Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21. Bölüm

@yikim2024

*****
Sabah gözlerimi parkta uyuya kaldığım kaydırakta açmıştım. Her yerim tutulmuş ve başım çatlarcasına ağrıyordu. Kendimi toparlayıp saat 06.30'u gösterirken eve gelmiş bir duş alıp adliyeye geçmiştim.

Adliyedeki odamda elime ulaşan İnci'nin otopsi sonucunu incelerken parkta uyuyup biraz üşüttüğümden dolayı grip olmamak için ıhlamur içiyordum.

İnci'nin otopsi sonucundan ise beklediğim dışında bir sonuç gelmemişti. Otopsi raporunun gösterdiği üzre İnci defalarca tecavüze uğramış ve şiddet görmüştü.

Yine midem bulanırken içimde bir öfke kol geziniyordu. Cafer denilen şerefsizi içeri tıkmış olmama rağmen İnci'nin intikamını almışım gibi hissedemiyordum tam anlamıyla. Ve daha onlarca kız çocuğu şuan hangi dağın, hangi ücra köşesinde İnci'yle aynı kaderi paylaşırken içim asla rahat etmeyecekti. Onları kurtarmadan - ölü ya da diri - huzurla tek bir gece dahi uyumayacaktım.

Otopsi raporunu masamın çekmecesine koyarken telefonum çaldı. Arayan Kim Chin Mae'ydi. Aramayı yanıtlayıp,
- Efendim? Dedim.
Telefonun diğer ucundan Kim Chin Mae'nin sesi duyuldu.
- Savcı dün bahsettiğin kamyonetin plakasından sahibine ulaştım. Adam şu an hastanede. Biri adamı ölesiye dövmüş. Toparlanması uzun sürecek gibi.

Bahsettiği adam dün üzerime kamyon süren kişiydi. Ömer Korhan'ı yolcu ettikten sonra kamyonetin plakasını Kim Chin'e vermiş ve adamın kim olduğunu araştırmasını istemiştim.

Adamın dövülme olayının ise arkasında yatan tek bir kişi olabilirdi. O da Fırat'tı. Çünkü bu olaydan bir tek onun haberi vardı ve kendi ağzıyla söylemişti "bulup ecdadını sikeceğim onun" diye .
Derin bir nefes alıp,
- Tamam. Sen adamı kontrol etmeye devam et. Toparlanınca konuşur, derdi neymiş öğreniriz, dedim.

Kim Chin beni onaylarken telefonu kapatmıştık. Aklım ise Fırat'a gitmişti. Dün akşam benden sonra adamı bulmaya gitmişti demek ki. Zaten sabahta arabası yerindeydi. Yine de bu yaptığı doğru değildi. Başına herhangi bir iş açılabilirdi. Ona kendim halledeceğimi söylemiştim. Niye böyle birşey yapmıştı ki? Fırat herşeyiyle bir soru işaretiydi kafamda. Bu yüzden fazla düşünmemeye karar verdim.

Son bir kaç yudum kalan ıhlamuru içip gerçeklere dönmek üzere yerimden doğruldum. Önce Ömer Korhan'ın anne babasının otopsisinde bulunmam sonra da operasyonda yakalanan Cemal denilen adamın sorgusuna katılmam gerekiyordu.

Bugün yine diğer günlere paralel olarak benim için yoğun ve yorucu geçecekti. Kabanımı, telefonumu ve arabanın anahtarını alıp adliyeden çıktım. Arabaya bindiğimde ise hava yağmurluydu. Isıtıcının ayarını yükseltip yola koyuldum.

Arabanın ön camına düşen yağmur damlalarını izlerken diğer günlere nazaran hiçbir şey düşünmüyordum aslında. Hayatım tam orta yerinden kırılmıştı sanki. Bir umutsuzluk vardı içimde. Bir yerlerde yanlış yapıyormuşum hissi sarıyordu içimi. Kopmuştum hayattan. Kafamın içinde koca bir boşluk ve ben o boşlukta her zerremle savruluyordum.

Benim hikayemin zor olmasının yanı sıra diğer insanların hayatlarının zorluğu da çöküyordu omuzlarıma. İnci'nin ölümü, Hacer teyzenin öldürülmesi, oduncu, Ömer Korhan ve ailesi, hâlâ TKÖ denilen örgütün elinde olan canlar.

Savcı olmaya karar verdikten sonra katıldığım gizli kuruluşta bize eğitim veren bir üst şöyle söylemişti bana "çok duygusalsın. İnsanların acısını kendi acın gibi sahipleniyorsun. Ama bizim mesleğimizde bunlara yer yok. Eğer bu mesleği icra edemeyeceğine dair en ufak bir şüphe varsa içinde şimdi çık git bu kapıdan."

Gitmemiştim. Babamdan dolayı bu mesleğe olan hayranlığım bir yana kapatmam gereken bir hesap için bu mesleğe ihtiyacım vardı benim. Ayrıca babam hep şunu söylerdi; duygularını gizleyebilirisn. Bu seni kötü biri yapmaz ama duygularını kaybedersen kötü biri olursun. Vicdanı yok sayan hiçbir insan ya da meslek ayakta kalamaz. Ve benim ayakta kalabilmek için duygularıma ve vicdanıma ihtiyacım vardı.

Hastaneye vardığımda artık yolunu ezberlediğim otopsinin yapıldığı labaratuvara doğru ilerledim. İçeriye girdiğimde içlerinde Harun Soydan'ın da bulunduğu doktorlar hazır bir şekilde beni bekliyordu. Yine aynı şekilde ameliyat önlüğü, maske ve boneyi taktıktan sonra benim komutumla yaşlı çiftin otopsisi başladı.

Yapılan her işlemin fotoğrafı çekiliyor, ameliyat aletlerinin biri bırakılıp diğeri alınıyordu. Doktorların ellerindeki eldivenler kan olurken , kafa tasından çıkarılan mermi çekirdekleri içinde su bulunan metal kaba konuluyordu.

Zihnimde Ömer Korhan'ın sözleri ve yüzü dönüp dolaşırken kendimi bu anda tutmaya çalışıyordum. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapatıp açtım. İşimi yapmalıydım.

*****
Bir iki saat süren otopsinin sonunda ağzımdaki maskeyi çıkarırken labaratuvardan çıktım. Üzerimdekileri çöp kutusuna atıp cesetlerin cenaze işlemlerinin ne zaman başlayacağını öğrenip hastaneden ayrılmak üzere çıkışa doğru yöneldim. Ömer Korhan'ın ailesinin cenazesi yarın yapılacaktı.

Şimdi benim yapmam gerekense ailenin yaşadığı köye gidip köyün imamına durumu bildirmekti. Her insan öldüğünde doğup büyüdüğü yere gömülmek isterdi. Ömer Korhan'ın ailesinin yaşadıkları köye gömülmek isteyeceklerini düşünmüştüm. Bu yüzden sorgudan sonra köye gitmeye karar verdim.

Düşüncelerim arasında hastaneden çıkmak üzereyken Bahar'ın sesini duydum. Ona doğru döndüğümde,
- Hazan , dedi.
- Efendim? Dedim gülümseyerek.
O da tereddütle gülümserken ,
- Biraz konuşalım mı? Vaktin var mı? Diye sordu.
Kolumdaki saate baktım. Cemal denilen adamın sorgusuna katılmam gerekiyordu ama biraz bekleyebilirdi.

- Var , konuşalım.
Bahar beni kafeteryaya doğru yönlendirirken iki çay söyleyip karşılıklı oturduk.

Bahar ellerini masanın üzerinde birbirine kenetlerken dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldı.
- Neden geldin hastaneye bir sorun mu var?
- Yok , otopsi için geldim.

Bahar başını beni anladığına dair aşağı yukarı salladı ve,
- Ben aslında seninle dün akşamla ilgili konuşacaktım, dedi.
Tahmin etmiştim zaten ama bu kadar gergin olması garip gelmişti. Onlarla aramda bir sorun yoktu. Aslında kimseyle aramda bir sorun yoktu. Bir anlık sinirlenmiştim sadece . Yoksa Filiz'e bile öyle çıkışmazdım.

- Devam et, dedim sakince.
- Dün sen gittikten sonra abim Filiz'leri kovdu evden. Bir daha bize gelmemelerini söyledi. Zaten abim hiçbir zaman sevmedi Filiz'i. Annem aralarını yapmaya çalışıyordu hep. Abim otuzunu bulduğu için annem artık bir torun istiyor. Bu yüzden de abimin haberi olmadan hep bir arayış içerisindeydi. Ama dün Filiz'in sana yaptığı yakıştırmayı annemde anlamış. O yüzden abimin onları kovmasına ses çıkartmadı. Zaten Necla teyze senin hakkında anneme yanlış şeyler söylüyormuş. Annem gerçek yüzünü gördü onların.

Bahar'ın ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışsam da olmuyordu.
- Eee Bahar? Sadede gel.
- Yani annem dün akşam sen öyle çekip gidince çok üzüldü. Şaşkınlıktan Filiz'in söylediği o cümleye ses çıkartıp seni koruyamadığı için kendine kızıp durdu. Biraz abimle de tartıştılar. Bu akşam bize gelsen , oturup bir yemek yesek .
- Bahar bak benim sizle bir sorunum yok. Canan teyzeye karşı bir kırgınlığım da yok. Ben kendimi korudum ve ondan beni korumasını da beklemedim. Ama bu olayın üzerinden biraz zaman geçmesine ihtiyacım var.

Bahar yine başını sallarken,
- Abime karşı hiç mi birşey hissetmiyorsun? Diye sordu pat diye. Bir an afallasamda kendimi toparladım. El mecbur yalan söyleyecektim. Fırat'ın, Filiz'i sevmediğini en baştan beri biliyordum zaten. Beni Fırat'tan uzak tutan Filiz'in Fırat'ı sevmesiydi. Ama dün akşam görmüştüm ki Filiz sevgisine saygı duyulacak biri değildi.

Lakin bu durum Fırat'a gitmemi sağlamazdı. Benim yüzümden hâlâ Fırat'a zarar gelebilirdi. Bir ilişkiye başlasak sırlarım aramızda sorun olabilirdi. Kaldı ki Fırat'ın beni sevip sevmediği kafamda hâlâ bir soru işaretiydi.

- Hissetmiyorum.
Bahar yüzümü inceleyip,
- Emin misin? Dedi.
- Eminim , dedim teklemeden.
Bahar ,
- Peki , dedi.

Kolumdaki saate bakıp önümdeki çaydan bir yudum aldım ve ,
- Benim kalkmam lazım. Görüşürüz sonra. Canan teyzeye selam söyle. Üzmesin kendini , dedim.

Bahar beni onaylayıp "görüşürüz" derken hastaneden çıkmak üzere yürüyemeye başladım. Arabama bindiğimde karakola gitmek için yola koyulmuştum.

Karakola vardığımda Feyzullah komutan beni karşılamış ve Cemal denilen adamın bulunduğu sorgu odasına yönlendirmişti. Bu sefer direk sorguya kendim girecektim. Bu yüzden Feyzullah'a dönüp,
- Sorguya tek giriyorum. İzleme odasına geçin , dedim.
Feyzullah,
- Emredersiniz savcım, derken geri çekilmişti.

Sorgu odasının kapısını açtığımda, tavandan sarkan lambanın loş ışığının aydınlattığı küçük masada Cemal şerefsizi tek elinden masaya kelepçelenmiş bir şekilde oturuyordu. Kapının açılma sesini duymuş olacak ki bana dönmüştü. Beni gördüğünde ise yüzünde yine aynı alaycı gülümseme belirdi. Gözleri gözlerime kilitlenirken bende aynı şekilde onun gözlerine bakıyordum. Onu gözlerinde alay varken benim gözlerimde ise büyük bir nefret ve öfke vardı.

Kapıyı kapatıp adama doğru birkaç adım attım ve karşısındaki sandalyeye oturdum.
Adam pişkin bir şekilde gülüp,
- Hoşgeldiniz savcım, dedi.
- Kes sesini! Dedim dişlerimin arasından tıslar gibi.

Bu şerefsizin sesini bile duymaya tahammülüm yoktu.
Adam sahte ve alaylı bir şaşkınlıkla,
- Aaa savcım olur mu öyle? İnsanlar konuşa konuşa demişler, dedi.

Alayla gülen bu sefer ben oldum.
- Adı üstünde "insanlar". Sen ve senin gibi şerefsizler için söylenmiş bir söz değil bu. Yani kendini insandan sayıyorsan büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu bil.

Adamın yüzü düşerken gözleri öfkeye bürünmüştü. Bense gözlerimi gözlerinden ayırmadan öne doğru eğilip ellerimi masanın üzerinde birbirine kenetledim.
- Şimdi sana soracağım sorulara cevap vereceksin.
- Vermezsem? Avukatım olmadan konuşmam.
Sinirle güldüm.
- Sen bir teröristsin. Hakkında verilecek olan hüküm belli. Ve senin gibi döl israfları için devletimizde avukat yardımı bulunmamaktadır.

Adamın yüzü "döl israfı" kelimesiyle iyice gerilirken,
- O zaman ağzımdan tek bir kelime bile alamazsın, dedi.

Masanın üzerinde birbirine kenetli olan ellerimi çözüp ayağa kalktım. Adamın arka tarafına geçerken omzundaki sargılı olan kurşun yarasının üzerine elimi koydum. Ve tüm gücümle bastırdığımda adamın ağzından acı dolu bir inleme kaçtı.

Adamın kulağına doğru eğilip,
- Ağzından çıkacak olan kelimelere ihtiyacım yok zaten. Hepinizin kökünü teker teker kazıyacağım. O kaçırdığınız, öldürdüğünüz, tecavüz ettiğiniz çocukların intikamını teker teker alacağız. Bu vatan sahipsiz değil. Sizin gibi şerefsizlerin cirit atabileceği bir yer değil.

Cemal şerefsizi acıdan dolayı birbirine geçirdiği dişlerinin arasından,
- Herkes sizin gibi düşünmüyor savcı. Sahipsiz değil dediğin vatanın içinde bu "vatana " garezi olan kaç insan var bizden iyi bilirsin. Bir ailenin içinde bir evlat vatanını korumaya çalışırken diğeri o vatana ihanet edebilir. He savcı? Sen çok iyi bilirsin bunları. "Kaçırdınız" dediğin çocukların çoğu kendi isteğiyle geldi katıldı aramıza. Kızlara gelecek olursak her erkeğin bazı ihtiyaçları vardır, dedi.

Öfkeyle aniden adamın gırtlağına kolumu dayayıp sıkarken,
- Senin ihtiyacını sikerim lan şerefsiz herif!!! Sen kendine erkek mi diyorsun lan!!!!! Diye bağırdım.

Nevrim dönmüştü. Öyle ki ne adamın omzundaki yaradan sızan kanı ne adamın gırtlağındaki kolumla yaptığım baskı yüzünden Cemal şerefisizinin nefessiz kalışını ne de sorgu odasına giren Feyzullah ve diğerlerini gözüm görmüyordu.

Feyzullah,
- Savcım yapmayın , öldüreceksiniz adamı , dedi.
Var gücümle bağırırken,
- Gebersin!!! Dedim.
- Savcım bakın kendi başınıza iş alacaksınız , durun.

Gözlerim Feyzullah'ı bulurken Cemal şerefsizi serbest olan eliyle kolumu boğazından çekmeye çalışırken bir yandan da ayaklarını yere vurarak çırpınıyordu. Ama ben istemediğim sürece kurtulamazdı. Çünkü kitlenmiştim. Beynim öfkeyle düşünme işlemini gerçekleştiremiyorken Cemal bir umut Feyzullah'tan yardım istedi .
- Ya...yar...dım ed...in.

Feyzullah yüzündeki endişeyle yanıma gelip beni belimden tutarak çekmeye başladı.
- Savcım özür dilerim ama bunu yapmak zorundayım.
- Bırak beni!!
- Savcım lütfen. Sakin olun.

Feyzullah'ın beni tüm gücüyle çekmesi sonucu kolumu adamın boynundan çekmek zorunda kalmıştım. Feyzullah beni zorla sorgu odasından koridora çıkarmaya çalışıyordu. O sırada da Cemal şerefsizinin başı önündeki masanın üzerine düşmüştü. Muhtemelen bayılmış olmalıydı.

Koridora çıktığımızda iki jandarma sorgu odasına girerken sinirle kendimi Feyzullah'ın elinden kurtarıp,
- Niye durduyorsun lan sen beni?!! Diye bağırdım.
- Savcım öldürecektiniz şerefsizi. Onu değil sizi düşündüğümden...
- Geberseydi!!! Nasıl konuştuğunu duymadın mı?!!! Geberseydi!!

Feyzullah beni sakinleştirmek ister gibi,
- Haklısınız savcım, derken ellerimi saçlarımın arasına daldırıp sinirle çekiştirdim.
- Haklıyım! Haklıyız!! Ama hep biz kaybediyoruz!! Kaç kız var kim bilir ellerinde?!! Daha kaç kızın kanına girdi kim bilir bu şerefsizler?!!!

İçimdeki öfke dinmiyordu. Nefeslerim sıklaşırken gözümün önündeki herşey dönüyordu. Karşımda duran duvara doğru ilerleyip sırtımı dayadım. Cebimdeki astım ilacını çıkarıp ağzıma sıkarken Feyzullah,
- İyi misiniz savcım? Diye sordu.
Başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim .

O sırada sorgu odasındaki jandarmalar çıkıp,
- Adam bayılmış savcım , dedi.

Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapatarak sakinleşmeye çalıştım. Öfkemin beni ele geçirmesine izin vermemeliydim.
Gözlerimi geri açtığımda,
- Revire götürün, dedim.
Jandarmalar,
- Emredersiniz savcım, derken adamı almak için tekrar sorgu odasına girmişlerdi.
Bense Feyzullah'a dönüp,
- Revirden gelince cezaevine götürmek için görevli polislere teslim edersiniz, Dedim.
- Emredersiniz savcım.
- Şerefsizin ifadesini de hemen yazıp yollayın bana.
- Tabii savcım da ne yazacağız ifadeye?
- Adamın söylediklerini. Kızlara tecavüz ettiklerini kabul etti. "Kaçırdınız" dediğin çocukların çoğu kendi isteğiyle geldi katıldı aramıza." Dedi. "Çoğu "dediğine göre kaçırdıkları azınlıklarda var demektir.

Feyzullah hafif gülümserken,
- Emredersiniz savcım, dedi.
Başımı sallayıp karakoldan çıkmak üzere koridorda yürümeye başladım.

Karakoldan çıkıp arabama bindiğimde motoru çalıştırırken acıktığımı fark ettim. Önce köye gidecek oradan dönüşte de bir yemek yedikten sonra adliyeye geçecektim.

*****
Ömer Korhan'ın ailesinin yaşadığı köye gitmiş, cami imamıyla konuşmuştum. Yarın sabah saat sekizde yaşlı çift köydeki mezarlığa defnedilecekti.

Adliyedeki odama geçtiğimde ise Cemal'in ifadesi mailime düşmüştü. Hemen iddianameyi yazmaya başladım. Dün karakolda pedagog yardımıyla alınan Ömer Korhan'ın çocuklarının ifadesini de iddianameye eklemiştim.

TKÖ dosyasının sayfaları giderek çoğalıyordu. Bu dosya kapandığında herkesin hayatında birçok şey değişmiş olacaktı. En çokta benim.

İddianameyi yazmayı bitirdiğimde saat akşam 19.45'i gösteriyordu. Hemen belgeyi başsavcıya gönderdim. Bugünü de böyle bitirmiştim. Oturduğum yerde vücudumu esneterek doğrulurken kabanımı giydim. Eşyalarımı alıp odadan çıktığımda kapıyı kilitlemiştim.

İçeride önemli belgeler ve deliller vardı. Hepsini yanımda taşımam imkansız olduğu kadar tehlikeliydi de. Bu kilitin bir işe yaramayacağını ise Hakan Çınar'ın odasına böcek yerleştirirken görmüştüm. Ama şimdilik elimden gelen buydu.

Yarın odama gizli bir kamera yerleştirmeyi ise aklıma koymuştum. En azından herhangi bir belgenin kaybolma durumunda kimin suçlu olduğunu anlardım.

Adliyeden çıkarken Hakan Çınar'la göz göze geldik. Yüzü sirke satarken bana öfkeli gözlerle bakıyordu. Cemal'in elimize geçmesi ve Baran şerefsizinin hastanede yattığı için askeriyeden bilgi sızdıramayışı canını sıkmış olmalıydı.

Gözlerimi gözlerinden çekip adliyeden çıktım ve arabama bindim. Yola koyulduğumda ise apartmana gitmek istemediğimi fark etmiştim. Bu yüzden ilk iş olarak parka gidip köpeği beslemeye karar verdim.

*****
Parkın önüne arabayı park ettiğimde bagaja yönelip, bir poşete kuru ve yaş mama koyup her zamanki gibi parka doğru ilerlemeye başladım. Köpek bu sefer kaydırağın altındaydı. Beni görünce kuyruğunu sallarken yerinden kalkıp yanıma geldi. Başını usulca okşayıp çam ağacının altında mamasını verdim. O iştahla yemeğini yerken parkın içinde dolanmaya başladım.

Yağan yağmur her yeri ıslatmıştı. Geride kalan sonbaharda düşen yapraklar çürümeye yüz tutmuştu. Mevsimler değişiyor, zaman ise hiç hızını kesmeden ilerliyordu. Bu şehre geleli neredeyse bir ay olurken hiç istemediğim olayların içinde buluyordum kendimi.

Fırat'a aşık olmak gibi. Bile bile lades demiştim. O beni sevmiyorken ona kalbimi vermiştim. Üstüne üstlük özlüyordum da Fırat'ı. Görmek , sesini duymak ve kokusunu içime çekmek istiyordum. Ona sarılmanın nasıl bir hissiyat vereceğini merak ediyordum. Hafif gülümsediğinde - ki Fırat'ı hiç tam anlamıyla gülerken görmemiştim - belli olan gamzesine dokunmak istiyordum. Gür ve siyahın en koyu tonuna sahip saçlarını okşamak , onu sol kaşındaki faça izinden öpmek istiyordum.

Bu aşk denilen şey zehirli bir sarmaşık gibiydi. Sen istemesen de içinde büyüyor tüm hücrelerini itinayla sarıyordu. Böyle olmaması gerekirdi. Bir imkansıza tutulup yüreğimi heba etmekten korkuyordum.

Derin bir nefes alıp düşüncelerimden olabildiğince sıyrıldım. Köpeğin önündeki boş poşeti alıp çöpe atıktan sonra bir süre daha dolanıp durdum parkta. Köpeği sevdim , düşündüm, biraz kendi kendime kaldım derken eve dönmek üzere arabama bindim.

Saat 21.35'i gösterirken apartmanın önüne gelmiştim. Fırat'ın arabası yerindeydi. Arabamı kitleyip hızlı adımlarla apartmana girip asansöre bindim. Eve girdiğimde ise kısa bir duş alıp salondaki koltuğa uzanmıştım.

Gözlerimi kapattığımdaysa uykuya yenilmem çok kısa sürmüştü.

*****
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde kimseye görünmeden apartmandan çıkıp Ömer Korhan'ın ailesinin cenazesini hastaneden almak üzere yola koyulmuştum. Niyetim Fırat'tan ve duygularımdan kaçmaktı. Şimdilik başarabildiğim Fırat'tan kaçmak olsa da içimdeki duygularında birgün güneş ışığı almadığı için solan bir çiçek gibi öleceğini düşünüyordum.

O an babamın bir sözü düştü aklıma; içinde kimsenin bilmediği bir sevda taşıyan insan kaktüs çiçeğine benzer. Herkese dikenlerini gösterir ama içinde taşıdığı suyun hikmetini bilmezsin.

Şırnak trafiğinde öylece ilerlerken burukça gülümsedim. Babam on yıl öteden bile bugünkü duygularıma tercüman olabiliyordu.

Hastanenin önüne arabayı park ettiğimde morg kapısına doğru ilerledim. Ayarladığım cenaze aracıda gelmişti. İki tabut art arda araca yüklenirken cenazenin teslim alındığına dair belgeleri halledip cenaze aracının önüne geçerek tekrar yola çıktım.

Simsiyah giyinmiştim bugün. Severdim siyah rengi. Üzgün ya da mutsuz olduğumda beni gizlediğini, kendimi güçsüz hissettiğimde beni dışarıya karşı güçlü gösterdiğini düşünürdüm. Lakin bugün niyetim güçlü görünmek değildi. Bugün Ömer Korhan'ın yerine bu cenazede yasta olacaktım. Tabii kendim içinde.

Benim yüzümden ölen iki insanın cenazesine katılıyordum. Ve bu beni kendi içimde kendimi yüzsüz biri gibi itham etmeye itiyordu. Gözlerim dolmaya başlarken durdurmadım onları. Belki kendime olan öfkem biraz olsun yatışırdı.

Köye gitmek için askeriyenin önünden geçerken Fırat'ın arabasını gördüm. Demek buradaydı. Operasyondan yeni dönmüştü. "Biraz evde kalıp dinlenseydi" diye geçirdim içimden. Sonra onu düşündüğüm için kendime kızdım. Unutmalıydım onu. Henüz yolun başındayken unutmalıydım.

Köye vardığımızda caminin önünde arabadan indim. Cenazeye bir sürü insan gelmişti ve cenaze aracındaki tabutları köyün erkekleri çoktan omuzlamıştı. Arabadan yanımda getirdiğim siyah şalı alıp başıma örtüm ve caminin avlusuna doğru yürüyen kalabalığın arka safhasında kalan kadınların arasına karıştım.

Kadınların çoğu feryat figan ağlıyordu. İnsanlarda aynı zamanda bir tedirginlikte sezmiştim ki bu normaldi. Terör örgütü tarafından öldürülen insanların cenazesine katılmak pekte normal bir ritüel olmasa gerekti.

Musalla taşına konulan tabutlar için cenaze namazı kılındı, imam insanlardan helallik istedi derken yaşlı çift defnedilmek üzere caminin arka cephesinde bulunan mezarlığa, yine omuzlarda taşınmaya başladı.

Önceden yan yana açılmış iki metrelik , iki çukura konulan , cansız iki bedenin üzerine toprak atılıyordu. İmam dualarını okurken defin işlemi sona erdi ve insanlar birer ikişer taze toprak kokan bu mezarlıktan ayrıldılar.

Geriye ise ben kaldım. İçimdeki pişmanlıklarım, hüzünlerim ve öfkemle bir tek ben. Birçok kez şahit olduğum bu anın içinde yapayalnız kaldım bir müddet. İki mezarın arasına çöküp özür diledim. Ağladım. En çokta kendime kızdım.

Bir süre sonra çöktüğüm yerden gözümden süzülen yaşları silerek kalktım. Artık adliyeye işimin başına dönmem gerekiyordu. Gitmeden önce cami imamına Ömer Korhan'ın ailesinin adına cami için bağış yaptım.
Ve sonra burada yaşananları, burada bırakıp yola koyuldum. İki dünya daha durmuş olsa da geriye kalan dünyalar dönmek zorundaydı.

*****
Adliyeye vardığımda odama giriş yapmıştım. Masama oturur oturmaz kapı çalmış içeriye bir hukuk sekreteri girmişti. Elinde siyah kapaklı bir dosya vardı.

Hukuk sekreteri dosyayı masama koyarken,
- Kazım Bağcı'nın balistik sonuçları savcım, dedi.
- Tamam, teşekkür ederim. Çıkabilirsiniz.
- Rica ederim savcım. Kolay gelsin.

Sekreter odamdan çıkarken dosyası açıp balistik sonuçlarını incelemeye başladım.

Kazım Bağcı'yı öldüren silah modeli; Astral 400 9x23mm

Bu silah modeli bana bir yerden tanıdık gelirken Hacer Kadıoğlu'nun balistik sonucunu masamın çekmecesinden çıkardım. Tamda düşündüğüm gibi Hacer Kadıoğlu'nu vuran silahla oduncuyu vuran silahın modeli aynıydı. Ama bu silah modeli bana başka bir yerden tanıdık geliyordu. Bir süre iki balistik sonucu da önümdeyken düşündüm.

Zihnimde Baran Bekirhan'ı kaçırdığımız gün canlanmaya başlamıştı. Her sahneyi beynimin içinde teker teker tararken Baran'ın silahındaki parmak izlerini sildiğim an ve silahın modeli gözlerimin önünde canlanmıştı.

Astral 400 9 mm mermi çapı ve 23 mm kovan uzunluğuna sahip.

İşte o an anlamıştım. Hacer teyzeyi ve oduncu Kazım Bağcı'yı öldüren kişi Baran Bekirhan'dı. Kazım Bağcı'nın Baran tarafından öldürülmesine şaşırmıştım. Cafer şerefsizi İnci'yi öldürürken o da oduncuyu öldürmüş olmalıydı. Ama evin önündeki polis aracına rağmen nasıl cesaret edipte Hacer teyzeyi öldürebilmişti anlayamıyordum.

Derin bir nefes alıp oturduğum koltukta geriye doğru yaslandım. Baran için tutklama emri çıkarmam gerekiyordu. Ama sorun şuydu ki neden Baran'dan şüphelendiğimi ya da o silahın Baran'a ait olduğunu nereden bildiğimi kimseye açıklayamazdım.

Cihan abiyle konuşmaya karar verdim. O bir şekilde bu durumu hallederdi. Elime telefonumu alıp Cihan abiyi aradım. İkinci çalışta açılan telefondan Cihan abinin,
- Efendim Hazan? Diyen sesi duyuldu.
- Abi ben senden bir konu hakkında yardım isteyecektim.
- Söyle abim.
- Abi geçende kaçırdığım adamın iki kişiyi öldürdüğünü öğrendim. Elimde balistik sonuçları var. Balistik sonuclarındaki silahın adama ait olduğunu biliyorum ama nereden bildiğimi açıklayamam. Adamın terörle bağlantısı var.
- Adamı kaçırdığın gün mü gördün silahı?
- Evet.

Cihan abi derin bir nefes alırken,
- Tamam sen tutuklama kararını çıkar. Gerisini ben hallederim, dedi.

Hafifçe gülümsedi.
- Sağol abi.
- Tamam, hadi dön işinin başına.

Telefon kapanınca hemen tutuklama kararını çıkarıp karakola yolladım. Onlar Baran Bekirhan'ı tutuklayıp karakola götürürken bende evi için arama kararı çıkaracaktım.

Belgelerin bir kopyasını da başsavcıya yollarken çay ocağından bir kahve söyleyip karakoldan gelecek olan haberi bekliyordum. Bu şerefsizin de defterini düzecektim.

*****
Yaklaşık bir saat sonra karakoldan Baran Bekirhan'ın tutuklandığına dair haber gelmişti. Hemen toparlanıp karakola gitmek üzere yola çıkmıştım.

Karakola vardığımda artık yolunu bildiğim sorgu odasına doğru ilerledim. Feyzullah beni sorgu odasının kapısında karşılarken,
- Hoşgeldiniz savcım, dedi.
- Hoşbulduk. Sorguya tek gireceğim.

Feyzullah beni başıyla onaylarken,
- Emredersiniz savcım, dedi.

Sorgu odasına girdiğimde Baran'ın yara bere içerisinde olan yüzünü ve bana karşı olan korku dolu gözlerini görmüştüm. Sakin adımlarla odanın içine doğru ilerlerken kapıyı kapattım. Tüm bunları yaparken gözlerimi Baran'ın üzerinden bir an olsun ayırmamıştım.

Baran'ın karşısındaki sandalyeyi yavaşça çektim. Sandalyenin ayaklarının yere sürtünerek çıkardığı ses odada duyulurken aynı sakinlikle sandalyeye oturmuştum.

Baran korkak bir insandı. Gözlerime bakmaya cesareti dahi yokken derince yutkunup duruyordu. Bir süre onu izledim. Yüzünde açtığım yaraların her birinden ayrı ayrı zevk alırken gözlerim sargılı ellerine gitti. Bu yaralar böyle bir insana azdı bile.

Derin bir nefes alıp oturduğum yerde öne doğru eğildim.
- Baran Bekirhan ya da Mustafa Tektaş. Hangisi gerçek ismin?

Baran yüzüme bakamazken gözlerini sağa sola kaçırıyordu. Tepemizdeki lambanın ışığında parlayan alnındaki ter damlaları gergin olduğunu gösterirken bu sessizliği beni öfkelendirdi. Elimi sertçe önümdeki masaya vurduğumda Baran yerinde sıçrarken,
- Cevap ver!! Diye bağırdım.
Baran ise
- B... Baran...ge... gerçek adım, dedi.
- O zaman neden üzerinde iki tane farklı isimlere ait kimlikler çıktı. Mustafa Tektaş kim?

Elim masanın üzerindeki dosyalara giderken iki kimliğide çıkarıp ortaya koymuştum.
Baran yine bir sessizliğe bürünürken,
- Sana bir soru sordum! Dedim. Bağırmıyordum ama sesim baskındı.
- Ta...tanımıyorum.
- Ne demek lan tanımıyorum?! Kimliğin üzerinde senin resmin yok mu?!

Baran derince yutkunup,
- Sahte kimlik , dedi.
- Sahte kimlikle nasıl askeriyeye çaycı olarak girdin?

Baran gözlerini zar zor yüzüme çıkarırken,
- Daha fazla konuşmayacağım, dedi tek nefeste.
Oturduğum yerden doğrulup ellerimi masanın üzerine koyarken Baran'ın yüzüne doğru eğildim.
- Konuşacaksın, dedim . " Herşeyi bir bir anlatacaksın! Cafer Kadıoğlu'yla nasıl işbirliği yaptığını , Kazım Bağcı'yı ve Hacer Kadıoğlu'nu nasıl öldürdüğünü, TKÖ denilen örgütle nasıl bir bağın olduğunu teker teker anlatacaksın!
- Be...ben hiçbir şey yapmadım.

Sinirle gözlerimi kapatıp açarken yüzüne karşı tıslar gibi,
- Sana birşey yapıp yapmadığını sormadım! Ne yaptığını zaten biliyorum! Bana nasıl yaptığını anlatacaksın! Dedim.

Baran ise gözlerini birşeylerden cesaret alır gibi yüzüme dikip,
- Avukat istiyorum. Buna hakkım var. Kanunları benden daha iyi bilirsiniz savcım, dedi.
Sinirle gülüp aramızda duran masayı duvara doğru sertçe ittim. Duvara çarpan masa gürültüyle yere düşerken Baran korkuyla ayağa fırlamıştı. Hızlı ve sert adımlarla aramızdaki mesafeyi kapatıp kolumu Baran'ın boğazına dayayarak onu duvara yasladım. Öfkeli sesim sorgu odasında yankılanırken,
- Siktirme lan avukatını!!! Hangi avukat alabilir seni elimden!!! İnsanları hayvan gibi katlederken hiçbirinizin haberi yok kanunlardan, haktan hukuktan!!! Götünüz sıkışınca hepiniz bir hak hukuk peşine düşüyorsunuz!! Dedim.

O sırada içeriye giren Feyzullah'a dönüp,
- Çık dışarı, dedim otoriter bir sesle.
İtiraz etmek ister gibi,
- Savcım, dese de sert bakışlarım onu dışarıya çıkartmıştı.
Baran ise,
- Gitmeyin! Bu kadın öldürecek beni! Diye bağırıyordu.

Derin bir nefes alıp kolumu Baran'ın boğazından çektim. Birkaç adım ondan uzaklaşıp yere düşen masayı kaldırdım ve Baran'ı da sandalyesine geri oturttum. Sakin olmalıydım. Karşımdaki adamın Zeynep'e yaptıklarını bir süreliğine unutup savcı gibi davranmalıydım. Öfkeme çok çabuk yeniliyordum. Kendimde yerime geçerken Baran'ın gözlerine onu aşağılayan bir tavırla bakarken tiksinir gibi konuştum.
- Kime ve neye güvendiğini bilmiyorum. Ama güvendiğin şey TKÖ denilen şerefsizler topluluğuysa batan bir geminin ambarında yaşayan bir fare olduğunu bil. Ve bir fare olarak örnek aldığın "batan bir gemiyi en son fareler terk eder" sözü seni ancak ölüme götürür, haberin olsun. Eğer o örgüt sizi koruyacak olsaydı önce Cafer Kadıoğlu'nu korurdu. Nerede şimdi Cafer? Hapiste. Onunla aynı kaderi hatta ben istersem daha kötüsünü yaşayacaksın. Ne kadar zavallı olduğunuzu gör artık.

Baran ise alayla gülüp kendini savunduğunu düşünürken kendi bacağına sıkmasına yol açan şu cümleyi kurdu;
- Ben o örgüt için Cafer'den daha önemliyim. Beni bırakmazlar.

Oturduğum yerde geri yaslanırken hafif bir kahkaha attım. Baran ise ne söylediğini yeni yeni idrak ederken korkuyla derince yutkundu.
Ben ise,
- Artık birşey anlatmasan da sorun yok. Bundan sonrası bende , diyerek yerimden doğruldum.

Bu yaptığım ters psikolojiydi. İnsan beyni karşısındaki kişi tarafından aşağılandığını hissedince kendini korumaya geçerdi. Ne kadar üstün olduğunu göstermek için tüm kartları açık oynar ve sonunda da Baran'da olduğu gibi oyunu kaybederdi. Tabii bunda benim kullandığım beden dilinin de etkisi büyüktü. Onca eğitimi boşuna almamıştım.

Sorgu odasından çıkıtığımda telefonuma Baran'ın evini aramak için başsavcıya yolladığım arama kararının kabul edildiğine dair bir mail düştü.
Yanıma gelen Feyzullah'a,
- Hazırlanın. Baran'ın evini aramaya gidiyoruz, dedim.
Feyzullah beni başıyla onaylarken,
- Emredersiniz savcım, diyerek yanımdan ayrıldı.

Bir süre sonra peşimdeki jandarma arabasıyla Baran Bekirhan'ın evine doğru yola çıkmıştım. Daha önceden Ayşe teyze ve Zeynep'i aldığım o mahalleye gidiyorduk.

Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından eve varmıştık. Jandarmalarla eş zamanlı olarak arabadan inip evin kapısına doğru ilerledim. Mahallenin insanları camlara çıkmış bize bakıyordu.

Yıpranmış demir kapıyı yumruk yaptığım elimle çalıp arkamda bulunan jandarmalarla birlikte beklemeye başladım. Kapıdan demir sürgünün açılma sesi gelirken Baran'ın eşi Dilan'ı karşımda görmüştüm. Telefondan arama emrini açıp kadına gösterirken,
- İyi günler hanımefendi. Evinizi aramamız gerekiyor, dedim.

Kadın anlamayan gözlerle yüzüme bakarken,
- Niye, noldu ki? Diye sordu doğu şivesinin kendini gösterdiği sesiyle .

Telefonu aşağıya indirip,
- Baran Bekirhan terörle ilişkisi olduğu için tutuklandı. Evinizi aramız lazım, dedim.
Kadın birşeyler biliyormuş gibi gözlerime bakarken başını sallayıp,
- Buyrun ,dedi.
Başımla onu onaylayıp ayakkabılarımı çıkarırken içeriye girdim. Jandarmalar da beni takip ederken evin her yerini didik didik aramaya başladık.

Dolaplar , yatakların altları, mutfak hatta tuvalet ve banyoyu dahi aramış olsakta cinayet silahı dışında birşey bulamamıştık. Jandarmalar cinayet silahını delil torbasına koyarken ellerimi saçlarımın arasına daldırıp çekiştirdim. Nasıl örgüte dair tek bir belge dahi olmazdı?

Jandarmalar teker teker evden çıkarken geriye Feyzullah ve ben kalmıştık. Dilan ayakkabılarımı giyerken öylece bize bakıyordu. Sanki söylemek istediği birşeyler vardı ama tereddüt ediyordu.

Ayakkabılarımı giyip doğrulduğumda Dilan'a hiçbir şey sormadım. Birşeyler bildiğini anlıyordum ama bildiklerini anlatması bana fayda sağlarken ona zarar verirdi. Hacer teyzenin ölümüyle bunu çok iyi anlamıştım.

Lakin evden çıkarken ben birşey sormamış olsam da Dilan,
- Savcım , diye seslenerek beni durdurdu.
Geri dönüp ona ,
- Efendim? Dedim.

Kadın bir süre gözlerini etrafta gezdirip derin bir nefes alırken gergin bir şekilde elleriyle oynadı. En sonunda da kendi içinde bulduğu cesaretle,
- Eğer ....delil arıyorsanız...yani Baran'ın örgütle bir bağlantısı olduğuna dair...askeriyedeki çay ocağını arayın.

Kaşlarımı çatıp kadının yüzüne baktım ve sordum;
- Askeriyedeki çay ocağı derken?
- Birgün Baran'ı telefonda konuşurken duydum. Telefonda konuştuğu kişiye " belgeleri askeriyedeki çay ocağına sakladım. Kimse bulamaz" demişti. Eğer orayı ararsanız birşeyler bulabilirsiniz. İsterseniz mahkemeden şahitlikte ederim.

Hafifçe gülümseyip kadının omuzuna elimi koydum.
- Sağolun. Verdiğiniz bu bilgi yeterince işimize yarar. Şahitlik etmenize gerek yok.

Kadın başını sallarken ellerimi iki eliyle avucuna alıp,
- Lütfen , kurbanınız olam hapse atın onu. Yaptıkları yetti artık, dedi.
- Merak etmeyin. Herkes hak ettiğini yaşayacak .

Kadını geri de bırakıp Feyzullah'a,
- Askeriyeye gidiyoruz, dedim.
- Emredersiniz savcım.

Arabama binip yola koyulurken bir yandan da bu olayın askeriyedekilerin başına bir sorun açıp açmayacağını düşünüyordum. Açardı. Kimliği sahte olan birini işe almış ve bu kişi askeriyenin içinde özgürce gezebilmişti. Üstüne üstlük askeriyede örgüte ait belgeler bulduğumuz taktirde askeriyedeki herkesi içine alan bir soruşturma açmam gerekecekti. Bu da bir süre hiçbir timin göreve çıkamayacağı ve bu şehirden ayrılamayacağı anlamına geliyordu. Ama yapacak bir şeyim yoktu. Herkes sorumsuzluğunun bedelini ödemek zorundaydı.

Askeriyeye giden toprak yola girdiğimde telefonum çaldı. Arayan Cihan abiyken aramayı yanıtladım.
- Efendim Cihan abi?
- Neredesin abim? Diye soran Cihan abinin sesi garip geliyordu. Sanki kötü bir haber verecekti de sesinin tonunu buna göre ayarlıyordu.
- Arabadayım abi. Birşey mi oldu?

Derin bir nefes alan Cihan abi,
- Abim yapabilirsen sağ çekip durdur arabayı, dedi.

Kaşlarım iyice çatılırken gerilmiştim. Acaba Salih enişteme mi birşey olmuştu? Hastanede komadaydı en son.
Derince yutkunup,
- Bulunduğum yol sağa çekebilmek için uygun değil . Ne söyleyeceksen söyle abi , dedim.

Kendimi en kötüsüne, ölüme hazırlamaya çalıştım. Olduğu kadar...

Cihan abi aldığı derin nefeslere bir yenisini daha eklerken,
- Sakin ol ama tamam mı abim? Dedi.
- Tamam , diyebildim.
- Salih 'in az önce kalbi durmuş. Geri döndürememişler. Başın sağolsun.

Gözlerim anında dolarken içimde birşeyler kırılıp kalbimin tüm odacıklarına ayrı ayrı battı. Parmak uçlarım direksiyonu sıkmaktan bembeyaz olurken ağlamamak için dirensemde gözümden süzülen birkaç damla yaşa engel olamadım . Böyle olmamalıydı. Hayatımızdaki insanları böyle zamansız ve amansız kaybetmemeliydik.

Cihan abinin,
- Hazan iyi misin? Diye soran sesiyle derince bir nefes aldım.
Değildim. Fırtınaya tek başına direnmeye çalışan bir ağaç misali kendi içimde savruluyor ve üşüyordum. Bu hikaye çok canımı yakıyordu.

- Değilim abi.
- Hazan...
- Sonra konuşalım mı?
- Peki abim . Dikkat et kendine.

Telefonu kapatıp gözümden süzülen yaşları sildim. Şimdi sallamazdım kendimi. Savcıydım şuan. Hazan değil.

Askeriyenin önünde arabamı durdurup aynadan yüzüme baktım. Dikkatli bir şekilde bakılmadığı sürece ağladığım anlaşılmazdı. Ve anlaşılmamalıydı. Savcıydım, güçlüydüm.

Arabadan indiğimde Fırat'ın arabasının hâlâ burada olduğunu görmüştüm. Gözlerimi araçtan çekip arkamdaki jandarmalarla beraber askeriyeye doğru ilerlemeye başladım. Bana her zaman kapıyı açan asker ne olduğunu anlamaya çalışan yüz ifadesiyle kapıyı açıp asker selamı verdi. Ona ,
- Rahat, diyerek askeriye binasına doğru ilerlemeye devam ettim.

O sırada gözüme askeriye bahçesindeki askerlere eğitim veren Fırat takıldı. O da bizi fark etmiş olacak ki yanındaki askerlere birşeyler söyleyip bu tarafa doğru gelmeye başladı. Üzerindeki askeri üniforma onu her böyle gördüğümde olduğu gibi beni ona hayran bırakırken yüzümü sabit tuttum.

Fırat karşımıza geçip çatık kaşları ve simsiyah gözleriyle yüzümü inceledi. Sanki beni ilk defa görüyormuş gibi öyle derin öyle farklı bakıyordu. İçini çekercesine bir nefes alıp beni baştan aşağı süzerken ilk konuşan ben oldum.
- Albayı çağırabilir misiniz Yüzbaşım?

Fırat gözlerimin içine bakıp,
- Emredersiniz savcım, diyerek bir askere eliyle işaret verip yanına çağırdı. Yanına gelen askere Albayı çağırmasını söylerken tekrar bana dönüp,
- Bir sorun mu var savcım? Diye sordu.
- Albay gelsin anlatacağım, dedim.
Fırat başını sallarken gözleri hâlâ üzerimdeydi. Ama ben gözlerimi ondan çekmiştim.

Bir süre sonra Albay askeriyenin kapısında göründü. Hemen ardında binbaşı Kenan Karadağlı'da bulunuyordu. Albay ne olduğunu anlamaya çalışan gözleriyle beni ve arkamdaki jandarmaları inceliyordu.

Albay yanımız gelip karşımızda dururken ,
- Hoşgeldiniz savcım. Bir sorun mu var ? Diye sordu.
Başımı sallayıp,
- Hoşbulduk demek isterdim ama pek hoş bulmadım albayım, dedim.
Albayın kaşları iyice çatılırken,
- Ne oldu savcım? Diye sordu.
Derin bir nefes alıp konuşmaya başladım. Herkesin gözü benim üzerimdeydi.
- Olan şu ki sizin Mustafa Tektaş diye bildiğiniz ama gerçek adı Baran Bekirhan olan adam bugün Hacer Kadıoğlu ve Kazım Bağcı'yı öldürmekten, İnci Kadıoğlu cinayetinde Cafer Kadıoğlu'na yardım etmekten tutuklandı. Bu da demek oluyor ki adamın terör örgütü TKÖ'yle bağlantısı var. Aldığımız duyumlara göre örgüte ait belgeleri burada saklıyormuş. Çay ocağını aramak zorundayız.

Ben bu bilgileri anlatırken etrafımıza Turan timi ve birçok asker daha toplanmıştı. O sırada Kenan Karadağlı'nın sesi duyuldu.
- Arama emriniz var mı savcım? Yoksa arama yapamazsınız.
Gözlerim anında onu bulurken yüzündeki gerginliği anlamak zor olmamıştı.
Hafifçe gülümseyip otoriter bir ses ve baskın gözlerle,
- Yok binbaşım ama herhangi bir aciliyet durumunda arama izni olmaksızın arama yapma yetkisine sahibim. CMK yasalarını okumanızı öneririm. Belki o zaman bana işimi öğretme hadsizliğine bir daha kalkışmazsınız, dedim. Binbaşı öfkeyle gözlerime bakarken izin ister gibi ,
- Albayım, diyerek Albaya döndüm.
Albay ise,
- Buyrun savcım, derken eliyle yolu gösterdi.
Peşimdeki jandarma ekibiyle beraber Albayın gösterdiği yere doğru ilerlemeye başladım.

" Kazamız mübarek olsun" dedim içimden. Bir yanım içeride herhangi birşey çıksın istemiyorken diğer yanım çıksın istiyordu. Baran'ı içeriye tıkmam için delile ihtiyacım vardı. Ama askeriyedekilerin başıda derde girmesin istiyordum. En azından herhangi bir soruşturma durumunda binbaşı Kenan Karadağlı'nin aleyhine birşeyler bulabilmeyi diledim.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

  


   


 
   

  

   


Loading...
0%