Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm

@yikim2024

Yaşamak cesaret işidir" derdi babam. Cesaretin varsa kalırsın, cesaretin varsa gidersin, cesaretin varsa sever cesaretin varsa terk edersin ve cesaretin varsa yaşar cesaretin varsa ölürsün.

Şimdi Ecrin'in mezarının başında, herkes gözyaşı dökerken ben öylece duruyorum. İçim boşalmış sanki. Ablamın ve annemin feryatları bu karanfil kokan mezarlığı inletirken düşünüyorum; bir daha bu şehre gelmeye cesaretim olacak mı? Bilmiyorum.

İmam son duasını okumuş giderken son toprakta kürekle atılıyor. Birkaç eş dost simsiyah kıyafetleriyle ablam ve anneme destek oluyor . Bense bu manzarayı kaç kez daha göreceğimi düşünüyorum. Bu hayat benden kaç sevdiğimi daha alacak? Mütemadiyen ölür ya insan bende mutamadiyen kayıp mı edeceğim? Az ötede babamın , ilerideki çamlıkların arasında Berrak'ın mezarı dururken yine geceye saklıyorum acılarımı. Şimdi yere düşsem , hıçkırıklarımla inletsem bu mezarlığı kimse tutmaz elimden biliyorum çünkü.

Tökezliyorum durduğum yerde. Kollarım karıncalanıyor. Sebebini biliyorum; son kez sarılamadım ya Ecrin sana...
" Bu son sarılmamızmış gibi hissediyorum teyze" Demiştin. Özür dilerim.

Kalan tek tük insanda terk ederken mezarlığı dördümüz kalıyoruz. Annem , ablam , ben ve Ecrin. Ablam dizlerinin üzerine çöküyor. Bağrına vura vura ağlıyor. Annemin gözünden yaşlar süzülsede ilk kez ablama böyle nefretle baktığını görüyorum. Biliyorum onu suçluyor. Haksız mı? Bilmiyorum. Ölüm gelecekse gelir zaten. Sen şunu yaptın ben bunu yaptım diye değil. Gelmesi gerekiyorsa gelir. Yine de benimde bir yanım onu suçluyor. Ah be abla...

Annem bağırıyor Ona. Hayatımda ilk defa görüyorum bunu. Ama hoşuma gitmiyor. "Şimdi değil anne , burada değil" desem dinlemez beni biliyorum işte tamda bu yüzden üçüncü bir göz gibi sadece izliyorum onları.

Annem
- Kalk ayağa! Diyor. "Senin ağlamaya hakkın var mı?! Evladına, kocana , evine bile sahip çıkamadın! Senin ağlamaya hakkın var mı?!"

Kolundan tutup yerden kaldırıyor ablamı. Sarsıyor.
Ablam,
- Anne n'olur yapma... Canım çok yanıyor zaten yapma..., Diyor.

Canı çekilmiş sanki. Ablamı ilk defa böyle görüyorum. Tam o sırada tepemizdeki ağaçtan bir yaprak düşüyor Ecrin'in mezarının üzerine. Düşünüyorum; sonbahar yakında bitecek , kış kapıda... Ecrin çok üşür mü acaba?

Annem bir tokat atıyor ablamın yüzüne. Ablam tokatın etkisiyle Ecrin'in mezarının üzerine kapaklanırken kalkmak için bir hamlede bulunmuyor. Omuzları sarsıla sarsıla ağlıyor.

Annem en umursamaz bakışlarını attıyor ablama.
- Ağla , diyor. "Ağla da gözyaşlarında boğul İnşallah"

Sonrada arkasına bile bakmadan gidiyor. Ben ablamla kalıyorum. Bu hali bana babam öldüğü zamanki halimi hatırlatıyor. Mezarlığın başında, yağmurlu bir günde tek başıma kalışımı. Ama ben Onu ve Ecrin'i bir başına bırakamam ki.

Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapatıp ablama yaklaşıyorum. Elimi uzatıyorum omzuna koymak için. Ama ablam hissetmiş gibi "dokunma bana, git başımdan" diyor.
Elimi yumruk yapıp geri çekiyorum. Birkaç mezar uzaklıktaki babamın mezarının yanına gidip dizlerimi kendime çekerek oturuyorum. İzliyorum ablamı. Sol gözümden bir damla yaş süzülüyor. Gökyüzüne kaldırıyorum başımı. İstanbul'da üzgün bugün. Tek bir güneş ışığı yok gökyüzünde. Bugünün adı "kasvet" diyorum. Bundan sonraki birçok gün olacağı gibi bugünde bize kalan hüzün, gözyaşı ve keder.

Nasıl olacak diyorum. Nasıl yaşayacak? Gerçi her türlü yaşıyor insan ama ablamın bu acıyla yaşamaya cesareti var mı? Bilmiyorum.

Bir süre sırtım babamın mezarına dayalı izliyorum Onu. Sonra bir yağmur damlası düşüyor burnumun ucuna. Doğruluyorum oturduğum yerden. Babamın mezar taşını okşayıp ablama doğru yürüyorum. Tam yanında durup
- Yağmur yağacak birazdan , diyorum.
Kaldırıyor başını mezarın üzerinden ve gözlerime bakıyor yaşlı gözleriyle.
- Umrumda mı sence? Diyor.

Değil biliyorum. Babam öldüğünde benimde değildi.
Yanına çöküyorum. Duruyoruz bir süre öylece. Kuşlar uçuyor, yapraklar dallarından düşüyor, biz nefes alıyoruz , Ecrin almıyor derken ablam konuşuyor;
- Böyle mi hissettin? Diye soruyor. "Baban öldüğünde böyle mi hissettin?"
- Nasıl? Diyorum. Anlatsın istiyorum. İçine atmasın, paylaşsın benimle.
- Böyle işte , diyor omuzlarını silkerek. "Sende mezarın altına onunla beraber girmişsin, bir daha hiç yaşayamayacakmışsın, dünya bir daha dönmeyecekmiş ve senin yaşamak için bir amacın kalmamış gibi ve ölesiye pişman... Onunla daha fazla vakit geçiremediğin , onu üzdüğün her an için ölesiye pişman."

Birşey söylemiyorum. Ne söylenir bilemiyorum. Ama evet böyle hissettim.
Bu sefer kaldırıp elimi sırtını okşuyorum. Burnunu çekip
- Nasıl dalga geçerdim seninle , diyor. " Her boşlukta mezarlığa giderdin. Çarpılacaksın birgün diyerek nasıl dalga geçerdim. Şimdi... Keşke ben çarpılsam Hazan. Keşke Ecrin yerine ben olsam şu toprağın altında..."

Yaşlar süzülüyor gözlerimden, gözlerinden ve gözlerimizden. Sarılıyorum ona. Ömrümde ilk defa.
Hıçkırıklara boğuluyor.
- Nasıl yaşarım Hazan? Diyor. " Nasıl nefes alırım? Kendi kızımın ölümüne sebep olmuşken, kızımı ellerimle mezara koymuşken nasıl yaşarım?"

Bunlar bir soru değil biliyorum. Soru olsa dahi verebilecek bir cevabım olmadığını fark ediyorum. "Ölü bir beden diri bir sözden daha çok can yakar " diye bir söz okumuştum bir yerde. Ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum.

Sadece sarılıyorum ona. Çünkü sözler böyle anlarda hep kifayesiz kalır. Sessizlik bazen en iyi arkadaştır. Ve ölüm her yürekte farklı bir acı bırakır. "Seni anlıyorum" desende sadece o acının bir benzerini biliyorsundur.

*****
Ablamı zar zor kaldırdığım mezarın başından bir taksiye binip eve geçiyoruz. Her gün ev olup bugün cenaze evi olan ve bundan sonrada yas evi olacak eve. İnsanlar var evde. Kur'an-ı Kerim okuyan bir teyze baş köşede. Herkesin yüzü yere eğik. Herkesin aklında tek birşey ; ölüm...
Ablamla beraber sıkışıyoruz bir köşeye. O sırada Fatma teyzeyle göz göze geliyorum. Gülümsüyor bana. Buruk bir gülümseme ama. Sanki " ne çektin be kızım" der gibi. Halbuki bu acı benim acım değil. Bu ablamın acısı. Sadece bana da büyük bir parça düşüyor o kadar.

Kur'an-ı Kerim bitiyor. Herkes "başınız sağolsun" kadar aciz bir söze sıkıştırıyor bütün duygularını ve gidiyor. Fatma teyze giderken omuzuma dokunuyor. Ablama üzgün gözlerle bakıp çıkıyor kapıdan. Sonra yine biz bize kalıyoruz. Ev bir parça soğuk. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Salondaki koltuklara oturuyoruz.

Annem bana
- Ne zaman gideceksin? Diye soruyor. Sadece birkaç saattir burada olmama rağmen bana neden bu kadar tahammül edemediğini sorguluyorum kendi içimde.
Ve annem ekliyor;
- Cenaze evine yapılan ziyaretin kısası makbuldür.
Ne çabuk el olmuşum, ne çabuk silinmişim bu evden...
- Gece yarısına uçağım var , diyorum.
Yüzüme bakmadan
- İyi gitmeden önce topla şu evi , diyor. Ecrin'in helvasından kalan tabakları göstererek.
- Toplarım, diyorum.
Odasına çekiliyor yine. Sonra ablamda kalkıp odasına gidiyor. Tek kalıyorum bu kasvetli salonda. Bir süre etrafı inceliyorum. Herşey aynı bıraktığım gibi.
Yerimden kalkıp tabakları toplayıp yıkıyorum. Evi toplayıp süpürüyorum. Saat akşam 18.47'yi gösteriyor. Annemin odasının kapısını açıyorum. Uyuyor ve üstü açılmış. Usulca içeriye girip üstünü örtüyorum. Saçlarını okşamak istesem de hemen vazgeçiyorum. Yatağın yanındaki birkaç alkol şişesini alıp odadan çıkıyorum. Sonra ablamın odasının kapısını açıyorum. Ecrin'in en sevdiği oyuncağına sarılmış uyuyor. Gözyaşlarının yeri belli. Onunda üzerini örtüyorum. Saçlarını okşuyorum. Gözümden bir damla yaş süzülürken komodinin üzerindeki fotoğrafa gidiyor elim. Ecrin, ablam ve eniştem gülümserken çekilmiş bir fotoğraf. Mutluluk yine resimlerde asılı kalmış acı yine baki.
Çerçeveyi yerine koyup odadan çıkıyorum. Sonrada ceketimi ve telefonumu alıp evden ayrılıyorum. Benim vedama ihtiyacı olmayan iki insanı geride bırakarak gidiyorum bu evden.
Bir alt katta oturan Fatma teyzeye uğruyorum. Bir süre oturup konuşuyoruz. Sonra o ayağıma bakıyor. Şifalı otlardan yaptığı bir merhem veriyor. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından.

Saat 20. 15'i gösterirken bir taksiye binip mezarlığa gidiyorum. İkinci evim gibi bu mezarlık. İçimde beni mesken tutan acının ana vatanı.

Başım taksinin camına yaslı, camdan süzülen yağmur damlalarını izliyorum. Benimde gözlerimden yaşlar süzülüyor. Koskoca dünyada yapayalnız kaldığımı hissediyorum. Huzursuz edici bir boşluk peyda oluyor içimde. Birşeyler eksik diyemiyorum çünkü birçok şey eksik biliyorum. "Yine kaybettin" diyor içimden bir ses. Hiç kazanamadım ki. Herşeyi varla yok arası yaşayıp tek tam yaşadığım şey acıyken neyi kazanabilirdim ki zaten?

Varla yok arası bir anne , varla yok arası iki kardeş, varla yok arası bir çocukluk, varla yok arası bir yaşam...

Ve herşeyiyle orada , tam karşımda duran acı.

Mezarlığın önünde duran taksiden iniyorum. Hiç korkmadan, tedirgin olmadan giriyorum mezarlığa. Önce Ecrin'in yanına uğruyorum. Çöküyorum ıslak toprağa. Ellerim okşuyor, gözyaşlarım suluyor toprağı.
"Ölüm sana hiç yakışmadı Ecrin" diyorum. "Daha çok gülüp , daha çok oyunlar oynayıp, daha çok yaşamalıydın."
"Seninle son kez sarılabilmeliydik."
" En azından sesini son kez duyabilmeliydim."
Son kez ...

Doğruluyorum Ecrin'in mezarının başında ve Berrak'ın mezarına uğruyorum.
" Uzun zaman oldu" diyorum. " Uzun zaman oldu kardeşim. "
Konuşuyorum bir süre onunla . Eski günleri yâd ediyorum.

Ve en son babama uğruyorum.
" Yine geldim baba . Hiç gelmek istemediğim kadar acıyla yine geldim. Kaç sevdiğimi daha kaybedeceğim baba? Hep böyle mi olacak? Ben böyle yaşamak İstemiyorum. Kalbim acıyor. Herkes gitmişte bu dünyadan geriye bir ben kalmışım gibi. Nefes alamıyorum. Ölüm...etrafımdaki herkesi vurup beni teğet geçen bir kurşun sanki. Bu kadar büyük bir acıyla ne olacağım baba ben?" Diyorum.
Sonra uzun uzun karanfil kokan mezarlığın sessizliğini dinliyorum.

Eniştemin yoğun bakımda kaldığı hastaneye gitmek için mezarlıktan ayrılıyorum. Hastaneye vardığımda eniştemin ailesiyle karşılaşıyorum. Cenazeye yetişemediklerini hatırlıyorum. Beni görünce eniştemin annesi Selma hanım yakama yapışıyor.
- Ne yüzle geldin buraya?! Senin ablan yüzünden benim oğlum içeride can çekişiyor! Torunum mezarın altında! Allah hepinizin belasını versin! Defol! Diye bağırırken beni tuttuğu yakalarımdan sarsıyor. Hiçbir tepki vermiyorum. Selma hanımın elleri yakamdan kayarken eşi Sami amca yere düşmeden tutuyor onu . Selma hanımın feryatları hastane koridorunu inletirken faydasız olacağını bile bile "özür dilerim" diyorum.

Ömrüm boyunca benim suçum olmayan şeyler için insanlardan özür dilemeye alışık olduğumdan bu özrü dilemesi gereken kişinin ben olup olmadığımı sorgulamıyorum. Ve ayrılıyorum hastaneden.

Saat 22.00
Sahile gidiyorum. Kumların üzerine bir külçe gibi bırakıyorum bedenimi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Kendi içime dönüyorum bir süre. Denizin dalga sesleri kulaklarıma doluyor. Martılar ötüşüyor. Çok sert olmasada üşüten bir meltem saçlarımı savuruyor. Yine bir hikayenin sonundaymışım gibi bir his sarıyor içimi. Bundan sonrası için herşeyi herkesi düşünüyorum. Eniştem ölür mü kalır mı? Ablam dayanabilir mi bu acıya dayanamaz mı? Annem yanında olur mu ablamın olmaz mı?
Düşünüyorum.
Cevabını bilmiyorum bu soruların orası ayrı.

Kumların üzerinden kalkıyorum. Kapalı olan telefonumu açıyorum. Aramalar, mesajlar birer birer ekrana düşse de hiçbirine geri dönüş yapmıyorum. Ayaklarımı sürüye sürüye yürüyorum. Ufacık rüzgarda alabora olacak bir yelkenli gibi kendi içimde savruluyorum.

****
Havaalanında oturmuş uçağın kalkış saatini beklerken gözler hissediyorum üzerimde. Muhtemelen toza toprağa bulaşmış bu pespaye halime bakıyorlar. Umursamıyorum. İnsanların hakkımda ne düşündüğü pek umrumda olmaz genelde. Benim hakkımda bildikleri gördüklerinden ibarettir çünkü.

Karşıdan gelen Bora, Cihan abi ve Gaye'yi görüyorum. Gelip yanıma sessizce oturuyorlar. Gaye sırtımı sıvazlıyor. "Başın sağolsun" diyorlar. "Sağolun" diyorum. Vücudumun her parçası gibi sesimde güçsüz.
Cihan abi
- Bu gece üzül , ağla ne istiyorsan onu yap. Ama yarın yeni bir gün Hazan. Bugün mahkemede iyi iş çıkardın. Bundan sonrada öyle yap. Bu acının seni işinden alıkoymasına izin verme , diyor.
Gülüyorum alayla.
- Yapma abi , diyorum. " O kadar basit değil biliyorsun. Bu kadar duygusuz olma. Hiç acı çekmemişsin gibi davranma."

Burada oturan dört kişinin de kalbi yaralarla dolu biliyorum.
Derin bir nefes alıyor Cihan abi.
- Bu kadar basit olmadığını bildiğim için böyle söylüyorum zaten. Acı basit bir duygu değil Hazan. Eğer onunla baş başa kalırsan delirtir seni. İşine bak diyorum. Acının seni delirtmesini istemiyorsan işine bak.

Bora konuşuyor sonra.
- Hep böyle mi olacak ? Diye soruyor. " İyi hoş vatanımıza hizmet ediyoruz. Ama hiç mutlu olamayacak mıyız be abi? Böyle yıkık dökük nereye kadar yaşar insan? "
- Birgün bir yerde bizimde yüzümüz güler elbet, diyor Gaye.
- Bu kadar kayıptan sonra gülse ne gülmese ne, diyor Bora.
- Karamsar karamsar konuşmayın. Biz bu yola çıkarken çoktan vazgeçtik herşeyden. Mutluluk gibi acıyı da yaşamaya vaktimiz yok bizim , diyor Cihan abi azarlar bir tonda.

Aramızda acıyı en iyi bilenlerden biri de o. Üç yıl önce eşi ve çocuklarının olduğu arabaya şerefsizlerin yerleştirdiği patlayıcıyla ailesini kaybeden Cihan abi acıyı iyi tanıyor.

Bora ise Van'da beş yaşındaki bir çocukken eve giren teröristlerin ailesini öldürüşünü yıkık dökük bir dolabın içinden izlemişti.

Gaye...
Eskiden bir askerdi. Ama operasyon sırasında sağ ele geçirilmesi gerek birini sevdiği adamı şehit ettiği için bilerek öldürmüş ve ordudan atılmıştı.

Hepimizin hikayesi farklı ama hissettiği duygu aynıydı; acı.

Uçağın saati geliyor. Hepsiyle sarılıp vedalaşıyorum. Ve uçağın kalkacağı piste doğru ilerliyorum. Uçağa biniyorum. Uçak kalkıyor. Gecenin karanlığında bulutların üzerine çıkıyoruz. Acı burada bile yakamı bırakmıyor. Kafamı geriye doğru yaslıyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Uyku yine düşman, kabuslar hep orada. Yaşandı ve bitti diyemeyeceğim gün zihnimin içinde. Geride bıraktıklarım asla geride kalmazken bugünde böyle.

*****
Uzun mu kısa mı olduğunu anlamadığım bir yolculuğun ardından Şırnak'a iniyorum. Gidişim gibi gelişimi de kimseye haber vermiyorum. Kimseyi görmek istemiyorum. Ama Koreli adam orada , arabasına yaslanmış beni bekliyor. Ona doğru yaklaşırken arabanın kapısını açıyor. Biniyorum. Hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırıp yola koyuluyor. Seviyorum bu sessizliği.

Apartmanın önünde durup inmemi bekliyor. İniyorum. Sonrada geldiği gibi sessizce gidiyor. Apartmana bakıyorum. Işıkları sönük. Herkes uykuda. İçeriye giriyorum. Beşinci katın tuşuna basıyorum. Asansörden iniyorum. Kapının önünde Fırat'ı görüyorum. Beni baştan aşağı inceleyip birkaç adımda yanıma geliyor.
- Ayşe hanımlar taşındı. Evin anahtarını bize bıraktılar. Geldiğini görünce vereyim dedim, diyor.

Şaşırıyorum. Neden gittiler ki? Hiçbir şey söylemeden. Anahtarı alırken başımı sallıyorum. Gözümden bir damla yaş süzülüyor. Acı çekmek beni çekilmez biri yapıyor her zaman. Normal şartlarda asla kırılmayacağım , asla üzülüp ağlamayacağım şeylere kırılıyorum. Kendimi terk edilmiş gibi hissediyorum.

Fırat
- Ağlama , diyor kaba , sert ama naif bir sesle.
Alt dudağım titriyor. Titremesini durdurmak için ısırıyorum. Sonra bir hıçkırık firar ediyor dudaklarımın arasından. Daha çok kırılıyorum. Başımı yere eğiyorum. Saçlarım yüzüme dökülürken avucumun içindeki anahtarı sıkıyorum tüm gücümle. Sonra Fırat'ın bana doğru kalkan kollarını görüyorum. Hızla geçip gidiyorum yanından. Titreyen ellerime inat evin kapısını açıp içeriye giriyorum.

Acı çekerken kimseye sığınmam ben. Kimseye şuram açıyor demem, diyemem. Eskiden böyle değildim. Canım yanarken sığınacak bir liman arardım. Denizin ortasında fırtınada kalmış bir gemi misali. Limanlar ise bir sanrı gibi ben yaklaştıkça uzaklaşır, ben hızlandıkça yok olurdu. Hayat bazı şeyleri insana yalnız bıraka bıraka öğretiyordu.

Evin ışığını açıyorum. Her yer derli toplu. Ama bu ev yalnızlığın semti gibi soğuk. Kaloriferleri açıyorum. Üzerimi değiştirmeden koltuğa oturuyorum. Orta sehpanın üzerinde bir not gözüme ilişiyor. Ayşe teyzeden kalmış.

"Güzel kızım. Öncelikle başın sağolsun. Rabbim acıyı verdiği gibi dayanma gücünü de versin.
Biz Zeynep'le hastaneye yakın bir eve taşındık. Aslında sana dün akşam bu konuyu açacaktım ama olanlar malûm. Zeynep'in senin sayende yarın tedavisine başlayacaklar İnşallah. Bize evini açtın, sofranı açtın. Sağolasın. Artık sende benim bir kızımsın. Buraya adresi yazıyorum. Sende gelip bizim soframıza misafir ol.
Sana minnettar olan Ayşe teyzen ve Zeynep."

Gülümsüyorum burukça. Sonra gülüşüm soluyor. Yerini gözyaşlarına bırakıyor derken yerimden kalkıp duş alıyorum. Üstümü giyiyorum. Yatak odasına bakıyorum. Yatağa yeni çarşaflar serilmiş. Kapıyı çekip geri çıkıyorum. Işığı kapatıp karanlığa gömülüyorum. Salondaki koltuğa uzanıyorum yine. Yalnızlığımın, kimsesizliğimin , acılarımın esiri oluyorum. Eski yeni demeden bütün acılarıma ağlıyorum. Bir söz geliyor aklıma "aynı şakaya her defasında gülemezmişte insan aynı acıya defalarca kez ağlayabilirmiş."

Ağlıyorum. Aynı acıya defalarca...

💧💧💧💧💧💧💧💧💧

Yaşamak cesaret işidir" derdi babam. Cesaretin varsa kalırsın, cesaretin varsa gidersin, cesaretin varsa sever cesaretin varsa terk edersin ve cesaretin varsa yaşar cesaretin varsa ölürsün.

Şimdi Ecrin'in mezarının başında, herkes gözyaşı dökerken ben öylece duruyorum. İçim boşalmış sanki. Ablamın ve annemin feryatları bu karanfil kokan mezarlığı inletirken düşünüyorum; bir daha bu şehre gelmeye cesaretim olacak mı? Bilmiyorum.

İmam son duasını okumuş giderken son toprakta kürekle atılıyor. Birkaç eş dost simsiyah kıyafetleriyle ablam ve anneme destek oluyor . Bense bu manzarayı kaç kez daha göreceğimi düşünüyorum. Bu hayat benden kaç sevdiğimi daha alacak? Mütemadiyen ölür ya insan bende mutamadiyen kayıp mı edeceğim? Az ötede babamın , ilerideki çamlıkların arasında Berrak'ın mezarı dururken yine geceye saklıyorum acılarımı. Şimdi yere düşsem , hıçkırıklarımla inletsem bu mezarlığı kimse tutmaz elimden biliyorum çünkü.

Tökezliyorum durduğum yerde. Kollarım karıncalanıyor. Sebebini biliyorum; son kez sarılamadım ya Ecrin sana...
" Bu son sarılmamızmış gibi hissediyorum teyze" Demiştin. Özür dilerim.

Kalan tek tük insanda terk ederken mezarlığı dördümüz kalıyoruz. Annem , ablam , ben ve Ecrin. Ablam dizlerinin üzerine çöküyor. Bağrına vura vura ağlıyor. Annemin gözünden yaşlar süzülsede ilk kez ablama böyle nefretle baktığını görüyorum. Biliyorum onu suçluyor. Haksız mı? Bilmiyorum. Ölüm gelecekse gelir zaten. Sen şunu yaptın ben bunu yaptım diye değil. Gelmesi gerekiyorsa gelir. Yine de benimde bir yanım onu suçluyor. Ah be abla...

Annem bağırıyor Ona. Hayatımda ilk defa görüyorum bunu. Ama hoşuma gitmiyor. "Şimdi değil anne , burada değil" desem dinlemez beni biliyorum işte tamda bu yüzden üçüncü bir göz gibi sadece izliyorum onları.

Annem
- Kalk ayağa! Diyor. "Senin ağlamaya hakkın var mı?! Evladına, kocana , evine bile sahip çıkamadın! Senin ağlamaya hakkın var mı?!"

Kolundan tutup yerden kaldırıyor ablamı. Sarsıyor.
Ablam,
- Anne n'olur yapma... Canım çok yanıyor zaten yapma..., Diyor.

Canı çekilmiş sanki. Ablamı ilk defa böyle görüyorum. Tam o sırada tepemizdeki ağaçtan bir yaprak düşüyor Ecrin'in mezarının üzerine. Düşünüyorum; sonbahar yakında bitecek , kış kapıda... Ecrin çok üşür mü acaba?

Annem bir tokat atıyor ablamın yüzüne. Ablam tokatın etkisiyle Ecrin'in mezarının üzerine kapaklanırken kalkmak için bir hamlede bulunmuyor. Omuzları sarsıla sarsıla ağlıyor.

Annem en umursamaz bakışlarını attıyor ablama.
- Ağla , diyor. "Ağla da gözyaşlarında boğul İnşallah"

Sonrada arkasına bile bakmadan gidiyor. Ben ablamla kalıyorum. Bu hali bana babam öldüğü zamanki halimi hatırlatıyor. Mezarlığın başında, yağmurlu bir günde tek başıma kalışımı. Ama ben Onu ve Ecrin'i bir başına bırakamam ki.

Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapatıp ablama yaklaşıyorum. Elimi uzatıyorum omzuna koymak için. Ama ablam hissetmiş gibi "dokunma bana, git başımdan" diyor.
Elimi yumruk yapıp geri çekiyorum. Birkaç mezar uzaklıktaki babamın mezarının yanına gidip dizlerimi kendime çekerek oturuyorum. İzliyorum ablamı. Sol gözümden bir damla yaş süzülüyor. Gökyüzüne kaldırıyorum başımı. İstanbul'da üzgün bugün. Tek bir güneş ışığı yok gökyüzünde. Bugünün adı "kasvet" diyorum. Bundan sonraki birçok gün olacağı gibi bugünde bize kalan hüzün, gözyaşı ve keder.

Nasıl olacak diyorum. Nasıl yaşayacak? Gerçi her türlü yaşıyor insan ama ablamın bu acıyla yaşamaya cesareti var mı? Bilmiyorum.

Bir süre sırtım babamın mezarına dayalı izliyorum Onu. Sonra bir yağmur damlası düşüyor burnumun ucuna. Doğruluyorum oturduğum yerden. Babamın mezar taşını okşayıp ablama doğru yürüyorum. Tam yanında durup
- Yağmur yağacak birazdan , diyorum.
Kaldırıyor başını mezarın üzerinden ve gözlerime bakıyor yaşlı gözleriyle.
- Umrumda mı sence? Diyor.

Değil biliyorum. Babam öldüğünde benimde değildi.
Yanına çöküyorum. Duruyoruz bir süre öylece. Kuşlar uçuyor, yapraklar dallarından düşüyor, biz nefes alıyoruz , Ecrin almıyor derken ablam konuşuyor;
- Böyle mi hissettin? Diye soruyor. "Baban öldüğünde böyle mi hissettin?"
- Nasıl? Diyorum. Anlatsın istiyorum. İçine atmasın, paylaşsın benimle.
- Böyle işte , diyor omuzlarını silkerek. "Sende mezarın altına onunla beraber girmişsin, bir daha hiç yaşayamayacakmışsın, dünya bir daha dönmeyecekmiş ve senin yaşamak için bir amacın kalmamış gibi ve ölesiye pişman... Onunla daha fazla vakit geçiremediğin , onu üzdüğün her an için ölesiye pişman."

Birşey söylemiyorum. Ne söylenir bilemiyorum. Ama evet böyle hissettim.
Bu sefer kaldırıp elimi sırtını okşuyorum. Burnunu çekip
- Nasıl dalga geçerdim seninle , diyor. " Her boşlukta mezarlığa giderdin. Çarpılacaksın birgün diyerek nasıl dalga geçerdim. Şimdi... Keşke ben çarpılsam Hazan. Keşke Ecrin yerine ben olsam şu toprağın altında..."

Yaşlar süzülüyor gözlerimden, gözlerinden ve gözlerimizden. Sarılıyorum ona. Ömrümde ilk defa.
Hıçkırıklara boğuluyor.
- Nasıl yaşarım Hazan? Diyor. " Nasıl nefes alırım? Kendi kızımın ölümüne sebep olmuşken, kızımı ellerimle mezara koymuşken nasıl yaşarım?"

Bunlar bir soru değil biliyorum. Soru olsa dahi verebilecek bir cevabım olmadığını fark ediyorum. "Ölü bir beden diri bir sözden daha çok can yakar " diye bir söz okumuştum bir yerde. Ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum.

Sadece sarılıyorum ona. Çünkü sözler böyle anlarda hep kifayesiz kalır. Sessizlik bazen en iyi arkadaştır. Ve ölüm her yürekte farklı bir acı bırakır. "Seni anlıyorum" desende sadece o acının bir benzerini biliyorsundur.

*****
Ablamı zar zor kaldırdığım mezarın başından bir taksiye binip eve geçiyoruz. Her gün ev olup bugün cenaze evi olan ve bundan sonrada yas evi olacak eve. İnsanlar var evde. Kur'an-ı Kerim okuyan bir teyze baş köşede. Herkesin yüzü yere eğik. Herkesin aklında tek birşey ; ölüm...
Ablamla beraber sıkışıyoruz bir köşeye. O sırada Fatma teyzeyle göz göze geliyorum. Gülümsüyor bana. Buruk bir gülümseme ama. Sanki " ne çektin be kızım" der gibi. Halbuki bu acı benim acım değil. Bu ablamın acısı. Sadece bana da büyük bir parça düşüyor o kadar.

Kur'an-ı Kerim bitiyor. Herkes "başınız sağolsun" kadar aciz bir söze sıkıştırıyor bütün duygularını ve gidiyor. Fatma teyze giderken omuzuma dokunuyor. Ablama üzgün gözlerle bakıp çıkıyor kapıdan. Sonra yine biz bize kalıyoruz. Ev bir parça soğuk. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Salondaki koltuklara oturuyoruz.

Annem bana
- Ne zaman gideceksin? Diye soruyor. Sadece birkaç saattir burada olmama rağmen bana neden bu kadar tahammül edemediğini sorguluyorum kendi içimde.
Ve annem ekliyor;
- Cenaze evine yapılan ziyaretin kısası makbuldür.
Ne çabuk el olmuşum, ne çabuk silinmişim bu evden...
- Gece yarısına uçağım var , diyorum.
Yüzüme bakmadan
- İyi gitmeden önce topla şu evi , diyor. Ecrin'in helvasından kalan tabakları göstererek.
- Toplarım, diyorum.
Odasına çekiliyor yine. Sonra ablamda kalkıp odasına gidiyor. Tek kalıyorum bu kasvetli salonda. Bir süre etrafı inceliyorum. Herşey aynı bıraktığım gibi.
Yerimden kalkıp tabakları toplayıp yıkıyorum. Evi toplayıp süpürüyorum. Saat akşam 18.47'yi gösteriyor. Annemin odasının kapısını açıyorum. Uyuyor ve üstü açılmış. Usulca içeriye girip üstünü örtüyorum. Saçlarını okşamak istesem de hemen vazgeçiyorum. Yatağın yanındaki birkaç alkol şişesini alıp odadan çıkıyorum. Sonra ablamın odasının kapısını açıyorum. Ecrin'in en sevdiği oyuncağına sarılmış uyuyor. Gözyaşlarının yeri belli. Onunda üzerini örtüyorum. Saçlarını okşuyorum. Gözümden bir damla yaş süzülürken komodinin üzerindeki fotoğrafa gidiyor elim. Ecrin, ablam ve eniştem gülümserken çekilmiş bir fotoğraf. Mutluluk yine resimlerde asılı kalmış acı yine baki.
Çerçeveyi yerine koyup odadan çıkıyorum. Sonrada ceketimi ve telefonumu alıp evden ayrılıyorum. Benim vedama ihtiyacı olmayan iki insanı geride bırakarak gidiyorum bu evden.
Bir alt katta oturan Fatma teyzeye uğruyorum. Bir süre oturup konuşuyoruz. Sonra o ayağıma bakıyor. Şifalı otlardan yaptığı bir merhem veriyor. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından.

Saat 20. 15'i gösterirken bir taksiye binip mezarlığa gidiyorum. İkinci evim gibi bu mezarlık. İçimde beni mesken tutan acının ana vatanı.

Başım taksinin camına yaslı, camdan süzülen yağmur damlalarını izliyorum. Benimde gözlerimden yaşlar süzülüyor. Koskoca dünyada yapayalnız kaldığımı hissediyorum. Huzursuz edici bir boşluk peyda oluyor içimde. Birşeyler eksik diyemiyorum çünkü birçok şey eksik biliyorum. "Yine kaybettin" diyor içimden bir ses. Hiç kazanamadım ki. Herşeyi varla yok arası yaşayıp tek tam yaşadığım şey acıyken neyi kazanabilirdim ki zaten?

Varla yok arası bir anne , varla yok arası iki kardeş, varla yok arası bir çocukluk, varla yok arası bir yaşam...

Ve herşeyiyle orada , tam karşımda duran acı.

Mezarlığın önünde duran taksiden iniyorum. Hiç korkmadan, tedirgin olmadan giriyorum mezarlığa. Önce Ecrin'in yanına uğruyorum. Çöküyorum ıslak toprağa. Ellerim okşuyor, gözyaşlarım suluyor toprağı.
"Ölüm sana hiç yakışmadı Ecrin" diyorum. "Daha çok gülüp , daha çok oyunlar oynayıp, daha çok yaşamalıydın."
"Seninle son kez sarılabilmeliydik."
" En azından sesini son kez duyabilmeliydim."
Son kez ...

Doğruluyorum Ecrin'in mezarının başında ve Berrak'ın mezarına uğruyorum.
" Uzun zaman oldu" diyorum. " Uzun zaman oldu kardeşim. "
Konuşuyorum bir süre onunla . Eski günleri yâd ediyorum.

Ve en son babama uğruyorum.
" Yine geldim baba . Hiç gelmek istemediğim kadar acıyla yine geldim. Kaç sevdiğimi daha kaybedeceğim baba? Hep böyle mi olacak? Ben böyle yaşamak İstemiyorum. Kalbim acıyor. Herkes gitmişte bu dünyadan geriye bir ben kalmışım gibi. Nefes alamıyorum. Ölüm...etrafımdaki herkesi vurup beni teğet geçen bir kurşun sanki. Bu kadar büyük bir acıyla ne olacağım baba ben?" Diyorum.
Sonra uzun uzun karanfil kokan mezarlığın sessizliğini dinliyorum.

Eniştemin yoğun bakımda kaldığı hastaneye gitmek için mezarlıktan ayrılıyorum. Hastaneye vardığımda eniştemin ailesiyle karşılaşıyorum. Cenazeye yetişemediklerini hatırlıyorum. Beni görünce eniştemin annesi Selma hanım yakama yapışıyor.
- Ne yüzle geldin buraya?! Senin ablan yüzünden benim oğlum içeride can çekişiyor! Torunum mezarın altında! Allah hepinizin belasını versin! Defol! Diye bağırırken beni tuttuğu yakalarımdan sarsıyor. Hiçbir tepki vermiyorum. Selma hanımın elleri yakamdan kayarken eşi Sami amca yere düşmeden tutuyor onu . Selma hanımın feryatları hastane koridorunu inletirken faydasız olacağını bile bile "özür dilerim" diyorum.

Ömrüm boyunca benim suçum olmayan şeyler için insanlardan özür dilemeye alışık olduğumdan bu özrü dilemesi gereken kişinin ben olup olmadığımı sorgulamıyorum. Ve ayrılıyorum hastaneden.

Saat 22.00
Sahile gidiyorum. Kumların üzerine bir külçe gibi bırakıyorum bedenimi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Kendi içime dönüyorum bir süre. Denizin dalga sesleri kulaklarıma doluyor. Martılar ötüşüyor. Çok sert olmasada üşüten bir meltem saçlarımı savuruyor. Yine bir hikayenin sonundaymışım gibi bir his sarıyor içimi. Bundan sonrası için herşeyi herkesi düşünüyorum. Eniştem ölür mü kalır mı? Ablam dayanabilir mi bu acıya dayanamaz mı? Annem yanında olur mu ablamın olmaz mı?
Düşünüyorum.
Cevabını bilmiyorum bu soruların orası ayrı.

Kumların üzerinden kalkıyorum. Kapalı olan telefonumu açıyorum. Aramalar, mesajlar birer birer ekrana düşse de hiçbirine geri dönüş yapmıyorum. Ayaklarımı sürüye sürüye yürüyorum. Ufacık rüzgarda alabora olacak bir yelkenli gibi kendi içimde savruluyorum.

****
Havaalanında oturmuş uçağın kalkış saatini beklerken gözler hissediyorum üzerimde. Muhtemelen toza toprağa bulaşmış bu pespaye halime bakıyorlar. Umursamıyorum. İnsanların hakkımda ne düşündüğü pek umrumda olmaz genelde. Benim hakkımda bildikleri gördüklerinden ibarettir çünkü.

Karşıdan gelen Bora, Cihan abi ve Gaye'yi görüyorum. Gelip yanıma sessizce oturuyorlar. Gaye sırtımı sıvazlıyor. "Başın sağolsun" diyorlar. "Sağolun" diyorum. Vücudumun her parçası gibi sesimde güçsüz.
Cihan abi
- Bu gece üzül , ağla ne istiyorsan onu yap. Ama yarın yeni bir gün Hazan. Bugün mahkemede iyi iş çıkardın. Bundan sonrada öyle yap. Bu acının seni işinden alıkoymasına izin verme , diyor.
Gülüyorum alayla.
- Yapma abi , diyorum. " O kadar basit değil biliyorsun. Bu kadar duygusuz olma. Hiç acı çekmemişsin gibi davranma."

Burada oturan dört kişinin de kalbi yaralarla dolu biliyorum.
Derin bir nefes alıyor Cihan abi.
- Bu kadar basit olmadığını bildiğim için böyle söylüyorum zaten. Acı basit bir duygu değil Hazan. Eğer onunla baş başa kalırsan delirtir seni. İşine bak diyorum. Acının seni delirtmesini istemiyorsan işine bak.

Bora konuşuyor sonra.
- Hep böyle mi olacak ? Diye soruyor. " İyi hoş vatanımıza hizmet ediyoruz. Ama hiç mutlu olamayacak mıyız be abi? Böyle yıkık dökük nereye kadar yaşar insan? "
- Birgün bir yerde bizimde yüzümüz güler elbet, diyor Gaye.
- Bu kadar kayıptan sonra gülse ne gülmese ne, diyor Bora.
- Karamsar karamsar konuşmayın. Biz bu yola çıkarken çoktan vazgeçtik herşeyden. Mutluluk gibi acıyı da yaşamaya vaktimiz yok bizim , diyor Cihan abi azarlar bir tonda.

Aramızda acıyı en iyi bilenlerden biri de o. Üç yıl önce eşi ve çocuklarının olduğu arabaya şerefsizlerin yerleştirdiği patlayıcıyla ailesini kaybeden Cihan abi acıyı iyi tanıyor.

Bora ise Van'da beş yaşındaki bir çocukken eve giren teröristlerin ailesini öldürüşünü yıkık dökük bir dolabın içinden izlemişti.

Gaye...
Eskiden bir askerdi. Ama operasyon sırasında sağ ele geçirilmesi gerek birini sevdiği adamı şehit ettiği için bilerek öldürmüş ve ordudan atılmıştı.

Hepimizin hikayesi farklı ama hissettiği duygu aynıydı; acı.

Uçağın saati geliyor. Hepsiyle sarılıp vedalaşıyorum. Ve uçağın kalkacağı piste doğru ilerliyorum. Uçağa biniyorum. Uçak kalkıyor. Gecenin karanlığında bulutların üzerine çıkıyoruz. Acı burada bile yakamı bırakmıyor. Kafamı geriye doğru yaslıyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Uyku yine düşman, kabuslar hep orada. Yaşandı ve bitti diyemeyeceğim gün zihnimin içinde. Geride bıraktıklarım asla geride kalmazken bugünde böyle.

*****
Uzun mu kısa mı olduğunu anlamadığım bir yolculuğun ardından Şırnak'a iniyorum. Gidişim gibi gelişimi de kimseye haber vermiyorum. Kimseyi görmek istemiyorum. Ama Koreli adam orada , arabasına yaslanmış beni bekliyor. Ona doğru yaklaşırken arabanın kapısını açıyor. Biniyorum. Hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırıp yola koyuluyor. Seviyorum bu sessizliği.

Apartmanın önünde durup inmemi bekliyor. İniyorum. Sonrada geldiği gibi sessizce gidiyor. Apartmana bakıyorum. Işıkları sönük. Herkes uykuda. İçeriye giriyorum. Beşinci katın tuşuna basıyorum. Asansörden iniyorum. Kapının önünde Fırat'ı görüyorum. Beni baştan aşağı inceleyip birkaç adımda yanıma geliyor.
- Ayşe hanımlar taşındı. Evin anahtarını bize bıraktılar. Geldiğini görünce vereyim dedim, diyor.

Şaşırıyorum. Neden gittiler ki? Hiçbir şey söylemeden. Anahtarı alırken başımı sallıyorum. Gözümden bir damla yaş süzülüyor. Acı çekmek beni çekilmez biri yapıyor her zaman. Normal şartlarda asla kırılmayacağım , asla üzülüp ağlamayacağım şeylere kırılıyorum. Kendimi terk edilmiş gibi hissediyorum.

Fırat
- Ağlama , diyor kaba , sert ama naif bir sesle.
Alt dudağım titriyor. Titremesini durdurmak için ısırıyorum. Sonra bir hıçkırık firar ediyor dudaklarımın arasından. Daha çok kırılıyorum. Başımı yere eğiyorum. Saçlarım yüzüme dökülürken avucumun içindeki anahtarı sıkıyorum tüm gücümle. Sonra Fırat'ın bana doğru kalkan kollarını görüyorum. Hızla geçip gidiyorum yanından. Titreyen ellerime inat evin kapısını açıp içeriye giriyorum.

Acı çekerken kimseye sığınmam ben. Kimseye şuram açıyor demem, diyemem. Eskiden böyle değildim. Canım yanarken sığınacak bir liman arardım. Denizin ortasında fırtınada kalmış bir gemi misali. Limanlar ise bir sanrı gibi ben yaklaştıkça uzaklaşır, ben hızlandıkça yok olurdu. Hayat bazı şeyleri insana yalnız bıraka bıraka öğretiyordu.

Evin ışığını açıyorum. Her yer derli toplu. Ama bu ev yalnızlığın semti gibi soğuk. Kaloriferleri açıyorum. Üzerimi değiştirmeden koltuğa oturuyorum. Orta sehpanın üzerinde bir not gözüme ilişiyor. Ayşe teyzeden kalmış.

"Güzel kızım. Öncelikle başın sağolsun. Rabbim acıyı verdiği gibi dayanma gücünü de versin.
Biz Zeynep'le hastaneye yakın bir eve taşındık. Aslında sana dün akşam bu konuyu açacaktım ama olanlar malûm. Zeynep'in senin sayende yarın tedavisine başlayacaklar İnşallah. Bize evini açtın, sofranı açtın. Sağolasın. Artık sende benim bir kızımsın. Buraya adresi yazıyorum. Sende gelip bizim soframıza misafir ol.
Sana minnettar olan Ayşe teyzen ve Zeynep."

Gülümsüyorum burukça. Sonra gülüşüm soluyor. Yerini gözyaşlarına bırakıyor derken yerimden kalkıp duş alıyorum. Üstümü giyiyorum. Yatak odasına bakıyorum. Yatağa yeni çarşaflar serilmiş. Kapıyı çekip geri çıkıyorum. Işığı kapatıp karanlığa gömülüyorum. Salondaki koltuğa uzanıyorum yine. Yalnızlığımın, kimsesizliğimin , acılarımın esiri oluyorum. Eski yeni demeden bütün acılarıma ağlıyorum. Bir söz geliyor aklıma "aynı şakaya her defasında gülemezmişte insan aynı acıya defalarca kez ağlayabilirmiş."

Ağlıyorum. Aynı acıya defalarca...

💧💧💧💧💧💧💧💧💧


Loading...
0%