Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm

@yikim2024

****
Sabahın erken saatlerinde adliyeye gitmek üzere yola çıkmıştım. Bugün içerisinde Turan timi geri dönecekti. Operasyon başarılı geçmiş Ömer Korhan'ın çocukları sağ salim kurtarılmıştı. Dağdaki küçük yapılanmanın başındaki Cemal denilen adamda sağ bir şekilde ele geçirilmişti. Timin sağlık durumu hakkında ise pek bir bilgim yokken sadece ciddi yaralanan birinin olmadığını biliyordum .

Onlara ciddi birşey olmamış olması içimi rahatlatmıştı. Özellikle de Oğuz'a... Filmlerde ya da kitaplarda hep böyle olmaz mıydı? Birbirine değer veren iki insan birbirini kırar ve sonrada biri ölümle burun buruna gelirdi. Ki benim hayatıma bakıldığında da böyle bir sahne pekte absürt durmazdı.

Diğer yandan ise kalbimde adını koyamadığın başka bir heyecan hüküm sürüyordu. Bana derin derin nefesler aldıran bu duygunun ne olduğunu bilmiyordum. Ama bu heyecan verici duygu aynı zamanda da beni korkutuyordu. Ve bu korku beni bu duygunun üzerine düşünmekten alıkoyuyordu. O yüzden düşünmeyi bırakıp bütün dikkatimi yola verdim.

Adliyedeki odama geçtiğimde birkaç evrak işini halletmek üzere bilgisayar başına oturdum. Parmaklarım klavyede hızla hareket ederken bu evrak işlerinden hiç hoşlanmadığımı bir kez daha fark ettim.

Bir saatte yakın uğraştığım evraklar sonunda biterken masamın üzerindeki adliyeye ait olan telefon çalmaya başladı. Telefonu cevaplandırdığımda bir hukuk sekreteriyle konuştuğumu anladım.

Sekreterin söylediğine göre Turan timi bir saat içerisinde karargaha dönüş yapacakmış. Aldığım bu haberle hemen ayaklanıp bebek mavisi kabanımı üzerime giydim. Adliye binasından çıkmak üzere odadan çıkarken Feyzullah komutanı arayıp Ömer Korhan'a çocuklarının sağ salim dönmek üzere olduğunu söylemelerini istedim.

Aslında bu haberi Ömer Korhan'a daha önceden vermeyi düşünmüş olsam da herşey netleşmeden birşey söylemek , adamı boş yere umutlandırmak istememiştim. Nitekim böylesi de zannımca daha iyi olmuştu. Birkaç saat içinde Ömer Korhan çocuklarıyla kavuşacaktı.

Arabaya binmiş ve Şırnak trafiğine karışmıştım. Hava bugün biraz pusluydu. Hafiften esen meltem soğuk ve insanı üşüten cinstendi. Kış kapıya dayanmışken bu senede bitiyordu. Eğer şu son zamanlarda yaşadıklarım gerçekleşmemiş olsaydı bu yılın hayatıma kötü şeyler kattığını söyleyemezdim. Ama şimdi kayıplarım, acılarım , hüzünlerim ve kabullenmek zorunda kaldıklarımla benim için fazlasıyla kötü geçmişti bu yıl.

Zaman insanların uydurduğu bir kavramdı aslında. Saatler , günler, haftalar , aylar ve yıllar. Bir yıl geçti diyecektik. Halbuki bu geceye uyuyup bir sonraki sabaha uyanacaktık. İnsan oğlu neden uydurdu zaman denilen bu şeyi birçok kez düşünmüştüm. Bir sürü somut şey vardı; tarım için, savaşlar için, güneşin doğuşunu ve batışını hesaplamak için....

Ama ben şimdiki insanların zaman kavramına bu şekilde baktıklarını düşünmüyordum. Mesela ben " geçti" diyebilmek için kullanıyordum zamanı. "Zamanla geçer", "zaman herşeyin ilacıdır", " baban öleli on yıl oldu Hazan. Hâlâ acın bu kadar taze olamaz", "Berrak öleli dokuz ay oldu Hazan. Hâlâ kendini suçlayamazsın", "Ecrin öleli bir hafta oluyor neredeyse . Zamanla alışırsın", ve dahası için kullanıyorum.

Ve bazen zaman diye birşeyin var olması, herşeye , herkese rağmen geçiyor olması beni rahatlatıyor. Çünkü bazı gemilerin limandan zamana karşı uzaklaşmasını buruk bir gülümsemeyle izlemek o geminin , o limandan asla ayrılmayacağını bilmekten daha az can yakıyor.

Bazı gidişler güzeldir. Hiçbir şey sonsuza kadar olduğu yerde kalmamalıdır.

*****
Askeriyeye giden toprak yola yaklaştığımda bir benzin istasyonunda durup çocuklar için birer tane çikolata almıştım. O kadar zaman o şerefsizlerin elinde kalmış ve muhtemelen çok korkmuşlardı. Belki bu küçük hediyem onları bir nebzede olsa gülümsetirdi.

Arabaya binip toprak yola giriş yaptığımda kalbimdeki his tekrar baş göstermişti. Ve ben artık bu duygunun Fırat'ı dört günün sonunda yeniden göreceğim için içimde peyda olduğunu anlamaya başlamıştım. O hep korktuğum, kaçtığım ve çevremde de pek iyi örneklerini görmediğim duyguydu içimi saran .

Bu farkına varma hâli beni anlık bir afallatmıştı. İçimde savaştığım onlarca şeyin üzerine kaldırabileceğim birşey değildi bu duygu. En büyük yaralarımı ölümden almışken ölümle kol kola gezen bir adamı sevmek bende geri dönülmez yaralar açabilirdi. Asker yari olmak bu dünyadaki en kutsal şeylerden biriydi , biliyordum. Babaannemin, dedemin yollarını nasıl gözlendiğini dinledikçe hep hayran olmuştum babaanneme. Ama aynı zamanda çokta üzülmüştüm. Çünkü bir insanın gelişini beklemekle bir insanın naaşının gelmesini beklemek aynı şey değildi.

Ben tüm bunlara göğüs gerebilirdim. Korkmazdım. Ama bende - Fırat kadar olmasa da - ölümle yakın temas içerisinde olan biriydim . Kendimi geçsem de bana yakın olan herkes ölümle de yakındı. Başıma ne geleceğini bilmeden çıktığım ama başıma ne gelecek olursa olsun baştan kabullendiğim bu yolda birini sevmek belki de aptallık olurdu.

Bu duyguların içimde daha fazla filizlenmesine izin vermemeliydim. Birkaç gün önce bir tehdit notu almışken, kendi canımın bile garantisi yokken , benim yüzümden bir kişinin daha ölmesini kaldıramazdım. Fırat'ı sevmek , onu ve ailesini kendi hayatıma katmam demekti. Zaten yeterince hayatımın içinde olsalar da daha ilerisi olmamalı ve onları olası bir tehlikeden olabildiğince korumalıydım.

Kaldı ki tüm bunların önünde Fırat'ın bana karşı hiçbir duygusu yoktu. Tek taraflı bir sevgiyi yaşamak en çok bana zarar verirdi. Kendime bunu yapmamalıydım. Yıllar önce aramayı bıraktığım mutluluğun peşine yeniden düşmemeli, sevgi gibi beyhude bir duyguyla asıl sevdamı unutmamalıydım.

Herkesin kaderi farklıydı. Ve herkesin kaderinde mutluluk yer almazdı. Benim gibi...

*****
Askeriyenin önüne geldiğimde hemen peşimden bir jandarma ekibi gelmişti. Cemal denilen adamı teslim almak ve çocukları babalarına götürmek için geldiklerini biliyordum. Benim ise aslında burada bir işim yoktu. Çocukları görmek ve Oğuz'un iyi olduğunu bilmek için gelmiştim. Operasyonla ilgili detaylar ise zaten bana rapor halinde sunulacaktı.

Yine de karargaha doğru ilerledim. Albay beni kapıda karşılamıştı. Ve askeriye binasının arkasındaki helikopter pistine yönlendirmişti. Ardımızdan gelen jandarma ekibiyle piste doğru ilerlerken üşüdüğümü hissettim. Üzerimdeki kabana daha da sarılırken derin bir nefes aldım.

Ortasında bir yuvarlağın içerisinde büyük harfle yazılmış "H" harfinin bulunduğu devasa alanın birkaç metre uzağında durmuştuk. O sırada gökyüzünde helikopterin kulak tırmalayan sesi duyulmuştu. Pistin üzerindeki kurumuş yapraklar , küçük çöp parçaları ve tozlar helikopterin oluşturduğu rüzgarla sağa sola savruluyordu. Gözlerime kaçan tozlarla bir adım gerileyip gözlerimi ovuşturdum.

Helikopret sonunda yavaşça yerle buluştu. Açılan kapıdan ise ilk inen Fırat olmuştu. Üzerindeki askeri üniforma heybetli vücudunu daha da büyük gösterirken, siyah postallarıyla attığı adımlar sanki yeri sarsıyordu. Hafif bir nefes alıp Fırat'ın ardından inecek kişiyi beklemeye başladım.

Oğuz'du.
Sol omzunda beyaz bir sargı bezi vardı. Belli ki vurulmuştu. İçimde bir yer sızlarken aldığım nefesi içimde toparlayamadığımı hissettim. Zihnim o kurşunun saplanabileceği diğer yerleri teker teker analiz ederken gözlerim yanmaya başlamıştı. Bu sefer diğerlerinin aksine derin bir nefes alıp kirpiklerimi, gözlerime dolan yaşları geri göndermek istercesine kırpıştırdım. Burada ağlayamazdım. Bu acıyı da geceye saklarken üzerimde hissettiğim bakışları yok saydım. Ama Fırat'ın da Oğuz'un da gözlerinin ağırlığını üzerimde hissedebiliyorken bu biraz zor oluyordu.

Oğuz'un ardından elinden tuttuğu çocuklarla dilek göründü kapıda. Çocukların üstü başı toz içindeyken gözlerinde ise büyük bir korku vardı. Onların bu haline içim burkulurken helikopterden ellili yaşlarında saçı sakalı birbirine karışmış bir adam indirildi. Cemal şerefsizi bu olmalıydı.

Hemen iki jandarma ellerindeki kelepçeyle helikopterden indirilen adama doğru ilerlerken çocuklar Dilek'e daha da sokulmuştu. İçimde büyüyen öfke yumruklarımı sıkmama neden olurken adamın gözleri gözlerime değdi. Hiç gözlerimi kaçırmadan Ona karşılık verirken adam beni baştan aşağı süzüp alayla gülümsedi. Varla yok arası olan bu gülüş bana adamın beni tanıdığını düşündürmüştü.
O sırada helikopter pistinde Fırat'ın gür sesi duyuldu;
- Götürün şu şerefsizi!

Jandarmalar Fırat'ı başlarıyla onaylarken gôzlerimi sıraya dizilmiş Turan timine çevirdim. Hepsi aynı anda asker selamı verirken Albay,
- Rahat! Dedi gür sesiyle.
Turan timi hep bir ağızdan,
- Sağol! Demiş olsalar da hâlâ aynı şekilde duruyordu.
Ne yapacağımı bildiğimden düz ama katı bir sesle,
- Rahat! Dedim.
Onlarda,
- Sağol! Derken Albay,
- İyi iş çıkardınız. Geçmiş olsun, dedi.
- Sağol!

O sırada timin bu gür sesinden korkan çocuklara doğru ilerleyen jandarmalar dikkatimi çekmişti. Asıl dikkatimi çeken çocukların jandarma erlerinden korkup Dilek'e sokulmasıydı. Tabii korktukları şeyin jandarmalar mı yoksa jandarmaların erkek olması mı olduğunu bilmiyordum. Ama ikinci şık daha olası geliyordu. Maalesef...

Çocuklardan kız olanı Dilek'in arkasına geçip ağlamaya başlamıştı. Erkek kardeşi de gözündeki yaşlarla ona sarılırken Dilek çocukları ikna etmeye çalışıyordu. Derin bir nefes alıp onlara doğru ilerlerken jandarmalara,
- Geri çekilin, dedim.
Gözler bana dönerken jandarmalar,
- Emredersiniz savcım, diyerek geri çekildiler. Çocukların yanına vardığımda önlerinde diz çöküp hafif bir tebessüm ettim.

- Asker abilerinizle gitmek istemiyor musunuz? Diye sordum.

İkisi aynı anda başlarını olumsuz anlamda sallarken gülümsedim.
- Ama onlar sizi babanıza götürecek. Yine de olmaz mı?

Anlık bir duraklayıp yanaklarında kurumaya yüz tutan yaşlarla başlarını öne eğdiler. Onları ürkütmemeye dikkat ederek başlarını okşadım ve,
- O zaman benimle gelmek ister misiniz? Diye sordum.

Başlarını kaldırıp gözlerime baktılar. Yine de tereddüt ediyorlardı. Ellerimi omuzlarından çekip kabanımın cebinden onlar için aldığım çikolataları çıkarıp onlara doğru uzattım .
- Bence siz bu çikolataları yerken çok güzel bir yolculuk yapabiliriz. Ne dersiniz?

Elimden çikolataları alırken gülümseyerek başlarını salladılar. Bende gülümseyip kız çocuğunu kucağıma alırken erkek olanında elini tuttum. Ve kimseyle göz göze gelmeden Turan timine "geçmiş olsun. İyi iş çıkardınız" diyerek helikopter pistinden ayrılmak üzere onları ardımda bırakıp yürümeye başladım.

Arabanın yanına vardığımda çocukları arka koltuğa bindirip yola koyulmuştum. Çocuklar çikolatalarını yerken bende güzel bir müzik açtım. O sırada jandarma aracı hemen arkamdaydı.

Gözlerim dikiz aynasından tekrar çocuklara takılırken burukça gülümsedim. Bir çikolata yetmişti hissettikleri duyguların birazda olsa yatışmasına. İçimden imkansız olduğunu bile bile hiç büyümemelerini diledim. Çünkü büyüdükçe hiçbir şey çocukken olduğu kadar kolay geçmiyordu. Değil bir çikolata sana vaat ettikleri bir çikolata fabrikası da olsa unutamıyordun bazı şeylerin yüreğine bıraktığı izleri.

Ve işte bu yüzden çocuk kalmak büyümekten daha iyiydi.

*****
Arabayı karakolun önünde durdurduğumda çocuklardan erkek olanı,
- Babamız burada mı? Diye sordu.
Arka koltuğa dönüp onlara baktım.
- Evet. Babanız burada.
Kız olan,
- Ama buraya suçlu olan insanlar getirilir. Benim babam suçlu değil ki, derken gülümsedim.
- Elbette babanız suçlu falan değil. Sadece bir süre burada kalması gerekti. Hadi daha fazla bekletmeyelim babanızı.

Başlarıyla beni onaylayıp emniyet kemerlerini çıkaran çocuklarla beraber arabadan indim. Ellerinden tutup karakola doğru ilerlemeye başladım. O sırada jandarma aracından da Cemal şerefsizi indirilmişti. Elleri ters kelepçeyle bağlıyken gözleri yine bana dönmüştü. Çocuklar ise korkuyla ellerimi daha sıkı tutmaya başlamışlardı.

Jandarmalara,
- Siz bizden sonra girin , dedim.
- Emredersiniz savcım, diyen jandarma erleri oldukları yerde dururken önümüzdeki merdiveni hızlı adımlarla çıkıp karakolun içine girdik. Feyzullah komutan bizi karşılarken,
- Bu taraftan savcım, diyerek bize bir oda gösterdi.
Odaya girdiğimizde Ömer Korhan'ı bir sandalyede otururken gördüm. Adam kapının açılmasıyla başını eğdiği yerden kaldırıp çocuklarını görünce yerinden hızla kalktı. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Çocuklarda ellerimi bırakıp hızla babalarına doğru koşarken babaları ise yere çöküp onlara sımsıkı sarıldı.

O an benimde gözlerim dolmuştu. Bu şehre geldim geleli ilk kez birşey başardığımı hissetmiştim. Bir babayı evlatlarına kavuşturmuş olmak huzur vericiydi. Ömer Korhan'ın özlemle çocuklarının yüzüne , saçlarına , boyunlarına kondurduğu öpücüklere karışan gözyaşları evlatlarını ne kadar sevdiğini gösteriyordu.

Bu an bana kendi babamı hatırlattı. Keşke bende ona böyle vakitsiz bir anda kavuşabilseydim. Yine imkansızı diliyordum. Derin bir nefes alıp Feyzullah komutana Ömer Korhan'ı çocuklarıyla yalnız bırakmak için işaret verdim. Kapıyı çekip odadan çıktığımızda Feyzullah komutanla Ömer Korhan ve çocuklarını Ankara'ya göndermek hususunda konuşmak için Feyzullah komutanın odasına geçtik.

Ona planı tam detayına girmeden anlattım. Çünkü detayda üyesi olduğum kuruluşun parmağının olduğu yerler vardı.
Plan ise şuydu; Ömer Bey ve çocukları için pasaport çıkarılmıştı. Bu gece saat on da Ankara'ya uçakları vardı. Onlar uçağa binene kadar havaalanında güvenlikleri sivil jandarmalar tarafından sağlanacaktı. Ankara'daki havaalanında ise onları bizim kuruluşa üye olan polisler karşılayacak ve tehlike geçene kadar onları uzaktan koruyacaklardı. Ancak işin önemli kısmı uçağın içiydi. TKÖ maalesef ki eli her yere uzanabilen bir örgüttü. Uçak içinde Ömer Korhan'ı ve çocuklarını infaz edebilirlerdi. İşte bunun olmayacağını karantileyebilmek için Kim Chin ve ben uçağın içindeki yolcuların ve kokpitte ki çalışanların kimliklerini inceleyecektik. Olası bir sahte kimlik vakası içinde ayriyeten inceleme yapacaktık.

Bir Hacer teyze vakası daha kaldıramazdım. Bu insanları canım pahasına da olsa koruyacaktım.

Bir süre sonra odaya geri döndüğümüzde çocuklar babalarıyla gülümsüyordu. Onların bu halleri beni de tebessüm ettirirken Feyzullah komutan,
- Çocukların ifadesini almak için bir pedagog geldi . Çocukları kısa bir süreliğine almamız gerekiyor , dedi.

Çocuklar başta çekinsede babalarından aldıkları güvenle Feyzullah komutanla beraber gittiler. Bende Ömer Korhan'ın karşısındaki sandalyeye oturdum.
Ömer Bey bana gülümseyerek bakıp,
- Allah sizden razı olsun savcım. Çocuklarımı sağ salim getirdiniz bana, dedi.
Tebessüm edip,
- Görevim, dedim.
Sonrada derin bir nefes alıp,
- Ömer Bey, sizinle konuşmam gereken şeyler var , diyerek sözlerime devam ettim.
Ömer Korhan kaşlarını çatıp gözlerindeki tedirginlikle,
- Kötü birşey yok ya savcım, dedi.
- Yok merak etmeyin. Sadece artık bu şehirde yaşamak sizin için çok tehlikeli. Bu yüzden çocuklarınız ve sizin için Ankara'ya bu akşam saat ona bilet ayarladık.

Ömer Korhan içinde bulunduğu farkındalıkla,
- Bu yüzden benden pasaport işlemleri için imza istediniz , diyerek bir süre duraksadı. Tekrar sözlerine devam ettiğinde ise ,
- Savcım nasıl yaparım? Annem , babam , evim barkım herşeyim bu şehirde benim. Nasıl hepsini ardımda bırakıp giderim. Ben gidersem ardımda bıraktıklarıma ne olur? Dedi.

Bilmem, ne olur? Benim ardımda bıraktıklarım bensiz gayet mutlu.

Adamın hüzün çöken kahverengi gözlerine bakıp,
- Bakın sizi anlamaya çalışıyorum Ömer bey. Ama lütfen iyi düşünün. Bu şehir sizin için çok tehlikeli . Her gün ölüm korkusuyla yaşamak sizin için çok yorucu olur. Aileniz hakkındaki endişelerinize hak veriyorum. İsterseniz onlarıda sizin peşinizden Ankara'ya yollayabilirim. Ama ne olursa olsun gitmek zorundasınız. Kendiniz için değilse bile çocuklarınız için. Onlara huzurlu bir hayat vermelisiniz, dedim.

Adam çaresiz bir şekilde başını öne eğip gözlerini kapatırken kirpiklerinden yanağına doğru bir yaş yol aldı.
Ömer bey derin bir nefes çekti içine ve konuştu. Daha çok kendi kendine konuşur gibi görünse de muhatabı bendim.
- Bu şerefsizler benden daha kaç şey alacak savcım? Üç yıl önce köy öğretmeni olan karımı öldürüp aldılar elimden. Çocuklarıma hem anne hem baba olmaya çalıştım. Ne kadar becerebildiğim bile meçhulken şimdi de hayatımızı, memleketimizi alıyorlar elimizden. Hiç sonu gelmeyecek mi bunun? Dünya herkese yetecek kadar büyükken neden herkesin gözü bir diğerinin malında, canında, toprağında? Niye savcım , neden? İnsanoğlu ne kadar yer kaplar ki şu canına yandığımın dünyasında? Niye hiç kimse hiçbir yere sığmıyor? Kime , neden, niye bu öfke?

Derin bir nefes aldım yine ve yeniden . Gözümden süzülen yaşları silip burnumu çekerken ,
- Bana cevabını bilmediğim sorular sormayın, dedim titreyen sesimle. Ömer Korhan gözlerime bakıp olumlu anlamda , öylesine başını sallayıp gözünden süzülen yaşları sildi.

Bir süre başı önüne eğik düşünürken,
- Peki savcım. Ankara'ya gitmeyi kabul ediyorum. Ama gitmeden son bir kez annemle babamı görmeme izin verin , dedi.
- "Son birkez" değil eğer kabul ederseniz onlarıda Ankara'ya yollabilirim.
- Sağolun savcım. Ama yine de ne olur ne olmaz ez azından telefonda görüşmek istiyorum.

Başımı sallayarak cebimden çıkardığım telefonu Ömer beye uzattım. Adam telefonu alırken ben de odadan çıktım. Yaklaşık bir dakika sonra odanın kapısı açıldı. Ömer Korhan yüzünü saran bir korkuyla karşıma geçip,
- Savcım ikisine de ulaşamıyorum. Başlarına birşey gelmiş olmasın , dedi.

Aklıma hiçte iyi şeyler gelmezken,
- Tamam , sakin olun. Bana evin adresini verin gidip bir bakalım ,dedim.

Adam başını hızla sallayıp adresi söylerken Feyzullah komutanı bulup durumu izah ettim. Ve bir ekip ayarlayıp yola koyulduk. En önde benim aracım arkamdaysa iki jandarma aracı vardı.

Trafikte hızla ilerlerken aklımdan geçen senaryolar beni korkutuyordu. Ömer Korhan'ın ailesini ölü bulacağıma dair bir his içimi sıkarken nasıl onları da koruma altına almayı akıl edemediğimi düşünüyordum. Yapmama gereken buydu. Ama yapmayı bırak düşünememiştim bile. Yine de şuan bunları düşünmenin bir faydasının olmadığının bilincindeydim. İçimden ise aklıma gelenin başıma gelmemesi için dua ediyordum. Bir elim direksiyondayken diğer elim ise boynumdaki cevşendeydi.

Allah'ım lütfen...

*****

Askeriyenin üç kilometre uzağındaki köye gitmek için askeriyenin önünden geçmek gerekiyordu. Bu yüzden toprak yola hızla saparken belirsizliğin içinde kaybolduğumu hissetmeye başlamıştım. Bir yanım "eğer öldürülmüş olsalardı şimdiye ihbarı gelirdi" derken diğer yanım TKÖ'nün cinayet işleme konusunda ne kadar başarılı olduğunu söylüyordu. Bu durum gaza fazlasıyla yüklenmeme sebebiyet verirken çoktan askeriyeye yaklaşmıştım.

Dikiz aynasından arkama baktığımda jandarmaların biraz geride kaldığını fark edince gözlerimi yola çevirip hızımı düşürdüm. O sırada tam olarak askeriyenin önünden geçiyordum. Fırat ve birkaç asker arabalarına biniyordu. Fırat benim aracımı tanımış olacak ki duraksamıştı. Çatık kaşlarıyla bana bakarken yanından geçip gittim. Şuan tek istediğim bir an önce o eve varmaktı.

Jandarma araçları da peşimden teker teker gelirken bir süre sonra kerpiçten yapılmış derme çatma evlerin bulunduğu köye ulaşmıştık. Hiç vakit kaybetmeden araçtan inmiştim. Bazı meraklı insanlar etrafta belirmeye başlarken eve doğru ilerledim. Eskiden mavi olduğu belli olan boyası sökülmüş demir kapıyı defalarca çalmıştım. Jandarmalarda evin etrafını ve pencerelerden evin içerisini kontrol ederken bazı jandarmalarda insanlara bu evde yaşayanları soruyordu.

İnsanlar evdekilerin dün akşamdan beridir hiç seslerinin çıkmadığını söylerken belimdeki silahı çıkarıp bir iki adım gerileyerek kapının kilidine iki el ateş ettim. Etraftan bazı çığlık sesleri yükselirken açılan kapıdan içeriye girmiştim.

Eve ayak bastığım an burnuma çok tanıdık bir koku doldu. Ölümün keskin ve mide bulandırıcı kokusuydu bu. Ben bu kokuya fazlasıyla aşinaydım. Belirsizlik ortadan kalkmıştı. Peşimden gelen jandarmalarla içeriye doğru adımladım. Ve görmeyi beklediğim manzara karşımdaydı. Adımlarım bıçakla kesilmiş gibi duraksarken yine başarısız olduğumu hissettim. İnsanlar teker teker öldürülüyor ve ben birine bile engel olamıyordum.

Dolan gözlerim öylece yerde yatan tahmini yetmişli yaşlarının başındaki yaşlı çifte takılı kaldı. Yüzlerindeki yara izleri hırpalandıklarını gösteriyordu. Ve bu insanlarda diğerleri gibi başlarından iki el ateş edilerek öldürülmüştü. Yaşlı çiftin gözleri açıktı. O gözlerde son bir duygu hüküm sürüyordu; dehşet.

Evde ise pek birşey yoktu. Devrilmiş bir sandalye ve yere düşmüş çiçek motifli kırlentler vardı sadece. Feyzullah komutan yanıma gelip,
- Savcım eve arka camdan girmişler , dedi. Başımı salladım Ona dönmeden. Kimin , nereden nasıl girdiğinin bir önemi yoktu. Olan olmuş, ölen ölmüştü.

O sırada cesetleri inceleyen jandarmalardan biri elindeki küçük bir kağıt parçasıyla yanıma gelip,
- Savcım bu size galiba, dedi.

Elime aldığım notta şöyle yazıyordu;

" O adamı korumak için karakola hapsettin savcı ama ailesini korumak için hiçbir şey yapmadın. Bizimle uğraşmak sana çok pahalıya mâl olacak. Eğer elindeki evrakları bize geri verir ve bu davadan çekilirsen senin için çok iyi olur. Ama yok inatla bu yolda ilerlemeye devam edersen bu gibi manzaralarla daha çok karşılaşırsın. Ve bir sonrakinde göreceğin cesetler sana bu kadar yabancı gelmeyebilir. Belki bir sonraki ceset sana bile ait olabilir savcı. Dikkat et."

TKÖ

Hiçbir tepki vermeden elimdeki kağıdı bana veren jandarmaya geri uzattım. Feyzullah komutana dönüp,
- Ambulansa , adli tıpa ve olay yeri incelemeye haber verin, dedim.

Feyzullah komutan,
- Verdik savcım . Birazdan burada olurlar , derken başımı sallayıp evden çıktım. Evin önüne toplanan insanlar bana bakıyordu. Gözlerimi onlardan çekip evin önündeki sedire bedenimi bir külçe gibi bıraktım.

Bu hayatta neden korktuysam hep başıma gelmişti. Yine aynısı oluyordu. Aklıma gelen herşey teker teker başıma geliyor ve ben kendimi çıldıracakmış gibi hissediyordum. Etrafımdaki herkes benim yüzümden tehlikeye giriyor, TKÖ denilen örgüt bir virüs gibi dört bir yanıma yayılıyordu. Tam bu anda Ömer Korhan'ın sözleri doluyordu aklıma; bu insanlar benden daha kaç şey alacak savcım? Hiç sonu gelmeyecek mi bunun? Kime , neden , niye bu öfke?...

Derin bir nefes alıp başımı gökyüzüne çevirdim. Burnumun ucuna bir yağmur damlası düştü. O an gökyüzünün benim yerime ağladığını düşündüm. Çok saçmaydı biliyordum ama şuan birinin ya da birşeyin benim için birşey yapmasına çok ihtiyacım vardı. Şuan babamın, Ecrin'in ya da Berrak'ın toprağın altından çıkıp bana sarılmasına çok ihtiyacım vardı. Birinin omzunda saatlerce ağlamaya çok ihtiyacım vardı. Ya da bir mucize olup annemin beni sevmesine çok ihtiyacım vardı.

Yaklaşan ambulansın siren sesini duyunca oturduğum yerden kalkıp evin köşesinde telefonla konuşan Feyzullah komutana doğru ilerledim. Feyzullah komutan beni fark edince,
- Tamam Fırat sonra konuşuruz, diyerek telefonu kapattı.

Fırat'la konuşmasına şaşırmamıştım çünkü İnci'nin cesedinin ormanda bulunduğu gün samimi olduklarını fark etmiştim. Feyzullah komutanın karşısında durup,
- Ben gidiyorum. Burası sizde , dedim.
- Emredersiniz savcım.

Başımı sallayarak arabama doğru ilerlemeye başladım. Araca bindiğimde motoru çalıştırıp yola koyuldum. Saat akşam üzeri 17.15 'i gösterirken eve gitmeye karar verdim. Aslında karakola gidip Ömer Korhan'a ailesinin öldüğünü söylemem gerekiyordu. Ama şuan buna ne cesaretim vardı ne de hâlim. Ve eğer ailesinin öldüğünü şimdi öğrenirse gitmekten vazgeçebilir ailesinin cenazesini kaldırmak isteyebilirdi. Ama bu Onu ve çocukları daha fazla tehlikeye sokmaktan başka bir işe yaramazdı.

Yağmur şiddetini artırmaya başlamış bende askeriyeye yaklaşmıştım. Bulunduğum yerden askeriye görünürken Fırat'ın aracının hâlâ aynı yerde olduğunu fark ettim. Oysa biz buradan geçerken gitmek için arabaya biniyor gibi görünüyordu. Yinede bu olay üzerine pek düşünmeden ilerlemeye devam ettim.

Fırat'ın aracının yanından geçtiğimde araç birden hareketlendi. Burada beni mi bekliyordu? Ama neden? Bunun için hiçbir sebebi yoktu. Belki de bir tesadüftü. Gözlerimi dikiz aynasından çekip yola döndüm.

Bir süre sonra toprak yoldan çıkmak üzereyken aniden üstüme doğru gelen bir kamyon belirdi karşımda. Arkamdan gelen korna sesini duymuştum. Muhtemelen Fırat beni uyarıyordu. Ama kamyon yolun ortasından ilerlediği için kaçabileceğim herhangi bir alan yoktu. Önümdeki kamyona birkaç kez korna çalsamda inadına yapar gibi üstüme gelmeye devam ediyordu. Tam burun buruna gelmiş çarpışacakken direksiyonu sağa kırdım. Önümdeki ağaca çarpmamak için ani fren yaptığımda göğsümü sert bir şekilde direksiyona vurmuştum.

Anlık bir nefesim kesilmiş ve çarpmanın etkisiyle sarsılmıştım. Birkaç saniye o şekilde kalırken Fırat'ın gür ve sert sesinden ismimi duydum. Dikiz aynasından gördüğüm kadarıyla koşarak bana doğru geliyordu. İkinci kez adımı haykırdığında arabanın kapısını hafif aralamıştım. O sırada da Fırat çoktan yanıma ulaşmıştı.

Çatık kaşlarının arasındaki endişeli siyah hareleri vücudumu hızla tararken elleri yanaklarımı buldu.
Bariz bir endişeye bürünmüş olan sesiyle,
- Hazan , dedi . Sesindeki tını da farklı birşeyler vardı. Üzerine düşünsem birçok anlam çıkarabileceğim birşeyler.

- Efendim? Dedim düz bir sesle.

Fırat ise derin bir nefes alıp önüme çöktü.
- İyi misin?
Bu soruya olumlu anlamda başımı salladım. Aslında iyi falan değildim. Göğüsümü vurduğum için nefes alırken canım yanıyordu. Ama Fırat'ın bunu bilmesine gerek yoktu.

Fırat'ın kaşları çatılırken öfkeli gözleriyle yüzüme bakıp o meşhur repliğini söyledi.
- Yalan söyleme!

Oturduğum yerde hafif hareketlenip yutkundum.
- Yalan söylemiyorum. Gerçekten birşeyim yok, iyiyim.

Fırat sinirle dudaklarını yalarken gözlerini kapatıp açmıştı.
- Bak hâlâ! Doğruyu söyle. Neren acıyor?
- Bir yerim acımı...
- Hazan!!

Fırat'ın gürlemesiyle anlık bir korkmuş ve oturduğum koltuğa sinmiştim. Ama yine de hemen kendimi toparlayıp,
- Bağırma bana! Dedim.
Hiç beklemeden aynı ses tonuyla,
- Bağırtma o zaman! Dedi.
- Ya ben mi dedim sana bağır diye!

Bu sözleri sarf ederken öne doğru eğildiğimden Fırat'a yaklaşmış durumdaydım. Fırat ise yumuşayan bakışlarına tezat hâlâ çatık olan kaşlarıyla yüzümün her zerresini incelerken bu yakınlıktan rahatsız olmuştum. Kendimi geri çekip gözlerimi kaçırmam da bu yüzdendi.

Fırat ise derince içini çekip daha sakin bir ses tonuyla,
- Hazan , neren acıyor söyle artık, dedi.
Söylemek istemiyordum. Şimdi hem utanırdım hem de hastaneye gidelim diye tuttururdu. Ve ben hastaneye gitmek istemiyordum.

- Dedim ya bir yerim acımıyor.

Fırat sinirle bir "la havle" çekerken,
- Kızım sen benim aklımla mı oynuyorsun?! Dedi.

Alnında ve boynunda beliren damarlarla fazlasıyla ürkütücü görünüyordu. Sakin bir sesle,
- Bak gerçekten bir yerim acımıyor. Doğruyu söylüyorum, dedim.

Sert bir nefes verirken,
- Yalan söylüyorsun! Canın acıyor gözlerinden anlayabiliyorum. Neren acıyorsa söyle. Elimden birşey geliyorsa yaparım gelmiyorsa da hastaneye gideriz, dedi.

Sözleri yüreğimi titretirken kalp atışlarım hızlanmıştı. İçimde sıcak birşeyler akıyordu sanki. Derin bir nefes alıp fısıltı gibi çıkan sesimle,
- Göğsüm açıyor , dedim .

Başım önüme eğikti. Saçlarım ise yüzüme dökülürken yanaklarımın kızarıklığını gizliyor olması işime geliyordu.

Bir süre Fırat'tan ses gelmezken sonunda ,
- Ne? Diye sordu .
Bunda bu kadar şaşıracak ne vardı?
- Göğsümü vurdum direksiyona.

Fırat derin bir nefes alırken,
- Niye söylemedin? Yarım saattir soruyorum burada neyin var diye , dedi. Sesi kızgın gibi değildi.

Sorusuna cevap vermedim. O ise
- Utandın mı? Diye sormuştu.

Ona yine cevap vermezken şuan çok garip şeyler olduğunun farkındaydım. Ama bir yandan da olması gereken buymuş gibi geliyordu. Derin bir nefes alıp Fırat'tan olabildiğince uzaklaştım. Ve konuyu değiştirmek için düz bir sesle,
- Kamyon ne oldu? Diye sordum.

Fırat'ın yüzü yine öfkeye bürünürken,
- Kaçtı şerefsiz! Ama bulup ecdadını sikeceğim onun!! Dedi sert ve öfke kusan sesiyle.
- Siz karışmayın. Ben hallederim.

Fırat yüzüme hayret dolu gözlerle bakarken,
- Yine " siz" mi olduk? Dedi.

Dengesiz davrandığımın farkındaydım. Ama olması gerekenle olmasını istediğim arasında git gel yaşıyordum.

- Kusura bakmayın. Öfkeyle sizinle senli benli konuşmuş olabilirim. Özür dilerim .

Fırat ellerini dizlerine vurup ayağa kalkarken görüş açımda uzun biçimli bacakları ve kemerli beli vardı. Yine simsiyah giyinmişti. Belindeki silahın kabzasını görebiliyorken deri ceket onu ilk gördüğüm günkü gibi silahı gizliyordu.

Bir süre sonra Fırat tekrar önüme diz çöktü. Gözlerinde hâlâ bir sinir vardı.
Katı ve erkeksi sesiyle,
- Çık dışarı hastaneye gidiyoruz , dedi .
Gözlerinin içine kararlı bir şekilde bakıp
- Ben hastaneye falan gitmem , dedim.
Fırat ise öfkeyle gözlerini yumarken,
- Kızım bak canımı sıkma benim! Göğsümü vurdum dedin. Ya ciddi birşey olduysa. Gidelim bir baksınlar , dedi.
- İstemiyorum.
Fırat gür sesiyle yine,
- Hazan!! Diye bağırırken,
- Ya ne var ne?! Arabamı burada bırakıp hiçbir yere gitmem ben! Dedim.
- Siktirtme lan şimdi arabanı!
- Doğru konuş!!

Gözlerim birden dolmuştu. Babamdan bana kalan tek şeydi bu araba. Ve hiç kimse babamın yadigarına bu şekilde küfür edemezdi. Dolan gözlerim Fırat'ın gözlerindeki öfkeyi yerle bir ederken gözümden bir damla yaş süzüldü. Fırat iyice afallarken,
- Hazan, dedi.
Az önce öfkeyle gürleyen adamla şimdi karşımdaki adam aynı kişi değildi sanki .
Bakışlarımı gözlerinden çekip düz bir sesle,
- Çekil, dedim.
Fırat tekrar adımı söylerken yine aynı kelimeyi söyledim; çekil .
Fırat,
- Hazan bu şekilde araba kullanamazsın , dedi.
- Buna siz değil ben karar veririm. Çekilin, dedim.
- Hazan...
- Çekil!

Fırat çaresizce çöktüğü yerden kalkarken kapıyı çekip kapattım. Motoru çalıştırıp yola koyulduğumda dikiz aynasından öylece iki elini erkeksi bir şekilde beline koymuş, arkamdan bakan Fırat'ı gördüm.

Ve birşeyi anladım; ikimizin de karakteri böyle fevriyken bizden zaten olmazmış.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧



Loading...
0%