Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. Bölüm

@yikim2024

*****
Albayın yerini gösterdiği çay
ocağına girerken peşimizden Turan timi de gelmişti. Feyzullah'a dönüp,
- Aramaya başlayın, dedim.
Feyzullah,
- Emredersiniz savcım, derken bende onlarla beraber küçük seramik bir tezgahın, kahverengi tonlarında mutfak dolaplarının ve köşede ufak bir fırının bulunduğu mutfağa girmiştim.

Ellerimize tıbbi eldiven giymiştik. Jandarmalardan biri ilk iş olarak dolabın üstüne bakmak için tezgahın üzerine çöp poşeti serip çıktı. Feyzullah ve iki jandarmada dolapların içine bakarken bende küçük fırının kapağını açıp içine baktım. Elimi fırının içinde gezdirirken fırının tavan kısmında oraya yapıştırılmış bir poşet bulmuştum. Poşeti çekip çıkardığımda bunun bir uyuşturucu paketi olduğunu anlamam uzun sürmedi.

Albay ve Fırat elimdeki içinde beyaz bir toz bulunan pakete çatık kaşlarla bakarken onlarla göz göze geldim. Bu iş düşündüğümden daha çok sarpasaracaktı. Derin bir nefes alıp çöktüğüm fırının önünden kalkarken elimdeki paketi delil torbasına koydum.

O sırada Feyzullah,
- Savcım burada kilitli bir dolap var , dedi.
Oraya doğru ilerleyip asma kilitle kilitlenmiş olan dolaba bakıp,
- Açın, dedim.
Feyzullah,
- Emredersiniz savcım, derken dolaba art arda attığı tekmelerle sunta kapağı kırdı. Kırılan kapak yere düşüp ses çıkartırken kapağı ayağımla itip dolabın önüne çöktüm.

Dolabın içinde iki tane dosya ve küçük bir kutu vardı. Dosyalardan birini alıp açtım. Yine bir harita vardı. Dağ haritasından çok şehir içini gösteren bir haritaya benizyordu. Bu haritayla şehir içinde eylem yapacakları yeri belirliyor olabilirlerdi ya da başka birşey. Dosyanın diğer sayfasına geçerken başka bir harita daha çıkmıştı karşıma. Diğerine nazaran bu bir dağ haritasıydı.

Cafer'in evinde bulduğumuz haritadaki dağdan daha büyük bir dağa ait olduğu anlaşılıyordu. Harita üzerinde kırmızı kalemle işaretlenmiş bazı noktalar vardı. TKÖ sandığımızdan daha büyük bir örgüttü anlaşılan.

Elimdeki dosyayı Feyzullah'a uzatıp diğer dosyayı elime aldım. Dosyanın ilk sayfasında listelenmiş bir şekilde elli altmışa yakın isim vardı. İsimleri teker teker okuduğumda bu isimlerin kaçırılan çocuklara ait olduğunu anlamıştım. Üstüne üstlük İnci Kadıoğlu'nun ve Ayşe teyzenin oğlu olan Murat Beşer'in isimlerinin üzeri kırmızı kalemle çizilmişti.

İnsanları öldürmeyi bir görev olarak görüyorlardı. Ve her tamamladıkları "görevin" üzerini kırmızı kalemle çiziyorlardı. Görünen o ki daha çok insan öldüreceklerdi. Tabii ben izin verirsem.

Dudaklarımın arasından sinirle "şerefsizler" diye tısladım. Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Belki de bir savcı olarak küfür etmemeliydim. Ama kendimi tutamıyordum.

Gözlerimi kapatıp açarken diğer sayfaya geçtim. Bu sayfada bir fotoğraf vardı. Beni beynimden vuran ve üye olduğum kuruluşta eğtim aldığım yıllara götüren bir fotoğraftı bu. Fotoğrafı dosyanın içinden çıkartıp elime aldım.

Kıvırcık siyah saçları, zeytin yeşili gözleri, kemikli yüz hatları ve sporcu olduğunu belli eden kalın boynuyla fotoğraftaki bu kadın bana çok tanıdık geliyordu. Elimde tuttuğum bu fotoğrafta soğuk bakan gözlerine eşlik eden sert çehresi bana bir zamanlar sıcacık gülümserdi.

Verdiği nasihatler her zaman kulağıma küpe yüreğime kılavuzdu. Örnek aldığım, ileride olmak istediğim kişinin yansıması olan bu kadın üye olduğum kuruluşun en iyi hocalarından biriydi. Dövüş eğitimlerinin ve psikolojik eğitimlerin çoğunu ondan almıştım.

Şimdi bu çay ocağında, terör örgütü mensubu olan bir adamın dolabında fotoğrafının ne işi vardı? Etrafımdaki herkesi unutmuşcasına kitlenip kaldığım bu resmin burada olmasının tek bir açıklaması olabilirdi. Oda TKÖ denilen örgütün bizden haberi olduğuydu. Yani bizim onları bildiğimiz gibi onlarda üye olduğum kuruluşun varlığını biliyordu.

Ama kafamda oturmayan şeyler vardı. Bu kadın terör örgütünün içine sızmıştı. Eğer kim olduğunu biliyorlarsa onu çoktan infaz etmiş olmaları gerekirdi ki böyle bir durum oluştuğunda haberimiz mutlaka olurdu. O zaman ya kendini kurtarmayı başarmıştı ya da bu fotoğrafın burada olmasının başka bir açıklaması vardı.

Elimdeki resmin arka tarafını çevirdim. Bir yazı vardı.

Aslı Kodan.
VASÖ Ajanı

VASÖ... Bizden haberleri vardı.

Feyzullah'ın ,
- Savcım, diye seslenmesiyle kendime gelirken,
- Efendim? Dedim.
- Savcım iyi misiniz? Daldınız.

Derin bir nefes alıp kirpiklerimi kırpıştırırken,
- İyiyim, dedim.

Üzerimde hissettiğim bakışların ağırlığıyla çay ocağının girişinde bizi izleyen askerlere dönerken Fırat'la göz göze geldim. Çatık kaşlarıyla yüzümü tarıyordu. Yanında duran Oğuz'da öylece bana bakarken Feyzullah'ın,
- Savcım bu küçük kutudan bir sürü dinleme cihazı çıktı, demesiyle gözlerimi onlardan aldım.

Kutunun içindeki cihazlara bakarken karargâh odasına dinleme cihazını kimin yerleştirdiği de anlaşılmıştı. Tahmin ettiğim bir durum olduğundan pek şaşırmamıştım.

Elimdeki dosyayla beraber çöktüğüm yerden doğruldum. Feyzullah'a hitaben,
- Her yeri aradınız mı? Diye sordum.
Feyzullah,
- Aradık savcım. Başka birşey yok , derken onu başımla onaylayıp,
- Toplanın gidiyoruz, dedim.

Elimdeki dosyayı Feyzullah'a verip çay ocağındaki askerlerin arasından çıktım. Ve albayın karşısına geçtim. Albay,
- Savcım bizim gerçekten böyle birşeyden haberimiz yoktu. Nasıl olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim, dedi.
Fırat , Oğuz, binbaşı ve diğerleri ağzımdan çıkacak cümleleri pür dikkat dinlerken,
- Sizin birşeylerden haberiniz olmadığını biliyorum Albayım, dedim ve gözlerim binbaşıyı bulurken , "Ama içinizden birilerinin birşeylerden haberi var , diye ekledim.

Binbaşı gözlerini kaçırırken Albaya dönüp sözlerime devam ettim.
- Ve o birileri her kimse kimliği sahte olan bir adamı işe aldı. Bu adam bir terör örgütü mensubu ve askeriyedeki bilgileri terör örgütüne sızdırıp karargaha dinleme cihazı yerleştirdi. Ve siz burada yüzlerce asker bunu anlayamadınız. Bende nasıl olduğunu anlayabilmiş değilim albayım.

Albay mahçup bir şekilde yüzüme bakarken,
- Haklısınız savcım. Bizim hatamız , dedi.
Derin bir nefes aldım. Kimseyi azarlamak istemiyordum. Derdim bu değildi. Ama sorumsuzca davrandıklarını kabul etmeleri gerekiyordu.

- Her neyse olan oldu. Artık olacakları konuşmamız gerekiyor. Askeriyedeki herkes hakkında soruşturma açmak zorundayım. Bir süre başınız ağrıyacak. Şunu da söyleyeyim soruşturma bitene kadar kimse şehir dışına çıkamaz. Geriye kalan prosedürleri de soruşturmayı açtığımda size bildiririm.

Albay,
- Savcım ne kadar sürer bu soruşturma? Diye sordu.
- Belirli bir zaman veremem, diyerek yine binbaşının gözlerinin içine baktım ve " ama bu soruşturma sonucunda içimizde bulunan vatan hainlerinin teker teker kökünü kazımış olacağımızın garantisini verebilirim. Sizce de öyle değil mi binbaşım? "Dedim.

Binbaşı gözlerime öfkeyle bakıp derince yutkunurken,
- Ö...öyle savcım, dedi.
Onu başımla onaylarken,
- Herkes ayağını denk almalı, dedim.
Binbaşı bir süre ona tehditkâr bir şekilde bakan gözlerime bakıp,
- Benim bazı işlerim var. Size iyi günler savcım, diyerek gitti.

Alayla hafifçe gülümsedim. Ve gitmek için hazır olan jandarmalarla beraber çıkışa yönelmeden önce albayın sıkıntılı yüzüne bakıp,
- Canınızı fazla sıkmayın Albayım, dedim. "Hak eden hak ettiğini bulacak sadece. "
Albay hafifçe tebessüm ederken beni başıyla onaylayıp derince bir nefes aldı. Soruşturmanın gereklerinden az çok haberi olduğu içindi bu sıkıntılı hâli. Biliyordum. Ama yapacak birşey yoktu.
Herkese hitaben,
- İyi günler, derken Fırat'la göz göze geldim. Bana gözlerindeki pırıltılarla bakıyordu. Hayran gibi , seviyor gibi. Gözlerimi ondan çekip jandarmalarla beraber askeriyeden çıkmak üzere yürümeye başladım.

Askeriyeden çıktığımızda arabama binerken bir yandan da Cihan abiyi arıyordum. Ben motoru çalıştırırken açılan telefondan Cihan abinin,
- Efendim abim? Diyen sesi duyuldu.

Direksiyonu çevirip toprak yolda arkamdaki jandarma aracıyla ilerlemeye başlarken,
- Abi sana söylemem gereken çok önemli birşey var , dedim.

Cihan abi sorgu dolu sesiyle,
- Kötü birşey mi oldu Hazan? Diye sordu.
- Kötü olup olmadığını bilmiyorum abi ama TKÖ denilen örgütün bizden haberi var.

Cihan abi birkaç saniye duraksayıp,
- Nereden vardın bu kanıya ? Diye sordu.
- Abi TKÖ denilen örgüte mensup bir adamın çalıştığı yeri aradım az önce. Bir dolabın içinden Aslı Kodan'ın fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın arkasında da "VASÖ" yazıyordu.
- Nasıl olur Hazan? O kadın örgütün içine sızmadı mı? Haberleri olsa çoktan infaz ederlerdi ve bizde bunu saniyesine öğrenirdik.
- Bende onu düşünüyorum. Üstler Aslı Kodan'dan hâlâ sinyal alıyorlar mı?

Cihan abi oflar gibi derin bir nefes alırken,
- Bilmiyorum. Üstlerle bir konuşacağım bu konuyu. Sende dikkat et kendine , dedi ve ekledi." Bu arada Salih'in cenazesi yarın sabah kaldırılacakmış. Gelecek misin?"

Hafifçe yutkundum. İçim burkuldu. Gidemezdim. Onlarca yapmam gereken iş vardı. Üstüne üstlük yarın akşam Oğuz'un nişanı da vardı. Ve ben Oğuz'a söz vermiştim geleceğim diye. Kaldı ki Salih eniştemin ailesi ne beni ne de annem ve ablamı o cenazeye koymazdı. Huzursuzluk çıksın istemiyordum. Ayrıca bana ailemden herhangi biri de arayıp haber vermemişti.

- Gelemem abi. Yapmam gereken bir sürü iş var. Müsait bir zamanda gider ziyaret ederim.
- Peki abim. Ben senin yerine katılır bir bakarım.
- Sağol abi. Görüşürüz.
- Görüşürüz.

Telefonu kapattığımda içimdeki hüzünle baş başa kalmıştım. Ölüm benden bir sevdiğimi daha alırken ben cenazesine bile katılamıyordum. Canım yanıyordu. Baba kız bir hiç uğruna bir hafta arayla toprağın altına girmişti.

Gözümden yaşlar yağmur misali akarken dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtı. İçimin acısı biraz olsun dinsin diye durdurmadım kendimi. Parmak boğumlarım direksiyonu sıkmaktan bembeyaz olmuştu. Gözümün önündeki yol bulanıklaşırken gözümden süzülen yaşları avuç içimle silmeye çalıştım. Ama yerine yenileri ekleniyordu. Bende vazgeçtim onları silmekten.

Gözümden süzülen yaşlar çenemin altında birleşip boynuma doğru yol aldı bir müddet. Toprak yoldan çıkıp Şırnak trafiğine karışırken artık enişteme değil tüm ölen sevdiklerime ağlıyordum. Acılarımın hepsi birbirine bağlıydı sanki ve birinin ucunu tutunca diğerleride kendini gösteriyordu.

Derin derin nefesler alırken ağzıma astım ilacımı sıktım. O sırada Oğuz aradı. Boğazımı temizleyip aramayı yanıtladım.
- Efendim Oğuz?
- Hazan az önce canının biraz sıkkın olduğunu hissettim de iyi misin? Birşey mi oldu?

Derin bir nefes çektim içime. Birşey olmuştu ama bunu yarın nişanı olan Oğuz'a anlatmak doğru olur muydu? Benim üzgün olduğumu bilmek Oğuz'u da üzerdi. Onu üzmek , yarın ki nişanında benim yüzümden kendini huzursuz hissetmesine sebep olmak istemediğimden,
- Yok olmadı. Uykumu alamadım sadece , dedim.
Oğuz sorgular bir sesle,
- Emin misin? Dedi.
- Eminim. Hadi görüşürüz, işlerim var.
Oğuz'da "peki , görüşürüz" derken telefonu kapatmıştık.

*******
Adliyeye geçmeden önce bir teknoloji mağazasından adliyedeki odama yerleştirmek için küçük bir kamera aldım. Adliyeye varınca da arama kararı olmadan askeriyede yaptığım aramayı başsavcıya bildirip arama kararını belgelemek ve Baran Bekirhan'ı mahkemeye çıkarmak için iddianame yazmak üzere odama geçtim.

Feyzullah'lar da bulduğumuz uyuşturucuyu narkotik şube polislerine göndereceklerdi. Kilitli dolaptan çıkan dosyalar ise bendeydi. Aslı Kodan'ın fotoğrafı hariç.

Fotoğraf Feyzullah'ta kalmıştı. Çünkü o kadının kim olduğuna dair bir araştırma yürütüp Baran Bekirhan'ı da bu kadını nereden tanıdığına dair sorguya çekecek ve VASÖ'nün ne olduğunu soracaklardı.

Bu konu hakkında ise endişeli değildim. VASÖ hakkında ne kadar araştırma yaparlarsa yapsınlar hiçbir bilgi elde edemezlerdi. Fazlasıyla gizli bir kuruluştu VASÖ ( Vatan ve Adalet Savunma Örgütü). Tabii Baran birşeyler anlatabilirdi ki sanmıyordum. Kendini yeterince batırmışken ağzını bir daha açmaya cesaret edemezdi. Açsa da bir işe yaramazdı zaten.

Yaklaşık dört saate yakın arama emri ,iddianame ve askeriye hakkındaki soruşturma talep belgesiyle uğraşmıştım. Olabildiğince bütün delillerin kapsamlı bir şekilde anlatıldığı bir iddianame yazmaya çalışmış ve başsavcıya hazırladığım tüm belgeleri yollamıştım. Başsavcıdan aldığım geri dönüşte hem Cemal'in hemde Baran'ın mahkemesi pazartesi yapılacaktı. Önümüzdeki iki gün hafta sonu olduğu için mahkeme yapılamıyordu. Askeriyenin soruşturmasıda yarından itibaren başlamış olacaktı. Gün içinde askeriyeye uğrayıp soruşturma gerekleri hakkında albayı bilgilendirecektim.

Yazdığım belgelerin bir kopyasını da TKÖ dosyasına koyarken aldığım gizli kamerayı odaya yerleştirmek için yerimden kalktım. Bir süre kamera için odada uygun bir yer ararken masamın karşısındaki dolaba karar kıldım.

Dolap hem masayı hemde geniş açıda odanın içini görebiliyordu. Kamerayı bibloların ve evrakların arasına yerleştirip telefonumdan kameranın ağına bağlandım. Acısı iyiydi.

Sonra tekrar masama oturup saat 20.15'i gösterirken askeriyede bulduğumuz haritaları incelemeye başladım. Haritalardan bir dağa ait olduğu belli olan harita tahminimce Gabar dağıydı. Şırnak'ın kuzeydoğusunda kalan bu dağın aynı zamanda güneydoğusunda Turan timinin yaklaşık bir hafta önce göreve gittiği Cudi Dağı vardı. Kuzeyinde Eruh dağları bulunuyor, batı ve güneyinden ise Dicle nehri geçiyordu.

Anladığım kadarıyla TKÖ bu şekilde Şırnak'ı çevrelemişti. Ama eğer bu şekilde konumlandılarsa bulundukları bölgeye giren herkesi saniyesine indirebilirlerdi. Ayrıca Turan timinin Ömer Korhan'ın çocuklarını alıp gelmesi çok kısa sürmüştü. Cafer Kadıoğlu'nun evinde bulduğum mayınlı araziye ait haritalara bakılırsa ve tabii TKÖ denilen örgütün Cudi Dağındaki konumuna çocukları bu kadar kısa sürede bu kadar az hasarla almaları pekte aklıma yatmıyordu.

Cemal şerefisizide yakalanmış olmasına rağmen fazlasıyla rahattı. Bir oyun oynuyorlardı ama ne?

Gözlerimi haritadan alıp elimi alnıma götürürken herşeyi baştan düşünmeye başladım. Önce İnci'yi Cafer'e öldürtüp kızın sırtına TKÖ yazıp kendilerini kendi elleriyle ele vermişlerdi. Ömer Korhan'ı oracıkta öldürebilecekken çocuklarını kaçırıp serbest bırakmışlardı. Üstüne üstlük Ömer Korhan'ın yanında Cafer kendi kimliğini kendi açık etmişti. Bunu bilinçli yaptığını düşünmüyordum. Ama birileri birşeyleri bilinçli yapıyordu.

Cafer tutuklandığında ise örgüt hiçbir şey yapmamıştı. Cafer'in tutuklanıp hapse atılmasına göz yummuşlardı. Evdeki delilleri bulmakta çok kolay olmuştu. Ayrıca Baran "ben bu örgüt için Cafer'den daha önemliyim" demişti. Zannımca buraya kadar oynan oyun Cafer Kadıoğlu'nun üzerineydi. Adamdan kurtulmaya çalışmışlardı.

Peki evinde bulduğumuz haritalar? Onların elimize geçmesine neden izin vermişlerdi? Ormanda Hakan Çınar Cafer Kadıoğlu ve Baran Bekirhan konuşurken onları gizlice dinlemiştim. O belgelerin onlar için çok önemli olduğunu eğer elimize geçerse onlar için tehlikeli olacağını söylemişlerdi. Ya da tamamen Cafer'i oyuna getirmek için böyle konuşmuşlardı. Cafer'i pohpohlayıp sırtından vurmuşlardı. Ama neden?

Birde Baran mevzusu vardı. Bence balistik sonucundan Baran'a ulaşabileceğimizi hiç tahmin etmemişlerdi. Eğer Baran'ı kaçırmış olmasaydım zaten ulaşamazdım. Baran'ı kaçırmam kontrol edemedikleri bir durumdu.

Yani kısaca bir oyun oynuyorlardı ve ben bu oyundaki dengeleri bozuyordum. Eğer herşey düşündüğüm gibiyse Cemal'in yakalanması örgütün istediği üzerine gerçekleşmişti. O adam buraya birşey için gönderilmişti. Ama ne?

Eğer herşey düşündüğüm gibiyse büyük bir tehlikenin eşiğindeydik. Ve o örgüt hem üye olduğum VASÖ hem de benim hakkımda birşeyler biliyordu.

Gözlerimi düşüncelere daldığım yerden çekip şehre ait olan haritayı açtım önüme. Şırnak'ın ücra köşelerine ait bir haritaydı bu. Şırnak'ı pek iyi bilmediğim için tam olarak nereleri gösterdiğini anlamıyordum ama haritada gösterilen yerlerin merkeze uzak yerler olduğu anlaşılıyordu.

Bir süre haritada gösterilen yerleri internet üzerinden araştırıp inceledim. Bu yerler eski bir depo ya da terk edilmiş bir mahalle veyahut bir sokak arasına aitti. Yakın zamanda ortalık karışacak gibi hissederken saatin 23.30 olduğunu fark ettim.

Oturduğum yerde bedenimi esnetirken Oğuz'un nişanından sonra şehir haritasındaki yerlere polislerle bir ziyaret yapmaya karar verdim.

Kabanımı giyip , telefon ve araba anahtarınıda alırken masanın üzerini toplayıp belgeleri bir dolaba koydum ve dolabı kilitledim. Odadan çıkarken kapıyı da kilitlemiştim.

Arabama binip eve doğru yola koyulurken çok yorulduğumu hissettim. Uykumda gelmişti. Düşünüp durmaktan başım ağrıyordu. Bu yüzden bir an önce eve varabilmek için hızımı biraz artırdım.

******
Apartmanın önüne geldiğimde arabadan inmiştim. Arabanın kapısını kapatırken anlık bir başım döndüğü için alnımı kapıya dayadım. Bugün ağzıma tek lokma birşey koymadığımı hatırlarken parktaki köpek aklıma gelmişti.

Derin bir nefes alıp başımı arkaya doğru attığımda dördüncü katın balkonunda beni izleyen Fırat'ı gördüm. Kısa bir an ne yapacağımı bilemezken elim ayağıma dolaşmıştı.

Fırat'ın balkon demirlerine dayadığı elinde gecenin karanlığında alevi parlayan bir sigara vardı. Gördüğüm kadarıyla üstü çıplaktı. Buradan bile fazlasıyla yakışıklı görünürken nasıl bu şekilde balkona çıkabildiğini sorguladım. Ya bir kız onu bu halde görse ne olacaktı? Gerçi bananeydi.

Derin bir nefes alıp gözlerimi ondan çektim. Arabanın bagajına yönelip bir poşete kuru ve yaş mama koyup arabayı kilitledim.

Parka gitmek üzere yola koyulurken Fırat'ın beni izlediğini hissedebiliyordum. Umrumda değildi.

Ama kalbimdeydi işte.

Ayaklarımı yerde sürürcesine yürürken saçlarım rüzgarda savruluyordu. Gölgem ayağımın altına düşerken küçükken oynadığım o oyunu oynadım. Gölgemin üzerine imkansız olduğunu bile bile basmaya çalışıyordum.

Hep bir imkansızın peşindeyim zaten. Ama hepte sevgiler imkansızdı bana. Annemin beni sevmesi gibi Fırat'ın beni sevmesi de imkansızdı. Ve ben yoruluyordum bazen. Sırtımda değilde gönlümde taşıdıklarım yoruyordu beni. En çok kaçtığım şeye koşuyordum.

Derin bir nefes alıp verdim. Parka gelmiştim. Köpek bu sefer ona yemek verdiğim çam ağacının altında yatıyordu. Ona doğru ilerlediğimde uyuduğunu fark ettim. Yanına çöküp başını usulca okşarken köpek gözlerini açmıştı. Beni görünce yattığı yerde sürünerek bana sokuldu. Bende onu daha çok sevdim. Mıncıra mıncıra okşadım yanaklarını.

Bir süre köpeği sevgiye doyurduktan sonra karnını da doyurmak için poşeti açıp önüne koydum. O yemeğini yerken bende usulca tüylerini sevmeye devam ediyordum. Bu köpeği sevmek bana da iyi gelmişti. Vücudumdaki yorgunluk yerli yerinde dursa da zihnimdeki yorgunluk bir nebzede olsa azalmıştı.

Hayvanları oldum olası hep sevmişimdir. Şu dünyada yaratılan belki de en masum varlıklardır hayvanlar. İnsanlar onları düşünme yetileri olmadığı için, pis olduklarını düşündükleri için ya da hastalıklı olduklarına inandıkları için ve bazen de zevkine aşağılayıp, dövüp öldürürler.

Lakin düşünme yetileri olmasına rağmen kendilerinin ne kadar cahil olduklarını, onlara eziyet ederken ne kadar iğrenç göründüklerini ya da asıl hastalığın kendi kalplerinde ve beyinlerinde olduğunu hiçbir zaman anlamazlar. Ama birgün herkes yaptığı şeyin bedelini ödemeye başladığında dengeler değişir.

O an bir rüzgar esti. Vücudumda bir üşüme hissederken kışın yaklaştığını ve bu köpeğin yatacak sıcak bir yerinin olmadığını fark ettim. Ona bir yuva bulmalıydım. Şimdi neyse de kışın çok üşürdü burada. Tüylerini okşamaya devam ederken ,
- Sana bir yuva bulalım mı? Dedim.
Köpek inler gibi bir ses çıkarmıştı.
- Burada kalamazsın ama. Üşürsün. Kar yağınca çok soğuk olur burası.

Köpek yemeğini yemeye devam ederken yan gözlerle bana bakıyordu. Derin bir nefes alıp,
- Keşke astım hastası olmasaydım. Seni yanıma alırdım. Beraber sarılıp uyurduk, dedim.

Sesimde hafif bir hüzün vardı. O sırada üzerime düşen bir gölge hissettim. Sonra burnuma tanıdık bir koku geldi. Gözlerimi köpekten alıp yavaşça arkamı döndüğümde Fırat'ı gördüm.

O gelmeden kokusu gelmişti ve bu beni korkutuyordu. Ne ara kokusunu tanıyacak kadar tutulmuştum bu adama?

Fırat'ın yine kaşları çatıktı. Ben yere çökmüş bir vaziyetteyken o iki metrelik boyu ve beni her defasında etkileyen heybetli bedeniyle karşımda dururken bana bakıyordu. Zihnimde burada ne yaptığını ve beni takip edip etmediğini sorguluyordum. Şaşkındım. Daha az önce yarı çıplak bir şekilde balkonda sigara içmiyor muydu bu adam?

Gözlerimi ondan çekip önüme döndüm. Köpek hâlâ yemeğini yemeye devam ederken çöktüğüm yerden doğruldum. Ve tekrar Fırat'a döndüm. O ise elleri erkeksi bir şekilde belindeyken bana hesap soracakmış gibi duruyordu. Bu yüzden de ilk konuşan o oldu.

- Napıyorsun sen gecenin bir yarısı burada?

Bariton sesi beklediğim gibi hesap sorar bir tondaydı. Ama ben ona hesap vermek zorunda değildim. Ona neydi? Ne yapıyorsam yapıyordum.

- Size ne bundan?

Sesim sakindi. Tersliyor gibi değilde merak ettiğim bir soruyu soruyormuş gibiydim. Ama Fırat bunu beklediğim gibi anlamış kaşları daha da çatılıp gözleri öfkeyle parlarken dişlerinin arasından,
- Doğru konuş kızım benimle! İnsan gibi bir soru sorduk! Demişti ve bu cümleleri sarfederken bir eli "hayırdır" der gibi havaya doğru kalkmıştı.

Gözlerimi devirip,
- Bende insan gibi soruyorum işte "size ne bundan?" Dedim.

Niye bu kadar agrasif davranıyordum ki? Halbuki içim yumuşacıktı ona karşı. Belki de bu tavrım bilinç altımın duygularımı gizlemek için bana oluşturduğu bir kalkandı.

Fırat'ın yüz ifadesi gram yumuşamazken üzerime doğru bir iki adım geldi. Ben ise tedirgin olmaya başlamıştım. Karşımda başka biri olsa bana bu kadar yaklaşamaz yaklaşsa bile ben hiçbir şekilde gerilemezdim. Ama karşımdaki Fırat'tı işte. Sevdiğim adamdı. Ve ben onu sinirlendirdiğim ya da ona yalan söylediğim zaman kendimi babasını üzmüş bir kız çocuğu gibi kötü hissediyorum.

Fırat'ı bazen babama benzettiğimi fark ettim o an. Belki de "kız çocukları babalarına benzeyen adamlara aşık olurlar" sözü doğruydu.

Gözlerimi Fırat'ın gözlerinden kaçırırken başımı önüme eğmiştim. Zaten aramızdaki boy farkı yüzüne bakarken beni bir hayli yoruyordu.

Kulaklarıma Fırat'ın,
- Yüzüme bak , diyen erkeksi ve sert sesi dolarken başımı anında yerden kaldırıp yüzüne baktım. Ondan çekindiğimi düşünmemeli ya da anlamamalıydı.

- Baktım, ne?

Sesim içimin aksine güçlü çıkmıştı Fırat'a karşı.

Fırat ise bakışları gözlerime değer değmez yumuşarken bir süre yüzümü izledi. Derin derin bakıyordu yüzümün her zerresine. O an anladım ki Fırat'a karşı olan hislerim karşılıksız değildi. Sevdiğim adam beni seviyordu. Dünyadaki en güzel şeylerden biriydi belki de bu. Ama ben daha fazla korktum bu duygudan.

Fırat kendini toplamak ister gibi derin bir nefes aldı ve sadece,
- Hazan, dedi.

Ama ben anladım. Sadece adımı söyledi ama " yorma" der gibi , "zaten zor tutuyorum kendimi" der gibi " hiç iyi şeyler olmayacak" der gibiydi.

İtaat ettim ona. Bende çok yorulmuştum. Çok uykum vardı , açtım ve başım ağrıyordu. Oflar gibi bir nefes verip,
- Köpeği besliyorum gördüğünüz gibi, dedim.
Fırat ise gözlerini kapatıp açarken,
- Onu mu soruyorum? Bu saate niye yapıyorsun? Ya başına birşey gelse? İti var kopuğu var. Aldığın tehdit notlarını saymıyorum bile, dedi azarlar bir tonda.

Beni düşünmesi içimde bir yerleri okşarken onunla tartışmak istemediğimi fark ettim. Bu yüzden de,
- Haklısınız, demekle yetindim. Ama bunu öyle yorgun ve bitkin söylemiştim ki Fırat'ın bana kıyamayan gözlerle bakmasına sebep olmuştum.

O sırada köpek yemeğini yemiş ve yanıma gelip vücudunu bana yaslamıştı. Bende gözlerimi Fırat'tan alıp köpeğin başını okşadım. Sonra da yerdeki poşeti alıp doğrulurken yine başım dönmüştü. Olduğum yerde hafif bir sendelerken Fırat'ın belime dolanan kolu dengede kalmamı sağlamıştı.

Fırat endişesini hissettiğim ses tonuyla,
- Hazan iyi misin? Diye sordu.

İyiydim. Fırat kolunu belimden çekerse daha iyide olabilirdim.

Kendimi geri çekip Fırat'tan uzaklaştım. Ama Fırat bu seferde kolumu tuttu. Siyah hareleri yüzümü tarıyordu.

- İyiyim. Başım döndü sadece.
Fırat'ın kaşları biraz daha çatılırken elimdeki poşete uzanıp,
- Ver bana, derken kolu yine belimi buldu. Ve biz o şekilde çöp kutusuna doğru ilerlemeye başladık.

Ama Fırat'la bu kadar yakın olmak benim için pek iyi değildi . Bu yüzden,
- Ben kendim yürüyebilirim, demiş ve Fırat'ın sert bakışlarıyla karşılaşınca susmak zorunda kalmıştım.

Fırat benden aldığı poşeti çöpe atarken aynı şekilde apartmana doğru yürümeye başladık. Eli belimdeydi ve beni her an düşecekmişim gibi sımsıkı tutuyordu. Bedenim bedenine yaslıyken bir kas yığını olan vücudunun sertliğini hissedebiliyordum. Aynı zamanda sıcaklığınıda.

Bizi bu şekilde dışarıdan gören biri sevgili sanabilirdi. Ve umarım kimse özellikle de apartmandan biri bizi bu şekilde görmezdi.

Yine de şuan Fırat'la böyle yakın olmak beni mutlu ediyordu. Başım göğsüne gelirken Fırat'ın yanında küçücük kaldığımı ise göz ardı edemezdim. Bu garip bir şekilde hoşuma gidiyordu. Onun yanındayken hiçbir şey ve hiç kimse bana zarar vermezmiş gibi hissediyordum.

Ama benim yanımda Ona zarar verebilirlerdi.

Bu farkındalıkla gözlerimi ayaklarımdan alıp etrafa bakmak için başımı yerden kaldırdım. Fırat'ın olduğu tarafa kafamı döndürdüğümde Fırat'la göz göze gelmiş ve Onun beni izlediğini görmüştüm.

Beni izlemekten ve bu andan zevk alıyormuş gibi duruyordu. Siyah gözlerinin içinde alevler vardı sanki. Kendi yanıyormuşta "gel beraber yanalım" der gibi bakıyordu.

Gözlerimi sağa sola kaçırıp önüme döndüm. Fırat'ın gözlerindeki anlamlar kalbime ağır geliyordu. O bilmese de zaten beraber yanıyorduk. Ben onu kendi içimde her zerresine varana kadar ayrı ayrı seviyordum. O bilse de bilmese de. Belki de hiçbir zaman bilmeyecekti.

Yarının neler getireceğinden habersiz sevdiğim adamla soğuk bir ayaza ev sahipliği yapan Şırnak'ın bir sokağında öylece yürüdüm. Kader bize ne yazmış bekleyip görecektik...

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

  
  

  

  
  

   

Loading...
0%