@yikim2024
|
~~~~ Şuan ise adliyedeki odamda oturmuş Cemal'in davası için yeni bir mahkeme talep etmek adına iddianame yazıyordum. Formalite icabı yapılacak olan bu mahkeme çokta umrumda değildi ki zaten Cemal içeride Cafer Kadıoğlu'yla aynı koğuşa düşüp onu öldürmüşken kurtulmak gibi bir şansa asla sahip değildi. Yinede TKÖ dosyasına eklemek için o mahkemenin raporuna ihtiyacım vardı. Baran olayında da hâlâ bir gelişme yoktu. Polis ve jandarmalar her yerde onu arıyordu. Baran'ın fotoğrafı havaalanı ve otobüs terminallerine dağıtılmıştı. Şırnak'tan bu gibi ulaşım araçlarıyla ayrılamazdı. Sınırdaki askerlerde olaydan haberdardı. Kısaca bu şehirden çıkışı yoktu. Lakin ben Baran'ın bu şehirden çıkmak gibi bir derdi olduğunu da düşünmüyordum. Benden intikam almak istiyordu. Ama Cihan abinin söylediği gibi TKÖ Baran'dan desteğini çekmişse bu biraz zordu. Çünkü Baran yaralıydı. Ellerine sıktığım kurşunlar neyse de bacağına sıktığım kurşun neredeyse diz kapağını parçalıyordu. Üstüne üstlük onu bayıltana kadar dövmüştüm. Ve tüm bunlar bana Baran'ın o halde TKÖ militanlarının elinden kaçmasının imkansız olduğunu düşündürüyordu. Bir şekilde kaçsa bile polisin elinden Baran'ı alabilen şerefsizler için onu geri yakalamak pekte zor olmasa gerekti. Yine de hiçbir şeyden emin olamıyordum. Cihan abi bu olanları Hakan Çınar'ın odasına yerleştirdiğim dinleme cihazından öğrenmişti. Hâl böyleyken Hakan Çınar neden kimsenin olmadığı odasında yalan yanlış konuşsundu? Tabii eğer odadaki böceği fark edip bunu bize karşı kullanmaya çalışmıyorsa? Yine bir oyun dönüyormuş gibi hissederken herşeyin iyice sarpa sardığının idrakını anbean yaşıyordum. Bu cenderenin içinden nasıl çıkacağım ise tamamen bir muammaydı. Ve biliyordum ki Aslı Kodan TKÖ'nün elindeyken bu cendere günden güne tüm ülkeyi de içine alacaktı. Bu yüzden bir an önce birşeyler yapmam gerekiyordu. Önümdeki bardaktan ıhlamur çayını yudumlarken bilgisayar ekranına bakmaktan tutulan boynumu ve vücudumu esnettim. Bu hareketimle karnımdaki yara biraz acırken oturduğum siyah deri koltukta geriye doğru yaslandım. Gözlerim pencereden kasvetli gökyüzüne ve yağan yağmura takılmıştı. Canan teyzenin söylediğine göre Şırnak'a bugün yarın kar yağacaktı. Derin bir nefes çektim içime. Aralık ayının son günlerindeydik. Bu yılda benden birçok şey alıp gidiyordu. Birkaç ay sonra 25 yaşına basmış bir kadın olacaktım. Babam ise benimle aynı gün onbir yıllık bir ölü. Garipti. Hayatın insanı nereden vuracağı belli olmuyordu ama şunu bilebiliyordunuz; hayat sizi hep canınızın en çok yanacağı yerden vururdu. Bende de mutamadiyen böyle olmuştu. Daha annemin karnında bir bebek dahi olamadan ilk annemden vurulmuştum; Belki de o gün başladım büyümeye. Annemden sevgi beklememem gerektiğini o gün on dördüncü yaş günüme yine böyle birkaç ay kala öğrendim. En büyük yıkımımı o gün yaşadım. Babam ve annem bir kapının ardında benim duymadığımı düşünerek fütursuzca kavga ederken ben yine koca bir hayal kırıklığına yüreğimde ev sahipliği yapıyordum. Ve o kırıklar bir türlü yüreğimden çekip gitmiyorlardı. Sonra biraz daha büyüdüm. Babamı kaybederek ölümün soğuk ve acımasız yüzüyle tanıştım. Babasına aşık bir kız çocuğu için belki de en büyük yıkımdı bu. En gitmeyeceğine inandığım insanı da böyle kaybederken şarkıda da dediği gibi ; demir attı limana hüznün gemileri. Ve babamdan sonra Ali... Bana onsekiz yaşında ihanetin ne demek olduğunu öğreten kardeşim. Hayatımın en büyük sırrı ve en büyük yıkımı onda gizliydi. Ali benim anneme olan esaretim , kendime olan nefretim ve bu dünyaya karşı olan öfkemdi. Bu senede Berrak, Ecrin ve Salih eniştem. Üçü de pişmanlıklarımdı. Sevdiğim insanları koruyamamıştım. Koca bir özlem ve hüzünle kendi içimde başbaşa kalmıştım. Derin bir nefes aldım yine. İçimi çektim usulca. Dolan gözlerimi kırpıştırdım. Bir yanım bahar bahçeyken diğer yanım yine yaprak döküyordu. Bitirmek üzere olduğum belgeyi yazıp başsavcıya gönderdim. Mahkemeyi yarın için talep etmiştim. Şimdi ise siyah kabanımı üzerime geçirip askeriyeye gitmek için yola koyulacaktım. Telefonumu ve araba anahtarını alıp odamdan çıktım. Bir yandan da Kim Chin Mae'yi arıyordum. Askeriyedeki bilgisayarların verilerini alabilmek için yardıma ihtiyacım vardı. Kim Chin ise VASÖ'nün teknoloji birimindendi ve bu işte çok iyi olduğundan işimi hızlandırabilirdi. İkinci çalışta açılan telefonla beraber asansöre binerken Kim Chin'nin, Kim Chin birkaç saniye duraksarken, Telefonu kapattığımda asansörden inmiş ve çıkışa doğru ilerliyordum. O sırada adliyeye giriş yapan Hakan Çınar'la göz göze gelmiştik. Ondan gözlerimi çekip yanından geçmek üzereyken, Hakan Çınar öylece yüzüme bakarken kapıya doğru yönelip kendimden emin adımlarla adliyeden çıktım. Arabama bindiğimde hafiften ıslanmıştım. Hakan Çınar ise beni biraz sinirlendirmişti. "Her katil olay mahalline geri döner" sözündeki gibi bir tavır sergiliyordu. Gözlerinde garip bir bakış vardı. Belki de beni vuran oydu. Şu askeriye meselesini halledip beni vuran kişinin peşine kendimde düşecektim. Hakan Çınar şimdilik ilk ihtimalimdi. Motoru çalıştırıp Kim Chin'den gelen konuma doğru ilerlerken telefonum çalmaya başlamıştı. Gözlerimi anlık bir yoldan ayırıp ekrana baktığımda Fırat'ın adını gördüm. Yüzümde istemsizce bir tebessüm oluşurken aramayı yanıtladım. Sıkkıntılı bir nefes alıp, Fırat bir süre sessiz kalıp içini çekerken, Sonra da Fırat telefonu kapattı. Bende yanan kırmızı ışıkta durup başımı geriye doğru yasladım. Derin bir nefes aldığımda üzerime bir hüzün çöktü. Fırat'la beraber olalı birkaç gün olmasına rağmen sürekli tartışıyorduk. Canan teyzeyi rahatsız ettiğimizi düşünmekten ise kendimi alamıyordum. Belki de Canan teyze Filiz'in Fırat için benden daha iyi olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu ilişkiye başladığımızdan beri Fırat'la tartışıp duruyorduk. Canan teyze ise oğluna bir gelin istiyordu ve belki de benim doğru kişi olmadığımı düşünüyordu. Bilmiyordum . Fırat üzerime fazla geliyordu. İlgiye, sevgiye açtım belki ama böyle üzerime düşülmesi de beni boğuyordu. Yıllarca kimseye hesap vermeden yaşamıştım - ki kimsede benden hesap sormamıştı - kafama eseni yapardım. Nerede olursam olayım insanları rahatsız ettiğimi düşünmekten kendimi alamazdım. Onlarda kaldıkça da onlar değil belki ama ben rahatsız oluyordum. Ki kendime kendim bakabilirdim. Ama Fırat beni tanımadığından, bende kendimi anlatamadığımdan beni anlamıyordu. O sırada arkamdan gelen korna sesiyle yeşil ışığın yandığını fark edince kendime gelirken gaza basıp tekrar yola koyuldum. Bir süre öylece trafikte ilerlerken Kim Chin'nin attığı konuma gelmiştim. Kim Chin kaldırımda elindeki şemsiyeyle yine simsiyah giyinmiş bir vaziyette beni bekliyordu. Arabayı önünde durdurduğumda arabanın önünden dolanıp kapıyı açarken yanıma binmişti. Tekrar yola koyulurken Kim Chin, Ve sonra derin bir sessizliğe gömülürken askeriyeye gitmek üzere bu yağmurlu ve kasvetli havada Şırnak trafiğinde ilerlemeye başladım . ***** Arabanın camına vuran yağmur damlaları öylece kayıp giderken balçık gibi çamur olan toprak yolda ilerleyip sonunda askeriyenin önünde arabayı park ettiğimde Feyzullah'ların burada olduğunu gördüğüm jandarma aracından anlamıştım. Kim Chin inmek için kapıyı açarken bende arabanın anahtarını alıp arabadan indim. Askeriyenin kapısındaki asker sürgülü kapıyı açarken arabanın arka kapısını açıp iki tane bilgisayar çantasını aldım. Ve bir tanesini yanımda duran Kim Chin'e verdim. Sonra da kapıyı kapatıp arabayı kilitlerken askeriyeye doğru döndüm. Ve Kim Chin'le beraber çamurlu yolda askeriyeye ilerlerken siyah botlarıma bulaşan çamuru izliyordum. Yağmur ise biraz olsun dinmişti. Bende bugün Kim Chin gibi simsiyah giyinmiştim. Kendimi güçlü hissetmeye ve buna inanmaya ihtiyacım vardı. Dün gece Fırat'la yaşadığım ufak tartışmadan sonra evimde yalnız kalınca kendime bir fincan kahve koyup loş ışıkta öylece oturmuştum. Kendimi kendi içimde sorguya çekmiştim. O hep korktuğum "aşk" denilen şeyle şuan iç içeydim ve baş etmek benim için oldukça zordu. Üzülüyordum. Üzüyordum da. Ama kendi evimde kalmak istediğim için kendimi suçlu hissetmiyordum. Orası benim evimdi. Ben oraya kira ödüyordum. Elektrik, doğalgaz ve su faturası benim yükümlülüğümdeydi. Ait olduğum yer orasıydı benim. Ve kendimi iyi hissederken Fırat'larda kalamazdım. Ki onlarda kalmak bana yanlışta geliyordu. Bilmiyordum. Yorgun hissediyordum sadece. İnsanın sevdiği biriyle savaşması ne kadar zordu? Belki biraz uzak kalsak iyi gelirdi. O sırada askeriyenin sürgülü kapısına birkaç adım kala dikkatimi birşey çekti. Beyaz Mercedes bir arabanın "73 ABC 234" plakası. Bu plaka bana bir yerden tanıdık geliyordu. Zihnim fotografik hafızamda tarama yaparken adımlarım yavaşlamış gözüm arabanın plakasında takılı kalmıştı. Bu plakayı daha önce burada görmüş olabilirdim ama sanki başka bir yerden tanıdık geliyordu. Kim Chin'nin, Nöbetçi asker, Binaya doğru ilerlerken Turan timinin kapıda beni beklediğini görmüştüm. Albay en önde, solunda binbaşı ve sağında da Fırat vardı. Fırat'ın keskin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ama ona bakmadım. En azından yüzüne. Çünkü heyebetli ve kaslı bedenini saran askeri üniformasını , siyah askeri botlarını ve bana oldukça etkileyici gelen siyah kemerini görebiliyordum. Gözlerim benden bağımsız Fırat'ın olduğu bir ortamda ilk onu buluyor ve ilk onu inceliyordu. Kalp atışlarım hızlanırken hafifçe içimi çektim. Dün akşamdan sonra Fırat'ı bir daha görmemiştim. Bu yüzden onu özlediğimi fark ettim. Tamam Fırat beni sabahtan beri beş kez arayıp nasıl olduğumu ,iyi olup olmadığımı sormuştu ama bu onu özlememe engel değildi. Seviyordum onu. Ve sadece sesini duymak yetmiyordu. Kokusunu içime çekmek, o koca bedene sarılıp sıcacık olmak istiyordum. Ama az öncede söylediğim gibi biraz uzak kalsak belki iyi gelirdi. Fırat'ın bedeninden çektiğim gözlerim binbaşıyı bulurken onun gözleri de benim üzerimde üstüne üstlük yaramın olduğu karnımdaydı. O an aklıma bir soru düştü; vurulduğumu biliyordu. Ama nereden vurulduğumu bu kadar net bir şekilde bilebilir miydi? Neden beni görür görmez gözleri ilk vurulduğum yeri bulmuştu? Beni vurma ihtimali olanlar listesinde ikinci sıraya binbaşıyı eklerken albayın karşında adımlarımı durdurdum. Turan timi esas duruşa geçerken, Albayla ellerimiz ayrılırken binbaşı da elini uzatmıştı. Her ne kadar tutmak istemesem de binbaşının yüzü ve eli arasında gözlerimle mekik dokuyup elini sıktım. Albaya hitaben Kim Chin'ni gösterirken, Giriş katta olan karargâh odasının önünde dururken Kim Chin'e dönüp, Kim Chin'nin bu haline gülmemek için kendimi zor tutarken alt dudağımı ısırıp karargâh odasının kapısına doğru döndüm. O an Fırat'ın Kim Chin ve benim aramda gidip gelen gözlerini fark ettim. Kim Chin'den rahatsız olduğunu anlayabiliyordum. Belki de beni ondan kıskanıyordu. Kara gözlerinde bir öfkenin ateşi derinden derinden yanarken hafifçe içimi çekip albayın, Albay başıyla beni onaylarken Fırat başta olmak üzere herkesin gözü benim üzerimdeydi. Fırat ise diğerlerine nazaran bana gözleriyle bakmaktan fazlasını yapıyordu. Yan profilimden yüzümü izliyor ve beni inceliyordu. Usulca bir nefes alıp yağmurdan dolayı nemli olan ve yüzüme düşen saçlarımı elimle geriye doğru tararken Fırat'ı yok saymaya çalışarak sözlerime devam ettim; Albay sıkıntılı bir yüz ifadesiyle, - Albayım biliyorum bu soruşturma size büyük sorunlar çıkartıyor ama işlerin daha hızlı ilerlemesi için bunları yapmaya mecburuz. Bir an önce bu soruşturmayı kaldırıp TKÖ'ye karşı operasyon düzenlememiz gerekiyor, dedim cümlemin sonlarına doğru gözlerim anlık bir Kenan Karadağlı'yı bulurken. O sırada binbaşı, Gözlerinde alaycı bir ifade varken sesi sadece bir temenni de bulunuyormuş gibi çıkmıştı. Lakin bana gözdağı vermeye çalıştığını anlayabiliyordum. Gözlerimi binbaşının gözlerine dikitiğimde binbaşına öfkeyle bakan Oğuz'u görmüştüm. Fırat'ta ondan farklı değildi. Gerilen bedenini ve binbaşına dönen gözlerini hissedebiliyordum. Albayda binbaşıya dönerken ters ters bakmıştı. Bu masada ondan hoşlanmayan tek kişi ben değildim. Oturduğum sandalyede öne doğru eğilip masanın üzerindeki kalemlikten bir kalem aldım. Öylesine yaptığım bu hareket binbaşının gözlerinin ellerime düşmesine sebebiyet verirken, Binbaşı bana gözdağı veriyordu. Üzerime geldiğini zannediyor lakin kendini ele veriyordu. Madem öyleydi bende beni vuranın o olup olmadığını anlamak için onu psikolojik manipülasyon altına alabilirdim. Binbaşı ne kadar zeki olduğunu düşünürse düşünsün beden dili beyinden bağımsız çalışırdı. Gözlerim binbaşının gözlerine kilitliyken herkesin gözü bana dönmüştü. Özellikle Fırat'ın bakışlarının ağırlığını çok net bir şekilde hissedebiliyordum. Albay, Oğuz'un gözleri öfkeyle parlıyordu. Gözlerinin derinlerindeki acı beni kanlar içinde yerde bulduğu anı hatırladığını gösterirken Fırat'ın gözleride yüzümdeydi. Ve masanın altındaki bacağını titretip duruyordu. Aldığı derin ve sert nefesler öfkelendiğini gösteriyordu. Yumruklarını sıkmaktan ise parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Bu anlattıklarımı bilmiyordu. Nasıl vurulduğumu hiç sormamıştı. Ve şu halinden anlıyordum ki bu anlattıklarımı duymaya dayanamıyordu. Binbaşı ise gerilmişti. Gözlerini gözlerimden kaçırıyor sonra tekrar yüzüme bakıyordu. Gözleri birşeyleri hatırlıyormuş gibi bir yerlere takılırken devam ettim; Gözlerimi anlık bir albaya çevirirken, Elimde döndürüp durduğum kalemi masanın üzerine bırakırken binbaşının gözlerine tehditkâr gözlerle bakıp ekledim; Açık açık meydan okuyordum. Ve binbaşı bunu anlıyordu. Hafifçe içimi çekip gözlerimi binbaşıdan alıp albaya döndüm. Albay binbaşıyla aramda olanları anlıyordu. Ona dönen gözlerimle Kenan Karadağlı'da olan sorgulayıcı bakışlarını bana çevirdi. Albay, Bilgisayar askeriyenin ağına hemen bağlanırken binbaşının, Gözlerimi kısıp binbaşının yüzüne baktım birkaç saniye. Masadaki diğerleride bu sorunun cevabını merak etmiş olacak ki pür dikkat ağzımdan çıkacakları beklerken konuşmaya başladım; Binbaşı kaşlarını çatarken, Bir planım yoktu. Ama binbaşının bunu bilmesine gerekte yoktu. Binbaşı ise bir süre yüzümü inceleyip, Derin bir nefes alıp, Binbaşının gözleri öfkeyle parlarken, Hafifçe bir nefes aldım. Gözlerim Kenan Karadağlı'ın gözlerine kilitliyken zihnim başka birşey düşünüyordu. Eğer beni vuran Kenan Karadağlı ise bu da demek oluyordu ki Oğuz'un kuzenim olduğundan, Fırat ve ailesiyle aramdaki bağdan haberleri vardı. Hâl böyleyken benim yüzümden onların başına birşey gelebilirdi. Özellikle de Oğuz'un. En başından beri korktuğum şey başıma geliyordu. Birşey yapmalıydım ama onlardan gelecek hamleyi şuanlık tahmin edemiyordum. Şu günü atlatıp bu konuyu kendi içimde masaya yatırmam gerekiyordu. O sırada Kenan Karadağlı ayaklanıp, Kenan Karadağlı karargâh odasından çıktıktan sonra bilgisayardaki işime geri döndüm. Askeriyenin ağına bağlanmıştım ve yaptığım taramada ağı yöneten üç hesap olduğunu gördüm. Üstüne üstlük askeriyenin ağını oluşturan kod çok zayıftı. Çok kolay hacklenebilirdi ve ağı yöneten diğer iki hesaba bakılırsa çoktan hacklenmişti. Bu da demek oluyordu ki askeriyenin sistemine kaydedilen her veri diğer iki hesaba da aktarılıyordu. Hiçbir şey, hiçbir belge güvende değildi. Şimdilik yapabileceğim tek şey askeriyenin ağına blok indirip diğer iki ağı devredışı bırakmaktı. Soruşturmadan sonrada yeni bir kod ve yeni bir ağ şifresi yazmak icap ediyordu. Baktığım bilgisayar ekranında sıkıntılı bir nefes aldığımda albay, Derince alıp verdiğim nefesin ardından onlara bir açıklama yapmak adına konuşmaya başladım; Albay başını beni onaylar bir şekilde aşağı yukarı sallarken, Albaydan onay almak adına duraksadım. Albay sıkıntılı bir nefes verip, Albay hafif bir tebessüm edip Turan timine döndü. Albayın bu bakışıyla bütün tim ayağa kalkarken albayda ayaklanmıştı. Albay esas duruşa geçen Turan timine, Yine de umursamamaya çalışarak Kim Chin'le beraber karargâh odasına doğru ilerledim. İçeriye girdiğimizde albay çıkmak üzereyken, Kaçak çay içmek doğunun en vazgeçilmez kültürüydü. Albaylada hemşehri olduğumuzdan olsa gerek böyle söylemişti. Albayın kalktığı yere oturup bilgisayarımı önüme aldığımda Kim Chin' de ona verdiğim bilgisayarı açıyordu. O bilgisayarı da askeriyenin ağına bağlarken bilgisayar çantasından çıkardığım yüzlerce flaş belleği masanın üzerine koydum. Hangi belleğin içine yüklediğimiz belge ve verilerin kimin bilgisayarına ait olduğunu bulmak içinde küçük yapışkan kağıtlar almıştım. Bunları belleklerin üzerine yapıştırıp bilgisayarın sahibinin adını yazacaktık. Kim Chin'e ne yapması gerektiğini anlattığımda, Evet işim zordu lakin eğer VASÖ'nün yazdığı şu kod olmasaydı daha da zorlaşacaktı. Çünkü o zaman askeriyedeki bütün odaları teker teker gezip yüzlerce bilgisayarı birer birer incelemek zorunda kalacaktım. Üstüne üstlükte silinen verilere ulasamayacaktım ve o zamanda binbaşı haklı çıkmış olacaktı. Derin bir nefes alıp "hadi Bismillah" diyerek işe başlarken önce Askeriyenin ağına bir blok indirdim. Artık ben ve Kim Chin'deki bilgisayar dışında hiçbir bilgisayar ağa giriş yapamayacaktı. Ağı hackleyen kişiler bile. Şimdi de tam anlamıyla işe başlamadan önce elimdeki bilgisayarı Kim Chin'e doğru döndürüp, O sırada karargâh odasının kapısı çalışmıştı. Oturduğum yerden kalkıp sıcakladığım için üzerimdeki kabanı çıkardım. Kemerimin içine soktuğum silahı da otururken rahatsız ettiği için masanın üzerine koyduğumda kalktığım yere geri oturdum. Bugün biraz yorucu bir gün olacaktı. ****** Albayın bize çay getirip götürmek için görevlendirdiği asker dışında kimse bizi rahatsız etmemek adına odaya girmiyordu. Arada bir askeriyenin bahçesinden Fırat'ın "anlaşıldı mı asker , cevap ver asker , işinin başına asker , emirlerime karşı mı geliyorsun asker " gibi şeyler söyleyen sert ve bariton sesi yükseliyordu. O "asker" her kimse yerinde olsam işi bırakır giderdim. Fırat'ın sesi Kim Chin ve beni bile burada ürkütürken karşısındakini düşünemiyordum. Yine de elimizden geldiğince dışarıya kulak asmamaya çalışıyorduk. Gerçi Fırat'ın yüksek sesinin bize pekte bir zararı yoktu. Bir süre daha öylece çalıştıktan sonra oturduğum sandalyede vücudumu esnetip ilaçlarımı içmek için ayaklandım. İlaçlarım arabadaydı ve dışarıya çıkıp biraz hava almak iyi gelebilirdi. Çünkü bilgisayar ekranına bakmaktan gözlerim yanmaya başlamıştı. Kim Chin ise benden iyi durumdaydı. Sonuçta işi buydu. Yerimden kalkıp masanın üzerine bıraktığım silahı tekrar belime taktım. Üzerime de kabanımı giyerken kapıya doğru ilerlemeye başladım. Odadan çıkıp binanın çıkışına doğru yürürken koridorun diğer ucundaki Fırat'ı üzerindeki askeri üniformasının omzundaki üç yıldızdan yüzbaşı olduğunu anladığım bir kadınla konuşurken görmüştüm. Kadının örgülü siyah saçları beline kadar uzanıyordu. Yüzünü göremiyordum çünkü kadının sırtı bana dönüktü. Görebildiğim tek yüz Fırat'ın ciddi ve sert yüzüydü. Kadını dinliyordu. Ama anlamadığım şey Fırat bu kadar ciddi ve sert bir yüz ifadesine sahipken kadının neden güldüğüydü. Bunu sarsılan omuzlarından ve aramızdaki mesafenin gittikçe azalmasıyla kulaklarıma dolan kıkırdama seslerinden anlayabiliyordum. İçimde yine kıskançlığın o yakıcı hissi peyda olurken "sakin ol" dedim kendime. Olabilirdi. Meslektaşıyla konuşabilir, gülüşebilirdi. Bunda herhangi bir sorun yoktu. Hemen bir erkekle bir kadın konuşuyor diye yanlış şeyler düşünmek , onları saçma sapan düşüncelerle yaftalamak doğru değildi. Aynısı bana yapılsa bundan asla hoşlanmazdım. Ama o an birşey oldu. Kadın gülerken elini Fırat'ın koluna dokunmuştu. Ve ben içimde birşeylerin kırıldığını hissettim. Belkide abartıyordum, bilmiyorum ama aramız zaten bozukken böyle birşeyin olması beni üzmüştü. Yine de herhangi bir tepki vermeden yavaşlayan adımlarımı hızlandırırken Fırat'ın gözleri önce kadının koluna dokunan elini sonrada beni bulmuştu. Ama ben gözlerimi ondan hızla çekip askeriyeden çıktım. Soğuk hava yüzüme çarptığı anda saçlarım rüzgarda savrulurken derin bir nefes çektim içime. İçeride çok bunalmıştım. Bilgisayar ekranına bakmaktan ve karargâh odasındaki loş ışıktan sonra yanan gözlerim bu kasvetli havanın aydınlığında biraz kamaşmıştı. Binadan çıktıktan sonra adımlarımın hızını biraz düşürmüş ve gözlerimi kırpıştırmıştım. Askeriyenin sürgülü kapısına yaklaştığımda nöbetçi askerin yerinde olmadığını farkettim. Sorun yoktu. Kendi kapımı kendim açabilirdim. Ellerimdeki yarım deri eldivenimle paslı ve soğuk demir kapıyı tutup geriye doğru ittirdim. Kapı biraz ağırdı ama bende güçlüydüm. Yinede kapıyı itmek için sarf ettiğim güç yaramın acımasına neden olurken acıyla yüzümü buruşturup araladığım kapıdan çıktım. Kapıyı ardımdan geri kapatırken buraya doğru sert adımları ve sinirli yüzüyle gelen Fırat'ı görmüştüm. Umursamadan arkamı dönüp çamurlu toprak yolda arabama doğru ilerlemeye başladım. Bir elimde karnımdaki yaraya gitmişti. Acı yavaş yavaş yok olurken Kenan Karadağlı'nın arabasının yerinde olmadığını görmüştüm. Nereye gittiğini kendi içimde sorgularken arabama ulaşmıştım. Kabanımın cebinden çıkardığım anahtarla kilidi açıp arabanın yan koltuğuna bindim. Topido gözünden ilaçlarımı ve suyumu çıkarırken bir tanede bitter çikolata almıştım. Aç değildim ama ilacı içerken birşeyler atıştırmış olmak için aldığım bu çikolata içimi bir garip etmişti. Oturduğum koltukta geriye doğru yaslanırken yavaşça açtığım çikolatadan bir ısırık almıştım. Gözlerimi de usulca kapattığımda çikolata ağzımda eriyerek hoş bir tat bırakıyordu. Eskiden yani babam ölmeden önce bitter çikolatayı hiç sevmezdim. Tercihim hep sütlü çikolatadan yana olurdu. Gerçi küçükken acı olan hiçbir şeyden hoşlanmazdım. Çünkü hayatım yeterince acı, kalbim ise fazlasıyla kırıktı. Hani bir söz var ya "hayat bu kadar acılarla doluyken bari kahveyi şekerli içelim" diye işte benimki de o hesaptı. En sevdiğim mevsim yaz , en sevdiğim renk pembe ve en sevdiğim günler ise cumartesi pazardı. Ama zamanla babam öldükten sonra hepsi birer birer değişti. İçimdeki cıvıl cıvıl Hazan'ı yavaş yavaş kaybettim. Nefret ettim mesela yaz mevisiminden. Açık havalar bile derin bir hüzündü sanki benim için. Çünkü o havalarda herkes mutlu olurdu. İnsanlar aileleriyle parklara bahçelere giderdi. Evimizin köşesindeki parktan cıvıl cıvıl çocuk sesleri yükselir, anne babalar ise onlarla oynardı. Ben hiç doyasıya parklarda oynayamamıştım. İçimde bir öfkeydi belki de bu. Bir zaman sonra pembe renkten de nefret ettim. Hep simsiyah giyinirdim bugünde olduğu gibi. Hep içim dışım birdi yani. İkisi de alabildiğine karanlık. Tatil günlerinden de nefret etmeye başlamıştım. O günlerde evde kalmak zorunda olduğumdan bütün gün annemin nefret dolu bakışlarının hedefi olurdum. Annem herşey için tüm gün beni suçlar dururdu. Hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyormuş ve benim yüzümdenmiş. Babam ölmüş ve benim yüzümdenmiş. Eline birşey batsa, yolunda küçük bir taş olsa hepsi benim yüzümdendi anneme göre. Ve beni sürekli ablamla kıyaslayıp durudu. O benden daha iyiydi. Aslına bakılırsa anneme göre herkes benden daha iyiydi. Ama ben bilirdim; onlar gibi olsam da asla sevmeyecekti beni. Sadece canımı yakmak için söylüyordu o sözleri. Hâlbuki canımı yakmak için bu kadar çaba sarf etmesine gerek yoktu. Zira bakışlarıyla bile paramparça ediyordu ondan gelecek en ufak bir sevgi kırıntısına dahi muhtaç olan kalbimi. Annem aslında babam hayattayken üzerime bu kadar gelmezdi ama babam öldükten sonra kendi evimde bir sığıntıya dönüşmüştüm. Bir lokma ekmeği yerken bile tereddüt ederdim. Bu yüzden çok acıkmadıkça yemek yemez , zorunda kalmadıkça odamdan çıkmaz ve annemle mutamadiyen göz göze gelmekten sakınırdım. Belki de bu yüzdendi şimdiki hallerim. Fırat ve ailesine yük olmaktan rahatsız oluşum, onlarda kalmak istemeyişim, aman benim yüzümden kimse zarar görmesin diye her an tetikte oluşum, Canan teyzenin beni başkalarıyla kıyaslayıp o başkalarını Fırat'a benden daha layık görmesinden korkuşum hep bu yüzdendi belki de. Fırat benden başkasını sever , beni ve bu zavallı hallerimi kaldıramaz diye içimi ondan tüm gücümle müdafaa edişim. Hep en sevdiklerimi kaybettiğimden Fırat'ı çok sevmeye ve bu sevgiyi ona göstermeye çekinişim. Acıya meftun biriyken çiçekler açabileceğime inanmayışım. Hep kaybetmeye mahkummuş gibi ne zaman kaybedeceğimi bekleyişim . Ve bu bekleyişte kendi kendimi heba edişim belki de hep bundandı. Bana acıdan, mutsuzluktan başka bir yol yoktu. Bilmiyordum. İnsanın doğduğu ev kaderi miydi bilmiyordum ama "insanın doğduğu ev karakteriydi". Benimde öyleydi galiba. Annemin çocukluğumda ince eleyip sık dokuyarak ruhuma açtığı yaralar yavaş yavaş kabuklarından kurtulup sızım sızım sızlayarak kanıyordu. Belki acımı, içimdeki yaralı Hazan'ı iyi saklıyordum. Ama kimseler bilmese de o güçlü Hazan maskesinin altında yatanı ben biliyordum. En çokta bu yakıyordu ya canımı; kendi inanmadığım yalanlara başkalarını inandırmaya çalışmak. Ve bu yalanlara en çok inanmasını istediğim kişi inanmıyordu. Fırat... gözlerime baktığında kalbimi görüyordu. Ben bile kalbimi göremezken... Derin bir nefes alıp gözümden süzülen bir damla yaşı sildim. Bitirdiğim çikolatanın kağıdını torpido gözüne koyarken ilacımı ağzıma atıp suyuda peşinden içmiştim. Ellerimi ıslak mendille silerken bir çikolatanın beni nerelere götürdüğüne hayret etmiştim. Belki de olay çikolatada değil acıdaydı. Arabanın kapısını açıp inerken aracı kilitledim. Ve askeriyeye doğru ilerlemeye başladım. Sürgülü kapının önüne geldiğimde kapıyı açmak için bir hamlede bulunurken kapı biri tarafından açılmıştı. Nöbetçi asker olduğunu düşünürken karşımda heybetli bedeni ve çatık kaşlarıyla Fırat'ı görmeyi beklemiyordum. Yine de umursamadan askeriyenin bahçesine doğru adımlarken Fırat'a hitaben, Binaya giriş yaptığımda yüzüme vuran sıcak havayla üşüdüğümü hissettim. Gerçekten de dışarıda kar havası vardı. Karargâh odasına girdiğimde Kim Chin hâlâ bıraktığım gibi pür dikkat işini yapıyordu. Ona, ****** Yine bir esneme krizine girerken elimle ağzımı kapatmıştım. O sırada benimle aynı anda Kim Chin'de esnemişti. Bu durum beni güldürürken Kim Chin bana dönüp, Haklıydı. Yaklaşık bir saattir bu haldeydim ve esnemek bulaşıcıydı. Derin bir nefes alıp yüzümü ellerimle sıvazlarken, Gözlerimi sıkıca yumup alt dudağımı ısırırken, Bilgisayarları ve flaşları toplayıp üzerime kabanımı giyerken yine esnmiştim. Arabanın yanına yürümek bile o kadar zor geliyordu ki şuan. Kim Chin'de uzun siyah deri ceketini giyerken bana ters ters bakmış sonrada da bilgisayar çantasını aldığı gibi kendini odadan dışarıya atmıştı. Bende bilgisayar çantamı alıp karargâh odasından çıkarken albay buraya doğru geliyordu. Yanında da Fırat vardı. Adımlarımı durdurup onların yanıma gelmesini beklerken benimle beraber Kim Chin'de durmuştu. Albaya hitaben, İnsanların benim yüzümden kendilerini kötü hissetmelerini istemezdim. Çünkü bu hissin nasıl can sıkıcı olduğunu bilen biriydim. Albay başını sallayıp bana elini uzatmış ve, Elimi elinden çekip albaya bir baş selamı verdim. Kim Chin'de albayla el sıkışırken elini Fırat'a da uzatmıştı. Fırat sert bakışlarıyla bir Kim Chin'e birde eline bakıp nihayet elini sıkmıştı. Ama öyle sert sıkıyordu ki Kim Chin'in elinin acıdığına emindim. Lakin Kim Chin'in yüzünde tek bir mimik dahi oynamamıştı. Sonunda elleri ayrıldığında Kim Chin'le beraber Fırat'ın sert bakışları arasında askeriyeden çıktık. Yüzüme vuran soğuk hava beni biraz olsun kendime getirirken derin bir nefes aldım. Gözlerimin içi cayır cayır yanıyordu. Hava kararmıştı. Etraftaki sessizliğe bakılırsa askeriyede ufaktan boşalmaya başlamıştı. Elektrik direklerinin tepsideki sarı lambanın aydınlattığı toprak yol etrafını saran ağaçlarında katkısıyla ürkütücü görünüyordu. Sürgülü kapının önüne geldiğimizde nöbetçi asker kapıyı açmış ve, Arabaya binip şoför koltuğuna geçtiğimde Kim Chin'de yanıma oturmuştu. Bilgisayar çantalarını arka koltuğa koyup motoru çalıştırdığımda askeriyenin sürgülü kapısından Fırat'ın çıktığını ve buraya doğru öfkeli gözleriyle baktığını gördüm. O sırada Kim Chin, Anlık bir ona bakıp, Bu söylediğine hafif bir kahkaha atıp, Bu söyledikleri beni daha fazla güldürürken Kim Chin'le beraber bu karanlık orman yolunda ilerlemeye başladık. Ve tabi birde belirli bir takip mesafesinde hemen arkamdan gelen Fırat vardı. Yine tartışıp kavga edecektik. Ama ben çok yorgundum. Ruhum ayrı ,kalbim ayrı , bedenim ayrı yorgundu. Derin ve aynı zamanda sıkıntılı bir nefes aldığımda Kim Chin bana bakıp önüne dönerken eli radyoya gitmişti. Radyomda yine Neşet Ertaş vardı ve "neredesin sen?" Diyordu. Şu garip halimden bilen, işveli nazlı 💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧
|
0% |