Askeriyeden sonra adliyeye geçmiştim. Adliyenin girişinde bana öfkeli gözlerle bakan Hakan Çınar yanımdan rüzgar gibi geçip gitmişti. Sanırım Cafer Kadıoğlu'nun müebbet hapis cezasına çarptırılması onu sinirlendirmişti. Örgüt hakkında fazlaca bilgisi olan Cafer'in devletin elinde olması pek tabii işlerine gelmiyordu. Şimdi ise yapabilecekleri iki şey vardı; birincisi Cafer'e hiçbir şey anlatmayacağı konusunda güvenmek, ikincisi ise Cafer'i hapiste infaz etmekti.
İkinci seçenek daha olağandı. Çünkü Cafer'in birşeyler anlatıp anlatmaması içeride olmaya ne kadar dayanabileceğine bağlıydı. Dayanamadığı noktada da faydasız olacağını bile bile tüm bildiklerini anlatıp örgütten intikam almak isteyecek veyahut hapisten çıkmak için bizimle işbirliği yapmaya çalışacaktı.
Ne Hakan Çınar nede TKÖ denilen örgüt bunu istemezdi ki henüz kasanın içindeki belgelere ulaştığımızdan bile haberleri yoktu. Belgelerden haberleri olduğu an ise belgeleri elimizden almak ve yok etmek için uğraşacaklardı. Bu yüzden belgeleri güvenli bir yere saklamayı aklımın bir köşesine yazdım.
Düşüncelerim arasında odama geçmiş ve masama oturmuştum. Çay ocağından sert bir kahve isteyip ufak tefek evrak işlerini halletmek için çalışmaya koyuldum. O sırada odamın kapısı çaldı.
- Gel.
Kapıyı açıp içeriye giren hukuk sekreteri elindeki mavi kapaklı dosyayla bana doğru gelip,
- Hastaneden İnci Kadıoğlu'nun kan testi sonuçları gelmiş sayın savcım. Buyrun , diyerek odadan çıktı.
Masama bırakılan dosyayı elime alıp içindeki belgeyi incelemeye başladım. Gözüm belgede yazan bir yere birkaç saniyeliğine takılmıştı. Belgeye göre İnci'nin kanında;
%12,5 oranında C10H15N yani metamfetamin adında bir uyuşturucu ve,
%15,2 oranında ise Heys adı verilen bir diğer uyuşturucu türü bulunmuştu.
Belgeye göre bu iki madde ayrı ayrı rapor edilmiş olsa da bu madde MetHeys denilen tek bir uyuşturucuydu. Ve ben bu maddeyi dokuz ay önce Berrak'ın kan testinde de görmüştüm. Türkiye'de yaygın olmayan bu madde İnci'nin kanına nasıl girmişti?
Yine iki seçenek vardı; ya teröristler zorla içirmişti ya da İnci madde bağımlısıydı. Ki ilk seçenek daha olasıydı. Çünkü İnci bir aya yakındır kayıptı ve uyuşturucu maddeler kandan üç dört gün içinde atılırdı. Kaçırıldığı süreçte kendi imkanlarıyla madde bulamayacağına göre bu maddeyi İnci'ye TKÖ denilen örgüt vermişti.
Peki bu maddeyi nereden bulmuşlardı? Bu imkansız gibi bir şeydi.
Çünkü MetHeys denilen bu uyusturucuyu üreten tek bir şebeke vardı. O da Ferdi Çakırcı'nın şebekesiydi. Ve ben o şebekeyi çökertmiştim.
Geriye tek bir olasılık kalıyordu. Ferdi Çakırcı'yı öldürdüğüm için öğrenemediğim Ferdi Çakırcı'ya destek veren örgüt TKÖ'ydü.
Odamın kapısı tekrar çalınırken bir kadın masama söylediğim kahveyi bırakıp gitti. Bir süre öylece önümdeki kan testi sonuçlarına bakmaya devam ettim. Ne hissedeceğimi ya da ne düşüneceğimi bilmiyordum. Az önce askeriyede Helin'le yaşadığım tartışma ve şimdi olanlar. Hayatımdaki herşey birbiriyle bağlantılıydı sanki. O an tüm bu olanları açıklayan tek bir kelime vardı ; kader.
Derin bir nefes alıp soğumaya yüz tutmuş kahvemden bir yudum alırken yarım bıraktığım evrak işlerini hallettim. Siyah paltomu alıp adliyeden çıkarken aklımda Hacer hanımın evine gitmek vardı. Mahkemeden sonra ne durumda olduğunu merak ediyordum. Arabaya binip yola koyulurken aklımda bir soru belirdi. İnci'ye neden o uyuşturucu maddeyi vermişlerdi? Öldürmek içinse neden hem uyuşturucu verip hem de silahla kafasına sıkmışlardı? Hiç mantıklı gelmiyordu.
O an aklımda ürkütücü ve mide bulandıran bir sahne peyda oldu. Belki de onlarca şerefsiz tarafından tecavüze uğrayan İnci'nin ağlamalarını ve feryatlarını susturmak için İnci'ye bu maddeyi vermişlerdi.
Andım olsun ki başlarına bela olup yağacaktım.
****
Hacer hanımın evinin önüne geldiğimde az ilerideki sivil polislerin içinde olduğu aracı gördüm. Yanlarına gidip savcı kimliğimi göstererek,
- Evde herhangi bir hareket var mı? Diye sordum.
- Yok savcım. Kadın dünden beri evinden hiç çıkmadı.
- Tamam kolay gelsin, diyerek eve doğru ilerledim. Evin demir kapısını çaldığımda bir süre bekledim. Ama kapı açılmamıştı. Birkaç kez daha kapıyı çalmış olsam da sonuç değişmemişti. İçimde bir huzursuzluk kol gezerken evin ön cephesinde bulunan camlardan içeriyi gözetledim. Ama perdeler kapalı olduğundan hiçbir şey görememiştim.
İçimdeki huzursuzluk daha da büyürken evin arka tarafına dolandım. Bulunduğum yerden gördüğüm kadarıyla burada bulunan pencerelerden biri açıktı ama bu soğukta pencereyi açık bırakmak ne kadar mantıklıydı bilmiyordum.
Açık olan pencereye doğru yaklaştığımda pencerenin açık değil kırık olduğunu fark ettim. Gözlerim yuvalarında büyürken içimdeki huzursuzluk yerini korkuya bırakmıştı. Derin bir nefes alıp kırık camdan içeriye baktığımda İnci'nin odasını görmüştüm.
Birkaç kez içeriye doğru "Hacer teyze" diye seslensemde cevap veren olmamıştı. En son çare ellerimi pencerenin pervazına dayayıp kendimi yukarıya çektim ve odanın içine atladım.
Temkinli adımlarla odadan çıkıp salona geçtiğimde salonun boş olduğunu gördüm. Etrafta dikkat çeken birşey yoktur. Herşey yerli yerindeydi. Salondan çıkıp Hacer teyzenin odasına doğru ilerledim. Odanın kapısını açmak için elimi kapının koluna koyduğumda yüreğim ağzımda atıyordu. Kapıyı açmadan hemen önce bir dua ettim içimden. " Allah'ım ne olur tahmin ettiğim şey olmasın".
Kapıyı yavaşça açtığımda gördüğüm manzarayla başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Hacer teyze başındaki kurşun yarasından sızan kanlarla yerde öylece yatıyordu.
Kalbimin bir an atmayı bıraktığını, damarlarımda akan kanın yavaşladığını hissettim. Ayaklarım mıh gibi olduğu yere çakılırken zihnimde bir ses yükseldi. " Senin yüzünden."
Zihnimdeki o sesle uzlaştım. Evet, benim yüzümdendi. Eğer Hacer teyzeyi şahitlik yapmaya zorlamasaydım böyle olmayacaktı. Belki de onu daha iyi koruyabilmeliydim.
Gözümden süzülen yaşlarla Hacer teyzeye doğru yaklaştım. Yanına diz çöktüğümde dudaklarımdan tek bir cümle döküldü. "Özür dilerim Hacer teyze."
Bir süre öylece kalırken gözlerim gardıropun açık kapağına ilişti. Tamda bizim kasayı bulduğumuz yer dağıtılmıştı. Anlaşılan Cafer tutuklandıktan sonra kasanın peşine düşmüşler bulamayınca da Hacer teyzeyi öldürüp gitmişlerdi.
Çöktüğüm yerden doğrulduğumda Hacer teyzenin elinin içinde bir kağıt parçası dikkatimi çekti. Tekrar yere çöküp yavaş bir şekilde kağıdı ucundan tutup çektiğimde içinde yazan şeylerin bana yazıldığını fark etmiştim.
"Hediyemizi beğendin mi savcı? Eğer beğenmediysen merak etme. Çünkü bizden böyle daha çok hediye alacaksın. İllaki birini beğenirsin diye düşünüyorum. Hatta böyle bir hediye daha bırakmıştık sana ama hâlâ bulamadın. Neyse. Bir gün bulursun.
Bu arada sende bir emanetimiz varmış. En kısa zamanda alacağız. Ya canını ya emanetimizi.
TKÖ
Kağıdı avucumun içinde buruşturup hızlı adımlarla evden dışarı çıktım. Attığım adımlar ayağımdaki çatlağı acıtsada durmamıştım. Arabanın içinden çıkmış beni izleyen polislerin yanına vardığımda var gücümle bağırdım.
- Nasıl ev koruyorsunuz lan siz?!! Kadını içeride öldürmüşler!! Nasıl insan koruyorsunuz siz?!
Adamlar şaşkın gözleriyle yüzüme bakarken kekeleyerek,
- Savcım...biz siz emir verdiğinizden beri buradayız. Evde hiçbir hareketlilik ol...derken laflarını kestim.
- Ne hareketliliği lan?! Kadını öldürmüşler içeride!! Ne hareketliliğinden bahsediyorsunuz siz?!!
- Savcım özür dileriz. Vallaha gözümüzü bile kırpmadık.
- Bende onu diyorum. Gözünüzü bile kırpmamışken bu şerefsizler nasıl gelip ellerini kollarını sallayarak öldürdü bu kadını?!
Adamlar mahçup bir şekilde
- Savcım, derken onları susturup derin bir nefes aldım. Elimle yüzümü sıvazlayıp
- Tamam yapacak birşey yok. Ambulans , adli tıp, jandarma ne bilim polis falan çağırın. Baksınlar şuraya , dedim.
Adamlar başlarını sallayıp telefona sarılırken TKÖ denilen örgütün bulamadığımı söylediği hediyenin nerede olduğunu düşünüyordum. Yine kimi öldürmüşlerdi acaba bu şerefsizler?
Polisleri geride bırakıp arabama binmeden önce elimdeki not kağıdını polislere teslim etmiştim. Sonuçta bir delil niteliği taşıyordu.
Arabaya binip gazı köklediğimde karakola doğru ilerlemeye başladım. İhbarı yapan adama çocuklarını kurtarmak için operasyon başlattığımızı söyleyecektim.
Sonuçta bir babaydı. Ya da sonuçta "çocuklarını seven" bir babaydı.
Karakola vardığımda arabadan inip içeriye girdim. Feyzullah komutan beni karşılarken koridorda bir kadının ağlama sesleri yankılanıyordu.
Durup sandalyede dövünerek ağlayan kadına baktım ve Feyzullah komutana
- Ne olmuş? Diye sordum.
Feyzullah komutan baktığım yere bakıp bana geri dönerken,
- Kocası kaybolmuş savcım. Evden odun kesmeye diye çıkıp üç gündür geri dönmemiş, dedi.
Başımı sallayıp Ömer Korhan'ı görmek istediğimi söyledim.
Nezarethaneye vardığımda parmaklıkların arkasında omuzları çökmüş bir şekilde oturan adamı gördüm. Adam kafasını kaldırıp beni fark ettiğinde gözlerindeki umut ışığıyla karşıma geldi.
- Savcım çocuklarım... Diyerek gözlerimin içine baktı. Biraz korku , biraz tedirginlik ve biraz da umut vardı bu bakışlarda.
- Net birşey söyleyemem ama çocuklarınızı bulmak için operasyon başlattık. İnşallah birkaç güne sonuç alırız, dedim.
Adam demir parmaklıkları elleriyle tutup
- Sizden Allah razı olsun savcım, dedi.
- Görevim, dedim gülümseyerek ve aklımda beliren soruyu sordum.
- Size birşey soracağım.
- Buyrun savcım.
- İhbarı yaparken neden kendinizi oduncu olarak tanıttınız? Gerçekte oduncu değilsiniz değil mi?
Adam düşünür gibi kaşlarını çatıp
- Onlar öyle tanıtmamı istedi savcım. Nedenini bende bilmiyorum, dedi.
İçimde bir şüphe oluşurken başımı sallayıp
- Tamam , dedim.
Nezaretten çıkmak için kapıya yöneldiğimde Ömer Korhan,
- Savcım, diyerek seslendi.
Ona doğru dönüp tekrar karşısına geçtim.
- Ben ... Ne olacağım? Yani hapse mi gireceğim yoksa serbest mi kalacağım?
Derin bir nefes alıp
- Hapse girmeyeceksin merak etme ama bir süre burada kalman gerekiyor. Burası şimdilik senin için dışarıdan daha güvenli , dedim.
Adam başını sallarken nezarethaneden çıktım. Sonrada karakoldan ayrılırken arabaya binmiştim. Saat akşam 18. 15'i gösterirken arabayı eve doğru sürmeye başladım.
*****
Apartmanın önüne park ettiğim arabadan inerken kasadan çıkanların olduğu evrak çantasını da yanıma almıştım. Hakan Çınar adliyede olduğu sürece adliye benim için güvenli bir yer değildi.
Arabanın kapısını kitleyip apartmana girdim. Asansöre binip eve çıkınca elim önce zile gitti. Sonra Ayşe teyze ve Zeynep'in evde olmadığını hatırladım. İçim yine burkulurken elimi yavaşça aşağı indirdim. Burukça gülümseyip cebimdeki anahtarı çıkartım ve kapıyı açıp içeriye girdim.
Işıkları yaktığımda birkaç saniye boş evi izledim.
Derin bir nefes alıp dolan gözlerimi kırpıştırarak çatı katına çıktım. Evrak çantasını sistem için yaptırdığım masanın üzerine bırakıp üzerimi değiştirdikten sonra bavulla beraber alt kattaki yatak odasına geçtim. Bavuldaki kıyafetleri gardıropa yerleştirmeye başladığımda kulağıma dolan kapı sesiyle birkaç saniye duraksadım. Sonrada odadan çıkıp kapıyı açtım. Karşımda Canan teyze , Bahar, Fırat, Oğuz ve Dilek vardı.
Hafif bir şaşkınlıkla onları içeriye davet ederken ellerindeki yemek kablarını da fark etmiştim. Canan teyze elindeki kabı Bahar'a verip bana sarıldı. Elleri şefkatle saçlarımı ve sırtımı okşarken,
- Başın sağolsun yavrum, dedi. " Seni o akşam öyle görünce nasıl korktum bir bilsen?"
Kendimi mahçup hissederken Canan teyzeden ayrılıp
- Özür dilerim. Böyle birşeye şahit olmanızı istemezdim , dedim.
Canan teyze kaşlarını çatıp
- O nasıl söz kızım? Biz bir aileyiz artık , dedi.
Gülümsedim sadece. Bildiğim aile kavramı Canan teyzenin kastettiği aile kavramından çok farklıydı çünkü.
Bahar'da kollarını boynuma dolayıp bana sarılırken
- Başın sağolsun kardeşim, dedi.
- Sağol, dedim ondan ayrılırken. O sırada Fırat'la göz göze geldik. Sonra Fırat'ın bakışları dudağımın kenarındaki yaraya kaydı. Kaşları yine çatılırken gözlerimi ondan çekip Dilek'e döndüm.
- Hoşgeldin, dedim gülümseyerek. Dilek'te bana gülümserken
- Hoşbuldum savcım, dedi.
- Hazan demen yeterli, dedim.
O da başını sallayıp
- Hoşbuldum Hazan, derken Oğuz'a döndüm. Bana karşı tavırlı gibi gözüküyordu. Derin bir nefes aldım ve diğerleri salona geçerken Oğuz'a yaklaşıp
- İyi miyiz? Diye sordum.
Oğuz sert bakışlarını yüzüme sabitlerken
- Bilmiyorum Hazan iyi miyiz? Buna konuştuktan sonra karar vereceğim, dedi.
İçimi çekip
- Peki öyle olsun, dedim ve içeriye geçtim. Canan teyze, Bahar ve Dilek getirdikleri yiyecekleri açıp masayı kurmaya başlarken yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sormuştum. Ama olmadığını söylemişlerdi. Bende odaya geçip geri kalan kıyafetleri de dolaba yerleştirmeye devam etmiştim.
Bir süre sonra Bahar beni yemeğe çağırınca ışığı söndürüp odadan çıktım. Salona geçtiğimde herkes yemek masasına doluşmuştu. Bende masaya oturduğumda yemekler yenmeye başlamıştı. Ama ben sadece tabağımdaki yemekle oynuyordum. İştahım yoktu. Hacer teyzenin ölüsü gözümün önünden gitmiyordu. Herşeyin benim suçum olduğunu düşünmekten kendimi alamıyordum.
Belkiler ve keşkeler beynimin içinde cirit atıyordu.
Belki mahkemede şahitlik yapmasa ölmeyecekti.
Keşke şahitlik yapmaya zorlamasaydım.
Ve dahası...
Elim çenemin altında , saçlarım yüzüme dökülmüş öylece tabağımdaki çorbayla oynarken kendi içime öyle bir dalmıştım ki Bahar'ın bana seslenişlerini bile çok sonra duymuştum.
- Efendim Bahar?
- Asıl sana efendim Hazan. Daldın gittin. İyi misin?
Elimdeki kaşığı masaya bırakırken
- İyiyim , dedim.
Bahar gözlerime "yalan söyleme" der gibi bakarken
- Çorbanı soğutmadan iç , dedi.
Çorbaya isteksiz bir bakış atıp kaşığı elime aldım. Midem almasada birkaç kaşık içtim. Neredeyse iki gündür hiçbir şey yememiştim. Güçsüz düşmemem lazımdı.
****
Yemekler yenmiş Canan teyze evine giderken Fırat, Oğuz, Dilek ve Bahar benim yanımda kalmıştı. Kendilerince destek olmaya çalışıyorlardı. Elimdeki içinde kahve olan kupa bardakla oynarken sağımda Dilek, solumda Bahar, karşımdaki koltuklarda ise Oğuz ve Fırat oturuyordu.
Ortama hakim olan sessizlik bu kalabalıkta içimi sıkıyordu.
Sessizliği ilk bozan Oğuz olmuştu. Buna başta sevinsemde konuşmanın sonlarına doğru o sessizlikte boğulmayı bu sözleri duymaya tercih edeceğimi fark edecektim .
Oğuz ellerini birbirine kenetlediği koltukta öne doğru eğilip
- Dün giderken neden haber vermedin? Diye sordu. Sesi dümdüz, yeşile çalan ela gözleri gözlerime sabitliydi.
Gözlerimi gözlerinden çekip işaret parmağımı elimdeki bardağın ağzında gezdirirken cevap verdim.
- Öyle olması gerekti.
- Ne demek öyle olması gerekti Hazan? Bir arayıp haber vermek çok mu zor?
Diye soran Oğuz'un sesi hafif sertleşmişti.
- Öyle olması gerekti işte Oğuz. Hem beni hastaneden çıkarken gördün zaten. Haber vermeden gitmiş sayılmam yani.
Oğuz hafif bir sinirle gülüp
- Laf cambazlığı yapma bana . Adliyeye gidişinden değil İstanbul'a gidişinden bahsettiğimi biliyorsun , dedi.
Elbette biliyordum. Ama bu konu konuşmak istediğim bir konu değildi.
- Ani gelişen bir durumdu.
Oğuz derin bir nefes alıp
- En azından bir arayıp haber verebilir en olmadı dedemin telefonlarını açabilirdin, dedi.
Dedem beni mi aramıştı? Aramaların hiçbirine bakmamıştım ki.
Şaşkınlıkla
- Dedem mi? Diye sordum.
Oğuz sinirli bir şekilde,
- Evet ya dedem. Adam seni aramış ulaşamayınca beni aradı. Bağırıp çağırdı. Sıçtı ağzıma. Diyor nerede bu kız? Neden telefonları kapalı? Benim senden nasıl haberim olmazmış. Ne şerefsizliğim kaldı ne pezevekliğim! Dedi. Sonlara doğru sesi yükselmiş ve Fırat'ın
- Oğuz , tamam , diyerek onu uyarmasına sebebiyet vermişti.
Oğuz ise Fırat'ın bu sözlerine
- Sen karışma abi , diyerek karşılık verirken öfkeli gözleri hâlâ benim üzerimdeydi .
Dedem biraz sinirli bir adamdı. Öfkelendiği zaman gözü kimseyi görmez yakar yıkardı. Sözleri bir kurşun misali saplanırdı insanın kalbine. Geçmişte buna en ağır şekilde tanıklık ettiğimden iyi bilirdim dedemin bu hallerini.
Oğuz'un bu sözleri hak etmediğini biliyordum. Beni koruyup kollamak gibi bir zorunluluğu yoktu. Onun görevi vatanını korumaktı. Kaldı ki ben koskoca bir kadındım. Kimsenin bakıcılığına ihtiyacım yoktu. Ve belki birazda ben suçluydum.
- Özür dilerim , dedim. " Benim hatam."
Oğuz hiç teklemeden
- Evet senin hatan. Ve özür dileyip bu işin içinden sıyrılabileceğini düşünme. Biraz sorumluluklarının farkına var artık. Biraz olsun büyü Hazan. Canın yandığında herşeyden herkesten kaçmak yerine biraz da etrafındaki insanları düşün. Askerim ben. Senin bakıcın değil , dedi .
Söylediği sözler canımı yaksa da onu anlamaya çalıştım. Dedem gururunu fazla kırmıştı belliki. Birşeyler zoruna gitmiş ve acısını çıkaracak bir yer arıyordu. Olsun. Acısını benden çıkarabilirdi .
- Tamam Oğuz, haklısın. Ama daha fazla konuşmayalım şimdi. Operasyona gideceksin. Gidipte dönmemek dönüpte görmemek var . Daha fazla kırmayalım birbirimizi.
Daha fazla kırma beni...
Gözlerim dolmuştu. Bu yüzden cümlemi bitirir bitirmez elimdeki bardakla oturduğum yerden kalkıp mutfağa doğru yöneldim. Ama o sırada Oğuz konuşmaya başladı.
- Bu gerçekten umrunda mı?
Adımlarım dururken geriye dönüp Oğuz'un bana dönük olan sırtına baktım ve sordum.
- Ne?
Oğuz oturduğu yerden kalkıp karşıma geçti. Gözlerimin içine bakıp
- Birşey yaparken yaptığın şeyin ya da söylediğin sözlerin insanları kırıp kırmadığı umrunda oluyor mu Hazan? Dedi. Bu bir soru değildi ve ben karşımda durup bana bu sözleri söyleyen kişinin Oğuz olup olmadığını anlayamıyordum.
Yinede sakin olup
- Tamam Oğuz. Sakin ol. Birşeylere öfkelenmişsin anlıyorum. Ama bence burada dur. Yeter , dedim.
Ve tekrar arkamı dönüp mutfağa doğru ilerledim. Ama Oğuz durmadı.
- Tabii ya kaç! Hazan hep kaçar zaten. Zoru görünce hep kaçar Hazan.
Sabrımın sınırını çoktan aşmıştım. Öyle ki geriye dönüp elimdeki kupayı öfkeyle yere attığımda ne etrafa saçılan parçaları ne Bahar'ın korkuyla attığı çığlığı ne de hızla yerinden kalkan Dilek ve Fırat'ı umursadım.
Oğuz'un tam karşısına geçip gözlerinin içine bakarken
- Ne diyorsun lan sen? Diye sordum. Sesim yüksek değildi ama hissettiğim öfkeyi fazlasıyla belli ediyordu. " Sen ne diyorsun? Ben neyden kaçmışım şimdiye kadar? Kimi kırmışımda umrumda olmamış?"
Oğuz alayla gülerken
- Sen benim ne dediğimi çok iyi biliyorsun Hazan. Eski defterleri açtırma bana , dedi.
Kafamı sinirle onaylar bir şekilde sallayıp
- Açsana ya , dedim. " Açsana o eski defterleri bakalım ne oluyor? Ama o defterleri açarken şunu da unutma zararlı çıkan ben değil sen olursun. Sen ve o çok büyük aşiretiniz."
Oğuz çatık kaşlarıyla hafif bir şaşkınlıkla
- Hâlâ kendini mi haklı görüyorsun? Dedi.
Kollarımı iki yana açıp bir adım geriledim.
- Benim en başından beri kimi haklı gördüğüm belliydi. Ama şimdi görüyorum ki sen hikayenin en başından beri çift taraflı oynamışsın.
- Hazan gerçekten böyle mi düşünüyorsun?
- Bilmem. Eğer sen gerçekten böyle düşünüyorsan evet bende gerçekten böyle düşünüyorum. Çünkü kardeşim dedim ben sana. Hiç olmayan abim yerine koydum seni. Kimseye anlatmadığım şeyleri anlatım sana. Kimse anlamasada Oğuz anlar beni dedim. Ama görüyorum ki hiç anlamamışsın.
Oğuz'un gözlerinden bir hüznün gölgesi geçmişti.
- Biz sadece senin iyiliğini istedik. Bilmediğin şeyler vardı, derken de sesindeki kırıkları hissetmiştim. Tıpkı onun da benim sesimdeki kırıkları hissettiği gibi.
- İyilik? Birinin iyiliğini istediğiniz belliydi ama o kişinin ben olduğumdan şüpheliyim. Ya siz bana anneni ablanı bırak Antep'e taşın dediniz Ali'yle birlikte. Onbeş yaşındaydım lan onbeş. Sonra ne hikmetse Ali'yi de istemediniz. Ben kabul etmeyince de ortada koydunuz ya bizi. Sırf annemi seçtim diye. Paramparça olduk biz. Beş parasız kaldık lan! Eve haciz geldi! Annem kendini alkole verdi! Üstüne üstlük herşey için beni suçladı.
- Dedem senin iyiliğin için...
- Başlatma lan iyiliğine!! Tek derdi parasızlığa dayanamayıp teklifini kabul etmemdi. Yinede herşeyi sineye çekip altı yıl öncesine kadar her yaz gittim yanına. Gerçi Gece'yi görmek için gidiyordum. Ama yinede gittim. Hiçbir şey olmamış gibi davrandım ki hâlâ da öyle davranıyorum. Hiç kırılmamış hiç paramparça olmamış gibi. Her gidişimde de parasıyla şov yaptı karşımda. Neleri kaçırdığımı görecekmişim. Ali'yle neler çektik biz. Taksicilik yaptım lan ben geceleri. Barlarda şarkı söyleyip aynı barda garsonluk yaptım. Üniversite hayatım nasıl geçti senin haberin var mı? Okula gidip yarı zamanlı üç işte çalışıp dişimle tırnağımla geldim ben buralara. Ben geldim. Bir şekil yolumu buldum peki ya Ali? Şimdide aşiretine torunum savcı diye övünüp duruyor. Onu dinleyip yanında kalsaydım aşiretini büyütmek için başka bir aşiretin oğluyla evlendirecekti beni. Ama ben direndim. Şimdi de dedem İstanbul'dan Şırnak'a taşındım diye annemi terk ettiğimi düşünüyor olmalı ki birden kıymete bindim. Yani hiçbirinizin benim iyiliğimi düşündüğü yoktu. Beni tek düşünen babaannemdi o aşiretin içinde. Hâlâ yüzünüze bakıyorsamda o kadının hatrına.
Gözümden süzülen yaşları elimin tersiyle silip Oğuz'un pişman gözlerini izlerken devam ettim.
- Sonuç olarak benim kaçtığım birşey yoktu. Eğer varsa da kaçtığım şey zor değil o basit insanlardı. Benim kırdığım kimsede yoktu. Eğer varsa da hiçbiri benim kadar kırılmadı bu hikayede. Ve üzgünüm kendi dev gibi kırıklarım her geçmişi düşündüğümde yüreğimi paramparça edip kanatırken sizin kırık sandığınız kıymıkları düşünemem. Ama merak etme son bir işim kaldı. Onu halledip Antep'e gideceğim ve hepinizle teker teker yüzleşeceğim. Sadece bekleyin biraz.
Oğuz anlamayan gözlerle yüzüme baksa da umursamadım. Şimdiye kadar anlamadıkları yeterde artardı bile bana. Derin bir nefes alıp burukça gülümsedim. Bahar , Dilek ve Fırat öylece bize bakarken bir utanç duygusu sardı içimi. Yinede artık yapacak birşey yoktu. Gözlerimin hedefi yine üzgün gözlerle bana bakan Oğuz olurken
- Eğer tüm kozlarımızı paylaşıp birbirimize olan nefretimizi kusup , kendimizi yeterince rezil ettiysek defol git bu evden, dedim.
Oğuz'un gözlerinde beliren suçluluk duygusu içime otururken Oğuz
- Hazan ... Özür dilerim. Affet , dedi. Sesi bu sefer az öncekinin aksine yalvarır gibiydi. Ama artık ne faydaydı?
- Bende diledim az önce senden özür. Bir işe yaradı mı? Kendi kuyruk acından benim acımı gördün mü? Daha iki gün bile olmadı ben Ecrin'i toprağın altına koyalı... Acıma bile saygı duymamışken benden neyin afını bekliyorsun?
Oğuz altında ezildiği pişmanlık duygusuyla gözleri dolarken bana doğru bir adım atıp kollarını uzattı. Onunla aynı anda bir adım geriye gittiğimde kolları boşluğa düşmüştü.
Son çare
- Kardeşim, dedi yalvarır gibi.
- Kardeşim? Daha kendi öz kardeşine kardeşlik yapamayan biri artık bana kardeşim demesin. Unutmadım Gül sevmediği bir adamla evlenirken kılını bile kıpırdatmayışını. Gerçi o zamanlardan anlamalıydım. Kardeşim dediğin insanlara verdiğin değerin ölçütünün ne kadar az olduğunu.
Sözlerim yayından çıkmıştı. Biliyordum. Ama bende böyleydim işte. Onlarca sinyali verir hiçbiri dikkate alınmadığında karşımdaki kimse ezer geçerdim. Söylediğim sözlerde yanlış olan birşey yoktu. Hepsi doğru ve gerçeğin ta kendisiydi. Ama olur ya insanları en çok duymak istemedikleri doğrular sinirlendirirdi.
Ama Oğuz bu sözlerime sinirlenmişe benzemiyordu. Tahminimce bunun sebebi Oğuz'un buna benzer cümleleri benden defalarca kez duymuş olmasıydı. Çünkü ben Oğuz gibi yapmamış Gül'ün istemediği bir adamla evlendirilmesine göz yumduğu için her seferinde Oğuz'u suçlayıp ona kızmıştım. Kısaca yüzüne karşı "sen haklısın" diyerek onun gibi asıl düşüncelerimi ondan gizlememiştim.
Oğuz
- Hazan yapma n'olur. Ettim bir cahillik , konuştum boş boş affet , dedi.
Yorulmuştum bu konuşmadan. Derin bir nefes verdim oflar gibi.
- Git Oğuz , dedim. "Git"
Oğuz bir süre gözlerime baktı. Lakin orada ne gördü de çökmüş omuzlarıyla kapıya doğru yöneldi bilmiyorum. Onun peşinden Dilek'te salondan çıkarken gözlerimi sımsıkı kapatıp dış kapının kapanma sesini bekledim. Beklediğim sesi duyduğum an gözlerimi açtığımda karşımda Bahar'ı gördüm. Bana üzgün gözlerle bakıyordu.
- Hazan , derken sözünü kesip
- Bahar , dedim. "Beni yalnız bırakmanızı istesem ayıp etmiş olur muyum?"
Bahar burukça gülümseyip
- Olmazsın, derken Fırat yerdeki bardağın parçalarına bakıp
- Şurayı temizleyip öyle gidelim. Kesme bir yerini, dedi.
- Gerek yok . Ben hallederim, dediğimde Fırat yanıma doğru yaklaşıp gözlerimin içine baktı ve
- Şimdiye kadar tek başına hallettiklerin yeter. Bırak bunları da biz halledelim , dedi.
Neyden bahsettiğini tam olarak anlamasamda içimde bir şeylerin sarsıldığını hissettim. İçten içe yıkılıyordum bugün.
Hani bana iyi gelecekti bu şehir? Hepsi birer yanılsama mıydı?
💧💧💧💧💧💧💧💧💧