin açtığı sürgülü kapıdan çıkarken askere baş selamı verdim. Arabama bindiğimde askeriyeye bir bakış attım. Umarım dedim içimden... umarım düşündüğüm şey gerçekleşmez ve o şerefsizler buraya saldırmazlardı. Bu insanlara birşey olursa çok üzüleceğimi hissettim kalbimde bir yerlerde.
Kalbim ise kime birşey olursa üzüleceğimi sorguluyordu kendi içinde.
Geldiğim yoldan geri dönerken çok yorulduğumu fark ettim. Bir yerlerde yemek yiyip adliyede geceye kadar biraz dinlenmeye karar verdim.
****
Adliyenin önüne geldiğimde torpido gözünden GPS takip cihazı alıp arabadan indim. Hakan Çınar'ın arabasını bulmak için sakince araçların plakasını kontrol ediyordum. Sabah olay yerinde arabasının plakasını görmüştüm ve fotografik hafızaya sahip olduğum için bir gördüğümü bir daha unutmazdım.
Savcının "73 GH 4356" plakalı aracını bulup etrafı kolaçan edip, arabanın altına hızlı bir şekilde cihazı aktifleştirip taktım.
Derin bir nefes alıp adliyeye doğru ilerledim. Odama geldiğimde soruşturma ile ilgili yaptığım şeyleri belgelemek için bilgisayar başına oturdum.
İşim bittiğinde İnci'nin babası için iddianame hazırlamıştım. Şimdilik bunu başsavcıya göndermemeye karar verdim.
Oturduğum masadan kalkıp odadaki deri koltuğa uzandım. Ayağım fazlasıyla acıyordu. Bugün kendimi fazla zorlamıştım. Gözlerimi kapatıp bir süre dinlenmeye çalıştım.
Ormanlık bir alanda ağaçların arasında ilerliyordum. Hava karanlıktı ama gökyüzündeki ay etrafı aydınlatıyordu. Ağaçların arasından yer yer sis bulutları kendini gösterirken baykuşların ötüşlerini, kurtların ulumalarını duyuyordum. İçimde bir korku vardı. Yüreğim göğüs kafesimde bir serçe gibi çırpınıyordu. Etrafımda dönerek bu karanlık ve ürkütücü ormandan kaçmanın bir yolunu ararken karşımda beyazlar içinde bir silüet belirdi. Bu ürkütücü ormanın hayaleti gibiydi sanki. Gözlerim bulanıklaştığı için yüzünü tam olarak seçemediğim bu silüet bana " neden?" Diye sordu. Neden bahsettiğini anlamadığımı söylemek için konuşmaya çalıştım ama dilim dönmüyordu. Birkaç kez daha konuşmayı denesem de olmadı. Ve silüet bana biraz daha yaklaştı. Gözümdeki perde kalkıp beyazlar içindeki İnci'yi gördüğümde tekrar " neden?" Diye soran sesi ormanda yankılandı. Ne kımıldayabiliyordum ne de konuşabiliyordum. İnci " neden...beni kurtarmadın? Neden bu kadar geç kaldın? " Diye sordu gözündeki yaşlarla. Öne doğru atıldığımda artık hareket edebildiğimi fark edip İnci'ye doğru yaklaştım. " özür dilerim" dedim. Konuşabiliyordum. İnci başını sağa sola sallayıp "artık çok geç. Benim için artık çok geç. Diğerlerini kurtar. Lütfen diğerlerini kurtar" derken birden kayboldu. Etrafımda dönüp onu aradım. " İnci" diye seslenirken ormanda tiz bir çığlık yükseldi.
Uzandığım deri koltuktan nefes nefese doğruldum. Korku dolu gözlerle bulunduğum yeri incelerken adliyede olduğumu hatırladım. Kabustu.
Masanın üzerindeki telefonun sesiyle gözlerim oraya yönelirken derin derin nefesler almaya devam ediyordum. Cebimdeki astım ilacını alıp aramayı yanıtladım.
- Efendim... Bahar?
- Hazan sen iyi misin? Sesin kötü geliyor?
Ağzıma sıktığım astım ilacını masaya bırakıp
- İyiyim Bahar. Birşey mi oldu? Diye sordum.
Bahar'ın arkasından Ayşe ve Canan teyzenin sesi geliyor "ne olmuş? İyi miymiş?" Gibi sorular soruyorlardı.
Bahar
- Emin misin iyi olduğuna? Diye tekrar sorarken gözlerimi yumup koltukta geriye yaslandım.
- İyiyim Bahar. Gerçekten.
- Pek inanmadım ama öyle olsun. Ben seni ne zaman geliyorsun diye sormak için aradım. Abimle Oğuz' da burada. Ona göre sofrayı kuracağız.
O an havanın karardığını fark ettim. Hakan Çınar'ı takip etmem gerekiyordu. Bu gece eve gece yarısı ancak gelebilirdim.
- Siz yiyin yemeğinizi. Ben bu gece geç gelirim. Adliyede yapmam gereken evrak işleri var.
- Ya Hazan! Bu gece yapmak zorunda mısın? Ne güzel hep beraber olacağız. Gel n'olur?
- Maalesef Bahar.
- Tamam Hazan . Öyle olsun. Birşeyler yedin mi bari? Sabah kahvaltı yapmadan çıkmışın.
- Yedim merak etmeyin. Afiyet olsun size görüşürüz, diyerek telefonu kapatırken yüzümde bir gülümseme vardı. O an kendi ailem dışında herkesle aile olabildiğimi fark ettim.
Oturduğum koltuktan kalkıp camdan dışarıya baktığımda savcının arabasının yerinde olmadığını görmüştüm. Hemen GPS takip sisteminden arabanın nereden olduğuna baktım. Araba bir mahalle arasında park halinde duruyordu.
Saat 20.15'i gösterirken adliyeden çıktım. Arabaya binip takip cihazının gösterdiği mahalleye doğru yola koyuldum.
Bir süre sonra savcının arabasının bulunduğu mahalleye gelirken arabayı karşı kaldırıma park edip beklemeye başladım. Bulunduğum yerden aracı ve apartmanın çıkış kapısını görebiliyordum.
Savcının çıkmasını beklerken Oğuz'la konuşmuştum. Ayağımın nasıl olduğunu sorup geçmiş olsun demişti. Askeriyede kurallar gereği ast üst ilişkisinden dolayı konuşamıyorduk. Olması gereken buydu.
Oğuz bana sevdiği bir kız olduğunu söylemişti. Askeriyede her ne kadar oralı olmasam da bu kızın Teğmen Dilek Bayram olduğunu anlamıştım. Oğuz yakın bir tarihte Allah nasip ederse nişan olacağını söyledi. Dedem ve aşireti her ne kadar nişanın Gaziantep'te olmasını istese de nişan burada olacaktı ve ben Oğuz'un velisi görevini üstlenecektim. Umarım sonları ablam ve enişteme benzemez bir ömür mutlu olurlardı. Gerçi dedemin söylediğine göre askerler güzel severmiş. Tıpkı vatanlarını sevdikleri gibi. Sevdikleri şeyler uğruna canlarını verebilecek kadar güzel severmiş. Asker yari olmak sevginin en güzel haline tâbi olmakmış.
Dedem de eski bir askerdi. Belki de babaanneme kur yapmak için böyle söylemişti. Kim bilir?
Dedemin haklı olduğunu tecrübe ederek anlayacağımı o zamanlar bilmiyordum. Bir askerin yüreğinin yarısına kendi yüreğimi koyacağımı da bilmiyordum. Bu kadar cahil olduğum sevgiyi en güzel şekilde öğreneceğimi de bilmiyordum.
Saat 23. 10'u gösterirken sonunda Hakan Çınar evden çıkıp arabasına binmişti. Bulunduğum kaldırımın çaprazında duran arabanın, kırmızı ışıklarını yakarak uzaklaşmasını izlerken " hadi bakalım" diyerek , GPS sistemini açtım.
Yeteri kadar aramızın açıldığına kanaat getirdiğimde motoru çalıştırıp yola koyuldum.
Toprak bir yola girdiğimizde etraf zifiri karanlıktı. Arabanın farı dışında yolu aydınlatan hiçbir ışık hüzmesi yoktu. Hava da aksi gibi sisliydi. "İn cin top oynuyor" sözünün vücut bulmuş hali olan bu yol beni ürkütürken içimden "çarpılmasak bari" diye geçirdim.
Bir süre sonra GPS sisteminde savcının arabasını gösteren ışık durdu. Savcının arabasıyla aramda 300 metre kala olan yol ayrımına arabayı gizleyip torpido gözünden " ne olur ne olmaz " diye aldığım silahla ormanın içinde ilerlemeye başladım. Epey bir yol kat ettiğimde kulağıma gelen kaba erkek sesleriyle duraksadım. Araba farlarının aydınlattığı bir açıklıkta üç kişi vardı.
Hakan Çınar, Baran Bekirhan ve İnci'nin babası Cafer Kadıoğlu.
💧💧💧💧💧💧💧