Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. Bölüm

@yikim2024

~~~~
Yağmurlu bir Şırnak sabahında yola koyulup adliyeye geçmiştim. Başsavcıya işimin başına döndüğüme dair bilgilendirme yapıp TKÖ'ye ait delillerin çalınmasından sonra odamda kısa bir hasar tesbiti yapmıştım. Delillerin çalınması benim için büyük bir sorun teşkil etmese de yine de pek iyi olmamıştı. Eğer deliller çalınırken vurulmuş ve hastanede yatıyor olmasaydım hakkımda soruşturma bile açılabilirdi. Bir oyun oynuyorlardı ve benim bu oyunun içinde kalmamı istiyorlardı. Lakin bilmiyorlardı ki ben kaybetmeyi hiç sevmezdim.

Şuan ise adliyedeki odamda oturmuş Cemal'in davası için yeni bir mahkeme talep etmek adına iddianame yazıyordum. Formalite icabı yapılacak olan bu mahkeme çokta umrumda değildi ki zaten Cemal içeride Cafer Kadıoğlu'yla aynı koğuşa düşüp onu öldürmüşken kurtulmak gibi bir şansa asla sahip değildi. Yinede TKÖ dosyasına eklemek için o mahkemenin raporuna ihtiyacım vardı.

Baran olayında da hâlâ bir gelişme yoktu. Polis ve jandarmalar her yerde onu arıyordu. Baran'ın fotoğrafı havaalanı ve otobüs terminallerine dağıtılmıştı. Şırnak'tan bu gibi ulaşım araçlarıyla ayrılamazdı. Sınırdaki askerlerde olaydan haberdardı. Kısaca bu şehirden çıkışı yoktu. Lakin ben Baran'ın bu şehirden çıkmak gibi bir derdi olduğunu da düşünmüyordum. Benden intikam almak istiyordu. Ama Cihan abinin söylediği gibi TKÖ Baran'dan desteğini çekmişse bu biraz zordu. Çünkü Baran yaralıydı. Ellerine sıktığım kurşunlar neyse de bacağına sıktığım kurşun neredeyse diz kapağını parçalıyordu. Üstüne üstlük onu bayıltana kadar dövmüştüm. Ve tüm bunlar bana Baran'ın o halde TKÖ militanlarının elinden kaçmasının imkansız olduğunu düşündürüyordu. Bir şekilde kaçsa bile polisin elinden Baran'ı alabilen şerefsizler için onu geri yakalamak pekte zor olmasa gerekti. Yine de hiçbir şeyden emin olamıyordum. Cihan abi bu olanları Hakan Çınar'ın odasına yerleştirdiğim dinleme cihazından öğrenmişti. Hâl böyleyken Hakan Çınar neden kimsenin olmadığı odasında yalan yanlış konuşsundu? Tabii eğer odadaki böceği fark edip bunu bize karşı kullanmaya çalışmıyorsa?

Yine bir oyun dönüyormuş gibi hissederken herşeyin iyice sarpa sardığının idrakını anbean yaşıyordum. Bu cenderenin içinden nasıl çıkacağım ise tamamen bir muammaydı. Ve biliyordum ki Aslı Kodan TKÖ'nün elindeyken bu cendere günden güne tüm ülkeyi de içine alacaktı. Bu yüzden bir an önce birşeyler yapmam gerekiyordu.

Önümdeki bardaktan ıhlamur çayını yudumlarken bilgisayar ekranına bakmaktan tutulan boynumu ve vücudumu esnettim. Bu hareketimle karnımdaki yara biraz acırken oturduğum siyah deri koltukta geriye doğru yaslandım. Gözlerim pencereden kasvetli gökyüzüne ve yağan yağmura takılmıştı. Canan teyzenin söylediğine göre Şırnak'a bugün yarın kar yağacaktı.

Derin bir nefes çektim içime. Aralık ayının son günlerindeydik. Bu yılda benden birçok şey alıp gidiyordu. Birkaç ay sonra 25 yaşına basmış bir kadın olacaktım. Babam ise benimle aynı gün onbir yıllık bir ölü.

Garipti. Hayatın insanı nereden vuracağı belli olmuyordu ama şunu bilebiliyordunuz; hayat sizi hep canınızın en çok yanacağı yerden vururdu. Bende de mutamadiyen böyle olmuştu. Daha annemin karnında bir bebek dahi olamadan ilk annemden vurulmuştum;
Birgün babamla annem benim yüzümden kavga ederken babam anneme "Onu biraz olsun sevemez misin? En azından seviyorumuş gibi yapamaz mısın?" Demişti. Annem ise babama olağan gücüyle bağırırken "yapamam. İstemiyorum onu. Sevmiyorum. Doğurmakta istemedim . Eğer o gün onu düşürmeye çalıştığımda bana engel olmasaydın şuan bana onu sevmem için yalvarıyor olmazdın. Şimdi otur kendi çocuğunu kendin sev. Ben Ali'yle Serap'a zor yetiyorum." Demişti.

Belki de o gün başladım büyümeye. Annemden sevgi beklememem gerektiğini o gün on dördüncü yaş günüme yine böyle birkaç ay kala öğrendim. En büyük yıkımımı o gün yaşadım. Babam ve annem bir kapının ardında benim duymadığımı düşünerek fütursuzca kavga ederken ben yine koca bir hayal kırıklığına yüreğimde ev sahipliği yapıyordum. Ve o kırıklar bir türlü yüreğimden çekip gitmiyorlardı.

Sonra biraz daha büyüdüm. Babamı kaybederek ölümün soğuk ve acımasız yüzüyle tanıştım. Babasına aşık bir kız çocuğu için belki de en büyük yıkımdı bu. En gitmeyeceğine inandığım insanı da böyle kaybederken şarkıda da dediği gibi ; demir attı limana hüznün gemileri.

Ve babamdan sonra Ali... Bana onsekiz yaşında ihanetin ne demek olduğunu öğreten kardeşim. Hayatımın en büyük sırrı ve en büyük yıkımı onda gizliydi. Ali benim anneme olan esaretim , kendime olan nefretim ve bu dünyaya karşı olan öfkemdi.

Bu senede Berrak, Ecrin ve Salih eniştem. Üçü de pişmanlıklarımdı. Sevdiğim insanları koruyamamıştım. Koca bir özlem ve hüzünle kendi içimde başbaşa kalmıştım.

Derin bir nefes aldım yine. İçimi çektim usulca. Dolan gözlerimi kırpıştırdım. Bir yanım bahar bahçeyken diğer yanım yine yaprak döküyordu.

Bitirmek üzere olduğum belgeyi yazıp başsavcıya gönderdim. Mahkemeyi yarın için talep etmiştim. Şimdi ise siyah kabanımı üzerime geçirip askeriyeye gitmek için yola koyulacaktım. Telefonumu ve araba anahtarını alıp odamdan çıktım. Bir yandan da Kim Chin Mae'yi arıyordum. Askeriyedeki bilgisayarların verilerini alabilmek için yardıma ihtiyacım vardı. Kim Chin ise VASÖ'nün teknoloji birimindendi ve bu işte çok iyi olduğundan işimi hızlandırabilirdi.

İkinci çalışta açılan telefonla beraber asansöre binerken Kim Chin'nin,
- Söyle savcı, diyen sesi duyuldu.
- Sana da iyi günler, dedim imalı çıkan sesimle.
Kim Chin ise derin bir nefes alıp,
- Pardon, dedi.
- Sorun yok. Sana bir işim düştü.
- Ya çok şaşırdım(!)
- Eminim. Benimle beraber askeriyeye gelir misin?

Kim Chin birkaç saniye duraksarken,
- Gelirim de neden? Dedi .
- Yolda anlatırım. Neredesin ? Gelip alayım seni.
- Tamam. Konum atarım.

Telefonu kapattığımda asansörden inmiş ve çıkışa doğru ilerliyordum. O sırada adliyeye giriş yapan Hakan Çınar'la göz göze gelmiştik. Ondan gözlerimi çekip yanından geçmek üzereyken,
- Geçmiş olsun savcım, diyen sesini duydum. Dalga geçer gibi bir tınısı vardı.
Adımlarımı durdurup başımı ona çevirirken gözlerine ifadesizce birkaç saniye baktım ve tekrar adliyeden çıkmak üzere adımlamaya başladığımda Hakan Çınar,
- Ayıp ediyorsunuz savcım. En azından bir "sağolun" diyebilirsiniz, dedi.
İfadesiz yüzümü koruyup ona döndüm. Ve gözlerinin içine bakıp,
- Sağ olmamdan pek memnun gibi görünmüyorsunuz. Ve ben sizin aksinize istemediğim şeyleri söylemem, dedim.

Hakan Çınar öylece yüzüme bakarken kapıya doğru yönelip kendimden emin adımlarla adliyeden çıktım. Arabama bindiğimde hafiften ıslanmıştım. Hakan Çınar ise beni biraz sinirlendirmişti. "Her katil olay mahalline geri döner" sözündeki gibi bir tavır sergiliyordu. Gözlerinde garip bir bakış vardı. Belki de beni vuran oydu. Şu askeriye meselesini halledip beni vuran kişinin peşine kendimde düşecektim. Hakan Çınar şimdilik ilk ihtimalimdi.

Motoru çalıştırıp Kim Chin'den gelen konuma doğru ilerlerken telefonum çalmaya başlamıştı. Gözlerimi anlık bir yoldan ayırıp ekrana baktığımda Fırat'ın adını gördüm. Yüzümde istemsizce bir tebessüm oluşurken aramayı yanıtladım.
Fırat'ın,
- Hazan,diyen sesi kulaklarıma dolduğunda içim bir hoş olmuştu. Sesi telefonda konuşurken daha bir güzel geliyordu kulağa.
- Efedim?
Fırat'tan birkaç saniye ses gelmezken derince içini çektiğini duydum ve ardından da,
- İyi misin? Herhangi bir sorun var mı? Diye sordu.
- İyiyim . Bir sorun yok.
Fırat,
- Ne yapıyorsun? Diye sordu.
Hafifçe içimi çekip,
- Adliyeden yeni çıktım. Araba kullanıyorum. Bir iki saate askeriyeye gelirim, dedim.
Dün akşam kendi evimde kaldım diye soğuk yapıyordu. Ama bir yandan da merak ediyordu beni.
- Tamam. Birşey olursa ara beni, haberim olsun.

Sıkkıntılı bir nefes alıp,
- Tamam , dedim sadece. Telefonda konuşamazdım. Ki zaten ne söyleyeceğimide bilmiyordum.

Fırat bir süre sessiz kalıp içini çekerken,
- Tamam. Dikkat et, dedi.
- Ederim, dedim.

Sonra da Fırat telefonu kapattı. Bende yanan kırmızı ışıkta durup başımı geriye doğru yasladım. Derin bir nefes aldığımda üzerime bir hüzün çöktü. Fırat'la beraber olalı birkaç gün olmasına rağmen sürekli tartışıyorduk. Canan teyzeyi rahatsız ettiğimizi düşünmekten ise kendimi alamıyordum. Belki de Canan teyze Filiz'in Fırat için benden daha iyi olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu ilişkiye başladığımızdan beri Fırat'la tartışıp duruyorduk. Canan teyze ise oğluna bir gelin istiyordu ve belki de benim doğru kişi olmadığımı düşünüyordu. Bilmiyordum . Fırat üzerime fazla geliyordu. İlgiye, sevgiye açtım belki ama böyle üzerime düşülmesi de beni boğuyordu. Yıllarca kimseye hesap vermeden yaşamıştım - ki kimsede benden hesap sormamıştı - kafama eseni yapardım. Nerede olursam olayım insanları rahatsız ettiğimi düşünmekten kendimi alamazdım. Onlarda kaldıkça da onlar değil belki ama ben rahatsız oluyordum. Ki kendime kendim bakabilirdim. Ama Fırat beni tanımadığından, bende kendimi anlatamadığımdan beni anlamıyordu.

O sırada arkamdan gelen korna sesiyle yeşil ışığın yandığını fark edince kendime gelirken gaza basıp tekrar yola koyuldum. Bir süre öylece trafikte ilerlerken Kim Chin'nin attığı konuma gelmiştim. Kim Chin kaldırımda elindeki şemsiyeyle yine simsiyah giyinmiş bir vaziyette beni bekliyordu. Arabayı önünde durdurduğumda arabanın önünden dolanıp kapıyı açarken yanıma binmişti.

Tekrar yola koyulurken Kim Chin,
- Selam savcı, dedi elindeki şemsiyeyi arka koltuğa bırakırken.
- Selam , dedim sadece.

Ve sonra derin bir sessizliğe gömülürken askeriyeye gitmek üzere bu yağmurlu ve kasvetli havada Şırnak trafiğinde ilerlemeye başladım .

*****
Toprak yola girdiğimizde Kim Chin'e onu neden yanıma aldığımı anlatmıştım. O da bana yardımcı olabilmek için elinden geleni yapacağını söylemişti.

Arabanın camına vuran yağmur damlaları öylece kayıp giderken balçık gibi çamur olan toprak yolda ilerleyip sonunda askeriyenin önünde arabayı park ettiğimde Feyzullah'ların burada olduğunu gördüğüm jandarma aracından anlamıştım. Kim Chin inmek için kapıyı açarken bende arabanın anahtarını alıp arabadan indim. Askeriyenin kapısındaki asker sürgülü kapıyı açarken arabanın arka kapısını açıp iki tane bilgisayar çantasını aldım. Ve bir tanesini yanımda duran Kim Chin'e verdim. Sonra da kapıyı kapatıp arabayı kilitlerken askeriyeye doğru döndüm. Ve Kim Chin'le beraber çamurlu yolda askeriyeye ilerlerken siyah botlarıma bulaşan çamuru izliyordum. Yağmur ise biraz olsun dinmişti.

Bende bugün Kim Chin gibi simsiyah giyinmiştim. Kendimi güçlü hissetmeye ve buna inanmaya ihtiyacım vardı. Dün gece Fırat'la yaşadığım ufak tartışmadan sonra evimde yalnız kalınca kendime bir fincan kahve koyup loş ışıkta öylece oturmuştum. Kendimi kendi içimde sorguya çekmiştim. O hep korktuğum "aşk" denilen şeyle şuan iç içeydim ve baş etmek benim için oldukça zordu. Üzülüyordum. Üzüyordum da. Ama kendi evimde kalmak istediğim için kendimi suçlu hissetmiyordum. Orası benim evimdi. Ben oraya kira ödüyordum. Elektrik, doğalgaz ve su faturası benim yükümlülüğümdeydi. Ait olduğum yer orasıydı benim. Ve kendimi iyi hissederken Fırat'larda kalamazdım. Ki onlarda kalmak bana yanlışta geliyordu. Bilmiyordum. Yorgun hissediyordum sadece. İnsanın sevdiği biriyle savaşması ne kadar zordu? Belki biraz uzak kalsak iyi gelirdi.

O sırada askeriyenin sürgülü kapısına birkaç adım kala dikkatimi birşey çekti. Beyaz Mercedes bir arabanın "73 ABC 234" plakası. Bu plaka bana bir yerden tanıdık geliyordu. Zihnim fotografik hafızamda tarama yaparken adımlarım yavaşlamış gözüm arabanın plakasında takılı kalmıştı. Bu plakayı daha önce burada görmüş olabilirdim ama sanki başka bir yerden tanıdık geliyordu.

Kim Chin'nin,
- Birşey mi oldu savcı? Diyen sesi kulaklarıma dolarken birkaç saniye daha plakaya bakıp,
- Yok birşey, dedim ve gözlerimi arabadan alıp askeriyenin bahçesine Kim Chin'le beraber giriş yaptım.

Nöbetçi asker,
- Geçmiş olsun savcım, derken ona hafifçe tebessüm edip,
- Sağol, dedim.

Binaya doğru ilerlerken Turan timinin kapıda beni beklediğini görmüştüm. Albay en önde, solunda binbaşı ve sağında da Fırat vardı. Fırat'ın keskin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ama ona bakmadım. En azından yüzüne. Çünkü heyebetli ve kaslı bedenini saran askeri üniformasını , siyah askeri botlarını ve bana oldukça etkileyici gelen siyah kemerini görebiliyordum. Gözlerim benden bağımsız Fırat'ın olduğu bir ortamda ilk onu buluyor ve ilk onu inceliyordu. Kalp atışlarım hızlanırken hafifçe içimi çektim. Dün akşamdan sonra Fırat'ı bir daha görmemiştim. Bu yüzden onu özlediğimi fark ettim. Tamam Fırat beni sabahtan beri beş kez arayıp nasıl olduğumu ,iyi olup olmadığımı sormuştu ama bu onu özlememe engel değildi. Seviyordum onu. Ve sadece sesini duymak yetmiyordu. Kokusunu içime çekmek, o koca bedene sarılıp sıcacık olmak istiyordum. Ama az öncede söylediğim gibi biraz uzak kalsak belki iyi gelirdi.

Fırat'ın bedeninden çektiğim gözlerim binbaşıyı bulurken onun gözleri de benim üzerimde üstüne üstlük yaramın olduğu karnımdaydı. O an aklıma bir soru düştü; vurulduğumu biliyordu. Ama nereden vurulduğumu bu kadar net bir şekilde bilebilir miydi? Neden beni görür görmez gözleri ilk vurulduğum yeri bulmuştu?

Beni vurma ihtimali olanlar listesinde ikinci sıraya binbaşıyı eklerken albayın karşında adımlarımı durdurdum. Turan timi esas duruşa geçerken,
- Rahat , dedim düz bir ses tonuyla.
O sırada albay bana elini uzatmıştı. Bende yarım deri eldivenimin sardığı elimle albayın elini sıktım.
Albay,
- Geçmiş olsun savcım, dedi.
- Sağolun.
Albay hafifçe tebessüm edip,
- İyi gördüm sizi, dedi .
Tebessümüne karşılık verip,
- İyiyim, dedim .

Albayla ellerimiz ayrılırken binbaşı da elini uzatmıştı. Her ne kadar tutmak istemesem de binbaşının yüzü ve eli arasında gözlerimle mekik dokuyup elini sıktım.
Binbaşı,
- Geçmiş olsun savcım, derken gözlerimi gözlerine dikip,
- Eyvallah, dedim düz bir sesle.
Bu adamdan hiç haz etmiyordum. Ellerimiz ayrılırken bu seferde Fırat bana elini uzatmıştı. Bekletmeden sıktım. Yarım deri eldivenimden açıkta kalan parmaklarım Fırat'ın elinin sıcaklığını hissederken ellerimin üşümüş olduğunu fark ettim.
Fırat ise siyah hareleriyle yüzümün her zerresini tarayıp,
- Geçmiş olsun savcım, dedi bariton sesiyle. İçimdeki Hazan eriyip bitsede tepkisiz yüz ifademle,
- Sağolun, dedim.
Fırat'la ayrılan elime Oğuz'un eli uzanırken o da "geçmiş olsun" demiş ve ben ona da "sağolun" demiştim. Bütün timle Fırat'ın sert bakışları eşliğinde el sıkışıp bu faslı geçerken Kim Chin'ni tanıtmadığım aklıma geldi. Ki Fırat'ın sert bakışları onun da üzerinde gezinip duruyordu.

Albaya hitaben Kim Chin'ni gösterirken,
- Bu arada Kim Chin Mae. Kendisi bilgisayar mühendisi. Askeriyedeki bilgisayarları incelerken bana yardımcı olacak, diyerek açıklama yaptım.
Albay başını sallarken Kim Chin'e elini uzatmıştı. Kim Chin'de ona uzatılan eli sıkarken söze girip,
- Albayım karargâh odasında konuşabilir miyiz? Soruşturma süreciyle ilgili anlatmam gereken birkaç birşey var , dedim.
Albay,
- Emredersiniz savcım, derken içeriye doğru ilerlemeye başlamıştık. Turan timi de bizimle geliyordu. Sanırım soruşturma süresince askeriyenin düzeninden onlar sorumluydu.

Giriş katta olan karargâh odasının önünde dururken Kim Chin'e dönüp,
- Siz burada bekleyin, dedim.
Kim Chin ise rahat bir tavırla,
- Tamam savcı, derken herkesin gözü ona dönmüştü.
Bende Kim Chin'nin gözlerinin içine ters ters baktığımda Kim Chin ona bakan herkeste gözlerini gezdirip hafifçe yutkundu ve gerilen yüz ifadesiyle,
- Savcım, dedi. "Tamam sayın savcım"

Kim Chin'nin bu haline gülmemek için kendimi zor tutarken alt dudağımı ısırıp karargâh odasının kapısına doğru döndüm. O an Fırat'ın Kim Chin ve benim aramda gidip gelen gözlerini fark ettim. Kim Chin'den rahatsız olduğunu anlayabiliyordum. Belki de beni ondan kıskanıyordu. Kara gözlerinde bir öfkenin ateşi derinden derinden yanarken hafifçe içimi çekip albayın,
- Buyrun savcım, diyerek gösterdiği kapıdan içeriye girdim. Her zamanki yerlerimizi almıştık. Kahverengi tonlarındaki uzun dikdörtgen masanın başına albay, ben albayın solundaki sandalyeye, binbaşı benim karşıma ve Fırat'ta yanıma otururken diğerleride yerlerini almıştı. Elimdeki bilgisayar çantasını ayağımın yanına koyup , yarım deri eldivenimin sardığı ellerimi masanın üzerinde birbirine kentleyerek albaya döndüm. Ve konuşmaya başladım;
- Albayım vurulduğum için soruşturma süreci biraz sekteye uğradı. Zaman kaybettik bu yüzden işleri biraz hızlandırmak adına bir değil iki jandarma ekibiyle çalışacağız. Ayrıyeten PÖH'ten de iki polis ekibi talep edeceğim. Bugünden itibaren askerler onarlı guruplar halinde hastaneye kanlarında uyuşturucu madde olup olmadığına dair kan testi vermeye gidecekler. Bunun için hastaneyle konuşup doktor ve hemşireleri ayarladım. Büyük ihtimalle birşey çıkmayacaktır ama formalite icabı yapmak durumundayız. Ayrıca kişisel bilgisayarlarını da bize teslim etmek zorundalar. Askeriyenin yatakhanesinde ve lojmanda kalanlar dışında kendi evlerinde kalanlarda bilgisayarlarını askeriyeye getirip bize teslim etmeli.

Albay başıyla beni onaylarken Fırat başta olmak üzere herkesin gözü benim üzerimdeydi. Fırat ise diğerlerine nazaran bana gözleriyle bakmaktan fazlasını yapıyordu. Yan profilimden yüzümü izliyor ve beni inceliyordu. Usulca bir nefes alıp yağmurdan dolayı nemli olan ve yüzüme düşen saçlarımı elimle geriye doğru tararken Fırat'ı yok saymaya çalışarak sözlerime devam ettim;
- Ve askeriyede acil bir işi olmayan herkes burayı boşaltmalı ki ekipler işlerini daha rahat yapabilisinler. Ama daha öncede söylediğim gibi kimse şehir dışına çıkamaz.

Albay sıkıntılı bir yüz ifadesiyle,
- Emredersiniz savcım, dedi.
Bende hafifçe içimi çektim. Soruşturma sebebiyle askeriyede işlemesi gereken işler duraksıyordu.

- Albayım biliyorum bu soruşturma size büyük sorunlar çıkartıyor ama işlerin daha hızlı ilerlemesi için bunları yapmaya mecburuz. Bir an önce bu soruşturmayı kaldırıp TKÖ'ye karşı operasyon düzenlememiz gerekiyor, dedim cümlemin sonlarına doğru gözlerim anlık bir Kenan Karadağlı'yı bulurken.
Albay,
- Haklısınız savcım. Sizi vurabilecek kadar ileriye gittiler. Onlara bunun bedelini ödetmeliyiz, derken Fırat'ın alıp verdiği sert nefes kulaklarıma dolmuştu. Gerilen bedenini hissederken masanın altında yumruk yapıp adeleli bacağının üzerine koyduğu damarlı elini ise görebiliyordum.

O sırada binbaşı,
- Umarım siz soruşturmayı kaldırıp TKÖ'ye karşı operasyon düzenlemeden sizi öldürmeyi tekrar denemezler savcım, dedi.

Gözlerinde alaycı bir ifade varken sesi sadece bir temenni de bulunuyormuş gibi çıkmıştı. Lakin bana gözdağı vermeye çalıştığını anlayabiliyordum.

Gözlerimi binbaşının gözlerine dikitiğimde binbaşına öfkeyle bakan Oğuz'u görmüştüm. Fırat'ta ondan farklı değildi. Gerilen bedenini ve binbaşına dönen gözlerini hissedebiliyordum. Albayda binbaşıya dönerken ters ters bakmıştı. Bu masada ondan hoşlanmayan tek kişi ben değildim.

Oturduğum sandalyede öne doğru eğilip masanın üzerindeki kalemlikten bir kalem aldım. Öylesine yaptığım bu hareket binbaşının gözlerinin ellerime düşmesine sebebiyet verirken,
- Tekrar deneyeceklerini sanmıyorum, dedim. Binbaşının gözleri tekrar gözlerimi bulurken ekledim "zaten beni vururken de niyetleri öldürmek değildi."

Binbaşı bana gözdağı veriyordu. Üzerime geldiğini zannediyor lakin kendini ele veriyordu. Madem öyleydi bende beni vuranın o olup olmadığını anlamak için onu psikolojik manipülasyon altına alabilirdim. Binbaşı ne kadar zeki olduğunu düşünürse düşünsün beden dili beyinden bağımsız çalışırdı.

Gözlerim binbaşının gözlerine kilitliyken herkesin gözü bana dönmüştü. Özellikle Fırat'ın bakışlarının ağırlığını çok net bir şekilde hissedebiliyordum.

Albay,
- Nasıl yani savcım? Diye sordu.
Elimdeki kalemi parmaklarımın arasında çevirirken anlık bir albaya dönüp gözlerim tekrar Kenan Karadağlı'yı bulurken,
- Şöyle ki albayım; lazer ışıklı bir av tüfeğiyle vuruldum. Tüfeğin lazer ışığı önce kalbimin üzerindeydi. Bunu fark ettiğimde bana silahın doğrultulduğunu düşündüğüm binaya doğru gözlerimi çevirdim. Sonra bir el ateş sesi duyuldu ama kalbime saplanmasını beklediğim kurşun karın boşluğuma isabet etmişti , diyerek duraksadım.

Oğuz'un gözleri öfkeyle parlıyordu. Gözlerinin derinlerindeki acı beni kanlar içinde yerde bulduğu anı hatırladığını gösterirken Fırat'ın gözleride yüzümdeydi. Ve masanın altındaki bacağını titretip duruyordu. Aldığı derin ve sert nefesler öfkelendiğini gösteriyordu. Yumruklarını sıkmaktan ise parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Bu anlattıklarımı bilmiyordu. Nasıl vurulduğumu hiç sormamıştı. Ve şu halinden anlıyordum ki bu anlattıklarımı duymaya dayanamıyordu.

Binbaşı ise gerilmişti. Gözlerini gözlerimden kaçırıyor sonra tekrar yüzüme bakıyordu. Gözleri birşeyleri hatırlıyormuş gibi bir yerlere takılırken devam ettim;
- Ardından ikinci kurşun saplandı karnıma. Ama ilk kuruşunla ikinci kurşunun vücuduma isabet etmesinin arasında beş on saniyelik bir zaman dilimi vardı. Yani beni vuran kişi ikinci kuruşunu sıkarken tereddüt etti. Belki de ikinci kurşunu aldığı emrin dışında sıkmıştı.

Gözlerimi anlık bir albaya çevirirken,
- Eğer durum böyleyse beni vuran kişi beni tanıyan biri. Ve buda demek oluyor ki bende onu tanıyorum, dedim.
Binbaşı hafifçe yutkunurken devam ettim sözlerime;
- Beni vururken de amaçları askeriyedeki delilleri yok etmek ve Baran'ı kaçırmak için zaman kazanmaktı. Kullandıkları av tüfeğiyle de onları avlamaya çalışırken av olacağıma dair kendilerince bir mesaj vermeye çalışıyorlardı.

Elimde döndürüp durduğum kalemi masanın üzerine bırakırken binbaşının gözlerine tehditkâr gözlerle bakıp ekledim;
- Tahmin ettiğim gibi beni vuran kişi tanıdığım biriyse illaki bir yerde denk düşeriz binbaşım. Ve eğer söylediğiniz gibi beni vurmayı tekrar denerlerse sorun yok, burdayız.

Açık açık meydan okuyordum. Ve binbaşı bunu anlıyordu. Hafifçe içimi çekip gözlerimi binbaşıdan alıp albaya döndüm. Albay binbaşıyla aramda olanları anlıyordu. Ona dönen gözlerimle Kenan Karadağlı'da olan sorgulayıcı bakışlarını bana çevirdi.
Ve ben,
- Neyse albayım. Artık bir yerden başlayalım. Bana askeriyedeki bilgisayarların bağlı olduğu ağın şifresini verebilir misiniz? Dedim ayağımın yanındaki bilgisayar çantasını alıp açarken.

Albay,
- Emredersiniz savcım, dediğinde bilgisayarı çantadan çıkarıp açtım. Windows sisteminde tüm programlara girip command prompt sekmesine tıklayıp VASÖ'nün teknoloji biriminin bilgisayardan silinen verileri geri döndürmek için yazdığı kodu girmeye başladım. Bu kod aynı zamanda VASÖ'nün arşivine de bağlıydı. Yani benim askeriyenin ağından alacağım veriler VASÖ'nün arşivine de gidecekti. Parmaklarım klavyenin üzerinde hızla hareket ederken Fırat beni izliyordu. Bilgisayarın ekranında beliren yeşil ve beyaz yazılar hızla geçip giderken bilgisayara gerekli yüklemeyi yapmıştım.
Albaya dönüp,
- Şifreyi söyleyin lütfen, dedim.
Albay,
- Sirnaksilopi73, derken başımı salladım. Şifre çok basitti.

Bilgisayar askeriyenin ağına hemen bağlanırken binbaşının,
- Savcım birşey sorabilir miyim? Diyen sesi kulaklarıma doldu. Gözlerimi bilgisayar ekranından çekerken binbaşına döndüm.
- Tabii , dedim düz bir sesle.
Binbaşı ise oturduğu yerde öne doğru eğilip elllerini masanın üzerinde birbirine kenetlerken,
- Az önce TKÖ'nün sizi vururken amaçlarından birinin de askeriyedeki delilleri yok etmek olduğunu söylediniz. Hâl böyleyken askeriyeyi arayıp ne bulmayı planlıyorsunuz? Yani eğer delilleri yok ettilerse yapacağınız aramada elinize pek birşey geçmeyecektir, dedi gözlerimin içine bakarak.

Gözlerimi kısıp binbaşının yüzüne baktım birkaç saniye. Masadaki diğerleride bu sorunun cevabını merak etmiş olacak ki pür dikkat ağzımdan çıkacakları beklerken konuşmaya başladım;
- Binbaşım ben başıma gelecekleri her zaman daha önceden az çok tahmin ederim. Tedbir almıyorsam ya umursamıyorumdur ya da düşmanımın umursamadığımı düşünmesini istiyorumdur. Her zaman illaki bir b planım vardır.

Binbaşı kaşlarını çatarken,
- Yani bir planınız mı vardı? Diye sordu.
Öylece gözlerine bakıp,
- Kim bilir? Dedim.

Bir planım yoktu. Ama binbaşının bunu bilmesine gerekte yoktu.

Binbaşı ise bir süre yüzümü inceleyip,
- Peki o zaman neden vurulacağınızı da tahmin edip bir önlem almadınız? Sanırım bu sefer başınıza geleceği tahmin edemediniz, dedi. Güya bana laf sokuyordu.

Derin bir nefes alıp,
- Yoo, ettim Binbaşım, dedim. Fırat'ın Kenan Karadağlı'daki öfkeli gözleri hızla beni bulurken Oğuz'da bana dönmüştü. Onları umursamadan devam ettim. " Ama dürüst olmak gerekirse bu kadar erken olacağını düşünmemiştim. Yani TKÖ'nün bu kadar ödlek olabileceği aklıma gelmedi. Gözümde fazla büyütmüş olmalıyım. Kısaca stratejik bir hata değildi. "Denginin eline düşmeyen ziyan olurmuş" binbaşım. İnsanın düşmanı da olsa dengi olmalı, öyle değil mi? Dedim.

Binbaşının gözleri öfkeyle parlarken,
- Başka bir sorunuz var mıydı? Cevaplandıralım, dedim.
Binbaşı,
- Yok savcım, dedi. Dişlerini sıkıyordu. İçten içe bana bileniyordu. Şuan elinde olsa sıkardı kafama. Öyle sinirlenmişti. Ama ben alacağımı almıştım. Beni vuran Kenan Karadağlı'ydı. Az önce kapıda gözüme takılan araçta büyük ihtimalle onundu. Çünkü bu araç Oğuz'un nişanının olduğu gün bir süre peşimde gezinmişti. Plakayı da oradan hatırlıyordum . Ama zihnim o gün eniştemin cenazesiyle o kadar meşguldü ki bu durumun üzerine fazla düşmemiştim. Şırnak'ın tek bir merkezi vardı ve bir gördüğünüz aracı bir daha görebilirdiniz.

Hafifçe bir nefes aldım. Gözlerim Kenan Karadağlı'ın gözlerine kilitliyken zihnim başka birşey düşünüyordu. Eğer beni vuran Kenan Karadağlı ise bu da demek oluyordu ki Oğuz'un kuzenim olduğundan, Fırat ve ailesiyle aramdaki bağdan haberleri vardı. Hâl böyleyken benim yüzümden onların başına birşey gelebilirdi. Özellikle de Oğuz'un.

En başından beri korktuğum şey başıma geliyordu. Birşey yapmalıydım ama onlardan gelecek hamleyi şuanlık tahmin edemiyordum. Şu günü atlatıp bu konuyu kendi içimde masaya yatırmam gerekiyordu.

O sırada Kenan Karadağlı ayaklanıp,
- Benim birkaç işim var savcım, müsaadenizle, diyerek albaya izin ister gibi baktı.
Albay ,
- Çıkabilirsiniz binbaşım, derken Kenan Karadağlı karargâh odasından çıkıp gitmişti. Kim bilir hangi şerefsizle konuşup arkamdan ne planlar yapacaklardı? Sadece bana yüklenseler sorun yoktu ama sevdiklerime dokunurlarsa onlara dar ederdim bu dünyayı.

Kenan Karadağlı karargâh odasından çıktıktan sonra bilgisayardaki işime geri döndüm. Askeriyenin ağına bağlanmıştım ve yaptığım taramada ağı yöneten üç hesap olduğunu gördüm. Üstüne üstlük askeriyenin ağını oluşturan kod çok zayıftı. Çok kolay hacklenebilirdi ve ağı yöneten diğer iki hesaba bakılırsa çoktan hacklenmişti. Bu da demek oluyordu ki askeriyenin sistemine kaydedilen her veri diğer iki hesaba da aktarılıyordu. Hiçbir şey, hiçbir belge güvende değildi.

Şimdilik yapabileceğim tek şey askeriyenin ağına blok indirip diğer iki ağı devredışı bırakmaktı. Soruşturmadan sonrada yeni bir kod ve yeni bir ağ şifresi yazmak icap ediyordu.

Baktığım bilgisayar ekranında sıkıntılı bir nefes aldığımda albay,
- Bir sorun mu var savcım? Diye sordu.
Gözlerimi bilgisayarın ekranından alıp albaya döndüm.
Ve ,
- Maalesef var albayım, dedim.
Albayın kaşları çatılırken Fırat, Oğuz ve timin geri kalanı da sorgulayıcı gözlerle yüzüme bakıyordu.

Derince alıp verdiğim nefesin ardından onlara bir açıklama yapmak adına konuşmaya başladım;
- Askeriyenin ağı hacklenmiş. Bilgisayarlara kayıt ettiğiniz tüm veri ve belgeler başka bilgisayarlara da kayıt ediliyor.
Albay ,
- Nasıl olur savcım? Dedi şaşkın bir şekilde.
- Aslında çokta zor değil. Ağın şifresi hatta ağı oluşturan yazılım bile çok zayıf. Bu da ağın hacklenmesini gayet olağan kılıyor. Büyük ihtimalle TKÖ'nün yaptığı birşey. Üstüne üstlük askeriyede onlara çalışan biri varken bu durum sizi çokta şaşırtmamalı Albayım.

Albay başını beni onaylar bir şekilde aşağı yukarı sallarken,
- Haklısınız savcım, dedi. "Peki ne olacak şimdi? Yani ne yapacağız?"
- Şuanlık yapabileceğimiz pek fazla birşey yok. Ama ağa bir blok indirmem gerekiyor. Bu da demek oluyor ki bir süre askeriyenin ağına ben dışında kimse ulaşamayacak. Askeriyedeki bilgisayarlara yeni bir belge ya da veri yüklenemeyecek. Bilgisayarlar çalışmayacak yani.

Albaydan onay almak adına duraksadım.
Albay,
- Emredersiniz savcım, dedi.
Başımı sallayıp devam ettim;
- Bir diğer yapabileceğimiz şey ise ağı hackleyen bilgisayarlara askeriyeden çaldıkları tüm veri ve belgeri silecek olan bir virüs bulaştıracağız. Soruşturma bittikten sonrada size yeni bir ağ yazılımı ve şifresi oluşturacağız. Daha zor kırılabilen bir yazılım ve şifre.

Albay sıkıntılı bir nefes verip,
- Eski belgeler ne olacak peki ? Onlara bir zarar gelir mi savcım? Diye sordu.
- Merak etmeyin. Tüm bunları yapmadan önce bütün belge ve verileri güvenceye alacağız.
Albay başını sallayıp sıkıntılı bir nefes alıp verirken,
- Sağolun savcım, dedi.
- Siz sağolun, dedim. "Görevim"

Albay hafif bir tebessüm edip Turan timine döndü. Albayın bu bakışıyla bütün tim ayağa kalkarken albayda ayaklanmıştı.
Albay Fırat'a hitaben,
- Turan timi! dedi güçlü ve sert sesiyle.
Fırat ve diğerleri de,
- Emredin komutanım! dediğinde sesleri hep bir ağızdan çıkmıştı. Ama ben bu dokuz kişinin içinde sadece Fırat'ın sert ve bariton sesini duyabiliyordum. Bu ses kalp atışlarımı hızlandırıyor , içimden ılık ılık birşeyler akmasına neden oluyordu. Hafifçe içimi çekip önümdeki bilgisayarda askeriyenin ağ arşivine girerken albay Turan timine,
- Askerlerin onarlı gruplar halinde hastaneye gitmesinden siz sorumlusunuz. En ufak bir karışıklık istemiyorum! Dedi.
Turan timi yine hep bir ağızdan,
- Emredersiniz komutanım! Derken albay,
- Askerlerin kişisel bilgisayarlarını toplamaktan da siz sorumlusunuz. Tek bir bilgisayar dahi eksik istemiyorum! Anlaşıldı mı?! Diye de ekledi.
Turan timi,
- Anlaşıldı komutanım, diyerek esas duruş alırken neden bu kadar bağırdıklarını düşündüm. Oturup sessiz sakin konuşabilirlerdi.

Albay esas duruşa geçen Turan timine,
- Rahat! Çıkabilirsiniz, dedi.
Onlarda,
- Emredersiniz komutanım, diyerek kapıya doğru yönelirlerken bende Kim Chin'ni içeriye çağırmak adına ayaklandım. Ama önce albaydan karargâh odasını kullanıp kullanamayacağımıza dair izin almam gerekiyordu.
Bu yüzden,
- Albayım, dedim.
Albay ise,
- Buyrun savcım, derken,
- Karargâh odasını kullanabilir miyiz? Diye sordum.
Albay,
- Tabi savcım. Buyrun lütfen, dedi.
Başımı sallayıp odadan çıktığımda karargâh odasının karşısındaki duvara yaslanmış öylece duran Kim Chin'ni gördüm ve yanına gidip,
- Gel benimle, dedim.
Kim Chin ise,
- Şükür. Ağaç olduk burada, derken hafifçe tebessüm ettim. O sırada da askeriye binasından çıkmak üzere olan Fırat'ın öfkeli ve sert bakışlarına eşlik eden çatık kaşlarıyla karşılaşmıştım. Bu bakışlar bana tek birşeyi gösteriyordu; akşam yine bize tartışma yolları gözükmüştü.

Yine de umursamamaya çalışarak Kim Chin'le beraber karargâh odasına doğru ilerledim. İçeriye girdiğimizde albay çıkmak üzereyken,
- Kolay gelsin savcım, bir isteğiniz var mı? Dedi.
İşimiz uzun sürecek gibi durduğundan albaya ,
- Çay , dedim Kim Chin'e de " içer misin?" Der gibi bakarken. Kim Chin olumlu anlamda başını salladığında tekrar albaya dönmüştüm.
Albay ise hafifçe gülüp,
- Emredersiniz savcım, hemen gönderiyorum. Çok güzel kaçak çayımız var , dedi.

Kaçak çay içmek doğunun en vazgeçilmez kültürüydü. Albaylada hemşehri olduğumuzdan olsa gerek böyle söylemişti.
Gülümseyip,
- Sağolun, dedim.
Albay tekrardan "kolay gelsin" diyerek karargâh odasından çıkmıştı.

Albayın kalktığı yere oturup bilgisayarımı önüme aldığımda Kim Chin' de ona verdiğim bilgisayarı açıyordu. O bilgisayarı da askeriyenin ağına bağlarken bilgisayar çantasından çıkardığım yüzlerce flaş belleği masanın üzerine koydum. Hangi belleğin içine yüklediğimiz belge ve verilerin kimin bilgisayarına ait olduğunu bulmak içinde küçük yapışkan kağıtlar almıştım. Bunları belleklerin üzerine yapıştırıp bilgisayarın sahibinin adını yazacaktık.

Kim Chin'e ne yapması gerektiğini anlattığımda,
- Peki ne yapacaksın bunları? Diye sordu.
- Teker teker inceleyeceğim, dedim.
Kim Chin,
- İşin zor , dediğinde onu başımla onayladım.

Evet işim zordu lakin eğer VASÖ'nün yazdığı şu kod olmasaydı daha da zorlaşacaktı. Çünkü o zaman askeriyedeki bütün odaları teker teker gezip yüzlerce bilgisayarı birer birer incelemek zorunda kalacaktım. Üstüne üstlükte silinen verilere ulasamayacaktım ve o zamanda binbaşı haklı çıkmış olacaktı.

Derin bir nefes alıp "hadi Bismillah" diyerek işe başlarken önce Askeriyenin ağına bir blok indirdim. Artık ben ve Kim Chin'deki bilgisayar dışında hiçbir bilgisayar ağa giriş yapamayacaktı. Ağı hackleyen kişiler bile.

Şimdi de tam anlamıyla işe başlamadan önce elimdeki bilgisayarı Kim Chin'e doğru döndürüp,
- Şu iki ağa veri ve belgeleri silen bir virüs bulaştırabilir misin? Dedim.
Kim Chin birkaç saniye bilgisayar ekranının tarayıp,
- Hallederiz, dedi.
Ve bilgisayarı önüne çekip parmaklarını klavyenin üzerinde hızla hareket ettirirken dışarıdan gür bir ses yükselmişti. Kim Chin'le göz göze geldiğimizde bu ses bana fazla yabancı değildi.

O sırada karargâh odasının kapısı çalışmıştı.
- Gir , dedim.
İçeriye elinde çay tepsisiyle giren asker çayları masaya koyarken,
- Afiyet olsun savcım, demişti.
Bende ,
- Sağol, derken merakıma yenilip, " dışarıda ne oluyor?" Diye sordum.
Asker,
- Fırat komutanım, savcım. Sinirli yine bugün, demişti.
Başımı salladım sadece. Benim yüzümden sinirliydi. Ve yine benim yüzümden askerler Fırat'ın bu sinirinden nasibini alıyordu. İçten içe kendimi kötü hissederken hafifçe içimi çektim. Çayları getiren askerde tekrar "afiyet olsun" diyerek karargâh odasından çıkmıştı.

Oturduğum yerden kalkıp sıcakladığım için üzerimdeki kabanı çıkardım. Kemerimin içine soktuğum silahı da otururken rahatsız ettiği için masanın üzerine koyduğumda kalktığım yere geri oturdum.

Bugün biraz yorucu bir gün olacaktı.

******
Saat 13.30'u gösterirken Kim Chin'le beraber toplamda 10 bilgisayarın silinmiş ve şuan içinde bulunan veri ve belgelerini belleklere yükleyebilmiştik. Yaklaşık dört saattir yerimizden hiç kalkmadan loş bir ışığa sahip olan bu yarı karanlık karargâh odasında gözlerimiz bilgisayar ekranına kilitli , parmaklarımız klavyede öylece işimizi yapıyorduk.

Albayın bize çay getirip götürmek için görevlendirdiği asker dışında kimse bizi rahatsız etmemek adına odaya girmiyordu. Arada bir askeriyenin bahçesinden Fırat'ın "anlaşıldı mı asker , cevap ver asker , işinin başına asker , emirlerime karşı mı geliyorsun asker " gibi şeyler söyleyen sert ve bariton sesi yükseliyordu. O "asker" her kimse yerinde olsam işi bırakır giderdim. Fırat'ın sesi Kim Chin ve beni bile burada ürkütürken karşısındakini düşünemiyordum.

Yine de elimizden geldiğince dışarıya kulak asmamaya çalışıyorduk. Gerçi Fırat'ın yüksek sesinin bize pekte bir zararı yoktu.

Bir süre daha öylece çalıştıktan sonra oturduğum sandalyede vücudumu esnetip ilaçlarımı içmek için ayaklandım. İlaçlarım arabadaydı ve dışarıya çıkıp biraz hava almak iyi gelebilirdi. Çünkü bilgisayar ekranına bakmaktan gözlerim yanmaya başlamıştı. Kim Chin ise benden iyi durumdaydı. Sonuçta işi buydu.

Yerimden kalkıp masanın üzerine bıraktığım silahı tekrar belime taktım. Üzerime de kabanımı giyerken kapıya doğru ilerlemeye başladım.
Karargâh odasından çıkmadan da Kim Chin'e
- Ben ilaçlarımı içip geliyorum. Sen devam et , dedim.
Kim Chin ise bana hiç dönmeden,
- Tamam, dedi.

Odadan çıkıp binanın çıkışına doğru yürürken koridorun diğer ucundaki Fırat'ı üzerindeki askeri üniformasının omzundaki üç yıldızdan yüzbaşı olduğunu anladığım bir kadınla konuşurken görmüştüm. Kadının örgülü siyah saçları beline kadar uzanıyordu. Yüzünü göremiyordum çünkü kadının sırtı bana dönüktü. Görebildiğim tek yüz Fırat'ın ciddi ve sert yüzüydü. Kadını dinliyordu. Ama anlamadığım şey Fırat bu kadar ciddi ve sert bir yüz ifadesine sahipken kadının neden güldüğüydü. Bunu sarsılan omuzlarından ve aramızdaki mesafenin gittikçe azalmasıyla kulaklarıma dolan kıkırdama seslerinden anlayabiliyordum.

İçimde yine kıskançlığın o yakıcı hissi peyda olurken "sakin ol" dedim kendime. Olabilirdi. Meslektaşıyla konuşabilir, gülüşebilirdi. Bunda herhangi bir sorun yoktu. Hemen bir erkekle bir kadın konuşuyor diye yanlış şeyler düşünmek , onları saçma sapan düşüncelerle yaftalamak doğru değildi. Aynısı bana yapılsa bundan asla hoşlanmazdım.

Ama o an birşey oldu. Kadın gülerken elini Fırat'ın koluna dokunmuştu. Ve ben içimde birşeylerin kırıldığını hissettim. Belkide abartıyordum, bilmiyorum ama aramız zaten bozukken böyle birşeyin olması beni üzmüştü. Yine de herhangi bir tepki vermeden yavaşlayan adımlarımı hızlandırırken Fırat'ın gözleri önce kadının koluna dokunan elini sonrada beni bulmuştu. Ama ben gözlerimi ondan hızla çekip askeriyeden çıktım.

Soğuk hava yüzüme çarptığı anda saçlarım rüzgarda savrulurken derin bir nefes çektim içime. İçeride çok bunalmıştım. Bilgisayar ekranına bakmaktan ve karargâh odasındaki loş ışıktan sonra yanan gözlerim bu kasvetli havanın aydınlığında biraz kamaşmıştı.

Binadan çıktıktan sonra adımlarımın hızını biraz düşürmüş ve gözlerimi kırpıştırmıştım. Askeriyenin sürgülü kapısına yaklaştığımda nöbetçi askerin yerinde olmadığını farkettim. Sorun yoktu. Kendi kapımı kendim açabilirdim. Ellerimdeki yarım deri eldivenimle paslı ve soğuk demir kapıyı tutup geriye doğru ittirdim. Kapı biraz ağırdı ama bende güçlüydüm. Yinede kapıyı itmek için sarf ettiğim güç yaramın acımasına neden olurken acıyla yüzümü buruşturup araladığım kapıdan çıktım. Kapıyı ardımdan geri kapatırken buraya doğru sert adımları ve sinirli yüzüyle gelen Fırat'ı görmüştüm.

Umursamadan arkamı dönüp çamurlu toprak yolda arabama doğru ilerlemeye başladım. Bir elimde karnımdaki yaraya gitmişti. Acı yavaş yavaş yok olurken Kenan Karadağlı'nın arabasının yerinde olmadığını görmüştüm. Nereye gittiğini kendi içimde sorgularken arabama ulaşmıştım. Kabanımın cebinden çıkardığım anahtarla kilidi açıp arabanın yan koltuğuna bindim. Topido gözünden ilaçlarımı ve suyumu çıkarırken bir tanede bitter çikolata almıştım. Aç değildim ama ilacı içerken birşeyler atıştırmış olmak için aldığım bu çikolata içimi bir garip etmişti.

Oturduğum koltukta geriye doğru yaslanırken yavaşça açtığım çikolatadan bir ısırık almıştım. Gözlerimi de usulca kapattığımda çikolata ağzımda eriyerek hoş bir tat bırakıyordu.

Eskiden yani babam ölmeden önce bitter çikolatayı hiç sevmezdim. Tercihim hep sütlü çikolatadan yana olurdu. Gerçi küçükken acı olan hiçbir şeyden hoşlanmazdım. Çünkü hayatım yeterince acı, kalbim ise fazlasıyla kırıktı. Hani bir söz var ya "hayat bu kadar acılarla doluyken bari kahveyi şekerli içelim" diye işte benimki de o hesaptı.

En sevdiğim mevsim yaz , en sevdiğim renk pembe ve en sevdiğim günler ise cumartesi pazardı. Ama zamanla babam öldükten sonra hepsi birer birer değişti. İçimdeki cıvıl cıvıl Hazan'ı yavaş yavaş kaybettim. Nefret ettim mesela yaz mevisiminden. Açık havalar bile derin bir hüzündü sanki benim için. Çünkü o havalarda herkes mutlu olurdu. İnsanlar aileleriyle parklara bahçelere giderdi. Evimizin köşesindeki parktan cıvıl cıvıl çocuk sesleri yükselir, anne babalar ise onlarla oynardı. Ben hiç doyasıya parklarda oynayamamıştım. İçimde bir öfkeydi belki de bu.

Bir zaman sonra pembe renkten de nefret ettim. Hep simsiyah giyinirdim bugünde olduğu gibi. Hep içim dışım birdi yani. İkisi de alabildiğine karanlık.

Tatil günlerinden de nefret etmeye başlamıştım. O günlerde evde kalmak zorunda olduğumdan bütün gün annemin nefret dolu bakışlarının hedefi olurdum. Annem herşey için tüm gün beni suçlar dururdu. Hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyormuş ve benim yüzümdenmiş. Babam ölmüş ve benim yüzümdenmiş. Eline birşey batsa, yolunda küçük bir taş olsa hepsi benim yüzümdendi anneme göre. Ve beni sürekli ablamla kıyaslayıp durudu. O benden daha iyiydi. Aslına bakılırsa anneme göre herkes benden daha iyiydi. Ama ben bilirdim; onlar gibi olsam da asla sevmeyecekti beni. Sadece canımı yakmak için söylüyordu o sözleri. Hâlbuki canımı yakmak için bu kadar çaba sarf etmesine gerek yoktu. Zira bakışlarıyla bile paramparça ediyordu ondan gelecek en ufak bir sevgi kırıntısına dahi muhtaç olan kalbimi.

Annem aslında babam hayattayken üzerime bu kadar gelmezdi ama babam öldükten sonra kendi evimde bir sığıntıya dönüşmüştüm. Bir lokma ekmeği yerken bile tereddüt ederdim. Bu yüzden çok acıkmadıkça yemek yemez , zorunda kalmadıkça odamdan çıkmaz ve annemle mutamadiyen göz göze gelmekten sakınırdım.

Belki de bu yüzdendi şimdiki hallerim. Fırat ve ailesine yük olmaktan rahatsız oluşum, onlarda kalmak istemeyişim, aman benim yüzümden kimse zarar görmesin diye her an tetikte oluşum, Canan teyzenin beni başkalarıyla kıyaslayıp o başkalarını Fırat'a benden daha layık görmesinden korkuşum hep bu yüzdendi belki de. Fırat benden başkasını sever , beni ve bu zavallı hallerimi kaldıramaz diye içimi ondan tüm gücümle müdafaa edişim. Hep en sevdiklerimi kaybettiğimden Fırat'ı çok sevmeye ve bu sevgiyi ona göstermeye çekinişim. Acıya meftun biriyken çiçekler açabileceğime inanmayışım. Hep kaybetmeye mahkummuş gibi ne zaman kaybedeceğimi bekleyişim . Ve bu bekleyişte kendi kendimi heba edişim belki de hep bundandı. Bana acıdan, mutsuzluktan başka bir yol yoktu.

Bilmiyordum. İnsanın doğduğu ev kaderi miydi bilmiyordum ama "insanın doğduğu ev karakteriydi". Benimde öyleydi galiba. Annemin çocukluğumda ince eleyip sık dokuyarak ruhuma açtığı yaralar yavaş yavaş kabuklarından kurtulup sızım sızım sızlayarak kanıyordu. Belki acımı, içimdeki yaralı Hazan'ı iyi saklıyordum. Ama kimseler bilmese de o güçlü Hazan maskesinin altında yatanı ben biliyordum. En çokta bu yakıyordu ya canımı; kendi inanmadığım yalanlara başkalarını inandırmaya çalışmak. Ve bu yalanlara en çok inanmasını istediğim kişi inanmıyordu. Fırat... gözlerime baktığında kalbimi görüyordu. Ben bile kalbimi göremezken...

Derin bir nefes alıp gözümden süzülen bir damla yaşı sildim. Bitirdiğim çikolatanın kağıdını torpido gözüne koyarken ilacımı ağzıma atıp suyuda peşinden içmiştim. Ellerimi ıslak mendille silerken bir çikolatanın beni nerelere götürdüğüne hayret etmiştim. Belki de olay çikolatada değil acıdaydı.

Arabanın kapısını açıp inerken aracı kilitledim. Ve askeriyeye doğru ilerlemeye başladım. Sürgülü kapının önüne geldiğimde kapıyı açmak için bir hamlede bulunurken kapı biri tarafından açılmıştı. Nöbetçi asker olduğunu düşünürken karşımda heybetli bedeni ve çatık kaşlarıyla Fırat'ı görmeyi beklemiyordum.

Yine de umursamadan askeriyenin bahçesine doğru adımlarken Fırat'a hitaben,
- Teşekkür ederim, dedim düz bir sesle. Yüzüne bakmamıştım. Ona kızgın ve kırgın olduğumu hissettim o an. Çok mu çabuk kırılıyordum?
Fırat ise,
- Rica ederiz, dedi sert sesiyle.
Umursamadım . Öylece yanından geçip giderken bir rüzgar esmiş uzun ve dalgalı saçlarım bu rüzgarla geriye doğru savrulmuştu. O sırada Fırat'ın derin bir nefes aldığını duydum. Saçlarımı mı kokluyordu? Bu içimde bir yeri okşarken Fırat'ı gerimde bırakıp askeriye binasına doğru ilerlemeye devam ettim.

Binaya giriş yaptığımda yüzüme vuran sıcak havayla üşüdüğümü hissettim. Gerçekten de dışarıda kar havası vardı.

Karargâh odasına girdiğimde Kim Chin hâlâ bıraktığım gibi pür dikkat işini yapıyordu. Ona,
- Kolay gelsin, dedim.
O da bana gözlerini bilgisayardan hiç ayırmadan,
- Kolaysa başına gelsin, demişti. Hafifçe gülümseyip bende bilgisayarın başına oturdum. Bıraktığım yerden işime devam ederken Kim Chin'e,
- Kaç bellek daha doldurdun? Diye sordum.
Kim Chin,
- İki, diyerek beni yanıtladı. Başımla onu onayladığımda yine derin bir sessizliğe büründük.

******
Kolumdaki saate baktığımda saat 18.13'ü gösteriyordu. Ve ben artık bilgisayar ekranına bakmaktan felç geçirmek üzereydim. Üstüne üstlük kullandığım ilaçlar ağır olduğu için uykum geliyordu. Ve sürekli esneyip duruyordum. Öyle ki esnemekten gözlerim sulanmıştı. Başımda gözlerimle paralel olarak ağrıyordu.

Yine bir esneme krizine girerken elimle ağzımı kapatmıştım. O sırada benimle aynı anda Kim Chin'de esnemişti. Bu durum beni güldürürken Kim Chin bana dönüp,
- Birde gülüyor musun? Senin yüzünden esnemekten ağzım yırtılacak. Bayılıp kalacağım şuraya. Yeter artık savcı , demişti.
- Ne kızıyorsun be?! Bilerek mi yapıyoruz? Kullandığım ilaçlar yüzünden oluyor.
- Ama bu benim senin yüzünden esneyip durduğum gerçeğini değiştirmiyor. Sonuçta ben ilaç kullanmıyorum.

Haklıydı. Yaklaşık bir saattir bu haldeydim ve esnemek bulaşıcıydı.
Bu yüzden artık eve gitsek iyi olurdu. Çünkü ben şuan bilgisayar ekranını göremeyecek kadar uykuluydum. Şuradan kendimi bir eve atsam başka birşey istemiyordum. Lakin bir saatlik yolda o koca arabamı nasıl kullanacağım tam bir muammaydı.

Derin bir nefes alıp yüzümü ellerimle sıvazlarken,
- E tamam. Kalk gidelim şuradan. Yoksa ikimizde burada "benim yüzümden" uyuyup kalacağız , dedim.
Kim Chin,
- Çok doğru bir karar . Ama sen bu halde bizi o arabayla eve değil ancak ecele götürürsün, dedi.
Gözlerine bakıp,
- E o zaman yayan git, dedim sinirle.
Kim Chin ise yüzüme öylece bakıp,
- Kardeşime benziyorsun, dedi.
Anlamadığım için,
- Ne? Dedim.
O ise,
- Kardeşime benziyorsun. O da senin gibi asiydi böyle. Sinirlenince saçma sapan şeyler söylerdi, dedi.
Sinirle gülüp,
- Eve gidince arar söylersin o zaman kardeşine "sana benzeyen birini buldum. O da senin gibi saçmalıyor " dersin , dedim.
Kim Chin ise burukça gülümseyip,
- Keşke söyleyebilsem, dedi.
O an Kim Chin'nin gözlerindeki acıyı gördüm. Ve bu acı bana çok tanıdıktı. Ölüm...
Hangi ülkenin insanı olursanız olun gözlerde bıraktığı o hazin ifade hep aynıydı. Biz dünya üzerindeki insanlar hepimiz farklı ülkeden olsak da aynı duyguların, aynı acıların esiriydik.

Gözlerimi sıkıca yumup alt dudağımı ısırırken,
- Özür dilerim, dedim.
Elimden başka birşey gelmezdi. Ağzımdan çıkan ok saplanacağı yere çoktan saplanmıştı.
Kim Chin ise,
- Sorun yok savcı. Hadi gidelim, dedi ve bilgisayarı kapatıp ayaklandı. Bende onun gibi toparlanmaya başladım. İçime bir hüzün, bir pişmanlık çöreklenmişti. Ama yinede üstelemedim. Çokça özür dileyen biri olarak özür dilemenin hiçbir halta yaramadığını iyi bilirdim.

Bilgisayarları ve flaşları toplayıp üzerime kabanımı giyerken yine esnmiştim. Arabanın yanına yürümek bile o kadar zor geliyordu ki şuan.
Ve benden sonra Kim Chin'de esnerken,
- Yeter artık, çıkalım şuradan, dedi. Resmen çocuğu esneyerek çileden çıkarmıştım.
- Tamam sakin ol.

Kim Chin'de uzun siyah deri ceketini giyerken bana ters ters bakmış sonrada da bilgisayar çantasını aldığı gibi kendini odadan dışarıya atmıştı. Bende bilgisayar çantamı alıp karargâh odasından çıkarken albay buraya doğru geliyordu. Yanında da Fırat vardı.

Adımlarımı durdurup onların yanıma gelmesini beklerken benimle beraber Kim Chin'de durmuştu.
Albay karşımda durup,
- Çıkıyor musunuz savcım? Diye sordu.
- Evet albayım çıkıyoruz, dedim.
Albay yüzümü inceleyip,
- Çok mu yorduk sizi? Dedi.
Fırat'a yüzümü inceleyip duruyordu. Her ne kadar ona bakmasamda yüzüme değen yakıcı bakışları hissedebiliyordum.

Albaya hitaben,
- Yok albayım yorgunluktan değil, ilaçlar yüzünden böyle oluyor, dedim.

İnsanların benim yüzümden kendilerini kötü hissetmelerini istemezdim. Çünkü bu hissin nasıl can sıkıcı olduğunu bilen biriydim.

Albay başını sallayıp bana elini uzatmış ve,
- O zaman biz tutmayalım sizi. Evinize gidip dinlenin. İyi akşamlar savcım, demişti.
Albayın elini sıkıp,
- Size de iyi akşamlar, dedim.
Albaydan ayrılan elime Fırat elini uzatırken bekletmeden sıktım.
Fırat,
- İyi akşamlar savcım, derken yüzüne öylesine bir bakış atıp,
- İyi akşamlar yüzbaşım, dedim.
Fırat ise ona böyle davranmama git gide sinirleniyordu.

Elimi elinden çekip albaya bir baş selamı verdim. Kim Chin'de albayla el sıkışırken elini Fırat'a da uzatmıştı. Fırat sert bakışlarıyla bir Kim Chin'e birde eline bakıp nihayet elini sıkmıştı. Ama öyle sert sıkıyordu ki Kim Chin'in elinin acıdığına emindim. Lakin Kim Chin'in yüzünde tek bir mimik dahi oynamamıştı.

Sonunda elleri ayrıldığında Kim Chin'le beraber Fırat'ın sert bakışları arasında askeriyeden çıktık. Yüzüme vuran soğuk hava beni biraz olsun kendime getirirken derin bir nefes aldım. Gözlerimin içi cayır cayır yanıyordu. Hava kararmıştı. Etraftaki sessizliğe bakılırsa askeriyede ufaktan boşalmaya başlamıştı. Elektrik direklerinin tepsideki sarı lambanın aydınlattığı toprak yol etrafını saran ağaçlarında katkısıyla ürkütücü görünüyordu.

Sürgülü kapının önüne geldiğimizde nöbetçi asker kapıyı açmış ve,
- İyi akşamlar savcım, demişti.
Askere tebessüm edip,
- İyi akşamlar, dediğimde çamurlu toprak yolda arabama doğru ilerlemeye başlamıştık.

Arabaya binip şoför koltuğuna geçtiğimde Kim Chin'de yanıma oturmuştu. Bilgisayar çantalarını arka koltuğa koyup motoru çalıştırdığımda askeriyenin sürgülü kapısından Fırat'ın çıktığını ve buraya doğru öfkeli gözleriyle baktığını gördüm.
Umursamadan gaza basıp direksiyonu çevirirken arabayı geldiğimiz yöne döndürmüştüm.

O sırada Kim Chin,
- Siz yüzbaşıyla sevgili misiniz? Diye sordu.
Bu soruyla anlık bir afallasamda kendimi toparladım.
- Ne alakası var?
Kim Chin gülerken,
- Sabahtan beri öyle bir bakıyor ki bana bir an belindeki silahı çıkarıp sıkacak sandım kafama. Az öncede elimi kırıyordu az kalsın, dedi.

Anlık bir ona bakıp,
- İyi mi elin? Diye sordum.
Kim Chin ise eline bakıp,
- İyi iyi merak etme. Ama söyle enişteye dünya ahiret bacımsın, dedi.

Bu söylediğine hafif bir kahkaha atıp,
- Sen Koreli olduğuna emin misin gerçekten? Dedim.
Kim Chin elini ceketinin iç cebine sokup,
- Eminim tabi . İstersen kafa kağıdımı göstereyim savcı. Kütüğüm Kore'de benim, dedi ciddi bir ses tonuyla.

Bu söyledikleri beni daha fazla güldürürken Kim Chin'le beraber bu karanlık orman yolunda ilerlemeye başladık. Ve tabi birde belirli bir takip mesafesinde hemen arkamdan gelen Fırat vardı. Yine tartışıp kavga edecektik. Ama ben çok yorgundum. Ruhum ayrı ,kalbim ayrı , bedenim ayrı yorgundu.

Derin ve aynı zamanda sıkıntılı bir nefes aldığımda Kim Chin bana bakıp önüne dönerken eli radyoya gitmişti. Radyomda yine Neşet Ertaş vardı ve "neredesin sen?" Diyordu.

Şu garip halimden bilen, işveli nazlı
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?
Ben ağlarsam ağlayıp, gülersem gülen
Bütün dertlerim' anlayıp, gönlümü bilen
Sanki kalbimi bilerek, yüzüme gülen
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?
Sanki kalbimi bilerek, yüzüme gülen
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?
Sinemde gizli yaramı, kimse bilmiyo'
Hiç bir tabip yarama, merhem olmuyo'
Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo'
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?
Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo'
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

  

  


Loading...
0%